İç içe girmiş para, faiz ve enflasyon ağı: Her şeyin yerli yerine konması
Özet
Para, satın alma gücünün bir depolama aygıtı ve mal ve hizmetlerin değişim aracıdır. Kağıt paranın kendinden kaynaklanan bir değeri yoktur; sadece devlet tarafından belirlenen temsili bir değeri vardır. Paranın görünen değeri, üzerinde yazılı nominal değerdir; gerçek değeri ise satın alma gücüdür. Enflasyon, paranın alım gücünü aşındırır ve onu daha değersiz yapar. Fiyatlar yükseldiğinde, paranın nominal değeri aynı kalır, ancak alım gücü düşer. Paranın el değiştirmesi, paranın satın alma gücünün el değiştirmesinden ibarettir.
Enflasyon, fiyatların zamanla artmasıyla paranın alım gücündeki azalmanın bir ölçüsüdür. Enflasyon, herkesin cebinden çalan görünmez bir hırsızdır. Enflasyonun temel sebebi piyasa para arzındaki artıştır. Arz ve talep arasındaki dengesizlik, enflasyon olarak ortaya çıkar. Bir ülkede para arzındaki büyüme ekonomik büyümeyi aştığında enflasyon kaçınılmaz ve kalıcı hale gelir.
Aşırı para basılması, bir para birimini değersiz kılar ve insanları, paranın alım güçlerindeki erozyonu durdurmak için alternatif arayışlara sevk eder. Para basmak, eklenen suyun sütü değersizleştirmesi gibi, enflasyonu yükselterek parayı daha değersiz hale getirir. Para basmak, insanlardan servet çalmanın sinsi bir yoludur. Bir hükümetin para basmak suretiyle enflasyonda %10’luk bir artışa ve dolayısıyla alım gücünde %10’luk bir düşüşe yol açması, o ülkedeki kişi, işletme ve kurumların ceplerinden ve banka hesaplarından paranın %10’una el koymaya eşdeğerdir.
Satın alma gücünün düşmesiyle, yüksek-enflasyonlu bir ülkenin parasının değeri, genellikle düşük-enflasyonlu bir ülkenin parasına kıyasla düşecek ve dolayısıyla döviz fiyatları artacaktır. Enflasyonun yükselme eğilimine girdiği durumlarda, temel görevi işsizliği düşük tutarak fiyat istikrarını sağlamak olan merkez bankaları, ekonomiyi yavaşlatma pahasına faiz yükseltmesine giderler.
Üzerinde yazılı sayısal değeri aynı kalsa da, paranın alım gücü enflasyonist bir ortamda enflasyon oranına bağlı olarak sürekli olarak aşınır. Görünüşleri ve üzerinde yazılı nümerik değerler aynı olmasına rağmen, satın alma güçleri farklı olan iki para, farklı paradır. Biri diğeri ile takas edilemez. Tedavüldeki 100 TL’lik bir banknotun bu yılki satın alma gücü, enflasyondan dolayı, bir önceki yılki değerinden daha düşüktür.
Başkasının parasını belli bir süreliğine ödünç alma ücreti veya kullanma hakkının kirası olan faiz olgusu, enflasyondan bağımsız olarak düşünülemez. Enflasyon olgusunu görmezden gelerek ve onu kale almayarak faizi tartışmak, abesle iştigaldir. Kiraya verilen maldan farklı olarak, borç verilen para durumunda bir eskime payı söz konusu değildir. Çünkü alım gücü paranın yeniliği veya eskiliği ile değişmez. Ancak kullanım nasıl ev, ev aletleri ve arabaları aşındırıyorsa, enflasyon da zaman içinde paranın alım gücünü aşındırır. Ve bu aşınma, ödünç alınan alım gücünün kirasının belirlenmesinde mutlaka dikkate alınır. Aksi durumda, para ödünç verme pratiği sürdürülebilir olamaz.
Satın alma gücü enflasyonla bire bir ilintili olduğu için, günümüzde dünyanın hiçbir yerinde enflasyondan bağımsız olarak paranın değerinden bahsedilemez. Burada enflasyondan kasıt, bir ülke içinde paranın genel satın alma gücündeki zamanla düşüş oranını en doğru ve gerçekçi olarak ifade eden endekstir. Öyle görünüyor ki faiz hassasiyeti olanlar için en adil borç alıp verme pratiği, borç verilen paranın enflasyona endekslenerek alım gücünün sabit alınması pratiğidir. Çünkü borç alınıp verilen şey aslında satın alma gücüdür, ve enflasyon, satın alma gücündeki genel azalmanın en gerçekçi bir ölçüsüdür.
Belli bir süreliğine ödünç verilen paranın kullanımı karşılığı olarak ödenen getiri veya fazlalığa yaygın olarak faiz geliri denir. Ancak faiz ile ilgilerinin olmadığı imajını vermek isteyen bazı finans kuruluşları bu fazlalığa kâr payı veya masraf demektedir. Bir şeyin kullanma hakkını sabit bir ücret karşılığında belirli bir süre için ödünç vermek olan kiranın meşruluğundan hareketle, bazı ülkeler, paranın sabit getiri ile kiraya verilmesi olan ve diğer ülkelerdeki sabit faiz gelirli tahvilin karşılığı olan ve ‘faizsiz tahvil’ olarak pazarlanan sukuk uygulamasını başlattı. Bu uygulamada dönemsel gelir ödemeleri, faiz yerine, paranın ‘kira’ veya ‘kullanım ücreti’ olarak adlandırılmaktadır. Sukuk uygulamasını bazıları bir kelime oyunu olarak görürken bazıları da meşru bir kira akdi olarak değerlendirmektedir. Belli ki konu uzmanlarının kira ile faiz arasındaki benzerlik ve farklılıkları ortaya koyarak konuyu açıklığa kavuşturmasına ve bu kavram kargaşasına son vermesine ihtiyaç vardır.
