YAYGIN BİR HATA KAYNAĞI: GENELLEME
İnsanların çoğu basit ve doğrusal düşünür ve sınırlı bilgileri genellemeye meyillidir. Söylenen bir sözün ve çıkarılan bir hükmün her zaman ve zeminde geçerli olduğunu zanneder. Yani herşeyi siyah veya beyaz olarak görme basitliğine kaçar ve zor olan gri tonları ayırdetme zahmetine girmek istemez. Çoğu insana göre hüküm ifade eden bir söz ya doğrudur, ya da yanlıştır – her zaman ve her yerde. Doğru addedilen bir hüküm ile durumlar arasında katı bir determenist ilişki kurarlar ve bir fayda/zarar analizi yapmadan programlanmış bir robot gibi hüküm verirler. Adeta akıl ve muhakemeyi iptal edip, eleştirel düşünceyi tehdit olarak görürler. Sonra da kendi ürünleri olan ‘kutsal dogma’lar ile akılları arasında sıkışıp kalırlar ve çıkmazlara girerler. Akıl, ilim ve fennin hükmettiği bu bilgi çağında zaman da onları ekarte edip devre dışı bırakır.
Genelleme ile ilgili bir örnek vermek gerekirse: Doğru olduğundan şüphe edilmeyen şeylerin doğruluğunun ‘2+2 = 4’ kesinliğinde olduğu ifade edilir. Aslında kesinliğin kıstası olarak sunulan bu önermenin bile doğruluğu kesin değildir ve sadece belli şartlarda geçerlidir. Yani 2+2 = 4 olabileceği gibi, 2+2 = 0, 1, 3, ve hatta 7 dahi olabilir. Meşhur 2+2 = 4 ifadesi, sadece ‘koruma kanununa tabi olan’ maddi şeyler için geçerlidir – içinde 5 ekmek olan bir torbadan 1 ekmek alınınca torbada 4 ekmek kalması gibi. Ancak, ‘Mutluluk paylaştıkça artar, keder paylaştıkça azalır’ sözünde ifadesini bulduğu gibi, maddi olmayan şeylerde – ki çok defa maddi şeylerden bile önemlidirler – durum tam tersi olabilir.
Yaygın olarak kullanılan yanlış genellemeye diğer bir örnek ‘Birlikten kuvvet doğar’ sözüdür. O kadar ki zihnimizde ‘birlik’ ve ‘kuvvet’ adeta özdeşleşmiştir. Ancak öyle durumlar vardır ki birlikten kuvvet değil, tam tersine zayıflık doğar. İyi muhakeme edilmeden ve fayda/zarar analizi yapılmadan oluşturulan birliklerden hüsran doğduğu çok vakidir. Uyumsuz kişilerin yaptığı evliliklerden firma ve ülke birleşmelerine kadar bunun çok örneği vardır.
Bediüzzaman yanlış birlikten kuvvet yerine zayıflık doğacağını Mektubat’ın Hakikat Çekirdekleri’nde veciz bir şekilde şöyle ifade eder: “Cemaatte vâhid-i sahih [sıhhat ve istikametli bir birlik] olmazsa; cem’ [toplama] ve zamm [ekleme], kesir darbı [çarpması] gibi küçültür. Hesapta malûmdur ki, darb ve cem ziyadeleştirir. Dört kere dört, on altı olur. Fakat kesirlerde, darb ve cem, bilâkis küçültür. Sülüsü (üçte bir) sülüsle darb etmek, tüsu’ olur, yani dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa, ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.” Başka bir ifadeyle, uygun şartlar oluşmamışsa, 2+2 = 4 yerine belki 1 olur. Bu, ezber bozucu bir yaklaşımdır ve genellemeye dayalı hükümlerin tehlikeli boyutunu gösterir. Keyfiyetin kemiyetten önemli olması da bu sırdan gelir.Termodinamik biliminin ikinci kanunu da enerji alanında hangi birleşmelerin yani karışımların doğru hangilerinin de yanlış olduğunu rakamlarla net olarak ortaya koyar.
Bir örnek daha vermek gerekirse, bilimsel olarak ortaya konmuştur ki sigara kullanımı ile kanser yakından ilişkilidir ve U.S. National Cancer Institute verilerine göre akciğer kanseri ölümlerinin yüzde 90’ının sorumlusu sigaradır. Günde bir paket sigara içen bir adamın akciğer kanserine yakalanma rizki, içmeyenlere kıyasla 10 kat daha fazladır. Keza, sigara içenlerin kalp krizi geçirme rizki, içmeyenlere göre 6 kat daha fazladır.
