NURANİYET VE KUANTUM ALEMİ
Makalenin sunum dosyasını indirmek için lütfen tıklayın…
GİRİŞ
Nur kelimesinin karşılığı lügatlerde ‘aydınlık, parıltı, parlaklık, ışık, ziya’ olarak verilir, ve nur her çeşit karanlığın zıddı olarak ifade edilir. Nur, aynı zamanda Allah’ın 99 isminden biridir, ve bu isim, bütün nurların kaynağı, yaratıcısı, ve vericisi anlamında kullanılır. Yani Allah Nur’dur, ve bütün alemleri ve dilediğini nuruyla nurlandırır. Nur kelimesi ayrıca manevi aydınlığa sebep olan Kur’an, iman, ve peygamber için de kullanılır – iman nuru, nübüvvet nuru gibi. Nurlu olan veya melekler gibi nurdan yaratılan şeylere nuranî, ve nurlu olma haline de nuraniyet denir. Nur’un zıddı, daha doğrusu yokluğu, zulmettir – aynen ilmin yokluğu cehalet, ışığın yokluğu karanlık, ve ısının yokluğu soğukluk olduğu gibi.
Kur’an-ı Kerim’in 24üncü sûresinin ismi Nur’dur, ve Nur sûresinin 35. Ayetinde nur bir örnekle şöyle izah edilir: “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile, neredeyse aydınlatacak kadar berraktır. Nur üstüne nur. Allah dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah insanlar için misaller verir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nur Sûresi, 24:35). ‘Nur’ kelimesi Kur’an’da 43 yerde geçmektedir.1 Bin bir ismiyle Allah’a bir yakarış olan Cevşen-ül Kebir duasının 46. cüzünde Allah’ın Nur ismi şu ibarelerle vasıflandırılır: “Ey nurların nuru, ey nurları nurlandıran nur, ey nurlara şekil veren nur, ey nurları yaratan nur, ey nurları takdir edip belirleyen nur, ey bütün nurların kendi tasarrufu altında olan nur, ey bütün nurların evveli olan nur, ey bütün nurların ahiri olan nur, ey bütün nurların fevkinde olan nur, ey benzeri olmayan eşsiz nur!”
Nur ile ilgili diğer bazı ayetler ise şöyledir: “Yahut (inkarcıların küfür içindeki halleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz ki) onu dalga üstüne dalga kaplıyor, üstünde de bulutlar var. Karanlıklar üstüne karanlıklar. İnsan elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Kime Allah nur vermezse, onun için nur diye bir şey yoktur.” (Nur Sûresi, 24:40). “Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay haline! İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer Sûresi, 39:22). “Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanır. Kitap (amel defterleri) ortaya konur. Peygamberler ve şahitler getirilir ve haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adaletle hüküm verilir.” (Zümer Sûresi, 39:69). “Ey iman edenler; Allah’a karşı gelmekten sakının ve peygamberine iman edin ki, size rahmetinden iki kat pay versin, size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur versin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Hadîd Sûresi, 57:28).
Nur, fiziki bir karşılığı olmamasına ve ne olduğu tam olarak anlaşılmamasına rağmen güzel çağrışımları olan ve ifade ettiği mânâ sevilip kalbe ferahlık veren latif bir kelimedir. O yüzden Nur ve nur kelimesinden türetilen bir çok isim bilhassa letafetleriyle melekleri andıran kız çocukları için yaygın olarak kullanılır: Nur, Nuran, Nuray, Nurbanu, Nurcan, Nurcihan, Nurdoğan, Nurdan, Nurfidan, Nurgül, Nurhayat, Nuriye, Nurnigar, Nursel, Nursema, Nurselin, Nurseven, Nurşen, Nurtane, Nurten; Ayşenur, Binnur, Fatmanur, Halenur, İlknur, Öznur, Şennur, Tubanur. Erkekler için de yaygın olarak kullanılan bir kaç isim nureddin, nuri, ve nurullah’dır. Zamanımızın büyük müfessiri Bediüzzaman Said Nursi de telif ettiği külliyatına ‘Risale-i Nur’ adını vermiş ve ilim şahikası olan eserlerini nur ile ilişkilendirmiştir.
IŞIK, ZİYA, ve NUR
Işık, ziya, ve nur kelimeleri, aralarındaki nüans farklarına ve değişik çağrışımlarına rağmen çok defa eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Bazan da bu kelimelere mesnetsiz olarak özel manalar yüklenmekte, ve mecaz manalar gerçekleriyle karıştırılmaktadır. Esas olarak ışık, ziya kelimesinin Türkçe karşılığıdır. Dolayısıyla ışık ve ziya, güneş ve lambalardan gelen gözle görülüp aletlerle ölçülebilen ve kendini aydınlık olarak gösteren maddî veya fizikî varlığı temsil ederler. Nur ise ilim ve iman gibi gözle görülmesi veya aletlerle ölçülmesi söz konusu olmayan ancak akıl ve kalpte (ki madde-dışıdır) aydınlık olarak varlığı hissedilen madde-dışı veya fizik ötesi varlığı temsil eder. Yani ışık ve ziya maddî aydınlanma, nur ise manevî aydınlanma ile alakalıdır. Ancak aydınlanma ile olan bu ortak bağdan dolayı nur da metaforik manada ışık ve ziya olarak tarif edilir ve bir bakıma cisimleştirilir.
Nur ile ilgili muğlaklık Batı dillerinde de vardır. Örneğin İngilizce’de Nur kelimesinin direk bir karşılığı yoktur, ve nur ışık ile irtibatlandırılır. Nur, semavî ışık (heavenly light), ilahi ışık (divine light), veya sadece ışık (light) tabirleriyle ifade edilir.
İLİM IŞIĞI
Nur kavramını anlamak için basit bir örnek, ilimdir. Bildiğimiz ışık, biyolojik göz ile varlıkların ve olayların dış yüzünü görmemizi sağlar. İlim, varlıkların ve olayların iç yüzünü aydınlatıp mahiyetini akıl gözüne gösteren madde-dışı bir ışık yani nurdur. Bildiğimiz ışık varlıkların dış yüzünü ve dışa dönük fiziksel özelliklerini, bilgi ışığı ise varlıkların iç yüzünü ve mahiyetini gösterir. İnsanlık için aydınlanma, ilim ışığı ile olur. Biyolojik göz, bildiğimiz ışık ile hali görür. Akıl gözü ise nurani ilim ışığı ile hal ile beraber geçmiş ve geleceği görür, ve insanı ‘zaman üstü’ bir varlık yapar. Biyolojik göz ışıksız ortamda yani karanlıkta göremez, ve ışık olmasaydı gözün varlığı anlamsız olurdu. Akıl gözü de cehalet ortamında göremez, ve ilim olmasaydı aklın varlığı abes olurdu. İlim kainatta ezelden beri var olan manevî bir katman veya ışıktır, ve zaman-mekan üstüdür. Toplumları aydınlatmada, ilim güneşi münevverlerin yaydığı ilim ışığı, gökteki güneşin verdiği ışıktan önemsiz değildir. İlim tahsilinin temel gayesi ve neticesi, kişinin akıl ve fikir aleminin inşası, imarı, ve aydınlatılmasıdır. Tabi bu fiziki değil nuranî bir aydınlanmadır.
Pozitif bilimlerin kaynağı gözlemdir, ve bilimsel araştırmalar, varlıklar ve olaylar gözlenerek yapılır. Çünkü atomdan galaksilere her şeyin madde-dışı sağlam bir ilmî yapısı vardır, ve her şey âdeta bir ilim ağı ile örülmüştür. Bilimsel çalışma denen şey varlıkların bu ilmî vücudunu tam ve doğru olarak ortaya çıkarma gayretlerinden ibarettir. Bu da varlıkların yapısındaki ilim pırıltılarını gözlemleyerek, pırıltıların kaynağı olan evrensel ilim güneşini akıl gözü ile görmek ve göstermekle yapılır. İnsan olmadan evvel de ilim vardı, çünkü fenlerin de dikkatli araştırmalar sonunda keşfettiği gibi evrende her şey ilim ile yapılmıştır.
Evrende her şeyin ilim ile yapılıyor olması ve adeta varlıklardan ilim ışıldaması evrende her şeye nüfuz eden yaygın bir nurani ilim ışığının varlığını gösterir – aynen elmastaki ışık pırıltılarının çevrede yaygın bir ışık aleminin varlığını göstermesi gibi. Ancak varlıkların temel yapıtaşlarında “ilim” diye maddî bir unsur yoktur, ve dolayısıyla varlığı konusunda hiçbir şüphe bulunmayan ilim madde değil madde-dışıdır yani manadır. Ve evrende yerçekimi kuvveti gibi her şeye nüfuz eden ve zaman ve zemin üstü yaygın bir ilim katmanı vardır. Bu madde-dışı (mânâ) ilim katmanından gelen ilim ışığı bildiğimiz ışıktan farklı olarak maddî beden gözü ile değil manevî akıl gözü ile algılanabilir.
