YASAKÇI YAKLAŞIM: VATANSEVERLİK Mİ YOKSA HAMASET Mİ?  

 

Son zamanlarda Türkiye’nin yıllardır resmî ezberlerin arkasına saklanıp yüzleşmekten kaçındığı konularla ilgili tartışmalar artarak devam ediyor, ve Ermeni soykırımı iddiası meselesi, Fener Rum Patrikhanesi, ve Heybeliada Ruhban Okulu bu tartısmalarda önemli bir yer tutuyor. Gönül ister ki ülkenin geleceğini yakından ilgilendiren bu tür tartışmalar kafalardakı yasakları bir kenara itip akla dayanarak ve “hakiki mürşid ilimdir” sözünü rehber edinerek yapılsın. Böylelikle de özgür düşünce ve yaratıcılığın prangalardan sıyrılıp gelişmesine uygun bir zemin oluşturulsun.

Türkiye dünya sıralamasında “az gelişmiş” veya daha kibar bir ifadeyle “gelişmekte olan”  bir ülke olarak yer alıyor, ve genellikle kişi başına düşen millî gelir gelişmişliğin bir ölçüsü olarak görülüyor. Ama gerçek gelişmişliğin ölçüsü fikrî veya ilmî gelişmişliktir, ve ekonomik gelişmişlik fikir ve ilimdeki gelişmişliğin tabiî bir meyvesidir. Bireyleri fikren gelişmiş ve ilimle techiz edilmiş ülkelerin modern dünyanın en zengin, en kuvvetli, ve en müreffeh ülkeleri olması tesadüf değildir. Akıl, ilim, ve fikir özgürlüğüne sırtını dönenlerin hazin durumu ise yasakçı ve bağnaz zihniyetler için bir ibret levhası olarak durmaktadır.

 

Sözde ve Özde Fikir Özgürlüğü

Türkiye’de aslında fikir özgürlüğü olduğunu, ve sadece bazı “tehlikeli” fikirlerin ifadesinin ve bazı kurumları eleştiri veya tahkir ile zayıflatmanın dışında herşeyin serbest olduğunu iddia edenlere şunu söylemek gerekir: Eğer bir ülke veya kurum fikir ifadesi veya eleştiriden – haksız eleştiri bile olsa – ciddî hasar görecek kadar zayıfsa, o ülke veya kurumun çok daha derin dertleri var demektir, ve önce acilen o dertlere eğilmesi gerekir. Korku ve telaşın ecele faydası yoktur. Doktora hastasına kanserli olduğunu söylemeyi yasaklamak, hastayı korumak değil onu ölüme mahkum etmektir. Aslında bir ülke veya kuruma en büyük hakareti edenler, o ülke veya kurumun değişik fikir ve eleştirilerle sarsılacak kadar zayıf olduğunu, ve ancak bu tür yasakçı korumalarla ayakta kalabileceğini îma edenler ve dünyaya ilan edenlerdir. Kendisine güvenen ve dünya çapında olduğunu iddia eden bir futbol takımı, oyunu açık sahada ve dünya kurallarıyla oynar. Yoksa gol yemesin diye kalesi önüne duvar örmeye kalkan bir takım, sadece zayıflığını ve dünyadan kopukluğunu gösterir. Keza, kalesi önüne duvar örerek ve rakip takımın kendi yarı sahasına girmesini yasaklıyarak maçı 12-0 kazanan bir takımın büyüklük iddiaları ise gülüçtür, ve kendisine, ülkesine, ve taraftarlarına bir hakarettir. Bunda ısrar ise hamasettir. Bilgi gündüzünden ve hürriyet güneşinden ancak korkak karanlık kuşları rahatsız olur.

Fikir filizleri, ancak serbestlik zemininde ve parlak hürriyet güneşi altında tam olarak gelişir, ve heybetli bir ağaç olur. Mayınlı yollardan kimse gitmek istemez, gitse bile temkinli olarak ve yavaş yavaş gider – mayınlar açıkça işaretlenmis olsa bile. Bir ülkeyi mayınlı yollardan gitmeye zorlamak, o ülkeyi geri kalmaya mahkum etmeye eşdeğerdir. Artık apaçık görülmüyor mu ki medeniyet yolunda en hızlı ilerliyenler savunma içgüdüsüyle fikir ve düşünce yollarından mayınları kaldırmakta nazlananlar değil, aksine bu yolları asfaltlıyanlardır? Fikir tarlasını yasak mayınlarından geçilmez hale getirenler, bir de oturmuş bu milletten dünya çapında sanatçı, fikir insanları, Nobel alan bilim insanları çıkmadığını ifade ederek adeta 70 milyonu aşağılıyorlar. Görmüyorlar mı ki ABD gibi değişik düşünce ve yaratıcılığın tırpanlanmak yerine teşvik edildiği yerlerde Tükler de az sayılarına rağmen dünya çapında başarılara imza atıyorlar, ödüller alıyorlar, ve dünyanın gidişatına yön veriyorlar? Ve yine görmüyorlar mı ki yasakçılıkla geri kalmışlık, ve fikir hürriyeti ile gelişmişlik yapışık ikizler gibi birbirinden ayrılmıyorlar?

Her zamanın bir hükmü vardır. Zamanının geçerli akçesini bilmeyen ve zamanın akış istikametini görmeyen, akıntıya karşı kürek çeken gibidir, ve bütün emekleri boşa gitmeye mahkumdur. Eskiden zaman makinesini çeviren kaba kuvvet idi, ve kılıcı keskin olan yükselirdi. Bugünkü küreselleşen dünyanın hakim kuvveti ise akıl, ilim, sevgi, vicdan, ve kamuoyudur, ve bunu gözardı edip kuvveti esas alanlar ise ne kadar kuvvetli olurlarsa olsunlar, zaman duvarına çarpıp tepe taklak düşeceklerdir – şu anda supergüç olsalar bile. Yeni milenyumda sadece aklı keskin ve kalbi parlak olanlar, ve akıl ve ilme dayananlar yükselecektir. Yani, baskı yerine sevgiyi esas alanlar, ve hisleri akıl ve fikirlerine tabi olanlar yükselirken eski alışkanlıklarla hisleri akılllarının önünde gidenler düşeceklerdir. Sinsi bozguncular tarafından ulvî hisleri tahrik edilerek sokağa dökülen ve kötü emellere alet edilerek ortada bırakılan saf ve cahil halk yığınları aklı devre dışı bırakıp hislerle hareket etmenin vahematini göstermektedir, ve geçmişte bunun acı örnekleri yaşanmıştır. Hisleri ile hareket eden toplumlar her türlü provokasyon ve manipulasyona açıktır, ve bir avuç toplum mühendisi tarafından kolayca yönlendirililebilir. Ama unutmamak gerekir ki, hisleri ile kalkan zararla oturur.

