MUSİBETTEN SAADETE – Hz. YUSUF MİSALİ

 

Kardeşleri tarafından kuyuya atılmakla başlayıp Zeliha’nın iftirası üzerine zindanda yıllar süren hapis hayatıyla devam eden ve sonrasında Mısır azizliği ve ailesine kavuşmak saadeti ile sona eren Hazret-i Yusuf’un (AS) kıssası, Kur’andaki en güzel hikaye olarak bilinir. Tabi bu güzellik hikayenin bütünlüğü içindedir, ve ancak hikayenin tamamına birden dışarıdan bakılınca ve mutlu son bilinince görülür. Yoksa aynı hikaye, zaman ve zemin kaydı altında hikayenin içinde özne olarak yer alıp geleceği bilmeyenler için yürekleri dağlayan ve akan gözyaşından gözleri âmâ eden acıklı bir dramadır. Masum bir çocuğun kardeşleri tarafından kuyuya atılması, şefkat abidesi muhterem bir pedere ciğerparesinin bir kurt tarafından yendiğinin bildirilmesi ve iffetli bir gencin iftiraya uğrayıp haksız yere yıllarca zindanda unutulması, ehl-i insafın vicdanlarında fırtınalar estiren çirkinliklerdir. Ancak hikayenin bütününe bakıldığı zaman, bütün bu çirkin öğeler, hikayenin güzelliğini arttıran güzelliklere döner. Yani Hz. Yusuf kıssasını ‘en güzel’ yapan, hikayedeki elem verici bu zahiri çirkinliklerdir. Eğer üzülmeyelim diye bu cüzȋ çirkinlikler hikayeden çıkarılsaydı, hikayenin küllȋ güzelliği gidecek ve belki de Hz. Yusuf hikayesi diye bir şey olmayacaktı. Başka bir ifade ile, Kur’anda adına bir sûre tahsis edilen bu en güzel hikaye varlığını ve ihtişamını, içindeki yürekleri burkan bu çirkin fasıllara borçludur.

Bediüzzaman’ın 2nci Şua’da veciz bir tarzda ifade ettiği gibi, “Çok güzellikleri intaç veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebep olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddit defa çirkindir.” “Cüz’î şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla, küllî hayırlar ve küllî menfaatler ve küllî nimetler ve küllî güzellikler tezahür ederler. Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünkü, neticelerin çoğu güzeldir.” “Hattâ şeytanın dahi, mânevî terakkiyat-ı beşeriyenin zembereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebep olduğundan, o nev’in icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir.”

Yaratılışta esas olan hayır, lezzet ve güzelliktir. Bir şey ya bizzat güzeldir ya da neticeleri itibariyle güzeldir. O zaman insana düşen, olaylara hikmet gözüyle güzel bir nazarla bakmak ve zahiren çirkin görünen olayların çikinlikleri yerine zaman içinde vereceği güzel neticelere hasr-ı nazar etmektir. Sonunda şeytan bile şevkle karekterinin gereğini yapan bir hizmetkardır ve ona kızıp kalpleri öfkeye boğmanın bir anlamı yoktur. Kaldı ki insan nevinin varoluşunun sebebi hatalar, günahlar ve isyanlardır. Eğer tüm insanlar ‘melek’ gibi olup günah ve isyanlardan uzak olacak olsalardı, hikmetsiz iş yapmayan Allah insanı yaratmayacaktı.