Giriş: Satın alma gücü olarak para
Para, genel olarak bir değişim aracı, ekonomik değer biriktirme aygıtı ve mal ve hizmetler için de bir değer ölçüsü olarak kabul edilen bir metadır. Bu nedenle para, ekonomik değer biçmenin bir ölçütü, bir ödeme aracı ve bir zenginlik ölçüsü olarak kullanılır. Kişiler ve kurumlar arasında el değiştirerek de ticareti kolaylaştırır.[1]
Tarih boyunca ticarette takas sistemi yaygın olarak kullanılmıştır. Kıymetli madenler, tuz, pirinç ve hatta arpa gibi özünde değeri olan çeşitli nesneler, mal ve hizmet alışverişinde ve borçların ödenmesinde emtia para olarak kullanıldı. Bu durumda emtianın kendisi parayı oluşturmakta ve emtia paranın değeri doğrudan paranın yapıldığı metadan kaynaklanmaktadır. Takasa benzemekle birlikte, emtia paranın kullanımı daha kolay ve daha esnektir. Asırlarca dünya piyasalarına hükmeden altın ve gümüş gibi emtia paralar, artık değişim aracı olarak kullanılmamaktadır.
İçinde bulunduğumuz modern çağda temel değişim aracı, bildiğimiz basılı paradır. Para, mal ve hizmetlerin el değiştirmesine aracılık eder ve takas sistemiyle ilgili tüm dezavantajları ve verimsizlikleri ortadan kaldırır. Genel kabul görmüş bir mübadele aracı olarak para, satın alma eyleminin satma eyleminden ayrılmasını mümkün kılar. Bir kişi parada depolanan satın alma gücü karşılığında herhangi birine herhangi bir şeyi satabilir ve daha sonra bu alım gücünü başka birinden başka bir şey satın almak için kullanabilir. Bu nedenle para, hem mal ve hizmetlerin mübadele aracı olarak hem de alım gücünü biriktirme aracı olarak işlev görür. Para, aynı zamanda, serbest piyasa ekonomisinde adil piyasa fiyatlarının ve dolayısıyla mal ve hizmetlerin izafi değerinin belirlenmesini mümkün kılar ve fiyat teklifi ve pazarlık için ortak bir zemin oluşturur. Para, maddi değeri standartlaştırır ve ticaretin ortak paydası olarak hizmet eder.
Para, genellikle merkez bankaları veya hükümetler tarafından kağıda basılan ve banknot olarak da bilinen kağıt parayı ifade eder. Para stokunun küçük bir kesrini oluşturan madeni paraları bir kenara bırakırsak, paranın öznel (intrinsic) yani kendinden kaynaklanan bir değeri yoktur; sadece temsilî değeri vardır. Hatta denilebilir ki para denen şey, temsil ettiği satın alma gücünden ibarettir. Paranın el değiştirmesi ile de el değiştiren şey alım gücünden başka bir şey değildir.
Öznel değer olarak, üzerinde 20 TL veya 200 TL yazan bir kağıt para ile bir gazete kağıdı arasında pek bir fark yoktur. Sonunda ikisi de maliyeti birkaç kuruş olan mürekkepli kağıttır. Fakat kağıt para ile yiyecek, giyecek, yakıt ve hizmet alınabilirken, gazete kağıdı ile ancak şömine yakılabilir. Keza, malzeme ve basım maliyeti açısından, 20 TL’lik banknotlar ile bir sıfır fazlası olan 200 TL’lik banknotlar arasında bir fark yoktur. Ancak 200 TL’nin satın alma gücü 20 TL’nin 10 katıdır. Basılı kağıt paranın yerini elektronik paranın alması ve dolayısıyla cebimizdeki cüzdanlar yerine sanal cüzdanlarda yerini bulmasıyla, ‘para = satın alma gücü’ veya kısaca ‘para = alım gücü’ gerçekliği daha görünür bir hale gelmiştir.
Enflasyon: Paranın alım gücündeki aşınma
Sağlıklı bir ekonomi, sıhhatli bir organizma gibidir. İyi işleyen bir ekonomide tedavüldeki para stoku ile piyasadaki mal ve hizmetlerin değeri arasında kararlı bir denge vardır. Mal ve hizmet alışverişlerinde fiyatlar bu denge seviyesine göre oluşur. Fazladan bir mal veya hizmet üretmeden para basarak ekonomiye yeni para sürmek bu dengeyi bozar. Çünkü mal ve hizmetlere karşılık gelen ortalama birim parasal değer artmış ve dolayısıyla fiyatlar yükselmiştir.
Mal ve hizmetlerin fiyatlarının artarak daha değerli hale gelmesi, paranın alım gücünün düşerek daha değersiz hale gelmesine ve dolayısıyla cebimizdeki ‘gerçek’ paranın hükmen azalmasına eşdeğerdir. Enflasyon denen şey de fiyatların zamanla artmasıyla paranın satın alma gücünün azalmasının bir ölçüsüdür. Cismen göremezsek de, bir ülkedeki en büyük hırsız, aynı anda herkesin cebinden çalan enflasyondur. Ve enflasyonla mücadele, adi hırsızlıkla mücadele gibi, devletin önce gelen görevlerindendir.