GÜZELLİK VE SANAT IŞIĞI
Benzer şeyler güzellik ışığı (nuru) ve sanat ışığı için de söylenebilir. Hayatta ne olduğu bilinmeyen, ancak görüldüğü zaman tanınan şeyler vardır, ve herhalde güzellik, estetik, ve sanat bunların önde gelenlerindendir. Güzellik, “Ölçülülük ve uyumluluktan doğan bir manevi ışık veya nur” olarak tanımlanabilir. Yani madde veya hareket öyle bir hale getirilebilir ki güzellik ışığını alıp yansıtabilir – aynen karbon atomlarının bir kristal halinde dizildiklerinde bildiğimiz fizikî ışığı alıp pırıl pırıl yansıtabildiği gibi. Çirkinlik de güzelliğin yokluğu olarak tanımlanabilir. Estetik de güzelliği tanımlama bilimi veya sanatıdır. Gülü görmek başka, güldeki güzelliği görmek başkadır. Birinciyi biyolojik göz görür, ikinciyi ise güzellik anlayışına sahip şuurlu varlıklar manevi kalp gözleriyle görürler. Gülü güzel yapan herhalde atomlarındaki güzellik değildir. Zira canlı bir güldeki bir hidrojen veya azot atomu ile ezilip çamur haline getirilmiş bir güldeki hidrojen veya azot atomu tamamen aynıdır – elmas ile grafitteki karbon atomlarının aynı olması gibi. Parçalarında olmayan bir şey bütününde olamayacağına göre, gülün güzelliği kendisinden yani maddesinden değil, dışarıdan gelir – aynen elmasın göz kamaştıran pırıltılarının dışarıdaki bir ışık kaynağından geldiği gibi. Gül ve diğer güzel şeylerin özelliği, bu güzelliği alıp yansıtabilmeleridir.
San’at ise madde, renk, şekil, ses, hareket, veya kelimelerle yapılan ve şuurlu varlıklarda hayret, hayranlık, takdir, merak, beğeni, efsun ve nihayet yüksek haz gibi hisleri uyandıran yaratıcı iş ve hareketlerdir. Sanatkar, ham maddelerini öyle bir şekilde bir araya getirip bir manzume oluşturur ki manevi sanat ışığı (nuru) eserinde parlamaya başlar. Benzer şekilde hayat, şefkat, adalet, irade, akıl, fikir, şuur, güzel koku, temizlik, ve sevgi için de manevii ışık (nur) tanımlamaları yapılabilir.
MADDE, ENERJİ, VE NURANİYET
Bildiğimiz fizik alemi enerjiden oluşur. Fiziğin başlangıcı olan ve 13.7 milyar yıl önce meydana geldiği hesaplanan büyük patlamanın ilk safhalarında sadece enerji vardı. O safhada her şey her şeyin içindeydi, ve bir hacim kaplamaktan bahsetmek söz konusu değildi. Patlamanın ilk saniyesinin kesirlerinde sıcaklığın hızla düşmesi ve enerjinin yoğuşmasıyla önce quark ve gluon gibi temel parçacıklar, ve akabinde onların da birleşmesiyle proton ve nötronlar oluştu. Elektronların oluşması ve madde-karşı madde etkileşimleriyle parçacıkların büyük bir kısmının tekrar enerjiye dönüşmesi ilk saniye içinde yer aldı. Sıcaklık ilk dakikalarda bir milyar dereceye düştü, ve bir kısım protonlarla nötronlar birleşip helyumun çekirdeğini oluşturdu. Ancak protonların büyük kısmı hidrojen çekirdekleri olarak varlıklarını sürdürdü. Hesaplamalara göre, büyük patlamadan 379 bin yıl sonra çekirdeklerle elektronlar birleşip atomları (çoğunlukla hidrojen) oluşturdu, ve madde ile enerji ayrışmaya başladı. Maddeye dönüşmeyen enerji de kozmik geri plan radyasyonu olarak varlığını sürdürdü.2
Madde moleküllerden, moleküller atomlardan, ve atomlar da elektron, proton, ve nötron gibi atom altı parçacıklardan oluşurlar. Madde enerjinin yoğuşmuş bir şeklidir, ve madde ve enerji Einstein’in meşhur E = mc2 formülüne göre birbirine dönüşebilir. Hatta denebilir ki madde, enerjinin letafetini kaybedip kesifleşmiş bir halidir. Maddenin iki temel özelliği kütlesinin olması ve yer kaplamasıdır. Dolayısıyla madde, ‘kütlesi olan ve hacim kaplayan şey’ olarak tanımlanır. Madde ve enerji fizikî varlıklardır, her ikisi de fizik kanunlarına tabidirler, ve gözlenip ölçülebilirler. Ancak maddeden farklı olarak enerji (güneşten gelen ışık gibi) bir hacim kaplamaz ve durağan kütlesi yoktur (enerjinin E = mc2 formülünden hesaplanan eşdeğer kütle karşılığı vardır). Yani enerji, kesif olan maddeden farklı olarak, kütlesi olmayan ve tek başına bir hacim kaplamayan latif bir varlıktır. Ancak fiziki bir varlık olarak belli kısıtlamalara tabidir – örneğin elektromanyetik radyasyonun hızı ışık hızını geçemez.
Madde ve enerji aynı bütünün iki parçası ve adeta birbirinin kaynağıdır. Güneşte madde daimi olarak enerjiye dönüşmekte, ve güneş enerjisi dünyaya ısı ve ışık olarak saniyede 300 bin kilometre hızla gelmektedir. Yani madde, kütlesiz ve yer kaplamayan bir şeye (madde-dışına) dönüşmekte ve maddenin hiç bir zaman ulaşamayacağı bir hızda hareket etmektedir. O zaman denebilir ki görünen fizik alemini teşkil eden ve varlıkları gözlemlerle sabit olan madde ve enerji aynı tür varlıklar değildir. Biri kesif, diğeri latiftir. Latif olan şeylerde bir derece zaman ve zemin üstülük vardır, ve latif şeylere yarı nurani de denir. Kısmi kayıtlılık hali olan letafet veya yarı nuranilik varsa, bunun uzantısı olan zaman ve zemin kayıtlarından tam sıyrılmışlık hali olan tam nuranilik ve nur da vardır.
O zaman varlıkları tam nuraniyetten tam kesafete kadar uzanan bir letafet-kesafet cetvelinde sıralamak ve varlıklara nur-madde karışımı olarak bakmak gerekir. Gözlemlerle sabittir ki varlıklarda atom altı seviyede nuraniyet, atom üstü seviyede ise kesafet hakimdir. Örneğin atom-üstü kesif bir varlık olan tenis topunun hem yeri hem de hızı ölçümlerle tam bir kesinlikle belirlenebilir. Ancak atom-altı latif bir varlık olan elektronun hem hızı hem de yeri belirlenemez. Hızı belli ise yeri belli değildir. Yani hiçbir yerde değildir veya her yerde olabilir. Hatta aynı anda iki farklı yerde olabilir. Ancak elektronun bazı yerlerde olma ihtimali daha yüksektir, ve bu ihtimal dağılımı bir dalga fonksiyonu olarak ifade edilir. Bu fenomen fizikte ‘Heisenberg’in belirsizlik prensibi’ olarak bilinir. Zaten bu yüzden atom altı dünyada kuantum teorisi, atom üstü dünyada ise Einstein’in izafiyet teorisi hakimdir, ve bu iki teoriyi birleştirecek bir ‘birleşik teori’ tüm gayretlere rağmen henüz ortaya konamamıştır. Fizik-dışı paralel evren veya çoklu evren türü yaklaşımlarla bazı fenomen izah edilmeye çalışılmış, ancak nuraniyet kavramı açıkça ortaya konmadığı için bir yere varılamamıştır.
Bediüzzaman da Risale-i Nur külliyatında nur ve nuraniyet kavramlarını çoklukla kullanır, ve nur’dan, aynen enerji (veya nâr) gibi, bir ‘unsur’ olarak bahseder: “‘Ettayyibâtü’ kelime-i tayyibe söylendiği vakit, birden “nar” ile “nur” unsuru, yani hararetli ve hararetsiz maddî ve mânevî nur unsuru bir küllî dil olarak, hadsiz ve nihayetsiz bir surette lisan-ı hal ile, hadsiz dillerle ‘Ettayyibâtü lillah’ [Güzel sözler ancak ona yükselir, Fâtır süresi, 35:10] diyor.” “Evet, nur ve nar unsuru toprak, hava ve mâ unsurları gibi gayet kat’î ve bedihî ve zarurî bir surette o nümunelerle gösteriyor ki, bütün esbap yalnız bir perdedir. Bütün icatlar ve tesirler Zât-ı Kadîr-i Zülcelâlindir. Çünkü, nur, aynen vücut ve hayat gibi, kudret-i İlâhiyenin perdesiz, bizzat mübaşeretine lâyık olmasından, esbab-ı zahirî hiçbir cihette perde olmadığından, vâhidiyet içinde ehadiyeti gösterir.”3
Biz elektronu parçacık olarak hayal ederiz, ama elektron aynı zamanda dalgadır – aynen elektromanyetik dalgalar gibi. Elektronun dalga özelliği, girişim deneylerinde net olarak görülmektedir. Zaten o yüzden atomaltı dünyada parçacık-dalga ikilemi özelliği kuantum mekaniğinin temel taşlarından biridir. Yani elektron ve diğer atom altı parçacıklar bazan parçacık gibi davranırlar, bazan da dalga olarak. O zaman denebilir ki atom altı parçacıklar ne parçacıktır, ne de dalga. Çünkü bunlar çok farklı özelliklerdir. Örneğin ses havada dalga olarak yayılır ve tabancadan çıkan kurşun bir kütle parçası olarak gider. Bunların zıddı olamaz. Keza, bir meyve hem elma hem de aynı anda armut olamaz. Eğer oluyorsa o meyve ne elmadır ne de armut. O zaman atomaltı parçacıklar öyle bir şey olmalıdır ki iki zıt karakterde – hem dalga hem de parçacık – tezahür edebilsin. Bu da ancak kesafetten uzaklık yani nuraniyete yakınlık ile olabilir.