 

Aklın Hislerin Önüne Geçmesi: AB Örneği

1950’lerde temelleri atılan ve Avrupa’nın sıhhatli bir şekilde bügünkü modern ve saygın hale gelmesinde büyük bir paya sahip olan Avrupa Birliği, 20. asrın ilk yarısında milyonlarca insana mezar olan eski Avrupayla tam bir tezat oluşturmaktadır,  ve kör hisler yerine ilim ve akl-ı selim esas alındığında neler olabileceğini göstermesi bakımından son derece manidar bir ibret levhası sunmaktadiır. Yarım asırlık bu AB sürecinden öğrenilecek çok dersler vardır. En önemlisi, Almanya ve Fransa’nın savaştan gerekli dersi alıp, geçmişteki düşmanlıkları alevlendirerek devam ettirmek yerine bütün gayretlerini gelecekte bu tür çatışmaların tekrarlanmasını önleyecek tedbirler almaya hasretmeleri, ve daha yerdeki kan kurumadan Avrupa’yı bir barış kıtası haline getirecek bir birliğin temellerini atmalarıdır. Bizde “barış” sözünü kimseye kaptırmayan ancak barış konusunda insiyatif almak şöyle dursun bu tür yaklaşımlara şüphe ile bakan ve 80 yıl önceki düşmanlıkları sanki dün olmuş gibi zihinlerde canlı tutmayı milliyetçilik sayanların AB tablosunu dikkatle incelemeleri lazımdır. Eğer Avrupa eski düşmanlık ve bağnazlıklarında ısrar etseydi, kabaran evham ve güvensizlik hisleriyle medenileşme yerine askerî harcama yarışına girseydi, bugün Avrupa topraklarında barış ve refah üzerinde yükselen ve dünyanın gözünü kamaştıran dev bir AB abidesi yerine ızdırap ve gözyaşları arasında kalmış çok sayıda anıt mezar yükseliyor olacaktı. Birinci dünya savaşından ders alınsaydı, 50 milyonunun hayatına mal olan ve dünyayı yok oluşun eşiğine getiren ikinci dünya savaşı olmayacaktı. İkinci dünya savaşından ders alınmasaydı, bugün belki de dünyada bu makaleyi yazacak ve oluyacak kimse olmayacaktı.

Almanya ve Fransa, 2. dünya savaşından hemen sonra geçmişe sırtını çevirip geleceğe yönelerek depreşen kör hislerinin değil akıl ve ilim rehberliğinde bir barış ve medeniyet projesi başlatmakla ne kaybetti? Biz 80 yıldır düşmanlık edebiyatı yaparak hamaset hislerini okşayıp durmakla ve geleceğe yönelmek yerine geçmişın karanlıklarına çakılıp kalmakla, ve yeni başarılara imza atmak yerine haylaz mirasyediler gibi geçmişin başarılarıyla övünüp durmakla ne kazandık? Ve aynı yanlışta ısrarın kime ne faydası var?

Aşiretler arası kan davalarının ne kadar insanlık ve çağ dışı bir cehalet ve vahşet olduğunu, bu düşmanlıkları sürdürmenin fayda değil sadece zarar getireceğini, ve aklın gereğinin bu düşmanlıklara son verip dostluk kurmak olduğunu söylüyoruz ve filimlerde işliyoruz, ama nedense ülkeler arası kan davası güdüp düşmanlıları körüklemeyi milliyetçilık zannediyoruz. Kan davası gütmenin aşiretlere ne kadar faydası olmuşsa, geçmiş düşmanlıkları günümüze taşıyıp durmanın ve “şunlardan dost olmaz” klişelerinin de ülkelere o kadar faydası olacaktır. Eskiden düşman olan aşiretler pek âlâ dost olabilirler, ve olmuşlardır da. Modern geçinen ve muasır medeniyeti hedef, ve akıl ve ilmi rehber edindiğini söyleyen ülkeler aynısını niye yapamasın? Tabi sözlerinde samimi iseler. Modern dünya istikbalin aydınlıklarına koşarken, bazı hisleri canlı tutarak halklarını geçmişin dar bir zaman diliminde zillet zindanlarında yaşamaya mahkum edenler, o ülkenin büyükleri değil olsa olsa gardiyanlarıdır.

 

Bilimden Korkmak ve Fikirlerle Savaşmak

Yel değirmenlerini düşman telakki edip kılıç çeken ve onlarla savaşmaya kalkan kahramanların hikayelerini istihza ve tebessümle okuruz. Ama bundan daha hayret verici olan, bilgiyi ve fikirleri düşman ilan edip onlarla savaşmayı nedense kahramanlık zannederiz. Fikir ve ifade hürriyetinin en temel insanlık hak ve hürriyeti olduğu modern dünyada, fikirlerden korkmak ve onların dile getirilmesini kanun ve cezalarla engellemeye çalışmak, fikirleri “tehlikeli” görüp bu görülmez düşmanlara savaş ilan etmek, hangi akıl, ilim, ve izanla bağdaşır? Ve bilginin sınır tanımadığı bu iletişim çağında fikirlerin polisiye tedbir ve yasaklarla yok edilebileceğine hangi akıl sahibi inanır? Artık açıkça görülmüyor mu ki insanları birbiriyle kaynaştıran cehalet değil hakikat kıvılcımlarıdır, ve onlar da fikirlerin serbestçe çarpışmasından çıkar. On yıllarca Nazım Hikmet’i “vatan haini” ilan edip kitaplarını yasaklıyarak ve onun fikirlerini savunanları hapse atarak Türkiye ne kazandı? Ve şimdi ona itibarını iade ederek ve eserlerini serbest bırakarak ne kaybetti?

Acaba en büyük düşmanımızın fikir değil evham, ve bizim yerlerde sürünmemize en büyük sebebin kökleşmiş saplantılarımız olduğunu ne zaman idrak edeceğiz? Geçmişten bir örnek vermek gerekirse, 1980’li yıllarda cesaretimizi toplayarak Türk parasını koruma kanununu kaldırıp serbest konvörtibiliteye geçince döviz karaborsacılığından başka ne kaybettik? Eğer korku üretme merkezlerine kulak vererek felaket dellallarını dinleyip cebinde yabancı para taşıyanları hâlâ nezarete alıyor ve 20 dolarlık bir banka transferi için 20 imza almanın peşinde koşuyor olsaydık sefaletten başka ne kazanacaktık? Öyle görülüyor ki bu ülkede bazıları düşmanlıkları alevlendirmekle halkı korkutup sindirerek ve “vatanseverlik” kılıfı altında düşünürleri ürkütüp fikir dünyamızı kıraç topraklara çevirerek saltanatlarını sürdürmeye çalışıyor.