Enflasyonun temel sebebi, piyasaya para arzındaki artıştır. Bu da genellikle ekonomi yönetimince yeni para basma, kredi açma ve hibe verme gibi yollarla yapılır. Bir ülkede para arzındaki büyüme ekonomik büyümenin önüne geçtiğinde, enflasyon kaçınılmaz ve kalıcı hale gelir. Arz ve talep arasındaki dengesizlik, piyasada kendini enflasyon olarak gösterir. Para arzındaki genişleme, talebi arttırarak enflasyonist baskı oluşturur. Düşük faiz, paraya erişimi kolaylaştırıp talebi ve dolayısıyla enflasyonu besler. Talep kaynaklı enflasyonu önlemenin sebep-sonuç ilişkileri kapsamında klasik yolu, faiz artışıyla parayı daha pahalı hale getirip borçlanma maliyetini arttırarak, yani enflasyon canavarının yemini azaltarak, talebi düşürmektir. Zayıflayan talep ile düşen harcamalar, fiyatlar üzerindeki enflasyonist baskıyı azaltır.
Enflasyonun bir ayağı talep artışı ise, diğer ayağı da arzdaki azalmadır. Arz kaynaklı enflasyonun arka planında pandemi, savaş, vs. gibi etkilerle tedarik zincirindeki geçici aksamalar yatıyorsa, bu etkilerin kalkmasıyla aksamalar sona erer ve piyasalar normale döner. Artan malzeme, enerji ve işçilik fiyatları gibi üretim girdi maliyetlerindeki artış, fiyatları tırmandırır ve arz kaynaklı enflasyonu arttırır. İthalata dayalı üretim ekonomilerinde milli paranın kalıcı değer kaybı, enflasyonu kalıcı olarak yükseltir. Yüksek enflasyon beklentisi de davranışları etkileyerek enflasyonu daha yukarı taşır. [2]
Alım gücünün düşmesiyle, yüksek-enflasyonlu bir ülkenin parasının değeri, genellikle düşük-enflasyonlu bir ülkenin parasına kıyasla düşecek ve dolayısıyla döviz fiyatları artacaktır. Para politikaları ile – rezervleri satarak suni döviz bolluğu yaratmak gibi – döviz fiyatlarındaki artış geçici bir süre baskılanabilir. Hatta döviz kurunu düşük kalmaya zorlayarak milli gelirin dolar cinsinden yüksek görünmesi de sağlanabilir. Ancak uzun vadede döviz rezervlerinin azalmasıyla ekonominin temel dinamikleri ve kanunları hükmünü icra edecek ve suni baskıları kıracaktır.
Enflasyonun yükselme eğilimine girdiği durumlarda, temel görevi işsizliği düşük tutarak fiyat istikrarını sağlamak olan merkez bankalarının ekonomiyi yavaşlatma pahasına faiz yükseltmesinin amacı, halkı tasarrufa sevk ederek piyasadan para çekmek ve talep kaynaklı enflasyonun önünü kesmektir. Faizlerin artmasına rağmen istihdamın da artıp ekonominin hızlı büyümeye devam etmesi durumunda enflasyon da artmaya devam eder. Pek sık rastlanmasa da, ekonomik faaliyetlerin verimini arttırıp, aynı maliyetle daha çok mal ve hizmet üretilmesi ve yeni para arzından kaçınılması durumunda ise fiyatlar düşer ve enflasyon yerine deflasyon olur.
Enflasyonla paranın değer kaybı
Aylık enflasyonun %10 olması durumunda, ay başında 100 TL’ye alınabilen bir ürün ay sonundan itibaren 110 TL’ye alınabilecektir. Başka bir ifadeyle, ay başında 100 TL ile örneğin 100 adet yumurta alınıyorken, ay sonunda aynı 100 TL ile sadece 91 yumurta alınabilir. Çünkü yumurtanın birim fiyatı o ay %10 artışla 1 TL’den 1.10 TL’ye çıkmıştır. Yani o bir ay içinde paranın alım gücü, ve dolayısıyla cebimizdeki 100 TL’lik kağıt paranın gerçek değeri, üzerinde hala 100 TL yazıyor olmasına ve kağıt miktarında bir eksilme olmamasına rağmen, %9 azalmış ve 91 TL’ye düşmüştür.
Aylık enflasyonun %10 olması, o ay, gerçek ve tüzel kişilerin nakit ve banka hesaplarındaki TL cinsi varlıklarının %9’unun adeta gizli bir el tarafından sinsice gasp edilmesi demektir. Görünüşte öyle olmasa bile, ay başındaki 1 TL ile ay sonundaki 1 TL aynı şey değildir – 100 gramlık som altın külçe ile 91 gram altın ve 9 gram bakır karışımı olan 100 gramlık bir külçenin aynı olmaması gibi. Çoğu kişi TL varlıklarının rakamsal değerinde bir azalma görmedikleri için, bu kaybın farkında olmayabilir. Ancak bir alışveriş merkezine gittiklerinde veya bir ev veya araba satın almaya kalkıldığında bu gerçeklikle yüzleşmeleri kaçınılmazdır.
Enflasyon, mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki artış ve dolayısıyla paranın temsil ettiği alım gücündeki düşüş ile ilgili bir olgudur. Değeri kendinden olan şeylerin takas yoluyla borç alınıp verilmesinde enflasyon bir rol oynamaz. Örneğin ay başında 100 yumurta ödünç alan bir kişi, borcunu ay sonunda aynı büyüklük ve kalitedeki 100 yumurta olarak öderse, bir eksiklik veya fazlalık söz konusu değildir ve bir mağduriyet oluşmaz. Çünkü alınan öznel değer aynıyla iade edilmiştir. Ancak, aylık %10 enflasyon durumunda, ay başında 100 TL borç alıp bunu ay sonunda 100 TL olarak geri ödeyen kişi, aslında sadece 91 TL ödemiş ve borç vereni mağdur etmiştir. Çünkü 100 TL’lik alım gücü olarak alınan borç, bir ay sonra, 91 TL’lik alım gücü olarak iade edilmiştir.