Bu istatistiklere bakan sıradan bir kişi için sigaranın kansere sebep olduğu bilgisi gayet nettir ve akıllı bir kişinin sigaradan uzak durması gerekir. Ancak istatistiklerin de gösterdiği gibi, sigara içmediği halde akçiğer kanseri olan ve sigara tiryakisi olduğu halde kanser olmadan 90 yaşını aşan kişiler de vardır. Akciğer kanseri olmamış yaşlı bir sigara tiryakisini göstererek sigaranın kansere sebep olmadığını ifade etmek veya sigara içenlerden de içmeyenlerden de akciğer kanseri olanların olduğunu ve dolayısıyla sigara ile kanserin bir ilgisinin olmadığını ileri sürmek, yanlış genellemeler yapmaktır. Zira hüküm çoğunluğa göre verilir ve koca bir dağ ile küçük bir taş yığınını eşit tutmak mizansızlık ve dengesizliktir. Kansere sebep olan çok faktörlerler vardır ve sigara bunlardan biridir. Sonuç, kansere sebep olan etkenlerle kansere engel olan etkenlerin hasılasının net etkisine göre tezahür eder. Yani ‘hüküm, çoğunluğa göredir’ kaidesi hükmünü icra eder.
Bir bütün hakkında hüküm verirken, bütünün tüm cüzleriyle ve her yönüyle dikkate alınması gerekir. Yoksa sadece bir kısmına veya bir yönüne dayalı olarak verilen hüküm bütün için yanıltıcı olabilir. Olumlu ve olumsuz yanların izafi büyüklüklerine bakmak lazımdır. Yoksa, olumlu yanları kale almayarak, bir parçadaki bir olumsuzluğu bütün için genellemek yanlış hüküm vermek olur. Mesela küçük bir zarar gelmesin diye büyük bir faydayı netice verecek bir işi terketmek, büyük bir zarardır. Bediüzzaman’ın 12. Mektup’ta ifade ettiği gibi, “Hayr-ı kesîr [büyük hayır] için, şerr-i kalil [küçük şer] kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden [netice veren] bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş [işlenmiş] olur.” Az bir şer veya zarardan sakınmak için içinde çok hayır bulunan bir işi terketmek büyük bir şer işlemektir ve zarardır.
Akıl ve vicdanlarıyla hakikati arayanlar bilmelidir ki, nurani ‘Hak’ isminin tezahürleri olan hakikatlar nurdur ve güneşten gelen yarı-nurani ışık gibi herşeyi ihata ederler. Ancak latif olan nur veya ışık kesafet kesbetmez, elle tutulmaz, ihata edilmez ve bir kalıba sokulmaz. Nur veya ışık her varlıkta o varlığın karekterine uygun bir tarzda değişik renk ve tonlarda yansır. O yüzden, sadece maddi varlıklarda, onlarda da atom boyutu üstünde, geçerli olan determenizmi – yani kanun ve prensiplerin mutlak belirleyiciliğini – nur ve ışık gibi madde-dışı varlıklara da uygulamaya kalkmak geçersiz bir yaklaşımdır.
Hatta madde olmadığı halde yine fizikȋ bir varlık (enerji) olan ve tüm renkleri bünyesinde barındıran ışığın renginin ne olduğu sorusunun doğru cevabı ‘renksiz’dir. Ancak insan, soyutu kavrayamama ve ancak somut örneklerle anlayabilmeden kaynaklanan cehlinden, kolaycılığa kaçan tembelliğinden ve müdakkik bir yaklaşımla eleştirel düşünceye olan aczinden dolayı yarı-nurani latif ışığa bile kesif bir renk izafe etme basitliğine meyletmekte ve ışığı ‘beyaz’ olarak etiketlemektedir. Bu yanlış algının da sebebi, üzerine gelen ışığın tamamını yansıtan şeylerin göze ‘beyaz’ görünmesidir.