 

Ermeni Soykırımı İddiası ve Lakaytlığa Mahkumiyet

İnanması güç ama, yeni TCK’ya göre Kıbrıs ve Ermeni soykırımı gibi temel millî konularda devlet politikasına aykırı hareket edip menfaat sağlayanlara 10 yıla kadar hapis cezası verilebilecek (Milliyet, 14 Mart 2005). Yani, devlet politikalarına aykırı söylem geliştiren kişinin “hain” damgası yeyip hapse girmeyı göze alacak kadar “cesur” olması gerekiyor. Görünüşte böyle bir yasak vatanseverliğin bir tezahürü, ve bu yasağı koyanlar da en büyük vatanseverler. Bir de sonuca bakalım: Ernenilerin bu soykırım iddiası genel kabul görüyor, birçok ülke ve eyaletin parlemontoları soykırımı resmen tanıyor, ve anıtlar dikilmesini kabul ediyor. Türkiye gittikçe daralan bir kıskaç altına giriyor. Biz de olayları anlamaya çalışmak yerine, bunu onların bize gizliden besledikleri düşmanlıklarına delil olarak gösterip, düşmanlık ve nefret edebiyatı yapıyoruz.

Aslında olay çok basit: Modern dünya parlementoları, bir mahkeme heyeti gibi, sunulan delillere bakıyor, ve ona göre akıl ve ilim ışığında karar veriyor. Ermeniler ve sempatizanlarının bu konuda binlerle ifade edilen yayınları ve yıllar süren sistematik ikna faaliyetleri var. Bizim ise bu konudaki yayınlarımızin sayısı iki elin parmaklarının sayısını geçmez. Onlar da bağımsız ilmî araştırma sonuçlarını değil “devlet” görüşlerini yansıtan inandırıcılıktan yoksun resmî evrak niteliğindedir. Üniversitelerimizde bu konuda yeterli ilmî çalışmalar, ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan yayınlar da yok. Zaten olsa bile karşı tezin yasak olduğu bir ülkede tez ile ilgili yapılan ilmî araştırmaların ciddiye alınmasını beklemek saflık olur – aynen Saddam döneminde Saddam yönetimi ile ilgili Iraklı bilim adamlarının yapmış olabileceği “bilimsel” çalışmaların ciddiye alınamıyacaği gibi. Çünkü bunlar bilimsel çalışma değil olsa olsa “methiye” olur.

Birileri çıkıp dese ki Ermeni soykırımı iddialarını tüm dünya araştırabilir ve bu konuda araştırma sonuçlarını yayınlıyabilir, ama Türkler hariç; çünkü “Türk biliminsanları/araştırmacıları tek taraflı olmak zorundadır ve dolayesi ile bilimsel olamazlar, ve o yüzden onların önyargılı araştırmaları bilimsel olarak geçersizdir.” Bu kişilere ne kadar kızarız, ve bize hakaret eden bu kişileri Türk düşmanı ilan ederiz. Ama aslında gerçek Türk düşmanları – niyetleri ne kadar saf ve temiz olursa olsun – Ermeni soykırımı iddiasını kabul ve ifade etmeyi yasaklıyanlardır. Çünkü böyle bir yasak yukarıdaki iddialara meşruiyet ve inandırıcılık kazandırır, ve bu tartışmalarda Türk biliminsanları ve araştırmacılarını hükmen safdışı bırakır. Yani, Ermeni soykırımı iddiasının doğru olabileceğini ifade etmeyi yasaklamak veya bu intibayı vermek, Türk biliminsanı/araştırmacılarının bu konuda elini kolunu bağlayarak onları “yasaklı” hale getirmekle ve hatta onları bilimsel açıdan katletmekle eşdeğerdir. Neticeye bakarak diyebiliriz ki, Türk tarihçi/araştırmacılarının Ermeni soykırımı iddiaları konusunda araştırma/yayın yapmasını yasaklayıp meydanı Ermenilere bırakmak ne kadar vatanseverlik ise Ermeni soykırım iddialarını kabul etmeyi yasaklamak da o kadar vatanseverliktir. Bir mahkemede karşı taraf yüzlerce şahit getirirken iddiaları redderek, veya aleyhimizde konuşmayı yasakladığımız kişileri mahkemede şahit göştererek mahkemeyi kazanmayı ummak, en azından saflıktır. Mahkemeyi kaybedince de hakimin taraf tuttuğunu iddia etmek divaneliktir.

Şimdi Ermeni soykırımını iddiasına yasakçı yaklaşımın sonuçlarına bakalım: Acaba böyle bir yasak ve hapis tehtidi altında aklı başında bir tarihçi/araştırmacı bu konuda araştırma yapar mı? Yapsa da sonuçlarını yayınlar mı? Yani, asfalt yollar varken mayınlı yolda gider mi? Bu tür yasakların yıllardır Türkiye’ye verdiği zarar yetmedi mi ki bu yanlışta ısrar ediliyor? Akıl ve bilim yolunda gitmekten kim ne zarar görmüş ki ona “ihanet” gözüyle bakılıyor, ve cehalet ve bağnazlık “vatanperverlik” oluyor? Değişik platformlarda “bilimsel” yaklaşımın şampiyonluğunu yapanlar, devlet politikaları söz konusu olunca nedense bilime güvenmeyi ve doğrulara ancak bilimsel bir yaklaşımla ulaşılabileceğini ve bundan suçlu ve yalancılardan başka kimsenin korkmaması gerektiğini telkin etmek yerine yargısız infazın  avukatı kesiliveriyorlar.

Türkiye son aylarda nihayet akla ve ilme uygun bir hareketle dedi ki “Tüm arşivler açılsın, ve Ermeni soykırımı iddiaları tam bağımsız bir şekilde incelensin; biz Türkiye olarak bunun sonuçlarına katlanmaya hazırız.” Teklif Avrupa Parlentosundan da kuvvetli destek ve takdir gördü, ve eskiden Türkiye’ye uygulanan baskı şimdi Ermenistan’a çevrildi. Böyle bir manevra ile Türkiye, akıl ve bilimin gösterdiği yolda yürüyeceğini gösterdi, ve modern dünyanın saygısını kazandı. Acaba Türkiye’yi böyle “saygın” bir konuma taşıyanlar mı daha vatansever, yoksa Türkiye’yi akıl ve bilime kapalı bağnaz insanların yaşadığı bir üçüncü dünya ülkesi olarak gösterenler mi?