Bu durum, ay başında 100 litre süt ödünç alıp, borcunu ay sonunda içine %10 oranında su katılmış 100 litre süt ile ödemek gibidir. Miktar aynıdır, ama içine su karıştırılmış sütün ‘süt’ içeriğinde %10 azalma vardır. O yüzden alınan borç eksik ödenmiştir. Eğer geri ödeme %10 oranında su karıştırılmış süt ile yapılacaksa, adil ödeme miktarı 110 litredir. Aylık %10 enflasyon yani paranın satın alma gücünün %10 sulandırılmış olduğu durumda da ay başında alınan 100 TL borcun ay sonunda adil ödeme miktarı 110 TL’dir. Bu yüzden enflasyon nakit, banka hesapları ve tahvil gibi yerel para birimindeki birikimlere uygulanan gizli bir varlık vergisi gibidir.
Benzer şekilde, gübre fiyatının yılda %100 arttığı bir ortamda, bir önceki yıl komşusundan 100 TL değerinde 100 kg’lık bir torba gübre borç alan bir çiftçi, bu yıl borcunu yine 100 kg’lık bir torba gübre ile öderse, borç ödemede bir eksiklik veya fazlalık söz konusu değildir. Ancak kişi borcunu, gübre yerine, gübrenin borç alma zamanındaki değeri olan 100 TL para ile öderse bu adil olmaz. Çünkü borç veren kişi bu yıl verilen 100 TL ile 100 kg yerine sadece 50 kg gübre alabilecek ve mağdur olacaktır. Paranın gerçek değeri, üzerinde yazılı olan sayısal değer değil, sahip olduğu alım gücüdür. Bu güç, paranın sayısal değeri aynı kalmasına rağmen, enflasyonist bir ortamda enflasyon oranına bağlı olarak sürekli aşınır. Görünüşleri ve üzerinde yazılı nümerik değerler farksız olmasına rağmen, alım güçleri farklı olan iki para, farklı paradır. Biri diğeri ile takas edilemez. Tedavüldeki 100 TL’lik bir banknotun bu yılki değeri yani satın alma gücü, enflasyondan dolayı, bir önceki yılki değerinden daha düşüktür.
Enflasyonun negatif olması yani fiyatların artma yerine düşmesi durumunda ise, bunun tam tersi olur. Örneğin aylık enflasyon -%10 olduğunda yani fiyatlar o ay %10 oranında düştüğünde, ay başında 100 TL yani 100 TL’lik satın alma gücü borç alan kişi, borcunu ay sonunda 90 TL olarak geri ödemelidir. Çünkü ay başında 100 TL ile satın alınabilen ürün sepeti, şimdi 90 TL ile satın alınabilmektedir. Böylelikle kişi ay başında ödünç aldığı alım gücünü, ay sonunda aynıyla iade etmiş olur.
Faiz ve fazlalık illüzyonu
Başkasının parasını belli bir süreliğine ödünç alma ücreti veya kullanma hakkının kirası olan faiz olgusu, enflasyondan bağımsız olarak düşünülemez. Finans piyasalarında faiz, esas olarak, başkasına ait satın alma gücünü belirli bir süre için kullanma hakkı karşılığında ödenen kira ücretidir – başkasına ait bir ev veya arabayı bir süre kullanma hakkı karşılığında ödenen kira parası gibi. Ev ve araba durumunda normal eskime payı, kira ücretine eklenir. Örneğin bir araba kiralama şirketinin kira ücreti içine amortisman maliyetini koyması gerekir ki birkaç yıl sonra eskiyen filosunu yenisiyle değiştirebilsin. Ancak bir hasar oluşması ve tamir ihtiyacı doğması durumunda, kiracı, kiraladığı ürünün teslim aldığı şartlara getirilmesi ile ilgili masraflardan sorumlu tutulur.
Enflasyonun düşük olduğu ülkelerde yeni arabalar ilk yıl değerlerinin %10-25’ini, ilk 5 yılda da değerlerinin %40-50’sini kaybederler. ABD’de yeni arabaların ilk yıl değer kaybı oranı ortalama %20’dir. Yani bir önceki yıl 50 bin dolara alınan bir aracın bugünkü piyasa değeri 40 bin dolar civarıdır. O yüzden araba kiralama şirketleri, yıllık kârlarını hesaplarken, bu 10 bin dolarlık değer kaybını masraf olarak düşerler.
Yıllık enflasyonun örneğin %50 olması durumunda, yeni araba fiyatı bir yılda 50 bin dolardan 75 bin dolara çıkacak, ve bir yıl önce 50 bin dolara alınan bir araç bugün, %20 değer kaybından sonra, 60 bin dolara, yani satın alma fiyatının 10 bin dolar üzerinde bir fiyata satılabilecektir. Görünüşte araç sahibi bir yıl boyunca bedavadan yeni bir araba kullanmış, ve üstüne de 10 bin dolar kâr etmiştir. Ancak aslında bir kâr söz konusu değildir, çünkü bugün cebinde olan paranın alım gücü geçen yıla kıyasla ciddi oranda düşmüştür – o kadar ki kişi geçen yıl 100 dolarla aldığı şeyleri bugün 150 dolarla, 50 bin dolarla alabildiği yeni arabayı da 75 bin dolarla alabilmektedir. Bu örnek, paranın üzerinde yazılı olan rakamsal değerin ancak ‘sıfır’ enflasyonlu ortamlarda bir anlam ifade ettiğini, enflasyonist ortamlarda bu anlayışın ne kadar aldatıcı olabileceğini açıkça göstermektedir.
Kiraya verilen maldan farklı olarak, kiraya verilen (yani geri verilmek üzere kullanılması için ödünç alınan) para durumunda bir eskime payı söz konusu değildir. Çünkü alım gücü paranın yeniliği veya eskiliği ile değişmez. Ancak kullanım nasıl ev, ev aletleri ve arabaları aşındırıyorsa, enflasyon da zaman içinde paranın alım gücünü aşındırır. Ve bu aşınma, ödünç alınan alım gücünün kirasının belirlenmesinde mutlaka dikkate alınır. Aksi durumda, para ödünç verme pratiği sürdürülebilir olamaz – aynen değer kaybı dikkate alınmadan araçlarını kiraya veren bir şirketin, araçların zamanla değer kaybetmesinden dolayı, batmasının kaçınılmaz olması gibi.