Altın, karekteri icabı ışığın elektromanyetik spektrumda sadece sarı bandına karşılık gelen kısmını yansıttığı için sarı görünürken, portakal da aynı sebeple ‘portakal’ renginde, yapraklar ise yeşil renkte görünür. Ağaçların yapraklarına bakıp ‘ışık yeşildir’ genellemesi ne kadar yanlışsa, gökyüzüne bakıp ‘ışık mavidir’ demek de o kadar yanlıştır. Dünyada herşey beyaz olsaydı ve ‘işte, ışık beyazdır’ denebilseydi, basit görüşlü insanlar herhalde zihnen çok rahatlayacaktı. Ama o zaman değişik renklerde yansıyan nurani ‘güzellik ışığı’ yok olacaktı, rengarenk alemi seyretmekten doğan lezzet de olmayacaktı.
Soyut nurani hakikatler de farklı somut durumlarda farklı renklerde yansır. Bunda bir güzellik ve akıllar için bir zenginlik vardır – yeter ki insan zulmetli kasır nazarıyla ve tahakküm damarıyla hakikatin tek bir olaydaki yansımasını tüm olaylara teşmil etmesin ve zulumatıyla ‘hakikat budur’ demesin. Bir bahçede rengârenk güllerde yansıyan ve renk cümbüşüyle gözlere bir güzellik ziyafeti veren ışık gibi, hakikat ziyası da olaylarda şekilden şekile girip envai tarzda yansıyarak ve hakikatin tüm inceliklerini tezahür ettirerek akıllara bir seyrangah ve şölen sunar.
Karanlık akıllar hakikatin her somut olaydaki yansımasına ‘hakikat budur’ diye sarılıp onu genellerler ve hakikate zulmederler – gördükleri tam doğru olmuş olsa bile. Nurlu akıllar ise hikmetli nazarlarıyla aynı olaya ‘hakikat bahçesinin güzel bir gülü’ olarak bakıp gül ile bahçeyi adaletle ayrıştırırlar ve tek bir güle bahçe deme zulmünü irtikab etmezler. Hatta nazarlarını bahçeden de kaldırıp nur-u hakikatin kaynağı olan Şems-i Hakk’a çevirirler.
İnsanlarda mânâ merkezi olan kalp makinasının gıdası güzelliktir, neticesi de lezzettir (ki ikisi de maddede yansır, ama madde-dışıdır). Işık tek düze olsaydı – örneğin insan yüzleri ve güller de dâhil her şey yeşil olsaydı – orada güzellik ışığı parlayamayacaktı. İnsanlar da çiçeklerden kıyafetlere kadar uyumlu renklerde yansıyan ve güzelliğe meftun kalpleri mest eden güzellik ışığından ve o nurani ışığı massetmekten doğan lezzetten mahrum kalacaklardı. Benzer şekilde, Hak ismi ve diğer esmanın değişik renk ve tonlardaki yansımaları olmasaydı, bu isimlerle ilgili güzellik nuru tezahür edemeyecekti. Her şey basit, ama silik olacaktı. O yüzden hakikatlerin değişik formlarda değişik renk ve tonlarda tezahür etmesine bir zenginlik olarak bakmalı ve onları tek bir form ve kalıba sokma gayretine girmekten kaçınmalıdır. Çünkü esmanın tezahürleri sonsuzdur ve kayıt altına alınamazlar. Böyle durumlarda genelleme, aslında bir kısıtlamadır.
DİNDE GENELLEME
En yaygın genelleme hataları, kudsiyete ve imtisale olan taalluklarından dolayı ayet, hadis ve alimlerin sözlerinin her zaman ve duruma uygulanmasından doğan hatalardır. O kadar ki bir din büyüğünün ve hürmete şayan bir zatın bir zamanlar belli bir duruma istinaden söylemiş olduğu bir söz zamanımıza taşınmakta ve her hale teşmil edilip akılları susturmak için delil olarak kullanılmaktadır. Halbuki Resulullah bile mesela öpmenin orucu bozup bozmayacağı hakkında soru soran kişilere farklı zamanlarda, soruyu soranların durumlarına uygun olarak, farklı cevaplar vermiştir. Zaten o yüzden hak taaddüt edebilir, ve aynı durumla alakalı zıt hükümler içermelerine rağmen (kan akmasının veya namahremle temasın abdesti bozup bozmaması gibi) bir çok mezhep hak mezhep olarak telakki edilmiştir.