Akıllı insan kendisini çirkinliklere, isyanlara ve hatta zulümlere yönlendirmeye çalışan içindeki menhus sese kalp kulağını tıkar ve zihnini o sesin kaynağıyla değil önüne serilen seçenekler arasından en güzelini bulup tercih etmekle meşgul eder. Yine akıllı insan, bir hücresi olduğu insanlık bedeninin bağırsaklarında değil aklında ve kalbinde güzel bir mevki edinmeye çabalar. İradesi dışında kendini içinde bulduğu durumla değil, o durumda takınılacak en iyi hal ve gösterilecek en iyi davranışa odaklanır. Çünkü hayatının meyveleri bu tavırlar olacaktır. Sonunda her insan en uygun zaman ve zemin dilimine ekilmiş manevi bir çekirdektir, ve karekterinin yansımaları olan tercihleriyle yapılanan meyveler hem kendisine hem de cümle aleme teşhir edilmektedir. Akıllı bir futbolcu ne sahadaki kar, yağmur veya çamur gibi olumsuzluklara kafasını takar, ne de hakemin haksız kararlarına. Onun düşündüğu tek şey, en makus şartlar altında bile hiç bir hileye tenezzül etmeden futbol sanatını en muhteşem bir tarzda sergileyip sahadan ayrılmaktır. Hatta mahir bir futbolcu, bu olumsuzlukları, sanatının ve kabiliyetinin şahikalarını göstermek için uygun bir zemin ve bir fırsat olarak görür – karanlığın koyuluğunun ışığın parlaklığını arttıran bir arka plan oluşturması gibi.

Nitekim Hz. Yakup’un Yusuf’un kurtlar tarafından yendiği haberine tepkisi ‘Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Anlattıklarınıza karşı yardımı istenilecek de ancak Allah’tır’ (Yusuf Sûresi, 12:17) olmuştur. Küçük oğlu Bünyamin’in hırsızlık ithamıyla Mısır’da tutulması haberine de tepkisi benzerdir:  ‘Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Umulur ki Allah onların hepsini bana getirir. Çünkü O alȋm ve hakȋmdir’ (Yusuf Sûresi, 12:83). Burada Hz. Yakup Allah’ın sonsuz rahmetine sığınıp teselli bulmakta, ve olayların akışından ve ağır tazyikinden sıyrılıp herşeyin Allah’ın bilgisi dahilinde cereyan ettiğini ve Allah’ın hikmetle yani bir gayeye yönelik olarak iş yaptığını nazara vermektedir. Ve adeta iman tazelemekte, tercihini de rıza, itimad ve tevekkül yönünde kullanmaktadır. Kuyu dibi veya zindandaki mahzun Yusuf’a o zamanlarda köyüne geri dönme şansı verilseydi, herhalde tercihinin ne olacağı belliydi. Ancak aynı soru Hz. Yusuf’a ahir ömründe sorulsaydı, kendisinin büyük bir izzete ulaşmasına basamak oluşturan o talihsiz hadiseleri herhalde elim hadiseler olarak değil rahmet cilveleri olarak yadedecek, ve az bir sıkıntıyla büyük nimetlere nail olduğunu ifade edecekti.

Denilebilir ki Hz. Yusuf ve şefkat abidesi Hz. Yakup, hadiselerin şiddetli sarsmasıyla hayatlarının bir dönemimi mahzun olarak geçirdiler. Çünkü bir gül goncası gibi zaman içinde açılmakta olan hikayenin parçası idiler ve geleceği bilmiyorlardı. Eğer bilselerdi, anın maddi hüznüyle birlikte geleceğin manevi hazzını birlikte yaşayacak, ve muhtemelen hüzün çok hafif kalacaktı – aynen bizim bu güzel hikayenin tamamını zevkle anlatıp dinlediğimiz gibi. Keza, Zeliha ve Hz. Yusuf’un kardeşleri geleceği bilselerdi, herhalde hırslarını gemleyip tuzak kurmaya tevessül etmezler ve yanlış tutum sergilemezlerdi.