Yine Kıbrıs’ta bu yasakçı yaklaşım yüzünden Türkler tüm dünyada uzlaşmaz, çözüm ve barış istemeyen, komşularıyla kavgalı, modern dünyadan kopuk, işgalci, ve gaspçı insanlar olarak bilinirdi. Rumlar ise uzlaşmacı, barıştan yana, ve medenîce beraber yaşamayı arzu eden mazlum kişiler olarak. Sonunda Türk hükümeti “ihanet”le suçlanmayı göze alarak 1970’lerin eskimiş söylemlerini bırakıp gayet akılcı bir politika ile atağa geçti, ve bu resmi tersine çevirdi. Neticeye bakarak şimdi yine sormak lazım: Acaba 70 milyon Türk’ü uzlaşmaz, akıl ve medeniyetten yoksun, dünya gerçeklerinden kopuk insanlar olarak gösterenler mi daha milliyetçi yoksa bunun tam tersi bir tablo ile Türklere tüm dünyada saygınlık kazandıranlar, ve Kıbrıs Türklerini tecritten kurtarıp önünü açanlar mı?

Benzer bir olayı da son yıllarda yaşadık: Daha bir kaç yıl önce Kürtçe eğimi ve TV yayını yapılmasını savunmak, vatan haini damgası yemek için yeterliydi. Türkiye bu bağnazlıkları aştı, ve bugün “özürlü” de olsa yerel dillerde yayın yapılıyor, ve kurslar açılabiliyor. Peki, ne oldu? Kabuslar gerçek mi oldu? Zaten uydu aracılığı ile Kürtçe yayın yapan bir sürü kanal varken ve Türkiye’de bu kanallar serbestçe izlenebiliyorken Kürtçe yayının serbest olup olmamasını, bunun sınırlarını, içeriğini, vs tartışmak, akıldan istifa ve teknolojiyi inkar etmektir. Hani, Nasreddin Hoca, inekleri komsunun yerine girmesin diye tarlasının bir kenarına bir kapı yapıp kiletlemiş ya, onun misali. Tarlanın her tarafı açıkken bir kenara korkuluk gibi dikilen bir kapının çelik mi veya doğrama mı olacağını ve üzerine kaç kilit konacağını tartışmak, ve kapı için şartname hazırlamak, düsünce özürlüleri bile güldürecek bir komedidir. Yine neticeye bakarak diyebiliriz ki Kürtçe yayını yasaklamak veya bugün olduğu gibi bir sürü sınırlamalarla imkansız hale getirmek, menfi ve bozucu her türlü Kürtçe yayını serbest bırakıp müsbet ve yapıcı Kürtçe yayınları yasaklamak veya engellemek demektir. Ve bu vatanseverlik oluyorsa, dünya bazı yerlerde tersine dönüyor demektir.

Türkiye’de başka bir tabu kelime de “federasyon”. Böyle bir şeyi teklif etmek, savunmak, hatta îma etmek en büyük yasak. Sanki bir insanlık suçu. Hemen savunma reflekleri harekete geçiyor, ve ülke paramparça ediliveriyor. Hiç görmüyorlar mı ki ABD’den Almanya’ya, Kanada’dan İşviçre’ye dünyanin en modern ülkelerinin çoğu federasyonla idare ediliyorlar, ve akıl ve ilmin rehberliğinde giden ve özürsüz bir demokrasiye sahip olan bu ülkeler bizim dört elle yapıştığımız üniter yapıya geçmeyi düşünmüyorlar bile. Ülkedeki huzur, barış, ve verimliliği,  anında ve yerinde karar alabilmeyi ve çoğulculuğu sağlayan federe yapıya bağlıyorlar. İşte akıl, mantık, ilim, ve muasır medeniyete kapıyı sıkı sıkıya kapamış olmanın başka bir hazin örneği. Bu örnekten kastım federasyonu tartışmaya açmak değil, modern dünyadaki en modern uygulamaları bile bırakın almayı, tartışma zemininin bile olmayışının garabetine dikkatleri çekmek, ve lafta savunup durduğmuz “muasır medeniyet”e bile aslında ne kadar uzak ve yabancı olduğumuzu göstermek.

Türkiye federe bir yapıya geçerse parçalanır demek, Türkiye’de azımsanmıyacak bir kitlenin ülke ile aynı değerleri paylaşmadığını ve ülkeden kopmaya hazır olduğunu, ve kendi istekleri dışında zorla bir arada tutulduğunu itiraf ve ilan etmektir. Eğer böyle bir şey varsa, bunun sorumluluğu kucaklayıcı değil, dışlayıcı olan mevcut “yasakçı” politikaları geliştirenlere aittir, ve gerçek tehlike bu tür politikalara devam etmektir. Ülke birliğini muhafaza etmenin yolu, her kişi ve görüşe hayat hakkı vermekten, yani özgürlükleri genişletmekten, serbestiyetlerin esas alınıp yasakların istisna edilmesinden geçer. Yoksa ülke birliği, ülke etrafına demir bir kemer bağlıyarak ve herkesi aynı tip elbise giymeye zorlayıp ülkeyi yaşanmaz bir hale getirerek korunmaz. Çöken Sovyetler Birliği’nin demir perde tarihî yanılgısı bunun delilidir.

Bir ülke için en kıymetli değer hürriyettir, ve ülke insanlarının kendi kararlarını kendi hür iradeleri ile alabilmeleridir. Bugün dışarıda yaşayan milyonlarca vatandaşımız kendilerini ülkeleri dışında daha hür hissediyorlarsa, ABD’nin her yıl açtığı vatandaşlık hedefli yeşil kart kurasına yüzbinlerce vatandaşımız katılarak başka bir ülkenin hakimiyeti altında yaşamayı ve o ülkenin vatandaşı olmayı tercih ettiğini açıkça ilan ediyorsa, ve Avrupa Birliği yığılmadan telaş edip kapılarını Türklere açmaktan korkuyorsa, artık papağan gibi tekrarlayıp durduğumuz hamasî ezberleri bırakıp başımızı ellerimiz arasına alarak düşünmemizin zamanının geldiğini anlamamız gerekir.

 

Heybeliada Ruhban Okulu

Şimdi de akıl ve bilim ışığında, yaratabileceği sonuçları dikkate alarak Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması konusunu ele alalım. Bu okul 1 Ekim 1844 tarihinde Fener Rum Patrikhanesi tarafından Ortodoks öğretisi doğrultusunda teoloji eğitimi ve öğrenimi vermek ve din adamı yetiştirmek amacıyla açıldı, ve 1971’e kadar 127 yıl boyunca lise ve yüksek okul düzeyinde faaliyet göstermeye devam etti. Patrik dahil birçok üst ünvanlı din adamı yetiştiren bu okul da yasakçı ve tek tipçi yaklaşımdan nasibini aldı, ve 1971’de Anayasa Mahkemesinin özel okulların devletleştirilmesi kararının ardından bir üniversite veya ilahiyat fakültesine bağlı olarak eğitim vermeyi kabul etmeyince diğer özel yüksek okullar gibi kapanmak zorunda kaldı. Yani burada Heybeliada Ruhban Okulu’na has ve onu hedef alan bir kapatma söz konusu değil – bu tamamen devletin vatandaşlarına şüphe ile bakma ve herşeyi sıkı bir denetim ve gözetim altında tutma refleksinin bir yansıması.