Aslında bu somut farklılıklar arkasındaki soyut birlik, dinde kolaylığın ve kolaylaştırmanın esas olması ve bu esasın ‘hüküm ekseriyete göredir’ prensibi doğrultusunda farklı yerlerde farklı şekillerde tezahür etmesidir. Yani belli bir durumun farklı bakış açılarıyla farklı tarzlarda genelleştirilmesidir. Burada kolaylaştırmada birlik, uygulamada ise durumların farklılığından ve hale uygunluktan kaynaklanan farklılık vardır. Hale uygun bu yaklaşım hikmet, tek tipçi bir yaklaşımla genelleme ise hikmeti inkâr ve iptaldir. Determenizme meyyal ve basitliğe meftun mütehakkim zihinler bu değişik renkleri kabulde zorlanacaktır. Hatta Hakikat Çiçekleri’nde ifade edildiği gibi, her istidatlı kişi sorumluluğunu alarak kendi durumu için hüküm çıkarabilir, ancak bunu genelleyemez: “Her müstaid, nefsi için içtihad edebilir, teşri’ edemez.”
Bediüzzaman, Sözler eserinde “Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?” sorusuna, su örneği ile şu cevabı verir: “Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır; tıbben vâciptir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüt etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, ‘Su yalnız ilâçtır, yalnız vâciptir, başka hükmü yoktur’? İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheplere hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle, ittibâ edenlere göre değişir. Hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur.” Farklı mezheplerin varlığından rahatsız olup bunu tamir edilmesi gereken bir zaaf ve karmaşa olarak gören ve her konu ile ilgili tek bir hüküm ve her soruya tek bir cevap olmasını arzu edenlerin kulakları çınlasın.
İnsan zihni genelleme ile maluldur ve bu zaaf çok zulümlere ve suistimallere kapı açmaktadır. Mesela süpermarketler, reklamlarında fiatını düşürdükleri bir kaç ürünü öne çıkararak zihinlere ‘çok ucuz bir yer’ imajını yerleştirirler. Çünkü bilirler ki insanlar akın akın bu ürünleri almaya geleceklerdir. Gelmişken de cazibesine kapıldıkları birçok ürünü normal fiattan alacaklardır. Tartışmalarda da bir meslek veya meşreple ilgili bir kaç müsbet veya menfi hakikat cerbeze ile öne sürülerek o meslek veya meşrebin hak veya batıl olduğuna hükmederler. İfade edilen hakikatler doğru olabilir; yanlış olan genellemedir.
Bediüzzaman bu vartalara dikkat çeker ve mizan ile hareketi telkin eder. 28nci Mektup’ta ifade ettiği gibi, toptancı bir yaklaşım yerine müdakkik bir tavır sergiler: “Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer âsârına [eserlerine]ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfî cihetleri müsbet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içinde hak ve hakikat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. … Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir.” Bir hatasından dolayı bir kişiyi cehenneme gönderenler ve bir yanlışından dolayı bir kurum veya hareketi batıl ilan edenler, önce kendi adalet ve insaf terazilerini kalibre etmelidirler.
Bediüzzaman toptancı yaklaşımın mahzurlarına dikkat çeker ve Sözler eserindeki Lemeat’ta insan iradesini inkar eden Cebriye ve insanların kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu iddia eden Mutezile gibi batıl mezheplerde bile bir hakikat çekirdeği bulunduğunu belirtir: “Maziye, mesâibe [musibetler] nazar olur kadere; söz olur Cebrîye. Müstakbel ve maâsi [isyanlar] nazar olur teklife [yükümlülük]; söz olur İtizâle. İtizal ile Cebir şurada barışırlar. Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir [içinde bulunur]; mahsus mahalli [özel yeri] vardır. Bâtıl olan, tâmimdir [umumileştirme, genelleme].”
Bu ifadeler insafa ve müdakkikliğe davet ve genellemeye reddiyedir. Bediüzzaman ekseriyete ve neticelere göre genel hüküm verilmesini tavsiye eder, ancak verilen hükmü bütünün her cüzüne uygulama hatasına düşülmesine karşı da ikaz eder. Hakikatlerin çok yönlü ve çetrefilli olduğu çağımızda, bir şeyin sadece bir yönüne bakıp hüküm vermek, sıklıkla, telafisi zor hatalara düşülmesini netice vermektedir. Bu durum, hüküm verirken değişik bakış açılarına başvurmanın yani istişarenin bu zamanda daha da önemli olduğunu göstermektedir.