Kur’an bir hikaye kitabı olmadığına göre, geniş halk tabakasının zihnini yormayan hikmetli kıssalardan murad hissedir, ve Hz. Yusuf hikayesinden alınacak çok dersler vardır. Birincisi, Allah’ın rahmetinin gereği olarak bir şey, ya zatında veya neticesi itibariyle güzel olacağından, zahirde musibet gibi görünen bir şey aslında ya geçmiş hataların neticesi ve keffareti ya da gelecekteki mükafatın mukaddemesidir. Musibet anında mü’mine, telaşla sağa sola koşturup hatalar yapmak yerine Adil-i Hakȋmin rahmetine, hikmetine ve adaletine itimat ederek itidal, rıza ve tevekkül içinde hareket etmek yakışır. İkincisi, Alȋm-i Hakȋm herşeyi hikmetle yapar, ancak bizim arzu ve heveslerimiz Allah’ın küllȋ hikmetinin gönyesi değildir. Mutȋ kullara yakışan, Alȋm-i Hakȋmin küllȋ hikmetine itimat ve teslimiyettir. Zira hayır gibi görünen çok şeyde şerler, ve şer gibi görünen çok şeyde de bilmediğimiz hayırlar vardır. Bize düşen, arka plandakı bilmediğimiz çok hikmetleri düşünerek musibetlere iyimserlikle yaklaşmak, ve aşırılığa kaçmaktan sakınarak adalet ve ihsanla karşılık vermektir. Ve dünyanın bir imtihan meydanı olduğunu ve dünya hayatında yapılabilecek en iyi şeyin güzel işler yapmak olduğunu her zaman hatırda tutmaktır.

Üçüncüsü, cüz’i irade sahibi insanların eliyle de geliyor olsa sebeplerin tesir kabiliyeti olmayan bir perde olduğu ve gerçek tesir sahibinin perde arkasındaki kudret eli olduğu bilincinde olunmalıdır. Yani görünen perdeleri ve sahnedeki kişileri aşıp hayır ve şer her şeyi nihai olarak Allah’tan bilmeli, ve vereceğimiz karşılıkta fazilet esas alınmalıdır. Bazan zahirde mağlup görülse de hakkın her zaman hükmen galip olduğu hatırlanmalı, ve başkalarının hareketleri değil, sadece ‘hak’ referans alınmalıdır. Hakkın hatırı da yüce tutulmalıdır.

Son olarak, ‘Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez’ (En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7) adil düsturunu rehber edinip hikmet ve kudret nazarında küçük ile büyüğün aynı olduğu bilinmeli, toptancı bir yaklaşımla birinin hatası yüzünden başkalarını cezalandırmak zulmünü irtikap etmekten kaçınmalıdır. Suç bireyseldir. Aksine delil olmadıkça masumiyet ve hüsn-ü zan esastır. Şüphe durumunda, adalete uygun olan davranış suçlulukta değil masumiyette hata yapmaktır. Yani hatayla bir masuma ceza vermek, hatayla bir suçluyu sivermekten daha kötüdür. Kur’anın “kim bir cana kıymamış birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir” (Maide Sûresi, 5:32) şiddetli tehdidi de göz ardı edilmemelidir. Bütün insanların hayatını kurtarmak için dahi olsa suçu sabit olmamış bir kişinin hayatına kastedilemez, o kişiye zulüm yapılamaz.

Fikren aynı havuzdan beslenenler de havuzun kudsiyetine bakıp haklılıklarına fetva çıkarma hatasına düşmemelidirler. Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, ‘Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir döker.’ Benzer ağaçları birbirinden ayıran da meyveleridir. Kişiler hırs ve kibirden sıyrılıp başlarını kumdan çıkararak söz ve hareketlerinin vicdanlarda bıraktıği etkiye bir göz atsınlar: Eğer bal etkisi bırakıyorsa devam etsinler, zehir etkisi bırakıyorsa çok geç olmadan ciddi bir durum muhasebesi yapsınlar.

Dinin dünyevileştiği ve dindarların da ahiretleri yerine dünyalarını mamur etme yarışına katıldığı bu dehşetli çağda zıtların kavram kargaşından musibet ve saadet de nasibini almıştır. Asıl musibet Hz. Yakup’un başına gelenler gibi dünya hayatını zehir edenler değil, ahirette zakkum meyveleri verenlerdir.Gerçek saadet de dünya hakimiyetini ele geçirip bu hürriyetler asrında insanlara tahakküm etmek değil, Hz. Yusuf misali dünyada en mesut bir konumdayken rabbinden ölümü isteyebilmektir (Yusuf Sûresi, 12:100). Sonunda ne kadar mamur olursa olsun dünya harab olacaktır; ama ahiret yurdu bakidir.