Benzer bir argüman genelde elektromanyetik dalga olan ancak parçacık özelliği (foton) da gösteren ışık için de verilebilir. Elektrondan çok daha küçük olan ve elektrik yükü olmayan atom altı parçacık nötrino ise kesafetten o kadar uzaktır ki adeta varlık yokluk arasındadır ve ölçülmesi son derece zordur. CERN’deki deneylerde varlığı teyid edilmeye çalışılan ve ‘Tanrı parçacığı’ olarak bilinen Higgs parçacığının küçüklüğünden dolayı nuraniyete daha da yakın olduğu görülecektir – tabi eğer ölçülmesi mümkün olabilirse.
Masa ve sandalye gibi maddeden yapılan kesif varlıklardan farklı olarak, enerjiden (örneğin ışık) yapılan latif varlıkların kütlesi yoktur ve yer de işgal etmezler. Başkalarının olduğu yere yerleşiverirler. Nitekim havada aynı noktada elektromanyetik enerji formunda yüzlerce yayın vardır, ancak bir izdiham söz konusu değildir. Hepsi birbiri içinden saniyede 300 bin km hızla geçer. Yani bir saniyede dünyanın etrafını birkaç kez dolaşabilir, ve adeta bir anda her yerde bulunur. Keza, lamba, kütlesi olan ve hacim işgal eden bir şeydir, ve dolayısıyla kesiftir. Ancak lambadan çıkan ışık kütlesizdir, hacim işgal etmez, ve belli bir yeri yoktur – adeta her yerdedir. Sadece, ışığın şiddeti lambadan uzaklaştıkça azalır. O yüzden ışık kesafet boyutu da olan nuraniyete son derece yakın yarı-nurani bir varlıktır (zaten kesafet boyutu olmayan varlıkları bedenimizdeki biyolojik göz göremez, ve aletler ölçemez).
Işığın nuraniyeti, renkleri dikkate alınca daha çarpıcı olarak görülür. Siyah yüzeyler ışığın neredeyse tamamını soğurup hiç yansıtmazlar, ve dolayısı ile göze siyah görülürler (daha doğrusu görülmezler; biz sadece çevrelerini görürüz). Beyaz yüzeyler ise üzerlerine düşen ışığın tamamını yani tüm renkleri yansıtırlar, ve göze beyaz (daha doğrusu renksiz) görülürler. Prizma deneylerinden herkesin hatırlayabileceği gibi, güneşten veya akkor bir lambadan gelen beyaz ışık prizmadan geçerken mordan turuncuya kadar renklerine ayrılır, ve prizmadan değişik renklerde ışık huzmeleri çıkar. Değişik renkteki bu renkleri başka bir prizmadan geçirince de olay tersine döner, ve renkler birleşip prizmadan beyaz bir ışık halinde çıkar. Sıradan bir vaka gibi görülen bu olayı dikkatle inceleyip irdeleyince, fizik aleminde görmeye pek alışkın olmadığımız bir olguyla karşılaşırız: Ayrıştırıcı prizmada ‘renksiz’ beyaz ışıktan renkler yoktan var oluyor, ve birleştirici prizmada renkler var iken yok olup ‘renksiz’ beyaz ışık oluyor. Fizik aleminde hiçbir şey yoktan var olup var iken yok olamayacağına göre, renkler belli dalga boyunda belli bir tarzda tezahür ederek kesafet (fizik) aleminde görülen fizik dışı yani nurani varlıklardır. Konunun daha iyi anlaşılması için oldukça kesif varlıklar olan boyalardan örnek verelim: Bir teneke beyaz boya alıp bundan mordan turuncuya kadar değişik renklerde boyalar elde etmek mümkün müdür? Daha da ilginci, değişik renkte boyaları karıştırıp beyaz boya elde etmek mümkün müdür? Kesif beyaz boya ile latif beyaz ışık arasındaki fark nuraniyettir, ve nuraniyet kavramını kullanmadan bu basit gözlemleri izah etmek mümkün değildir.
Varlıklara nuraniyetten kesafete kadar uzanan bir letafet-kesafet cetvelinde dizili nur-madde karışımları olarak bakmak letafet ve kesafetin birbirlerine dönüşümlerini anlamamıza da yardım eder. Örneğin kömür kesif bir maddedir. Kömürün yanmasıyla oluşan ateş, ısı, ve ışık kesafete yakın yarı-nurani varlıklardır. Yanma esnasında açığa çıkan ısının suya iletilmesiyle oluşan kızgın buharın türbin çarkını ve ona bağlı jeneratörü çevirmesiyle oluşan elektrik (elektron akımı) ise nuraniyete yakın bir yarı-nuranidir. Zaten o yüzden bir birim elektrik enerjisi bir birim ısı enerjisinden çok daha değerlidir. Termodinamik açıdan, ısı enerjisi her zaman düzensizlik ve mükemmelsizliğin ölçüsü olan entropi ihtiva eder. Elektrik enerjisinin entropi içeriği ise sıfırdır. Yani elektrik, adeta kesafeti asgari seviyeye inmiş, posasız, saf bir enerji türüdür. Isı enerjisi, ısı olarak depolanabilir. Elektrik enerjisi ise elektrik akımı olarak depolanamaz, ve üretildiği anda kullanılmak veya başka bir şekle (örneğin akülerde kimyasal enerjiye) dönüştürülmek zorundadır. Elektrik enerjisi ısı enerjisine tamamen dönüştürülebilir (elektrik ısıtıcıları veya ketıllarda olduğu gibi), ancak ısı enerjisi elektrik enerjisine ancak kısmen dönüştürülebilir (Termodinamiğin 2. Kanunu). Yani nâr nura, nur da nâra her zaman dönüşmektedir. Ancak nurun nâra dönüşmesi, bir değer kaybı ve düşüştür.
Bediüzzaman, dikkatleri elektriğin kendindeki ve lambaların yaydığı ışıktaki nuraniyet özelliği ile beraber nurun madde-ötesi kaynağına çeker: “Bir adam, elektrik lâmbasının acib vaziyetini tedkik etmiş. Bakıyor ki, yüzer düğmelerdeki ve merkezlerdeki ve demir ve ip tellerindeki zerreler ve maddeler camid, şuursuz, hareketsiz oldukları halde yalnız gayet cüz’î bir temas neticesinde, on kilometre yeri dolduran karanlık derhal gider ve yerini yarım saniyede dolduran bir nur vücuda gelir. Bu gözle görünen karanlığın birden kaybolması ve yine gözle görünen o zulmet kadar nurun vücuda gelmesi elbette bir hayal değil, ya o temas eden camid, şuursuz zerreler, hadsiz bir kuvveti ve bir nuru kendilerinde taşımakla beraber; birden yüz kilometre yerlere elini uzatıp, karanlığı süpürüp, temizleyip nurları dolduracak. Bu ise bütün şeytanlar ve dinsizler, maddiyyunlar toplansalar; bunu bir sofestaîye de kabul ettiremezler. Veyahut bütün kâinata hükmü geçen ve bütün nurlar, onun Nur isminden feyiz alan ve Nur-un Nur ve Hâlık-un Nur ve Müdebbir-un Nur olan Kadîr-i Zülcelal’in ve Allâm-ül Guyub’un ve Alîm-i Mutlak’ın kudreti ile ve hikmeti ile olacak.”4
Nuraniyete en yakın madde şekli muhtemelen karanlık madde, ve nuraniyete en yakın enerji türü de karanlık enerjidir. Çünkü karanlık madde ve karanlık enerji ilmen vardır, ama deneysel olarak gözlemlenememiştir. Hesaplamalar gösteriyor ki galaksilerdeki yıldızları bir arada tutan çekim kuvvetinin görünen kütle ile sağlanması mümkün değildir. O halde “karanlık madde” denen görünmeyen bir tür madde ilave çekim kuvvetini sağlıyor olmalıdır. Karanlık madde ışığı vermez, soğurmaz, ve yansıtmaz. Elektron, proton ve nötronlardan oluşmaz. Ayrıca, 1998’de Hubble Uzay teleskopu gözlemleri gösterdi ki uzayın genişlemesi çekim kuvvetinden dolayı yavaşlamıyor; zannedilenin aksine hızlanıyor. Astrofizikçiler, bunun ancak hiç kimsenin bilmediği “karanlık enerji” denen esrarengiz bir enerji türünün sebep olabileceği sonucuna vardılar. Çünkü bu ivmelenme etkisinin mevcut evrende hali hazırda var olan bir şeyce sebep olunması mümkün değildir. Neticede ortaya çıkan manzara, evrenin yaklaşık %70’inin karanlık enerji, %25’inin karanlık madde, ve geri kalan %5’inin de aletlerle gözlemlenebilmiş nötrino dahil her şeyi içeren normal evrenden teşekkül ettiğidir. Bu demektir ki, içinde yaşadığımız evrenin büyük çoğunluğu “fiziksel” bir halde değil “ilmen” vardır, ve ancak akıl gözü ile görülmektedir.5