Türkiye herhalde denetim dışında tutulan bir okulda öğrencilere zararlı fikirler aşılanabileceği ihtimalinden dolayı telaş etmiyordur – çünkü aynı şeyler sınırın diğer tarafında fazlasıyla yapılabilir, ve bir kaç eksik veya fazla birşeyi değiştirmez. Kaldı ki binlerce Türk genci – hatta bir kısmı devletten burslu olarak – yabancı ülkelerde her türlü denetimden uzak bir şekilde eğitim görmektedir, ve bunlar arasından Bakan ve Başbakanlar bile çıkmaktadır. Demek “denetimsiz” okullardan ülkeye zararlı insanlar çıkabileceği ve ülkenin geleceğini tehlikeye atabileceği tezine Türk devleti de pek inanmamaktadır, ve çok sayıda yabancı okulu Türkiye’dekilerle eşdeğer kabul etmektedir. Durum böyle iken ülkede tevhid-i tedrisatın varlığından bahsetmek ve hatta onu koruma gayretinde olmak en azından muhakeme yoksunluğudur. Yabancı ülkelerdeki özerk okullarla bir problemi olmayan Türkiye’nin kendi topraklarındaki özerk bir okulu problem yapması ve hatta bir tehdit olarak görmesi akıl ve mantıktan ne kadar uzak kalındığının ve evhamlara teslim olunduğunun bir göstergesidir.

Heybeliada Ruhban Okulu yaklaşık yarım asır cumhuriyet Türkiye’sinde problemsiz olarak faaliyet gösterdiğine göre, bu okulun ülkenin kuruluş felsefesiyle de bir problemi yok demektir. Bilginin hükmettiği, eğitimin baştacı edildiği, ve farklılıkların tehdit değil zenginlik olarak görüldüğü modern dünyada, Türkiye, eğitimden korkan, bilgiyi bir tehdit olarak gören, ve “okul kapatan” ve bu yasakta ısrar eden bir ülke konumundadır, ve bu garabete dikkat çeken yabancı devlet adamlarında da art niyet arama hamasetine düşmektedir. Şimdi tekrar soralım: Acaba bu yasakçı yaklaşımla 70 milyonu çağın hürriyetçi degerlerinden kopuk, akıl ve ilme sırtını dönmüş, okul ve eğitimden korkan, bağnaz insanlar olarak dünyaya teşhir edip küçük düşürenler mi daha vatansever, yoksa bu zillet ve çağdışılıktan kurtularak Türkiye’nin modern dünyada saygın yerini almasını isteyenler mi?

Olaya başka bir açıdan daha bakalım. Kendi ülkesinde azınlık konumundaki bir cemaata okul açma izni vermeyerek yasakçı bir yaklaşımı tasvip ettiğini gösteren bir Türkiye, başka ülkelerdeki Türk azınlıklar için de yasakçı uygulamalar için dayanak oluşturmakta, ve onların hürriyetlerine set çekmektedir. Türkiye eğer başka ülkelerdeki soydaşlarımızın hamisi olduğu ve onların menfaatini gözettiği iddiasında samimî ise, onların sahip olmasını istediği hakları buradaki azınlıklara vermeli, ve onların görmesini arzu ettiği muameleyi buradaki azınlıklara göstermelidir. Yani onlara bir “örnek” teşkil etmelidir. Ancak böylelikle muasır medeniyet yolunda ittirilerek yürütülen bir ülke konumundan çıkıp bu yolda öncülük yapan ve hayranlık uyandıran bir ülke konumuna gelebilir. Ülkesindeki azınlıkların serbestçe bir okul açmasını bile içine sindiremeyen bir Türkiye, dış dünyadaki Türk azınlıkların haklarını koruma iddiasında samimi olamaz, ve bu yüzden ciddiye de alınmaz.

Akıllı ülkeler, azınlık haklarına eksiksiz riayet ederler, ve bu hakları teminat altına alırlar. Azınlıkları memnun ederek onların minnetdarlığını kazanan ülkeler, aslında en büyük iyiliği kendilerine yapmış olurlar. Azınlıkları küstürenler ise kendilerini bütün bu faydalardan mahrum bırakırlar. Mesela Hitler 1930’lu yıllarda yahudi düşmanlığıyla Einstein gibi çok sayıda bilim adamını küstürüp onların ABD’ye göç etmesine sebep olmasaydı, atom bombası muhtemelen Almanya’da geliştirilecekti, ve 2. Dünya savaşının sonucu çok değişik olacaktı. Görülen o ki küçük hesaplar ve önyargılarla azınlıklara kötü davranan Hitler, aslında en büyük kötülüğü kendi milletine yapmıştır. Almanya’dan gelen göçmenlere kucak açan ABD ise, bu akıllı ve medeni davranışının karşılığını kat kat almış, dünyanın hayranlığiını kazanırken bir dünya süpergücü olmuştur. ABD’de bugün fen bilimleri ve mühendislik konularında master veya doktora derecesi olanların yaklaşık üçte biri ABD’ye sonradan gelip yerleşen yabancılardır. Öyle görülüyor ki ABD’nin teknolojide dünya lideri olmasında yabancı beyin gücünün, ve yabancıların ABD’ye gelmesinde de ABD’nin yabancılara karşı önyargısız, özgürlükçü, ve adaletli yaklaşımının büyük etkisi vardır. Mesela kendi ülkelerinde bile serbestçe okul açamayan yabancılar, ABD’de tam bir serbestiyete sahip okullar açabilmekte, ve müfredatlarını ve kılık kıyafetlerini de kendileri belirlemektedir. Şimdi tarihin ışığında yine sormak lazım: Acaba azınlıklara şüphe ile bakıp onlara verilen hakları kısmak ve böylelikle onları küstürmek mi daha büyük vatanseverlik, yoksa verilebilecek hakların en fazlasını verip onların memnuniyetini ve minnetdarlığını kazanmak mı?