Bediüzzaman müslümanlarda yaygın olarak görülen gayri islami davranışlara da bu bakış açısıyla yaklaşır ve gayrimüslimlerde görülebilen sebat, itimat ve hikmet kanunlarına uygunluk gibi güzel hasletlere dikkat çekerek, toptancı davranmanın mahzurlarını nazara verir. Hak üstün olduğu halde, neden kâfirlerin müslümanlara galip olduğu sorusuna Lemeat’ta şu cevabı verir: “Her müslimin her vasfı müslim olmak vâcip iken, haricen her dem vaki, sabit değildir. Öyle de, her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş’et etmek [kaynaklanmak] yine lâzım değildir. Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş’et etmek, öyle de, her dem sabit değildir. Demek bir kâfirin müslim olan bir vasfı, müslimdeki lâmeşru [meşru olmayan] vasfına galip olur. Bilvasıta [dolayısıyla], o kâfir dahi ona galiptir.”
Keza, “İnsan çok zalim ve çok cahildir” (Ahzab Sûresi, 33:72) ayetini genellemeye yani her insana ve hatta peygamberlere ve onların her haline uygulamaya kalkan belli ki hata eder. Bediüzzaman’ın Sünuhat’taki ifadesi ile “Bazı âyât ve ehadîs [ayet ve hadisler] vardır ki mutlakadır [sınırları çizilmemiş yani belli bir kayıt ve şartla sınırlandırılmamış olan; kullanıldığı mânâya genel hatlarla delâlet eden]; külliye [kapsamlı ve genel; hükmü tüm fertleri ve tüm zamanları kapsayan] telakki edilmiş. Hem öyleler vardır ki münteşire-i muvakkatadır [hükmü herhangi bir fertte ve herhangi bir zamanda gerçekleşmiş bulunan veya gerçekleşmesi mümkün olan]; daime [sürekli; hükmü fertlerde her zaman gerçekleşiyor olan] zannedilmiş. Hem mukayyed [kayıtlı, kısıtlı; hükmü bir kayda bağlanmış olan] var; âmm [umumi, genel, sınırsız; tarif edilen bütün fertleri kapsayan] hesab edilmiş.”
Yani bazı ayet ve hadisler sadece genelde doğru iken herşeye uygulanabilir zannedilmiş; bâzı zamanlara has olmalarına rağmen her zaman hükmünü icra eder zannedilmiş; şartlara bağlı oldukları halde genel muamelesi görmüş. Mesela, ‘Harp, hiledir’ hadisi, ‘Aldatan bizden değildir’ hadisine zıt görünse de hakikatte tezat yoktur; hata, genellemededir. Çünkü şartlar değişince hüküm de değişir, hatta zıddına döner. Keza, ‘Cennet annelerin ayakları altındadır’ hadisi ‘Rahim’ isminin parlak bir aynası olan anneliğin cennetlik bir vasıf olduğunu ve cennete ulaştıran kuvvetli bir vasıta olduğunu ifade eder, ancak ‘her anne cennete gidecektir’ genellemesi hikmet ve adaletle bağdaşmaz. Başka bir rivayette, bir hikayeye atfen, kuyuya inip papucuna doldurduğu su ile susuz kalmış bir köpeği sulayan şefkat abidesi bir kadının gelmiş ve gelecek günahlarının affedilmiş olması, ‘susuz bir köpeğe su verenin tüm günahları affolunur’ diye genellenemez.
Verilen bir hüküm, akıl ve mantık kurallarıyla dinin temel felsefesine uyumlu olmalı, mizanı bozan ve adaleti ihlal eden hükümler sorgulanmalıdır. Günümüzde de din büyüklerinin sözlerine atıfla benzer hatalar sıkça yapılmaktadır. Hürmet edilen bir zatın bir zaman bir konuyla alakalı söylediği bir söz, bazı kişilerce çok defa her zaman ve zeminde geçerliymiş gibi genellenip tartışılmaz bir karine olarak ileri sürülmektedir. Hatta bu kişiler, istişarenin ruhuna aykırı olarak din adına akıl ve muhakemeyi devre dışı bırakmayı bile savunabilmektedir.