Kur’anda ‘Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce dumansız ateşten yaratmıştık’ (Hicr sûresi, 15:26-27) ve ‘Cin’i de yalın bir ateşten yarattı’ (Rahman, 15) ayetlerinde bahsedilen yalın veya dumansız ateş, yani varlığına dair hiç bir fiziki emare olmayan madde/enerji türü, muhtemelen karanlık madde/karanlık enerjidir. İleride bilimin gelişmesiyle karanlık madde ve karanlık enerjiye hükmedip manipüle edebilenler, cinlere de hakim olup onları şu an hayal bile edemeyeceğimiz değişik işlerde kullanabileceklerdir. Nitekim Kur’an’da Belkıs’ın tahtının bir anda nakledilmesi hakkındaki “Cinlerden bir ifrit,’Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim’ dedi. Semâvî kitapların esrarına vakıf bir âlim, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi” (Neml Sûresi, 27:39-40) ve Hazret-i Süleyman’ın (A.S.) cin ve şeytanları idaresi altına alıp faydalı işlerde istihdam ettiğini ifade eden “Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik” (Enbiyâ Sûresi, 21:82) gibi ayetler buna işaret etmektedir. Bediüzzaman, bu ayetlerden şu dersleri çıkarır: “Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir. Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: ‘Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.’ İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor.’ 6
KUANTUM MEKANİĞİ VE NURANİYET
Kuantum dünyasında parçacıkların acayip davranışını karakterize eden ve bir anda birden fazla yerde olmayı gösteren en meşhur deney, çift-yarık deneyidir. Birbirine paralel iki duvardan öndekine ince bir yarık açılsa ve tenis topu makinesi gibi bir makineden öndeki duvara ard arda kurşun yağmuru gibi toplar atılsa, yarığa denk gelen toplar arka duvara geçecek ve yarıktan geçen topların izleri arka duvarda bir bant oluşturacaktır. Eğer öndeki duvara yan yana iki yarık açılsa, topların bir kısmı birinci yarıktan bir kısmı da ikinci yarıktan geçecek ve çarpan topların izleri arka duvarda birbirine paralel iki bant oluşturacaktır. Eğer duvarlar çizgi hizasına kadar su içinde olsaydı ve su yüzeyinde ard arda dalgalar oluşturulsaydı, ön duvardaki deliklere ulaşan dalgalar yollarına devam edecek ve arka duvara çarpacaklardı. Tek yarık durumunda beklenmedik bir şey olmayacaktı, ancak iki yarık durumunda her iki delikten geçen dalgalar girişime uğrayacak, ve iki dalga tepesinin çakıştığı yerlerde dalga yüksekliği ikiye katlanırken dalga çukuru ile dalga tepesinin çakıştığı yerlerde iki dalga birbirini yok edecekti. Neticede kuvvetlenmiş dalga tepelerinin çarptığı yerlerde arka duvarda, koyuluğu duvar ortasından kenarlara gittikçe azalan bir dizi girişim bandı oluşacaktı.Yani dalga geçişi durumunda arka duvarda iki bant yerine bir dizi bant oluşacaktı.
Deney bir elektron tabancasıyla tekrarlandığında, tek yarık durumunda arka duvara çarpan elektron izleri aynen top durumundaki gibi arka duvarda yarığın tam arkasına gelen kısımda tek bir bant oluşturur. Yani elektronlar minik toplar gibi dayanır. Ancak ön duvardaki iki yarık da açıldığında arka duvarda iki bant değil aynen su dalgalarıyla yapılan deneydeki gibi, şiddeti merkezden kenara gittikçe azalan bir dizi girişim bandı oluşur. Yani elektronlar, aynen dalga gibi, aynı anda her iki delikten de geçmektedirler. Deneyi tek bir elektron ile tekrarlayınca dahi arka duvarda bir dizi girişim bandı oluşmakta, ve bu da elektronun bir dalga olarak her iki yarıktan aynı anda geçtiğini şüpheye yer bırakmayacak kesinlikte göstermektedir. Yani elektronlar hareketlerine bir parçacık olarak başlamakta, ve adeta duvarda iki yarığı görünce dalgaya dönüşmektedirler.
İşin daha da ilginç yanı, belli bir yarıktan elektronların hangilerinin geçtiğini gözlemlemek için yarıkların birinin arkasına bir ölçme aleti konunca, elektronlar sanki gözlemlendiklerini biliyorlarmış gibi yarıkların birinden veya diğerinden parçacık olarak geçmekte, ve arka duvarda iki çarpma izi bandı oluşturmaktadır. Gözlemleme, elektronun istatistiki dalga fonksiyonunu adeta çökertmekte ve onu bir parçacığa indirgemektedir. Elektronlar sanki kendilerini belli bir konumda tutma yani kesifleştirme niyet ve iradesini hissetmekte, ve nazar değmiş ve büyülenmiş gibi bu iradeye tabi olmaktadırlar.
Elektron yerine ışık (kütlesiz foton parçacıkları) kullanılınca da aynı şeyler gözlenmektedir. Yani ışık bazı durumlarda parçacık bazı durumlarda da dalga olarak davranmaktadır. Deneyler kütlesi elektrona göre oldukça büyük olan atomlarla da yapılmış, ve aynı sonuç bulunmuştur. Yani bir anda çok yerde olmayı gerektiren nuraniyet özelliği atom boyutunda bile etkisini gösterebilmektedir. Ancak otomatik bir tüfekten çıkan mermilerle deney tekrarlandığında mermilerin, ne kadar küçük olurlarsa olsunlar, sadece parçacık olarak davrandıkları görülür. Yani madde atom boyutunu aştığında nuraniyet vasfını hızla kaybetmektedir.
Atomaltı parçacıkların bir anda çok yerde olmalarını izah etmek için ortaya atılan ve ciddi rağbet gören teorilerden biri ‘paralel evrenler’ teorisidir. Bu teoriye göre parçacıklar sadece bildiğimiz evrende değil aynı zamanda evrenimizle iç içe olan sonsuz sayıda hayaletvari evrenlerde de vardırlar, ve bu evrenler arasında gidip gelmektedirler. Yani birinde yok olurken diğerlerinde var olmaktadırlar. Öyle görülüyor ki nuraniyet fikri kabul edilmezse, adını vermeden nuraniyet özelliğini izah etmek hiç de kolay olmayacaktır. Halbuki kolay yolu zor olana tercih etmek aklın gereğidir.
Maddenin yapıtaşları olan elektron ve nötrino gibi atom altı parçacıklar isimleri ‘parçacık’ olmasına rağmen daha ziyade dalga özelliği gösterirler, ve onlara bir yer isnat edilemez. Adeta bir anda belli bir dağılım prensibine göre çok yerdedir. O yüzden atom altı dünyada kesafetten ziyade letafet yani nuraniyet hakimdir. Zaten maddenin varlığının kaynağının Bediüzzaman’a göre nurani bir Yed-i Kudret’in ihtizazatı olduğu dikkate alınırsa o mikroevrende nuraniyetin esas olması hiç de şaşırtıcı değildir. Problem, parçacıkların açıkça gözlenen letafetinde değil akılların kesafetindedir. Evrenin en temel yapıtaşı olduğu öne sürülen ve CERN’deki ışık hızına yakın hızlarda çarpıştırılan parçacıklarla yapılan deneylerde gözlemlenmesi ümid edilen Higgs parçacığına bilim dünyasında vicdanlara yansıyan bir mana olarak ‘Tanrı parçacığı’ isminin verilmesi de manidardır. Nuraniyetten gelerek kesafete yönelmiş böyle nim-nurani bir parçacığı gözlemlemek ve hele onu idrak etmek oldukça nurlanmış bir aklı gerektirmektedir. Henüz aynı anda iki delikten birden geçen elektronun sebep olduğu kafa karışıklığını giderememiş parçacık fizikçilerinin işi gerçekten zordur. Belki nuraniyetten gelen bu parçacık bir çok aklın nurlanmasına sebep olacaktır. Parçacıkların tarlası olan nurani kaynaktan uzaklaştıkça ve parçacıklar birleşip daha büyük parçacıklar ve demir gibi ağır atomlar oluştukça kesafet peyda olmakta,ve zaman ve mekan sınırlamalarının söz konusu olduğu şehadet aleminin kuralları hükmetmeye başlamaktadır.
Yukarıda anlatılan çift-yarık (double-slit) deneyi, atom altı kuantum dünyasında mekan kavramının çöktüğünü göstermektedir. Kuantum mekaniğinin diğer bir meşhur deneyi de zaman kavramının çöktüğünü gösteren dolanıklık (entanglement) deneyidir. Aynı anda üretilen atom altı parçacıklar, birbirlerinden ne mesafede ayrılırlarsa ayrılsınlar, daimi iletişim halindedirler. Buna kuantum mekaniğinde dolanıklık denir. Örneğin, birbirinden ışık yılları mesafesinde ayrılmış olsa bile dolanıklık halindeki iki elektrondan birine yapılan bir etkiye onun ikizi anında tepki göstermektedir. Yani zaman adeta durmakta, ve zamansız bir iletişim olmaktadır. Einstein ışık hızının aşılmasının imkansız olduğu gerekçesiyle (ki atom üstü kesif varlıklar için doğrudur) dolanıklik fikrine şiddetle karşı çıkmış, ancak kuantum mekaniğinin temel kavramlarından biri olan dolanıklık fenomeni 10 kilometreyi aşan mesafelerde denenmiş ve doğruluğu teyid edilmiştir. Yani atom altı dünyada mekan kavramı ile beraber zaman kavramı da anlamını yitirmekte, ve zaman-mekan üstülük yani nuraniyet özelliği ön plana çıkmaktadır.