 

Fener Rum Patrikhanesi

Fener Rum Ortodoks Patrikhanesinin tarihi yaklaşık 2000 yıl öncesine, M.S. 37 yılında St. Andrew tarafından kurulan bir kiliseye dayanır. M.S. 451 yılında 4. Ekümenik Konsül’ün kararları
ile Roma Patrikhanesi ile eşit sayılan Fener Patrikhanesi, Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından sonra, Bizans İmparatorluğu içindeki Hırıstiyanların dinî merkezi ve temsilcisi omuştur. 6. yüzyıl ortalarında Bizans Imparatoru, Patrik’e “Ekümenik” ünvanı vermiş, ve İstanbul’un fethinden sonra da Fatih bir ferman ile Patrik’e bazı ayrıcalıklar tanımıştır. Bugün Fener Rum Patriği, dünyada yaklaşik 250 milyon Ortodoks hırıstiyanın ruhanî liderliğini yapmaktadır.

Patrikhanenin İstanbul’da olması, bu 250 milyonluk Ortodoks dünyasının samimî sevgisini, takdirini, ve desteğini kazanmak ve müslümanlar ve Türkiye hakkındaki bazı olumsuz önyargıları ve hatta düşmanlıkları gidermek için muazzam bir fırsat sunmaktadır. Yeter ki meseleye şımdiye kadar burada görevi yapan 270 Patrik’ten 1-2’sinin dünyada milliyetçilik rüzgarlarının estiği zamanlarda gösterdikleri amaç dışı faaliyetleri yüzünden kan davası mentalitesiyle değil, akl-ı selim ile yaklaşılsın, ve geçmiş yerine geleceğe odaklanılsın. Bugün, geçmişteki savaş ve entrikalar yüzünden İngiltere veya Rusya’yı bir düşman ve tehdit olarak görmek ne kadar mantıksızlıksa, Patrikhaneye de o nazarla bakmak o derece bir mantıksızlıktır, ve geçmişin karanlıklarında yaşamaktır. 15 milyonluk bir şehrin ortasında bir kaç binalık bir kompleksi ülkeye tehdit olarak görmek, Türkiye’ye hakarettir, ve bu paranoya artık terkedilmelidir.

İstanbul’daki Patrikhanenin Katolik dünyasındaki karşılığı Roma’daki Vatikan’dır, ve “özerk” bir Vatikan’ın İtalya’ya sağladığı fayda ve zararları irdelemek meselemize ışık tutacaktır. İtalya, tüm dünya Katoliklerinin merkezini ve ruhanî liderini kendi topraklarında barındırmanın ve güvenliğini sağlamanın haklı gururunu yaşamakta, ve sadece Katoliklerin değil, tüm dünya hırıstiyanlarının takdirini ve beğenisini kazanmaktadır. Her sene milyonlarca turist Vatikanı ziyaret ve toplu ibadet için İtalya’ya gelmekte, ve İtalya ekonomisine ciddî bir katkı yapmaktadır. Vatikan’ı ziyarete gelen devlet başkanları ve diğer ileri gelenler de İtalya’ya prestij kazandırmakta, İtalya’nın diğer ülkelerle ilişkilerine olumlu katkı yapmaktadır. İtalya, herhalde kendisine tarihten miras kalan böyle bir cazibe merkezi için kendisini baya şanslı bir ülke olarak görüyordur, ve çok ülke İtalya’ya gıpta ile bakıyordur. Öyle zannediyorum ki Vatikan faraza başka bir ülkeye taşınmaya kalkacak olsa, bir çok ülke – Katolik olsun veya olmasın – Vatikan’ı alabilmek için kıyasaya bir yarışa girecek, ve papalığa birbirinden cazip teklifler sunacaklardır. Peki, Vatikan’ın İtalya’ya olan zararı nedir? Bir tek zarar düşünebilen beri gelsin. Vatikan’ın devlet içinde devlet olmasından rahatsız olan, ve bunu millî birlik ve bütünlüklerine bir tehdit olarak gören bir tek İtalyan var mı, merak ediyorum.

Şimdi Patrikhane’ye gelelim. Konuya insaf ölçüleri ile önyargısız olarak bakacak olursak gayet açık olarak görülür ki Vatikan’ın İtalya’ya sağladığı tüm faydaları, özerk bir Patrikhane Türkiye’ye fazlasıyla sağlıyabilir. Türkiye Patrikhaneyi uluslararası platformlarda başını ağrıtıp duran bir ur olarak görme hamasetini bırakıp onu tarihî bir miras ve kültürel bir zenginlik olarak görmeli, ve bu mirastan azamî istifade etme basiretini göstermelidir. Konuya akılcı bir yaklaşım Türkiye’ye muazzam ekonomik fayda ve prestij sağlamakla kalmayacak, bir çok asılsız şüphe ve güvensizliği de izale ederek dünya barışına büyük katkı sağlıyacaktır. Patrikhane’ye Vatikan’a benzer bir statü vermek ve hatta ona daha geniş yer tahdisinde bulunmak, dünya ve bilhassa AB ülkeleri kamoyunda yep yeni bir Türkiye imaji oluşmasını sağlayacak, “Türkiye Avrupalı değildir ve AB’ye üye olmamalıdır” diyenlerin seslerini kısacak, ve milyarlarca dolarlık reklamın sağlıyamıyacağı olumlu bir etki yapacaktır. Böyle bir atak, müslümanların hırıstiyan düşmanı olduğu önyargısını büyük ölçüde çürütecek, ve değişik din mensuplarının müslüman bir toplum içinde güvenle yaşıyabilecekleri ve serbestçe ibadetlerini yapabilecekleri tüm dünyaya gösterilecektir.

Peki, Türkiye Patrikhane ile ilgili tüm kısıtlamaları (Patrik’in Türk vatandaşi olmak zorunda olması gibi) kaldırarak Patrikhane’ye özerklik verirse bundan ne zarar görecek? Tek kelimeyle, hiç. Türkiye zaten her ülke konsolosluklarına benzer statü tanıyor, ve onlara diplomatik dokunulmazlık veriyor. Benzer bir şey Patrikhane için de pekala yapılabilir. Bu tür statü değişiklerine kanunlarımız izin vermez diyenlere şunu hatırlatmak lazım ki demokrasilerde halk kanunların mahkumu değil, hakimidir; ve kanunları gerekli gördüğü şekilde değiştirebilir. Yok eğer bu mümküm görülmüyor ve kanun koyucuyu aşıyorsa, o zaman bu rejimin adını doğru koymak, ve meclisten “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” levhasını indirmek lazımdır. Ve “Cumhuriyet” ve “Ulusal Egemenlik” bayramlarında da neyi kutladığımızı sorgulamak gerekir. Gerçek cumhuriyet, saplantı ve evhamların tahakkümü değil, akıl ve ilim ışığında doğru meşveretin hakimiyetidir. Bunu laiklikle bağdaştıramayanlara da şunu hatırlatmak lazım ki İtalya bizden daha az laik değildir.