Belli bir süreliğine ödünç verilen paranın kullanımı karşılığı olarak vade sonunda ödenen getiri veya fazlalığa tüm dünyada yaygın olarak ‘faiz’ veya ‘faiz geliri’ denir. Ancak ‘faiz’ ile bir ilgilerinin olmadığı imajını vermek isteyen bazı finans kuruluşları bu fazlalığa ‘kâr payı’ (kredi verilirken alınan fazlalığa da ‘masraf’) demektedir. Bazı Asya ve Körfez ülkelerinde, ‘faizsiz tahvil’ olarak pazarlanan ‘sukuk’ sertifikalarından alınan dönemsel gelir ödemeleri, faiz yerine, paranın ‘kira’ veya ‘kullanım ücreti’ olarak adlandırılmaktadır.
İlginçtir ki sukuk fiyatının ve getirisinin belirlenmesinde, aynen faiz ödemeli tahvillerde olduğu gibi, piyasa faiz oranı ile ülke veya şirket kredi risk primi esas alınır. Ülkedeki faiz oranları arttıkça, eski düşük faiz oranlarına göre fiyatlandırılan mevcut sukuk sertifikalarının piyasa değeri düşer. Çünkü piyasaya sürülen yeni sukuklar, kupon ödemesi daha yüksek faiz baz alınarak hesaplandığı için, daha yüksek gelir getirecektir. Tabi fazlalık fazlalıktır, ve isimlerin değişmesi ile hakikat değişmez. Faizsiz finans kuruluşlarının kredi verirken uyguladıkları ‘masraf’ oranlarının, çok kez, klasik bankaların uyguladıkları ‘faiz’ oranlarından (ki bankanın masraf ve kârını içerir) yüksek olması da düşündürücü bir tezat oluşturmaktadır.
Evini 10 bin TL ücretle bir aylığına kiraya veren, ancak ay sonunda geri aldığı evindeki kira döneminde oluşmuş hasarları tamir ettirerek evini ilk haline getirmek için 10 bin TL harcayan bir ev sahibi, aslında bu alışverişten hiç para kazanmamıştır. Benzer şekilde, örneğin aylık enflasyonun %10 olduğu bir ortamda, ay başında 100 TL’sini aylık %10 faiz (veya kâr payı veya kira) oranıyla bir bankaya yatıran bir kişi, ay sonunda bankadan 110 TL alacaktır. Görünüşte kişi bu işlemden 10 TL fazlalık yani ‘faiz’ almıştır. Ancak gerçekte bir faiz veya fazlalık söz konusu değildir. Çünkü paranın kendinden kaynaklanan (öznel) bir değeri yoktur ve bankada tutulan paranın gerçek değeri olan alım gücünde bir artış olmamıştır. Ay başında 100 TL ile hangi ürün sepeti alınabiliyorsa, ay sonunda 110 TL ile aynı ürün sepeti alınabilmektedir.
Eğer faiz oranı %5 olsaydı, kişi görünürde sayısal olarak 5 TL faiz kazanmış olmasına rağmen aslında 5 TL kaybetmiş olacaktı. Çünkü ay başında 100 TL’ye aldığı aynı ürün sepetini şimdi satın alabilmek için bankadan faiziyle birlikte aldığı 105 TL’ye cebindeki paradan 5 TL daha eklemesi gerekecekti. Faiz oranının %12 olması durumunda, görünen faiz 12 TL olmasına rağmen, kişinin aldığı gerçek faiz yani getiri 12 TL değil sadece 2 TL olacaktı. Bunun aksini iddia, akıl ve mantığa dayanan ve gerçek hayatta gözlem ve deneyimleri yansıtan ekonomi bilimini inkardır ve gerçeklikten kopmaktır. Enflasyon olgusunu görmezden gelerek ve onu kale almayarak faizi tartışmak, abesle iştigaldir.
Değeri belli bir miktar altın (veya gümüş gibi başka bir değerli maden) ile sabitlenmemiş, yani öznel bir değeri olmayan ve matbaalarda istenildiği kadar basılabilen kağıt para gerçekliği, dünya ekonomilerinde 1930’larda yaygın olarak hayata geçmiş olan nispeten yeni bir olgudur. O yüzden, para ile ilgili olarak, tarih boyunca 1930’lara kadar söylenen sözler ve verilen hükümler günümüzde geçerliliğini büyük etapta yitirmiştir. Çünkü yaklaşık son 100 yıldır para, belirli bir miktar altın gibi somut öznel değere endekslenmek yerine, miktarı zaman, piyasa şartları ve para politikalarına bağlı olarak değişen ‘satın alma gücünü’ yani ‘satın alınabilen mal ve hizmet miktarını’ temsil eden soyut bir ölçüt haline gelmiştir.
Bir ülkede milli paraya olan güven, doğrudan para otoritesine olan güvene bağlıdır ve bu otoritenin piyasaya fazla para sürmeyerek paranın alım gücünü koruyacağına olan inancı yansıtır. Alım gücü de enflasyonla bire bir ilintili olduğu için, günümüzde dünyanın hiçbir yerinde enflasyondan bağımsız olarak paranın değerinden bahsedilemez.