Bildiğimiz transistör devrelerine dayalı bilgisayarların hafızaları bir anda sadece 0 veya 1 değeri alabilen bit’lerden oluşur, ve bu deterministik kesif yapının kapasitesi son derece sınırlıdır. Mevcut bilgisayarların devasa kapasitesinin sırrı, tırnak ucu kadar bir hacme milyonlarca transistör devresini sığdırabilen üretim teknolojisidir. Şu anda gelişim aşamasında olan Kuantum bilgisayarları ise sadece iki değer alabilen ‘bit’ yerine, dolanıklık ve süperpozisyon gibi kuantum fenomenlerini kullanan aynı anda çok sayıda değer alabilen yani nuraniyet özelliği gösteren ‘qubit’lerden yapılacaktır. Bunun sonucu olarak kuantum bilgisayarlarının hafıza kapasitelerinin hayalleri aşması beklenmektedir. Bediüzzaman, nuraniyet özelliğine dayalı bu sistemin insan hafızasında halihazırda işlemekte olduğuna dikkatleri çeker:
“Mânevî nurun, ilim sûretinde beşerin kafasında cilvesinin bir cüz’îsi, tırnak kadar kuvve-i hafızaya malik bir adamın kafasında, doksan kitabın kelimatı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hafızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını tahrik eden ve ona hoş gelen mânâları ve kelimeleri ve suretleri ve savtları, o tırnak kadar kuvve-i hafızanın sahifesinde, istediği vakitte müracaat edip bir büyük kütüphane kadar bütün mahfuzatının aynı şeylerini orada bütün istediklerini mevcut ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor. İşte bu tırnak kadar kuvve-i hafızanın, bahr-i umman gibi bir vüs’ati ve güneş gibi bir ihatalı nuru ve bir ziya-yı mânevîsi ve zemin yüzü kadar geniş sahifeleri olmazsa bu hal olamaz.”7
Kuantum mekaniğinin temel kavramları ve atom altı parçacıklarla yapılan çok sayıda bağımsız deneyler ışığında, atom altı dünyası için nuraniyetin fiziksel bir fenomen (vakıa) olduğu teslim ve ilan edilmelidir. Aynı evrenin atom altı dünyası ile atom üstü dünyasında geçerli olan ama birbirine zıt kuantum ve izafiyet teorilerini birleştirecek temel unsur, nuraniyet yani zaman-mekan üstülüktür. Bu iki teorinin birleştirilmesi, ‘birleşik teori’ arayışlarına da son verecek, aynı evren için iki farklı teori olması garabetini ortadan kaldıracaktır.
Öyle görülüyor ki kesif fiziki varlıklar atom boyutuna indikçe nuranileşmekte, en temel atom altı parçacıklarına inildikçe kesafet kayıtları ortadan kalkıp nuraniyet asıl karakter olmaktadır. Eşyanın hakikatini anlamanın yolu, nuraniyet kavramını anlamaktan ve onu yerli yerinde kullanmaktan geçer. Aksi halde ‘paralel evrenler’ teorisi gibi her birinde fizik kanunlarının farklı olduğu iç içe sonsuz sayıda hayaletvari evrenlerin kabulüne mecbur kalınacaktır ki bu hem çok meşakkatli olacak hem de bizi gerçeğe yaklaştırmak yerine kafamızı karıştıracaktır.
LETAFET VE KESAFET: BİR ANDA ÇOK YERDE OLMAK
İnsanlar düşüncelerini genellikle geçmiş bilgileri ve tecrübeleri ile sınırlarlar, ve beş duyuları ile bizzat tecrübe etmedikleri şeyleri kabul etmekte zorlanırlar. İnsanlığın çok sayıda gözlem ve deneylere dayalı olan ve test ve teyid edilerek süzüle süzüle gelen genel birikimleri de ‘kanun’ olarak ifade edilir. Örneğin devri daim makinelerinin daha baştan önünü kesen ve onlara hayat hakkı tanımayan enerjinin korunumu kanunu, bu tür fizik kanunlarından biridir. Ancak, bu evrensel kanunlar ve prensipler, bazı incelikleri örtebilir ve gözden kaçan o inceliklerin derinliklerinde çok daha muhkem kanunlar gizlenmiş olabilir. Örneğin klasik fiziğin temelini oluşturan Newton kanunlarına göre zaman ve mekan bağımsızdır, ve yerdeki bir kişinin saati ile 1000 kilometre/saat hızla giden bir uçaktaki saat aynı zamanı gösterir. Yani makro evrendeki gözlemler Newton kanunlarını doğrular. Ancak ışık hızına yaklaşılınca zaman yavaşlamaya başlar. Saatte 30 bin kilometre hızla dünya etrafında dönen bir uyduda bile hızdan kaynaklanan zaman farkı dikkate alınmak zorundadır. Yani çok yüksek hızların söz konusu olduğu durumlarda olaylara klasik Newton fiziği kurallarıyla değil Einstein’in modern izafiyet teorisi prensipleriyle bakmamız gerekir – bunun nasıl böyle olduğunu pek anlamasak da. Einstein’ı modern fiziğin babası yapan zamanın mekana bağlılığı olayı, çağımızda artık sıradan bir bilimsel gerçek olmuştur.
Keza, yine tecrübelerimizle sabittir ki, bir elma aynı anda ancak bir yerde olabilir. Buzdolabındaysa masada olamaz, eğer masada ise demek ki artık buzdolabında değil (keşke olsaydı; o zaman ailelerin bütçeleri bayağı rahatlardı). Fakat yukarıda izah edildiği gibi atom altı parçacık seviyesine inince bu en temel gerçeklik de çözülmeye başlar. Örneğin parçacık fiziğinde en klasik deneylerden biri elektronun üzerinde iki delik bulunan bir kağıdın bir tarafından diğer tarafına her iki delikten aynı anda geçerek gitmesidir – bir kişinin içeriye bir evin iki kapısından aynı anda girmesi gibi. Yani bir şey aynı anda birden fazla yerde olabilmektedir. Aklımızın almakta zorlandığı ‘aynı anda birden çok yerde olma’ olgusu modern fizikte kuantum mekaniğinin en temel kavramlarından biridir. Varlığa sırf madde gözüyle bakınca ve maddedeki zaman ve mekan sınırlamalarını dikkate alınca bunu anlamak gerçekten zordur, ve Einstein gibi dahiler bile bunu kabullenememişlerdir. Bir anda çok yerde olma realitesini anlamanın yolu, nuraniyeti ve onun maddede bir yansıması olan letafet kavramını anlamaktan geçer.
Varlığı ancak laboratuvara sokarak deneylere tabi tutup ölçümler alabildiği şeylerle sınırlayan aklı gözüne inmiş maddeci yaklaşım, eski önyargılarını kırıp yeni bir açılım yapmayı reddetmekte, ve tezatlar içinde bocalamakta ısrar etmektedir. Halbuki fizik kanunlarına tabi olmamayı ve dolayısıyla zaman ve zemin üstündeliği temsil eden nuraniyetin bir varlık boyutu olarak kabulü (daha doğrusu kabulünün cesaretle ve dürüstçe itirafı) fizik biliminin de önünü açacaktır. Enteresandır ki varlığından hiç kimsenin şüphesi olmadığı yerçekimi gibi fizik kanunları bile nuranidir, ve hiç bir yerde olmadıkları halde her yerdedir. Katı maddeci yaklaşım fizik kanunlarının varlığını kabul ettiği sürece – ki aksi düşünülemez – nuraniyet kavramını zımnen de olsa kabul etmiş olmaktadır. Aksini iddia iki yüzlülüktür, ve objektif olması gereken bilimsel yaklaşımla bağdaşmaz.
Fizik bilimi varlığı madde ile sınırlayan materyalizm ideolojisinin kıskacından kurtulup bağımsızlığına kavuşmayı başarabilirse, tüm tecrübelerle varlığı sabit olan iradeyi de inkar etme garabetinden kurtulup gerçeğe bir adım daha yaklaşmış olacaktır. Nehre atılan biri ölü diğeri canlı iki insanın nehirdeki hareketleri arasındaki her fark, fizik üstüdür. Çünkü ölü cesedin hareketini bir şablon tarzında tamamen fizik kanunları belirlerken canlı insanın hareketini fizik kanunlarıyla beraber fizik üstü irade boyutunun bileşkesi belirlemektedir. Bu örneğin doğruluğunu kabul edip (ki aksini iddia söz konusu değildir) fizik üstülüğü inkar etmek bilimsellik değil bilimsel körlük ve hatta bilimsel bağnazlıktır.