Olayın diğer önemli bir boyutu da emsal teşkil etmesi, ve başta Yunanistan olmak üzere Türklerin ve müslümanların yoğun olarak yaşadığı bir çok ülkede müslümanların dinî temsilcilerinin statüsünün yükseltilmesinin önünün açılmasıdır. Patrikhane ve diğer dinî müesselere verilecek her türlü imtiyaz ve serbestlik, aslında Türkiye dışında yaşayan milyonlarca Türk ve müslümana verilecek imtiyaz ve serbestlik demektir, çünkü bunu netice verecektir. O yüzden Patrikhane meselesine bakarken başımızı yukarı kaldırıp konuyu tüm boyutlarıyla görmeye çalışmamız lazımdır. Yıllardır Batı Trakya’daki Türklerin maruz bırakıldığı baskı ve sıkıntılardan şikayet ediyoruz, ve birşey yapamamanın burukluğunu yaşıyoruz. İşte diğer ülkelerdeki Türk ve müslümanların sıkıntılarını dindirmek ve Avrupa’ya çağdaş medeniyet dersi vermek için önümüzde altın bir fırsat, ve aynı zamanda bunu ne kadar istediğimiz hakkında samimiyet sınavı. Ve bunu pazarlık konusu yapmadan, hiçbir karşılık beklemeden, sadece “doğru” olduğu için yapmak. Ve sonunda bize medeniyet ve insanlık dersi verip duran Avrupa’nın 70 milyon vatandaşımızın önünde saygı ile eğilmesini seyretmek. Şimdi tekrar sormak lazım: Acaba Patrikhane konusundaki akıl almaz bağnaz tutumlarıyla yıllardır Türkiye’yi uluslararası camiada zorda bırakan ve yurt dışındaki milyonlarca vatandaşımızın çektiği sıkıntıları sadece seyrederek bu ülkeye hizmet ettiğini zannedenler, gerçekten bu ülkeye iyilik mi ediyorlar, yoksa hamaset mi sergiliyorlar? Artık bilinmelidir ki global huzur ve barışın önündeki en büyük engel, kişilerin bakış açısını daraltan ve herşeye kuşku ve düşmanlıkla baktıran taassuptur. Taassubun sebebi cehalettir, ve onun da ilacı marifettir. Zaman, ilim zamanıdır.

 

Ayasofya: İki semavî dinin buluşup kucaklaşma noktası

Şimdi daha da ileri gidip şu teklifi yapıyorum: Gelin Ayasofya’yı hem müslümanlara hem de hırıstiyanlara ibadete açalım, ve her iki din mensupları için müstesna bir yeri olan bu tarihî mekanı dinler arası barış ve diyaloğun sembolü yapalım. Ve bunu hiçbir karşılık beklemeden ve hiç bir ön şart koşmadan yapalım. Bırakalım müslüman ve hırıstiyanlar aynı kubbe altında huzur ve güven içinde ibadet ederek bu iki semavî dinin milyarlarca mensuplarına kardeşlik ve hoşgörü dersi versinler. Bir ibret tablosu oluşturarak, asılsız şüphe ve önyargıları yıksınlar, ve düşmanlıkları dostluklara çevirsinler.

Böyle bir hareket kalıcı küresel barışın sağlanması yönünde dev bir adım olacaktır. Bir atom bombası etkisi yaparak, milyarların zihnindeki müslümanlarla ilgili “bağnaz” ve hatta “barbar” imajını yıkacak, ve olumsuz kanaatlerini sorgulamaya başlamalarını, ve zamanla olumluya çevirmelerini netice verecektir. Türkiye’yi de küresel barış ve huzurun tesisine çalışan önde gelen saygın ülkelerden biri yapacaktır. Böyle bir hareket, “medeniyetler çatışması” tehdidi altında tedirginleşen dünyamızda, barış ve huzura en muhtaç olduğumuz bir zamanda, “medeniyetler buluşması”nın ve hatta “medeniyetler kucaklaşması”nın yolunu açacaktır.

Acaba, milyarlarca zihindeki olumsuz imajlari olumluya, kökleşmiş saplantıları anlayışa, düşmanlarıkları dostluğa çevirecek böyle bir harekete hangi akl-ı selim sahibi karşı çıkar? Böyle bir karar, zannediyorum ki Ayasofya’nın kıyamete kadar bir ibadethane olarak kalmasını vasiyet eden ve İstanbul’a girdiğinde ilk iş olarak herkesin din ve ibadetinde tam serbest olduğunu ilan ederek 550 sene evvel taassuplar devrinde dinler arası barışı tesis eden Fatih’in de ruhunu şad edecektir. Aynı zamanda, darülaceze gibi hayır kurumlarında cami ile beraber gayri müslim vatandaşları için de kilise ve havra yapma inceliğini göstererek dünyaya medeniyet ve “azınlık hakları” dersi veren, ve kocaman bir Ayasofya hükmünde olan Kudüs şehrinde tüm semavi din mensuplarının yüzyıllar boyunca güven içinde içiçe yaşayıp yanyana ibadet edebilecekleri zemini hazırlıyarak küresel barış ve huzurun mümkün olduğunu tüm dünyaya isbat eden ecdadı da memnun edecek, ve “işte bizim hakikî torunlarımız” dedirtecektir.

ABD’de birçok kilise, müslümanlara Cuma ve Bayram namazlarını kılmaları için kapılarını açıyor, ve ücretsiz oda tahsis ediyorlar. Bu alicenaplıkla müslümanları mahcup ve minnetdar edyorlar. Aynı şeyi üniversiteler de yapıyor. ABD’de yıllarca öğrencilik ve öğretim üyeliği yaptığım North Caroline State University ve University of Nevada da aynı yaklaşımla müslümanlara Cuma ve Bayram namazları için en büyük toplantı odalarını tahsis ettiler. Hiç kimse de ne “din elden gidiyor” dedi, ne de “laiklik”. Aksine, bunu bağnazlıkları aşmanın ve medeniliğin bir gereği olarak gördüler, ve bundan memnuniyet duydular. Bunları bizzat yaşamış bir kişi olarak soruyorum: Kiliseler ve üniversiteler müslümanlara kapılarını açmakla bizim sevgimizi, saygımızı, dostluğumuzu kazanmaktan başka ne kaybetti? Böyle hoşgörülü olmayıp bağnaz davransaydılar ne kazanacaklardı? Hırıstiyanlar kiliselerinde namaz kılındı diye müslüman mı oldu, yoksa müslümanlar bu alicenaplıklarından dolayı hırıstiyanlara mı ısındı? Biz onlardan daha mı az alicenap, hoşgörülü, misafirperver, ve medeniyiz? İşte ispat için bir fırsat. Malumdur ki hareketler kelimelerden daha yüksek sesle konuşur.