Bir ülkede faiz oranlarının belirlenmesinde dikkate alınan en önemli etken, yukarıda bahsedildiği gibi, o ülkedeki var olan ve gelecekte beklenilen enflasyon oranlarıdır. O yüzden enflasyonun yüksek olduğu ekonomilerde faiz oranlarının da yüksek olması beklenen bir durumdur. Enflasyon altında bir oranla alınan veya verilen faiz, faiz değildir. Aksini söyleyen kişi, kandıran veya kandırılan ya da ekonomi biliminden bîhaber bir kişidir. Parasını enflasyon oranı altında bir faiz oranıyla bankaya yatıran kişi, sanılanın aksine, faiz değil ana parasından yemektedir. Çünkü parası yani parasının alım gücü, enflasyon oranına bağlı olarak erimektedir. Halkın tabiriyle, süregelen yüksek enflasyon ortamlarında para pula dönmektedir. [3]
Örneğin Türkiye’de 1990’lı yıllardaki hiper-enflasyonist ortamda, bu gerçeği göz ardı edip finans kuruluşlarının önerdiği yüksek faiz gelirine tamah ederek, evini arabasını satıp parasını faize yatıranların birkaç yıl sonra finansal çöküşlerinin hazin hali, ders alınması gereken bir ibret levhası oluşturmaktadır. Sonunda yüksek enflasyonla değeri iyice eriyen paradan 2000’li yıllarda altı sıfır atılması, yıllar içinde paranın satın alma gücündeki hızlı erimenin somut bir göstergesidir.
Bir ülkede bireysel harcamamalara bağlı olarak her bir bireyin enflasyonu farklılık gösterir. Örneğin kira ödemeyen veya evden pek çıkmayan bir kişi için kira veya ulaşım maliyetlerindeki artış, böyle bir kişinin satın alma gücünü olumsuz etkilemez. Ancak para ulusal bir olgudur ve paranın genel alım gücündeki değişim ancak ulusal bir ölçütle belirlenebilir. Bu ölçüt de ülke çapındaki genel enflasyondur. En pratik ve işlevsel yaklaşım budur. Bu, bir ülkedeki ev ve arabalar üzerindeki vergi oranlarının, yol ve park bakımı gibi bu vergilerle ödenen hizmetlerden ne kadar yararlandıklarına bakılmaksızın, herkes için aynı olmasına benzer.
Keza, piyasada yurtiçi üretici ve tüketici fiyat endeksleri gibi (Yİ-ÜFE ve TÜFE) gibi farklı tür enflasyonlar kullanılmaktadır. Enflasyon hesaplama metodu da zamanla değişebilmekte ve hatta politik nedenlerle manipüle edilebilmektedir. Burada enflasyondan kasıt, bir ülke içinde paranın genel alım gücündeki zamanla düşüş oranını en doğru ve gerçekçi olarak ifade eden endekstir. Bu da genellikle doğru ve gerçekçi olarak hesaplanmış olan ve genel halkın hayat pahalılığı algısıyla da uyumlu tüketici fiyat endeksidir.
Paranın değerinin enflasyon etkisiyle zamanla erimesi ve paranın gerçek değeri olan alım gücü ile üzerinde yazılı rakamsal değer arasındaki farkın zamanla açılması realitesini içerine sindirmekte zorlananlar, borç alışverişlerinde, borç miktarını, değerleri nispeten stabil olan altın veya dövize endeksleyerek, kendilerini yerli paranın alım gücündeki düşüşten doğacak mağduriyetten korumaya çalışmaktadırlar. Ancak, geçmişte çok örnekleri görüldüğü gibi, altın veya döviz fiyatlarındaki ani artış veya düşüş büyük mağduriyetlere ve haksızlıklara sebep olmuştur. Kaldı ki dövizin de değeri düşük de olsa ilgili ülkedeki enflasyon oranında düşmekte ve döviz borcu aslında daha az dövizle geri ödenmektedir.
Öyle görünüyor ki faiz hassasiyeti olanlar için en adil borç alıp verme pratiği, borç verilen paranın enflasyona endekslenerek satın alma gücünün sabit alınması pratiğidir. Çünkü borç alınıp verilen şey aslında satın alma gücüdür ve enflasyon alım gücündeki genel azalmanın en gerçekçi bir ölçüsüdür. Enflasyonun doğru hesaplandığı ve kayıtların düzgün tutulduğu bir ülkede, borcun alınıp geri ödendiği tarihler arasındaki enflasyon oranını hesaplamak, bu iki tarihi bir bilgisayar veya akıllı telefona girmek kadar kolaydır.
Kira ve faiz
Her bir birey, kurum veya ülke menfaatini sever ve karşılıklı ilişkilerde en yüksek menfaati elde etmeye çalışır. Ancak işin sonunda herkes vicdanlarda yansımasını bulan adalete razı olur. Adalet, bireysel, kurumsal ve uluslararası ilişkilerde en temel referanstır ve kalıcı barış ve huzur için en sağlam zemini oluşturur. Adalet hissini inciten bir hareketi vicdan reddeder.
Zararın kaçınılmaz olduğu durumlarda, en ehven yani zararı en az olan seçeneğin seçilmesi aklın gereğidir. Kısa ve zahmetsiz yol, uzun ve zahmetli yola tercih edilir. Kolaylaştırmak esastır. Hüküm çoğunluğa göredir. İyi tarafı kötü tarafına baskın olan bir şey, iyi bir şeydir. Faydası zararından fazla olan bir şey de faydalı bir şeydir. Küçük bir zarara girmemek için büyük bir faydayı terk etmek, büyük bir zarara girmektir. Bir toplumda zararı faydasından fazla olan gelenekler, kötü geleneklerdir ve zaman onların kaldırılmasına hükmeder. Fayda-zarar muhasebesinde temel ölçüt, halin gereğini mantık kuralları çerçevesinde tüm yönleriyle tartan sağlam akıldır.