Varlıklardaki bir çok sırrı ve bazan aklın almakta zorlandığı garip halleri anlamak için letafet (latiflik, nuranilik, incelik, hafiflik, ışıklılık, havailik) ve kesafet (katılık, madde-yoğunluk, ağırlık, sertlik, kütlük, zulmetlik, karanlıklılık) kavramlarını iyi anlamak gerekir. Zira materyalist felsefenin rağmına, bildiğimiz tüm fiziki varlıklar aslında letafet-kesafet karışımıdır, ve dolayısıyla değişen oranlarda latif ve kesif yönleri vardır. İnsanlarda bile kadın ve erkekler madde yani kesif malzeme olarak aynı olmalarına rağmen kadınlara letafet, zarafet, nezafet, ve nezaketlerinin ön plana çıkmasından dolayı cins-i latif denmiştir. O yüzden cins-i kesif olan erkeklerde pek de göze batmayan kaba saba hareketler kadınlarda melekliğe has letafetle bağdaşmadığı için çirkin düşmektedir. İnsan dahil tüm varlıklara ‘kesif birer madde külçesi’ veya ‘bir torba atom yığını’ olarak bakan karanlıklı felsefenin kulakları çınlasın. Ve ‘Bir ben vardır bende benden içeri’ diyen Yunus Emre’nin ruhu şad olsun.
Taş ve demir gibi cansız maddelerde kesafet esastır. Ancak onların bile dikkatli bakışlara görülen çok latif yönleri vardır. Canlılarda ise kesif bir tül gibi olan madde, arkasındaki latif manaların üzerinde yansıdığı bir perde görevini görmektedir. Örneğin bir kiraza veya kelebeğe bakan herhalde önce onlarda yansıyan ince sanatları ve latif manaları görür, ve letafetleri mana merkezi olan kalp ile hisseder. İnsan ise kesif bir beden ve latif bir ruh ile acayip bir letafet-kesafet karışımıdır, ve hakim olan unsura göre hüküm alır. Fiziki bir varlık olarak insan bedeni fizik kanunlarına tabidir, ve bir anda birden fazla yerde olamaz. Nurani bir varlık olan ruh ise zaman ve mekan üstüdür, ve hiçbir fizik kanunu onu hükmü altına alamaz. Dolayısıyla bir anda çok yerde ve hatta her yerde olabilir – aynen yer çekimi kanunu gibi. Ancak insan ruh ve bedeniyle bir bütün olduğu için, ruh ve beden birlikte hareket etmek durumundadır. Bu durumda baskın olan unsurun hükmü geçecektir. Kişi eğer bedenen semiz ruhen cılız ise, o ruh o bedende adeta hapis olacak ve ruhun adeta kesifleştiği o kişide kesafet esas olacaktır. Hatta kişi sadece bedenden ibaret olduğunu bile iddia edecektir. Ancak kişi ruhen gelişkin bedenen cılız ise tam tersi olacak, ve kişinin bedeni de letafet kesbedip kişide fizik kanunlarından ziyade nuraniyet kaideleri hakim olacaktır. O zaman da bu kişi letafet kesbetmiş bedeniyle beraber ruhun kanunlarına tabi olup aynı anda çok yerde bulunabilecektir. Ancak bir çok sırlar bunu yaygın değil istisnai bir durum yapacaktır.
Bu mesele, bedeni bir balona ruhu da havadan 7 kat daha hafif olan ve serbest bırakıldığında hızla yükselen helyum gazına benzeterek şöyle açıklanabilir: İçinde çok az helyum gazı bulunan bir balonu elimizden bırakırsak, balon yerçekiminin etkisiyle yere düşecektir. Yani latif helyum gazı birlikte olduğu kesif balon malzemesine hükmeden kanuna boyun edecektir. Böylelikle az şişmiş helyum balonu kesif bir madde gibi davranacaktır. Ancak balon helyum gazı ile iyice şişirilip bırakılırsa görülecektir ki helyum gazındaki yükselme kuvveti balona hükmeden düşme kuvvetine galip gelecek, ve helyum dolu kesif balon semalara doğru yükselecektir. Yani beden ruha ve ruhaniyetin kanunlarına tabi olacaktır.
İnsan helyum balonu gibi uçamasa da kendini her zaman vicdan terazisinde tartabilir, ve kendi letafet ve kesafet durumunu muhakeme edebilir. ‘Kendimi bir ton yükün altından kalkmış gibi hissediyorum’ sözünde ifadesini bulduğu gibi, insan bir iyilik yapınca kendini hafiflemiş hissetmesi ve bir kötülük yapınca da onun ağırlığından adeta omuzlarının çökmesi bu mananın bir yansımasıdır – yeter ki vicdan terazisi bozulmuş olmasın. İnsan ilim, iman, ve fazilet gibi nurani şeylerle meşgul olup letafet kesbettikçe, ayakları yerden kesilmese bile insaniyeten yükselir. O kadar ki cesedinin ağırlığını hissetmez bile. Bedeni burada olmasına rağmen rüyada olduğu gibi aklen, kalben, ve hissen çok değişik alemlerde gezer. Herhalde gerçek yoksulluk, varlığın bu boyutundan habersiz olmaktır.
Maddi kesif bir bedene ve ona letafet veren nurani bir ruha sahip olan insanın manevi kalbi, nuraniyetin en donanımlı bir merkezidir ve tüm nurani şeylerin alıcısı ve vericisidir. Aslında ‘pozitif enerji’ denen şey iradenin taallukuyla söz gibi taşıyıcılarla veya vasıtasız olarak kalpten kalbe iletilen nurani manalardır. İletilen mana ilim nuru olursa, buna telepati denir. Bu mana iyi dilek olursa, yine bir nur olan şifa olur. Muhabbet nuru olursa, saadet olur. Kur’an nuru olursa, gıda ve şifa olur. Eğer tasavvuftaki tabiriyle Şems-i Cazibedarın nuru olursa, cezbe ve istiğrak olur ve fizik kanunlarının bağları çözülmeye başlar. Acaba, insandan, varlığının farkında bile olmadığımız ve hatta inkar ettiğimiz nuraniyeti kaldırsak, geriye bir torba karanlık atomdan başka ne kalır?
TEOLOJİ VE NURANİYET
Kuantum mekaniğinde atom-altı parçacıkların bir anda birden fazla yerde olması ve birbirine zıt karakterlere bürünmesi nasıl kafa karışıklığına ve başlangıçta fizikçilerin ciddi itirazına sebep olmuşsa, teslimiyetin yerini kritik muhakemenin aldığı modern çağ teolojisinde de Allah’ın hiçbir yerde olmadığı halde her yerde olması ve bir anda çok yerde pek çok farklı şey yapıyor olması gibi klasik fiziğe aykırı kavramlar da ciddi şekilde sorgulanmış ve hatta bir kesim tarafından akla ve bilime aykırılık gerekçesiyle inkar edilmiştir. Bir modern çağ teoloğu olan Bediüzzaman Said Nursi, aklın kabulde zorlandığı bu tür karmaşık meseleleri Risale-i Nur ismini verdiği eserlerinde nur ve nuraniyet kavramlarıyla ve yari-nurani olarak nitelendirdiği güneş analojisini etkin bir şekilde kullanarak ve bunu akla merdiven yaparak kolaylıkla halletmiştir.
Bediüzzaman, varlıkları, aynadaki akislerine göre üç gruba ayırır: Kesif, maddi nurani (veya yarı nurani), ve nurani. Masa, sandalye, ve hatta insan gibi kesif maddî şeylerin aynadaki akisleri o şeylerin dışındadır ve ölüdür. Örneğin bir insanın kendisi canlıdır, nefes alır, görür, konuşur, sevinir, ve korkar; ancak aynadaki görüntüsü dış görünüşten başka hiç bir özelliğe sahip değildir. Parfümün kendisi güzel kokar, ancak aynadaki görüntüsü kokmaz. Bir kişi bir aynalar galerisine girse bin kişi olur, ancak canlı olan kişinin sadece kendisidir, diğerleri ölüdürler.
Maddeden yapılmış yarı-nuranilerin akisleri yani görüntüleri, asıllarının aynı olmamakla beraber gayrı da değildir. Asıl ile görüntünün mahiyetleri farklı kalmakla birlikte görüntü, aslın bir çok özelliğine sahiptir. Bediüzzaman, maddî nuranilere örnek olarak güneşi verir: “Meselâ, şems dünyaya girdi, her bir âyinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, güneşin hassaları hükmünde olan hararet, ziya ve ziyadaki elvân-ı seb’a bulunuyor. Eğer, faraza, güneş zîşuur olsaydı harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvân-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsaydı o vakit, o tek ve yekta bir güneş, bir anda her bir âyinede bulunur, her birisini kendine bir nevi arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Her birimizle, âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.”8 Yani, dışarıya direk güneş almayan bir evi ve de güneşi görecek şekilde konan kocaman bir aynada akseden güneş, aynen güneşin kendisi gibi, eve ısı ve ışık ile beraber güneşin yedi rengini de verir. Yani aynadaki güneş, semadaki güneşin timsaliyle beraber bir çok özelliğine de sahiptir. O yüzden, küçük bir cam parçasından koca denizlere kadar aynı anda binlerle yerlerde olan yarı-nurani güneş, nuraniyeti ve vahidiyet ile ehadiyeti anlamak için mükemmel bir örnektir. Tüm parlak şeylerdeki akisler her yeri ihata eden aynı güneşe aittir (vahidiyet), ve her bir akis aksettiği yerin özelliklerine göre farklılıklar gösterir (ehadiyet).