Diğer yaygın bir genelleme hatası da esma ile alakalı ihatasızlıktan kaynaklanan genellemelerdir. Allah’ın isimleri sonsuzdur ve isimlerinde bir sınır veya noksanlık sözkonusu değildir. Ancak esma, uyumlu bir manzume teşkil eder ve herşeyde herbir isim makamın izin verdiği seviyede tecelli eder. Esmanın tecellisinde adalet, yerli yerindelik ve ondan kaynaklanan güzellik esastır ve çirkinliğe yer yoktur. Mesela Allah sonsuz kudret ve irade sahibidir ve elbette istediğini yapar. Ancak bu demek değildir ki bazı zalim ve cahil hükümdarlar gibi adaletli-adaletsiz, hikmetli-hikmetsiz, güzel-çirkin demeden keyfine göre hareket eder. Allah sonsuz kudret ve irade ile birlikte sonsuz ilim ve hikmet sahibidir, ve hikmete zıt bir iş yaparak asla hikmetsizlik çirkinliğini irtikap etmez. O yüzden Allah’tan hikmet kanunlarına aykırı bir şey yapmasını istemek, otomatik red cevabı talep etmektir.
Mesela Allah, iman nurunu istediğine verir ve cennete istediğini sokar. Ama bunu rastgele değil hikmet ve adalete tam uygun olarak yapar ve liyakata göre hükmeder. Keza Allah Şafi’dir ve şifa ondandır. Ancak şifa nurunun pırlantaları olan ilaçları kullanmayı reddetmek mü’minlik değil münkirliktir, Allah’ın Hakȋm ismini yok saymaktır. Muvaffakiyete ulaşmak için gerekli merdivenler hikmetle kurulup ilan edildiği halde, bu hikmet merdivenlerine tırmanma zahmetinden kaçıp, tembellikle mezcolmuş inançla kudrete yönelip iltimas talep etmek, yüksek bir iman değil bir isyandır; Hakȋm ismine itirazdır.
Benzer şekilde Allah’ın şefkatinin sonsuzluğu, adaleti ve dolayısı ile suçlulara ceza vermeyi iptal etmez. Çünkü adaletin yokluğu zulümdür, zulüm ise büyük bir çirkinliktir. Evet, Allah Kadir’dir, ancak Allah’ın kudretini diğer mukaddes isimlerinin hükümlerini iptal edecek şekilde kullanmasını beklemek ihatasızlık ve hatadır. Zira tevhid sırrıyla bu nurani isimlerin her biri tüm isimlari ihtiva eder. Yani bir isim tüm esmada, ve tüm esma her isimdedir. Fark, hale uygun olarak farklı durumlarda farklı isimlerin hâkim konumunda olması, yani bir isim güneş gibi parlayınca diğerlerin yıldız konumunda kalmasıdır.
Sorgulayıcı ve muhakeme edici yaklaşım, aklȋ melekelerin geliştiği ve öne çıktığı, eleştirel ve analitik düşüncenin norm haline geldiği, önyargıların kırılıp zorlamanın yerini iknanın aldığı ve kişisel hak ve hürriyetlerin tüm insanlık için ortak bir zemin oluşturduğu bu modern çağda zaten olması gereken bir yaklaşımdır. Ezberci ve toptancı aksi yaklaşımlar neticesiz kalmaya mahkûmdur. Müdakkikliğin yaygınlaştığı böyle bir dünyada ezberlere, yüzeysel düşünceye ve genellemelere yer yoktur. Hızla değişen bu dinamik ortamda hakikatlerin tüm renkleri ve yönleri ortaya konulmakta ve eskiden gonca gibi örtüler altında gizli kalmış hikmetler ve güzellikler açılan bir gül gibi açığa çıkmaktadır. Bu da akıl gözünü hayret ve hayranlıkla kamaştırmaktadır.
Tek boyutlu klasik düşünce, şartlar ne olursa olsun en güzelin ve en doğrunun her zaman yüceltilmesini ve tercih edilmesini dikte eder. Ancak çok boyutlu eleştirel düşünce, kişiyi bu genellemeden alıp çıkarır ve Bediüzzaman’ın Hakikat Çekirdekleri’nde ifade ettiği gibi, bazı gizli hazinelerin tam zıt durumlarda saklandığını gösterip ezberleri bozar: “Hakta ittifak, ehakta [daha doğru, en doğru] ihtilâf olduğundan, bazan hak, ehaktan ehaktır; hasen [güzel], ahsenden ahsendir [daha güzel, en güzel].” “Her sözün doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil.” Dünün doğru hükümlerini genelleyerek bu zamana taşımadan önce hikmet süzgeçinden geçirmek ve doğuracağı muhtemel sonuçları dikkate alıp hale uygunluğunu test etmek aklın gereğidir.