Bu temel prensipler ışığında, genel aklın uygun gördüğü ve insanlık vicdanının onay verdiği iş ve uygulamalar, bazı zararları olsa bile, iyi iş ve uygulamalardır. Çünkü terk edilmeleri, daha büyük zarar ve mağduriyetlerin doğmasına sebep olur. Örneğin tıp biliminde, yararları yan etkileri olan zararlarından daha fazla olan bir ilaç faydalı bir ilaçtır. Küçük bir potansiyel zarardan kaçınmak için ilacı almayı reddetmek, büyük bir zararı kabul etmekle eşdeğerdir. Ayrıca, ev, araba ve işyerlerinin, hatta otel odalarının, belirli bir ücret karşılığında belirli bir süre kullanım hakkını ifade eden kira uygulaması, tüm dünyada yaygındır. Bu hizmet ticareti, ev satın alma gücü olmayanlara oturacakları bir konut, işyeri satın alamayanlara mesleklerini icra edecekleri bir işyeri, seyahat edenlere de gezebilecekleri bir araç ve dinlenebilecekleri güvenli bir oda temin ettiği için tüm dünyada benimsenmiştir.
Kira ücretleri, serbest rekabet ortamında makul seviyelerde seyrettiği ve her bütçeye uygun seçenekler olduğu sürece, kira pratiğinin hemen herkesin yaşamlarında büyük kolaylıklar ve faydalar sağladığı açıktır. Ancak kiralama uygulaması, çalışan kesimin kazançlarının önemli bir kısmını çalışmayan mülk sahibi varlıklı kesime aktarma kötülüğünü de beraberinde getirmektedir. Mülk sahiplerini çalışanların gelirlerine ortak etme mahzuruna son vermek için kira uygulamasını kaldırmaya kalkmak, daha fazla kişinin çok daha büyük mağduriyetlerine sebep olacağı için, aklı başında hiçbir ülke böyle bir girişimde bulunmaz. Kiralar makul olduğu ve serbest piyasa ekonomisi kuralları işlediği sürece, kiralama tüm dünyada meşru bir ekonomik faaliyet olarak kalmaya devam edecektir.
Bir şeyin kullanma hakkını sabit bir ücret karşılığında belirli bir süre için ödünç vermek olan kiranın meşruluğundan hareketle, 1980’li yıllarda Malezya ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi bazı Asya ve Körfez ülkeleri, paranın – yani satın alma gücünün – sabit getiri ile kiraya verilmesi olan ve diğer ülkelerdeki sabit faiz gelirli tahvilin karşılığı olan sukuk uygulamasını başlattılar. Sukuk pratiğini bazıları bir kelime oyunu olarak görürken (faize masraf adını vererek meşrulaştırma girişimi gibi), bazıları da sukuku meşru bir kira akdi olarak değerlendirmektedir. [4]
Belli ki konu uzmanlarının kira ile faiz arasındaki benzerlik ve farklılıkları ortaya koyarak konuyu açıklığa kavuşturmasına ve bu kavram kargaşasına son vermesine ihtiyaç vardır. Belki kira ve faiz getirisinin miktarları da göz önüne alınmalı ve fahiş miktarlar tanımlanmalıdır. Sonunda tıpta çok iyi bilindiği gibi, ilaç ile zehir arasındaki fark dozajıdır. Yani bazı hükümler, eşik değerine ve değişen miktar seviyelerine göre değişebilir ve hatta tersine dönebilir. Bundan hareketle, eğer ticari bankaların kredi verirken aldıkları faiz (yatırım bankası durumunda masraf) ile tefecilerin aldığı fahiş fazlalık ayrıştırılacaksa, somut kriterler ortaya konmalıdır.
Günümüzde ulusal paralar, altın ve petrol gibi, uluslararası piyasalarda ticari bir meta gibi alınıp satılmaktadır. Piyasa dinamiklerine göre değerlenmesi beklenen paralar bir yatırım aracı olarak satın alınırken, aksi konumda olanlar elden çıkarılmaktadır. Milliyeti ve hiçbir fiziksel varlığı olmayan ve toplam piyasa değeri 1 trilyon doları aşan kripto paralar da ticarette ve yatırım portföylerinde yerini almaktadır. Bankalardan faizle alınan paralarla hisse senedi, döviz ve hatta yüksek riskine rağmen kripto paralara yatırım yapılmakta, ve iç içe giren faiz, ticaret ve kumar arasındaki sınırlar adeta erimekte ve daha bulanık hale gelmektedir. Farklı riskler içeren bu olguların da konu uzmanları tarafından adalet ve genel maslahat zemininde doğru bir şekilde konumlandırılması gerekmektedir.
Adalet güzeldir, ancak gerçek insanlığın bir göstergesi olan ve kendini diğerkâmlık (altruism) olarak gösteren ve karşılıksız vermeyi ifade eden ihsan daha güzeldir. Eğer dünyaya bir gün bugünkü bireysel, kurumsal ve ulusal menfaatlere dayalı bencil yaklaşım yerine, diğerkâmlık ve en yüksek insani meziyetlere dayalı fazilet veya erdem hükmedecekse, bu, ihsan kültürünün yaygınlaşması, yani birey, kurum ve ülkelerin kendi menfaatleri yerine başkalarının menfaatlerini ön plana çıkarmasıyla olacaktır. Ihsan pratiğinin, yani en yüksek insancıl davranışların en yüksek menfaat sağlayan davranışların yerini almasının yaygınlaşması durumunda, toplumda gerçek bir paradigma değişimi yaşanacak ve fazilet medeniyetinin taşları döşenecektir.