Nurani varlıklar için zaman ve mekan söz konusu değildir, ve onların akis veya görüntüleri asıllarıyla aynıdır. Ancak, aksin asılla aynılık derecesi, aynanın kabiliyeti ile sınırlıdır. Örneğin nurani ve hayattar varlıklar olan meleklerin timsalleri hem canlıdır hem de meleklerle aynıdır. Dolayısıyla, Azrail tek bir melek olmasına rağmen, aynı anda binlerle yerde bulunabilir, ve her bir yerde değişik bir çehre ile değişik işler yapabilir. Hatta çok nuraniyet kesbetmiş mübarek zatların bir anda çok yerde bulunmaları veya bir anda uzak bir yere gidip gelmeleri meşhurdur. “Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir.” (İsra Sûresi, 17:1) ayetinde ifadesini bulan Mi’rac hadisesi, özü nur olup nuraniyetin bir timsali olan bir Zat için hiç de şaşılacak bir olay değildir.
Kur’an-ı Kerim’de “Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir. Göklerin ve yerin tedbir ve tasarrufu Ona aittir.” (Zümer Sûresi, 39:62-63). “Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, O’nun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir. Şanı ne yücedir Onun ki, her şeyin hüküm ve tasarrufu elindedir.” (Yâsin Sûresi, 36:82-83). “De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, birdir, mutlak hakimiyet sahibidir.” (Ra’d Sûresi, 13:16). “Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin.” (En’am Sûresi, 6:59). “De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. O, Samed’dir’” (İhlas, 112:1-2) gibi yaratılışla ilgili bir çok ayet ancak nuraniyet kavramıyla ve Allah’ın Nur olması ve hatta tüm nurların kaynağı olmasıyla izah edilebilir.
Nitekim şu tür sorular çoklukla sorulmaktadır: “Ey ehl-i tevhid! Siz diyorsunuz ki:’Hâlık-ı Âlem birdir, Ehaddir, Sameddir. Hem her şeyin Hâlıkı O’dur. Ehadiyet-i Zâtiyesiyle beraber, doğrudan doğruya her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin anahtarı kabzasında, herşeyin nâsiyesini tutuyor, bir iş bir işe mâni olmuyor, bütün eşyada bütün ahvâliyle bir anda tasarruf edebilir.’ Böyle acip bir hakikate nasıl inanılabilir? Müşahhas birtek zât nihayetsiz yerlerde nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi?”9
Bu ve benzeri sorulara tatmin edici cevab, Allah’ın nuraniyetidir, ve o da güneş örneğiyle akla yaklaştırılabilir: “Mesela güneş, müşahhas bir cüz’î olduğu halde, parlak eşya vasıtasıyla bir küllî hükmüne geçer. Zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ her bir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, bir misâlî güneşi, onların kabiliyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zâtının bir nevi misâli, her bir parlak cisimde bulunur. Faraza, güneşin ilmi, şuuru bulunsaydı, her âyine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, her şeyle bizzat temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ gözbebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi. Bir şey, bir şeye mâni olmazdı. Bir muhabere, bir muhabereye sed çekmezdi. Her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı. Acaba, bir Zâtın bin bir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz’î ve câmid bir âyinesi hükmünde olan güneş, böyle teşahhusuyla beraber, küllî yerlerde küllî işlere mazhar olsa, o Zât-ı Zülcelâl, ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?”10
Nuraniyet sırrını ve Allah’ın nuraniyetini anlamayanlar, iyilik ve kötülük tanrıları icad etmek ve semayı tanrıların savaş alanı olarak tahayyül etmek zorunda kalmışlardır. Fen bilimleri tahsil edenlerin de, hiçbir yerde olmadığı halde her zaman her yerde tüm vasıflarıyla hazır ve nazır bulunan bir ilahı akıllarına sığıştıramamalarının sebebi, yine nuraniyetten habersiz olmaktır. Aynı fenciler, yedikleri abur cubur şeylerden karanlık bir ortamda elsiz ve gözsüz olarak biyoteknoloji harikası gayet hijyenik bir yumurtanın yapımını, ne yaptığından haberi olmayan bir tavuğa vermek, ve de yumurtadaki malzemenin 21 günde hiç bir el değmeden ve alet karışmadan gözümüz önünde kendi kendine bir sanat şahikası ve yaratılış mucizesi bir civcive dönüvermesini alelade tabii bir olay olarak görmezden gelmek zorunda kalmışlardır. Akla uygun ve mantıken tutarlı bir izah vermekten aciz kaldıkları zaman da her şeyi evrim kara kutusuna havale edip işin içinden çıkmışlardır. Aslında dikkatlice irdelense görülecektir ki her yerde her şeyi yaptığı iddia edilen ‘evrim’in kendisine atfedilen şeylerin faili olabilmesi için ilim, irade, kudret, ve hikmetle mücehhez uluhiyeti ile beraber nuraniyet vasfı da olması gerekir. Hıristiyan aleminde de nuraniyet kavramı iyi anlaşılmadığı için Halık-ı Kainatın her şeyi görür bir gözü ve her şeye yeter bir gücü olduğu anlayışında gedikler oluşmuş, ve şirke çok dehlizler açılmıştır.
Bediüzzaman, 32. Söz’de, yaradılışta cereyan eden nuraniyeti bir ağaç ve meyve örneğiyle müsahhas hale getirir. Sonra da bu gözlemden hareketle tümevarım (induction) ile olayı geneller: “Şu ağacın lâakal on bin meyvesi var. Her bir meyvesinin lâakal yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek, bir anda, beraber bir san’at ve icada mazhardırlar. Halbuki, şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz’î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tabir edilen bir cilve-i irade-i İlâhiye ve bir nüve-i emr-i Rabbânî ile, şu ağacın kavânîn-i teşkiliyesinin merkeziyeti, her dalın başında, herbir meyvenin içinde, her bir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin bir şeyini noksan bırakmayarak, birbirine mâni olmayarak onunla yapılır.
Ve o bir tek cilve-i irade ve o kanun-u emrî, ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünkü gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişar ile olsaydı, izi ve eseri görülecekti. Belki, bizzat tecezzî ve intişar etmeden her birisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine, o küllî işler münâfi olmuyor. Hattâ denilebilir ki, o cilve-i irade, o kanun-u emrî, o ukde-i hayatiye her birinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. Güya şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin birer gözü, birer kulağı var.
Belki ağacın her bir cüz’ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki, uzun vasıtaları, perde olup bir mâni teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.
Madem, bilmüşahede, Zât-ı Ehad-i Samedin irade gibi bir sıfatının birtek cilve-i cüz’îsi bilmüşahede milyon yerde, milyonlar işe vasıtasız medar olur. Elbette, Zât-ı Zülcelâlin tecellî-i kudret ve iradesiyle, şecere-i hilkati bütün ecza ve zerratıyla beraber tasarruf edebilmesine şuhud derecesinde yakîn etmek lâzım gelir.”11
Bediüzzaman, devamla, güneş, ağaç, ve ruhlu varlıklarda görülen nuraniyet cilvelerini merdiven yaparak nazarları yukarıya çevirir ve ilahi nurani güneşi mantık silsilesi içinde veciz bir tarzda gözleri kamaştıracak şiddette akıl gözünün önüne serer:
“Madem güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhanî gibi maddeyle mukayyed nim-nuranî masnular ve şu çınar ağacının mânevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatı ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve iradî cilveler, nuraniyet sırrıyla, bir yerde iken ve bir tek müşahhas cüz’î oldukları halde pek çok yerlerde ve pek çok işlerde bilmüşahede bulunabilirler. Ve madde ile mukayyed bir cüz’î oldukları halde, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Ve bir anda, bir cüz-ü ihtiyarî ile pek çok muhtelif işleri bilmüşahede kesb ederler. Sen de görüyorsun ve inkâr edemezsin.
Acaba, maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberrâ; hem şu umum envar ve şu bütün nuraniyat, onun envâr-ı kudsiye-i esmâiyesinin kesif bir gölgesi ve zılâli; hem umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i berzah ve âlem-i misal, nim-şeffaf bir âyine-i cemâli; hem sıfâtı muhîta ve şuûnâtı külliye olan birtek Zât-ı Akdesin irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zâhir olan tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef’âli içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş Ona ağır gelebilir? Hangi yer Ondan gizlenebilir? Hangi fert Ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesbetmeden Ona yanaşabilir? Hiç eşya Ondan gizlenebilir mi? Hiç bir iş bir işe mâni olur mu? Hiç bir yer Onun huzurundan hâli kalır mı?
İbn-i Abbas Radıyallahu Anhın dediği gibi, “her bir mevcuda bakar birer mânevî basarı ve işitir birer mânevî sem’i“ bulunmaz mı? Silsile-i eşya, Onun evâmir ve kanunlarının sür’atle cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçmez mi? Mevâni ve avâik Onun tasarrufuna vesâil ve vesait olamaz mı? Esbab ve vesait sırf zâhirî bir perde olamaz mı? Hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde bulunmaz mı? Hiç tahayyüz ve temekküne muhtaç olur mu? Hiç uzaklık ve küçüklük ve tabakat-ı vücudun perdeleri Onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mâni olabilir mi?