İnsan ihsanın esiridir derler. Hediyeye hediye ile, iyiliğe iyilik ile, ve güzel bir davranışa daha güzeli ile karşılık vermek, insanlığın gereğidir, ve insan fıtraten medenidir. Böyle dünya çapında güzel bir hareket, aynı çapta güzellikleri netice verecektir. Bundan en büyük faydayı da müslüman olmayan ülkelerde yaşayan yüz milyonlarca müslüman görecektir. Dünyanın birçok yerinde müslümanların üzerindeki manevî baskılar azalacak, varsa engeller kalkacak, ve önleri açılacaktır. Sonunda “cihanda sulh” laf değil gerçek olacaktır, ve aslında tek bir vücut olan insanlık gerçek bir medeniyeti yaşayacaktır.

 

Aptal Dost Azılı Düşmandan Daha Çok Zarar Verir

İnsanların yaptıği en büyük hatalardan biri de toptancı davranması, ve dost ve yandaşlarının yaptığı ve söylediği her şeyi sorgulamadan benimseyip savunurken, muarızlarının her iş ve söylemine muhakeme etmeden itiraz edip karşı çıkmasıdır. Bu önyargılı yaklaşımdan insanlar ve ülkeler çok zarar görmüştür, ve görmeye de devam etmektedir. Hatta bazen iyi niyetli aptal bir dostun verdiği zararı en azılı bir düşman veremez. De Villars’ın dediği gibi, “Beni dostlarımdan koruyun. Ben kendimi düşmanlarıma karşı koruyabilirim.” O yüzden, dostlarımızın söz ve hareketlerini benimsemeden önce doğurabileceği sonuçları düşünerek her zaman akıl ve bilim süzgeçinden geçirmeli, ve gerekirse dostlarımızla mücadeleyi en büyük düşmanla mücadele kadar önemli görmeliyiz. Gerçek dost, acı da olsa doğruyu söyler.

İslam aleminin müslümanlardan kaynaklanan teröre karşı şaşkınlığı ve suskunluğu hayret vericidir. Sanki müslümanlarla başkaları arasındaki ihtilaflarda müslümanların yanında yer almak din kardeşliğinin bir gereğidir. Halbuki terörist en başta İslamı tahrip eder. Bir zulmü İslam adına desteklemek, en başta İslamiyete zulümdür ve İslam’ın zulümle eşdeğer tutulmasına sebeptir – geçmişte din adına dünyanın yuvarlaklığını reddetmenin İslamiyetin cehaletle, ve bugün de İslam adına masum sivilleri öldürmenin İslamiyetin terörle özdeşleştirilmesine sebep olduğu gibi. Bu nedenle, İslamiyete en büyük zararı İslam adına yanlış yapan müslümanlar verir, ve onlarla mücadele din düşmanlarıyla mücadele gibidir. Türkiye’nin İslam adına ortaya çıkan teröre karşı sergilediği kararlı tutum tüm dünyada takdir ile karşılanmış, ve bu tür müslümanlarla mücadele İslam alemine sadece fayda getirmiştir.

İslam aleminin İslam aleyhtarı kitap ve filimlere gösterdiği hissî tepki de kör hisleri tatminden öte bir fayda getirmemektedir. Mesela, Salman Rushdie’nin 1988’de yayınladığı “The Satanic Verses” adlı Hz. Muhammed’i aşağılayan kitabı, ne Hz. Muhammed’e ne de İslamiyet’e bir zarar vermemiştir. Ama bazı müslumanların öfke dolu tepkisi ve İran’ın Rushdie’nin öldürülmesine cevaz vermesi, tüm müslümanları dünyaya bağnaz, eleştiri ve karşıt fikirlere tahammülsüz, ve eli hançerli vahşiler olarak takdim etmiştir, ve İslamiyete ve onun milyarı aşkın mesuplarına telafisi zor zararlar vermiştir. Keza, ABD askerlerinin Guantanamo üssünde Kuran sayfalarını tuvale attıklarına dair (sonradan geri çekilen) Newsweek haberi Kur’ana değil saygısızlıklarından dolayı ABD’lilere zarar vermiştir. Ama 22 Mayıs 2005’de Endonezya’da bu olayı protesto eden binlerce müslümanın yaptığı “Kur’anı kirletenlere ölüm” çağrısı İslam ve müslümanlar hakkındaki olumsuz kanaatleri pekiştirmiş, ve bu ölüm çağrıları çok kişinin zihnindeki İslam imajini öldürmüştür. Bu ve benzeri akıldışı söz ve davranışlar, dünya komuoyunun müslümanlara şüphe ve korku ile bakmasına sebep olmuştur. Bu gün müslümanlara karşı yapılan haksızlıklara dünya kamuoyu kayıtsız kalıyorsa, bunda kendi yaptıklarımızın da çok büyük payı vardır. İslam alemi ağır fatura ödemeye artık bir son vermek istiyorsa, hisleriyle değil doğabilecek sonuçları dikkate alarak aklıyla ve zamanımızın geçerli değerlerini ön planda tutarak hareket etmeye başlamalıdır.

 

Kapanış

Zaman rüzgarını arkaya alıp yelkenleri şişirebilmek ve çağı yakalıyabilmek için, zamanın akışını iyi okumak ve ona göre hareket etmek lazımdır. Yoksa futboldaki tabiriyle ofsayta düşülür, ve tüm emekler boşa gider. Bugünkü hastalıkları yüz sene evvelki tıp ilmi ve ilaçlarıyla tedavi etmek ne kadar geçersizse günümüzün toplumsal ve toplumlararası problemlerini de dünkü metodlarla halletmeye kalkmak o kadar geçersizdir. Günümüzün problemleri ve onların boyutları geçmişe nazaran çok farklıdır, ve onların halli çok farklı bir yaklaşımı gerektirmektedir. Kişi ve toplumları delillerle aklı ikna yerine hamasî hisleri okşayarak yönlendirmenin zamanı geçmiştir. Günümüzde hissiyat yerine akıl, ilim, hukuk, hakkaniyet, hürriyet, ve kamu yararı hakimdir, ve çağın bu değerlerini yakalayan ülkelere haklı olarak çağdaş ülkeler denmektadir. Geçmişe taassupla sıkı sıkı yapışıp zamanın değerlerine sırtını çeviren ve hatta zamana savaş açan ülkelerin geri kalmışlığı da medar-ı ibrettir. Mazinin karanlık derelerinde mahsur kalan ülkeler bu tabloyu iyi irdelemeli, ve usta bir satranç oyuncusu gibi, adımlarını neticelerini düşünerek atmalıdır. Malumdur ki benzer ağaçları birbirinden ayıran meyveleridir. Aynen öyle de, iyi fikirleri kötülerinden ayıran neticeleridir.