Kapanış
Gözlem ve deneyimlere dayalı ekonomi biliminin temel prensiplerinin dikkate alınmaması, yüksek maliyetli hatalara ve ciddi haksızlıklara yol açar. Örneğin enflasyonun %30 olduğu bir ortamda devletin işverenlere %10 faiz ile kredi vermesi, aslında devletin halktan vergi olarak toplanan paraların bir kısmını belli bir kesime aktarmasına ve onlara haksız kazanç sağlamasına eşdeğerdir. Çünkü %30 enflasyon ortamında %10 faizle kredi vermek, %20 oranında hibe vermek demektir. Kredi desteği alanların bir kısmı, bir kontrol mekanizması olmadığı için, örneğin devletten aldıkları 100 bin TL’lik krediyi yatırım yapmak yerine %30 faizle bankaya yatırıp, her yıl net 20 bin TL faiz geliri elde edebilmektedir. Böylece ucuz kredi için teminat gösterebilme konumunda olan zengin haksız kazanç sağlayarak daha zengin olurken, fakir daha da fakirleşmekte ve zengin-fakir uçurumu derinleşmektedir. Ucuz kredi alanların bir kısmı dövize yönelmekte, ve artan talep karşısında yükselen döviz fiyatları ithal ürün maliyetlerini yükselterek enflasyonu daha da yukarıya çekmektedir. Bunun sonucu olarak piyasada ekonomik dengeler de bozulmaktadır.
Vergi almak, halkın cebinden cebren para almaktır. Vergi olarak alınması durumunda, parayı halk yerine devlet harcar ve net bir enflasyonist etki oluşmaz. Devletin para basması ise, o para birimini kullanan halkın cebinden parayı, daha doğrusu para ile temsil edilen alım gücünü, sinsice gasp etmek yani hırsızlamaktır. Çünkü para basma, halkın karşısına enflasyon yani paranın alım gücünde düşüş olarak çıkacaktır. Zaten bu yüzden sahte para basmak, daha doğrusu sahtekârların para basması, aynen hırsızlık yapmak gibi, tüm dünyada suçtur.
Kalpazanların para basmasıyla devletin para basması arasında haksız kazanç sağlama açısından pek bir fark yoktur. Tek fark, birinin yasal diğerinin ise suç olmasıdır – aynen halktan zorla para almanın birey yapınca gasp suçu, devlet yapınca ise yasal vergi olması gibi. Yani alım gücü cinsinden haksız kazanç sağlama, devletler için meşru ancak bireyler için gayri meşrudur. Tabi bir şeyin yasal olması onun doğru olduğu anlamına gelmez Parayı örneğin yakarak veya yırtıp parçalayarak yok etmek ise, bazı ülkelerde suç olarak görülse bile, aslında ülke halkına para dağıtmak gibidir. Çünkü piyasada tedavüldeki para azaldıkça değerlenir ve satın alma gücü artar.
Kapsamlı tartışmalardan sonra, Amerikan Fizik Derneği 1999’da fenbilim (science) veya kısaca bilimi şöyle tanımladı: “Bilim, evren hakkında bilgi toplama ve bu bilgiyi düzenleyip test edilebilir yasalar ve teoriler halinde ifade etme sistematik girişimidir.” [5] Bir fizik bilimi olan ve bir katı bilim olarak adlandırılan fizik, fiziksel cisimlerin davranışlarını gözlem ve deneylere dayalı olarak inceler. Bir sosyal bilim olan ve belirsizlikler içeren doğası nedeniyle bir yumuşak bilim olarak adlandırılan ekonomi ise, mal ve hizmetlerin üretim, dağıtım ve tüketimini, ekonomik faaliyet gözlemlerine ve altında yatan neden-sonuç ilişkilerine dayalı olarak inceler. Tanımlama, teşhis etme ve öngörme araçları olarak ekonomik teoriler, devasa ekonomik verileri sınıflandırarak ve analiz ederek, ortaya çıkan paternleri gözlemleyip değişkenler arasında ilişkileri ortaya koyup geliştirir. Belirlenen neden-sonuç ilişkilerinin ışığı ve ekonomi biliminin öngörü gücü göz ardı edilerek para politikası otoriteleri tarafından alınan kararların hiçbir değeri yoktur. Bilgi ışığına gözünü kapatan ve akli muhakemeyi ve mantığa uygunluğu kale almayan bir karar, halkı karanlığa ve ekonomik sefalete mahkum etme kararından başka bir şey değildir.
[1] https://en.wikipedia.org/wiki/Money. Erişim: 15 Nisan 2022.
[2] https://en.wikipedia.org/wiki/Money. Erişim: 15 Nisan 2022.
[3] Milton Friedman and Allan H. Meltzer, Credit and Money. https://www.britannica.com/topic/money/Credit-and-money. Erişim: 15 Nisan, 2022.
[4] https://www.qnbfi.com/sukuk-nedir. Erişim: 1 Nisan 2022.
[5]https://www.aps.org/policy/statements. Erişim: 1 Mart 2021.
Sayın Hocam öncelikle merhabalar,
Çukurova Üniversitesi’nde çalışmaktayım. Zaman zaman yazılarınızı takip etmeye çalışıyorum. Bu yazınıza da bugün bakabildim. Gerçekten muhteşem bir yazı olmuş Hocam. Mühendesliğin temel konularını lisans öğrencisinin anlayabileceği tarzda yazdığınız kitaplar gibi ekonomi ve enflasyon konusunda da basit, anlaşılır ve çarpıcı örneklerle durumumuzu çok güzel özetlemişsiniz. Verdiğiniz bu emeğin karşılığının bizim gibi gençlerde bir karşılığı var Hocam, bu mesajı yalnızca bunu bilmeniz için ve teşekkür etmek için yazmak istedim Hocam.
Sayın Hocam ayrıca sizin tedirasatınızdan geçmiş Tahsin Engin ve Mehmet Kanoğlu gibi hocaları da gördükçe hem imreniyor hem de gurur duyuyoruz. Allah sizlere ve sizin gibi değerli hocalarımıza hayırlı ömürler nasip etsin.
Saygı ve hürmetlerimle…