Hem, hiç maddîlerin, mümkünlerin, kesiflerin, kesirlerin, mukayyetlerin, mahdutların hassaları ve maddenin ve imkânın ve kesafetin ve kesretin ve takayyüdün ve mahdudiyetin mahsus ve münhasır lâzımları olan tagayyür, tebeddül, tahayyüz ve tecezzî gibi emirler, maddeden mücerred ve Vâcibü’l-Vücud ve Nuru’l-Envar ve Vâhid-i Ehad ve kuyuddan münezzeh ve huduttan müberrâ ve kusurdan mukaddes ve noksandan muallâ bir Zât-ı Akdese lâhik olabilir mi? Acz hiç Ona yakışır mı? Kusur hiç Onun dâmen-i izzetine yanaşır mı?”12
Bediüzzzaman, mahir bir fen bilimcisi gibi dikkatli gözlemlerle varlıklarda yansıyan gerçeklikleri önce teşhis eder ve onu adeta bir cımbızla ayrıştırır, sonra da ucunu keşfettiği bu kanunun kaynağına intikal eder. Çünkü gerçek, ancak kaynağına ulaşılabilirse mükemmelleşir ve genelleşir. Örneğin yarı-nurani güneşin, ışığıyla bize adeta gözbebeğimizden yakın olduğu ve bizi ısı, ışık, ve renkleriyle kuşattığı halde bizim fizik kanunlarıyla kayıtlanmış kesif bedenimiz yüzünden güneşten uzak olmamız gözlemi, ‘iki şey birbirinden son derece uzak iken birinin diğerine son derece yakın olabileceği gerçeğini’ görmemizi sağlamakta, ve bu iki şey arasındaki farkları irdelememize imkan vermektedir. Bu da nuraniyeti anlamanın yolunu açmaktadır
KAPANIŞ
Avrupa’da 1920’lerde tesis edilmeye başlayan ve atom altı dünyada Newton mekaniğinin saltanatını yıkıp kendi hakimiyetini tartışılmaz netlikte kuran Kauntum mekaniği veya teorisi, madde ile ilgili birçok ezberleri bozmuş ve varlık anlayışımızı derinden etkilemiştir. Kuantum mekaniğinin ilk kurbanı, her şeyin maddeden ibaret olduğu ve her şeyin deterministik fizik kanunlarıyla açıklanabileceği anlayışı olmuştur. Kauntum realitesinin su yüzüne çıkmasıyla ve bilimin en sağlam zemini olarak bilinen zaman-mekan anlayışının, atomaltı parçacıkların bir anda çok yerde olması ve aşılamaz olarak bilinen ışık hızından çok daha büyük bir hızla (daha doğrusu zamansız olarak) haberleşmelerinin dikkatli ölçümler ve gözlemlerle teyid edilmesi sonucu çökmesiyle büyük bir boşluk oluşmuş ve bu boşluk hala doldurulamamıştır. Bir zamanlar her şeyi anladıkları zannedilen önde gelen fizikçiler birden bire hiçbir şeyi anlamaz duruma düşmüşlerdir. Ortaya çıkan yeni fenomeni, paralel evrenler gibi kimseyi tatmin etmeyen ütopik teorilerle izah etme gayretleri de fikir jimnastiğinden ileri gidememiştir.
Kuantum mekaniği aslında zaman ve mekan üstülüğün, yani bir anda çok yerde olmanın ve her yere bir anda gidebilmenin, yani nuraniyetin, inkarı mümkün olmayan bir realite olduğunu kör gözlere bile göstermektedir. Atom üstü dünyada nuraniyeti hapseden deterministik Newton kanunları ve dolayısıyla kesafet hakim iken, atom altı dünyada madde latifleşmekte ve nuraniyet bariz bir tarzda hükmetmeye başlamaktadır. Bu gözlemler ışığında takınılması gereken en objektif yaklaşım, bilim kurumu tarafından nuraniyetin bir fenomen (vakıa) olduğunun itiraf ve ilan edilmesi, ve varlıklara sadece maddî objeler olarak değil, maddî ve nuranî objeler olarak bakılmasıdır. Nuraniyet vasfı, atom altı dünyada her seviyede, atom üstü dünyada ise canlılarda ve bilhassa insanlara da hakim olan özelliktir.
Nuraniyet kavramı ve yarı-nurani bir varlık olan güneş analojisi ile, teolojide de aklı zorlayan ve deterministik felsefe ile şartlanmış aklın kabul edemeyeceği birçok mesele kolayca halledilebilmektedir. O yüzden nuraniyet kavramı, hem fen bilimlerinde hem de sosyal bilimlerde olmazsa olmaz bir kavram olarak yerini almalıdır. Bu yola girilirse din ve bilimin birbirine yaklaşacağı ve bu olursa çok kötü şeyler olacağı yersiz korkuları ve asılsız telaşları da artık terk edilmelidir. İnsanlığın saadeti, insanların hayatında büyük rol oynayan bu iki büyük kurumun eski kırgınlıkları ve birbirini inkarı bırakıp barış yapmalarını ve birbirlerine destek olmalarını gerektirmektedir. Oluşacak olumlu hava, her iki kurumun da gelişimine katkı yapacaktır.
1 Ömer Çelik, ‘Kur’an-ı Kerim’de Nur Kavramı’, MÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 16-17, 1998-1999.
2 http://en.wikipedia.org/wiki/Big_Bang
3 Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 496. http://www.sorularlarisale.com
4 Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 497. http://www.sorularlarisale.com
5 http://en.wikipedia.org/wiki/Big_Bang
6 Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 20. Söz, İkinci Makam, s. 347-349. http://www.sorularlarisale.com
7 Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 497. http://www.sorularlarisale.com
8 Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 16. Söz, s. 272-273. http://www.sorularlarisale.com
9 Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, İkinci Mevkıf, s. 828. http://www.sorularlarisale.com
10 Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, İkinci Mevkıf, s. 829. http://www.sorularlarisale.com
11 Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, İkinci Mevkıf, s. 829-830. http://www.sorularlarisale.com
12 Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, İkinci Mevkıf, s. 830-831. http://www.sorularlarisale.com
Merhaba bu bilgileri kitap ismi olarak alabilirmiyim? Tabi kaynak tek bir kitap mı bilemiyorum,buradan uzun soluklu okuyamıyorum…
Harika ve Hakikatlerle dolu ve çok kuvvetli esaslara müstenid bir makale olmuş . Tebrikler. Anlaşılıyor ki şu makale de mevzusu gibi nuraniyete mazhar bir akıldan neşet etmiş.
Bu konuya özel bir ilgim var . Teşekkürler. Devamını da beklerim.
Bize anadilimizde sunmuş olduğunuz bu bilgiler için çok teşekkür ederiz hocam
örnek almak istediğim profesörlerden birisiniz , maşallah <3
Merhaba Sayın Hocam, öğrenim hayatında, ders kitaplarında adınızı çokça okumuş, anılarınızı ve başarılarınızı hocalarından çok kez dinlemiş bir öğrenciniz ve çiçeği burnunda bir meslektaşınız olarak size teşekkür etmek istedim. Üzerimizde çok fazla emeğiniz var. Sitenizi henüz keşfettim ve sadece mühendislik alanında yazmış olabileceğinizi düşünmüştüm. Yazıların başlıklarını okuduğumda ise öyle şaşırdım öyle sevindim ki… Dilerim biz gençler de bizim için harcanmış onca emeğe, onca zamana layık hizmetlerde bulunabiliriz, tıpkı sizin gibi. Şükran ve saygılarımı sunarım,
Değerli hocam Allah sizden razı olsun, değerli yazılarınız ve çalışmalarınız için. Nuraniyet konusu bana İbn_i Abbas’tan rivayet edilen bir hadisi çağrıştırdı. Hadisi-Şerif’in bir kısmı.”Allahım! Kalbime bir nur, kabrime bir nur ver; önüme bir nur, arkama bir nur ver; sağıma bir nur, soluma bir nur ver; üstüme bir nur, altıma bir nur ver; kulağıma bir nur, gözüme bir nur ver; saçıma bir nur, derime bir nur ver; etime bir nur, kanıma bir nur ver; kemiklerime bir nur koy! Allahım nurumu büyüt, (söylediklerimin hepsine bedel olacak) bir nur ver, (söylenmeyenleri de kuşatacak) bir nur daha ver!”
Tirmizi, Da’avat 30, (3415)
Saygı ve hürmetlerimle…
Hocam tarifsiz bir mutlulukla Allah ebeden razı olsun diyorum. Bu yazıyı yazan kaleminizi tutan ellerinizden de hürmetle öperim. Hakikaten duygularımı tarif etmem çok zor, belki nuraniyetin bir sırrıdır. Bilhassa madde ve mana (maneviyat) arasında çok güzel bir köprü kurulmuş. Hem de bu son 2022 Nobel Fizik ödülünden sonra Birleşik Teori teklifiniz, madde ve mananın bütünleşeceğini ya da daha doğru bir ifadesiyle nuraniyet ve kesafetin birliğini veya farklarını fark ettirecektir inşallah. Nurlar’dan bu parçaları hiç böyle okumamıştım. Meslekî olarak da belki uzağım diyebilirim ancak inşallah çok istifade ettim. Her şey her şeyle bağlı. 🙂 Çok teşekkür ederim, Allah istikamette ve fikir hayatında sizleri terakki ettirsin.