HARFLER ALEMİNDE BİR MÂNÂ ZİYAFETİ

Kitap, görünüşte mürekkep ve kağıttan oluşan, gözle görülen ve elle tutulan maddî yani fiziksel bir varlıktır. Ama aslında kitabı kitap yapan içindeki manalardır. Ve kitabın maddesi, manevî varlığı olan manası yanında bir hiç gibi kalır. Zaten son yıllarda gittikçe yaygınlaşan ve yüzlercesi bir tek bellek veya flaş diske sığan elektronik eKitapların ne kağıdı vardır, ne de mürekkebi. Kelimeler, adeta ekran sahifelerinde ışığa dönüştürülen elektrik enerjisiyle, istenilen renkte yazılıp bozulabilmektedir. Hatta denilebilir ki kitap denen şey, manaların sahifelerde görünmesini sağlayan bir perdedir, bir ekrandır, bir kılıftır, bir dürbündür.

Örnek olarak, 99 gram kâğıt ile 1 gram mürekkepten oluşan 100 gramlık bir kitabı göz önüne alalım, ve bunu üzerine rasgele 1 gram mürekkep dökülmüş 99 gram kağıt ile karşılaştıralım. Madde olarak, 100 gramlık bir kitap ile 100 gramlık mürekkepli kağıt arasında hiçbir fark yoktur. Bunları madde tahlili yapan bir laboratuvara göndersek, her ikisi de aynı tahlil raporuyla geri gelir. 100 gramlık kitap ile 100 gramlık mürekkepli kağıt madde olarak aynı olduğuna göre, bu ikisi arasındaki her fark mana ile ilgilidir, ve dolaysı ile manevîdir. İşte kitap için mana denen şey, kağıt ve mürekkep dışındaki her şeydir. O yüzden diyebiliriz ki:

Kitap = Kağıt, mürekkep, vs. (madde) + Mana

Hatta daha küçük bir boyutta, yazı aleminin temel yapı taşları olan harflerin dizilimlerini kelime yapan yine manadır. Ve denebilir ki kelimelerle ifade edilen manalar, mana aleminin en küçük birimleri yani atomlarıdır. Mesela, “kitap” bir kelimedir, çünkü bir anlamı vardır, yani mana yüklüdür, ama aynı beş harften oluşan “kipat” bir kelime değildir, çünkü taşıdığı bir mana yoktur. Dolayısıyla yine diyebiliriz ki

Kelime = Harf veya ses dizilimi (lafız) + Mana

Açıkça görülüyor ki kelimelerde esas olan yine manadır. Harf dizilimi olan lafız ise sadece bir kılıftır. Mana öz, lafız ise kabuktur. Mana lâtif, lafız ise kesiftir. Mana ruh, lafız is cesettir. Demek bir harf dizilimi, ancak bir manası veya ruhu olduğu zaman bir kelimedir. Yani kelimeler de insanlar gibi bir bakıma “canlı” varlıklardır, ve onların ruhları manalarıdır. Manasını kaybeden bir kelime, ruhu giden bir insan bedeni gibi ölür ve dağılıp gider. Yeni bir kelimenin doğması için de önce mananın oluşması lazımdır. Sonra bu manaya uygun bir lafız bulunur. En uygun lafız ise ince ve şeffaf olandır. Yani içinde taşıdığı manayı en berrak ve canlı bir şekilde gösterendir – kurt ve kuzu – ve hatta kadın ve erkek – bedenlerinin ruhlarına uygunluğu gibi. Zira mana ile madde, ruh ile beden, ve öz ile kabuk ters orantılıdır, ve biri kalınlaştıkça diğeri inceleşir.

Mana ile lafız zamanla özdeşleşir, ve cilt ile beden gibi birbirinden ayrılmaz bir hale gelir. Bu ikiliyi yeni bir lafız uydurarak ayırmaya kalkmak, bir kişinin derisini zorla yüzüp ona yeni bir deri takmak gibi bir cinayettir. Yıllar süren yoğun bir bakımı gerektiren böyle bir operasyon çoğu kez doku uyuşmazlığından, yani mana bedeninin yeni lafız derisini reddetmesinden, başarısızlıkla sonuçlanır. Sonunda elde kalan boşa giden emekler, gereksiz yere çekilen acılar, ve yıpranmış bir cilttir. Birçok kelimesi bu şekilde dumura uğratılmış bir dil marazlıdır, ve sağlıklı büyüyüp gelişmesi çok zordur.

Manalara kılıf olan lafızlar zaman ve mekanla değişebilir – bugün “mektep” yerine “okul” kullanılması ve İngilizce konuşulan yerlerde kelimeye “word” denmesi gibi. Çünkü lafızlar maddîdirler. Ama asıl olan manalar sabittir, zaman ve mekan üstüdür. Çünkü manevîdirler. Yani manalar değişik yerlerde değişik yerel kıyafetlere bürünüp öyle görülürler ve bir zenginlik ve çeşnilik oluştururlar. Benzer şekilde, manalar zamanla değişen modaya uyarlar ve kılıf değiştirirler. Kılıflar da zamanın ruhuna uyum sağlarlar ve yeni manalar edinirler.

Kelimeler manaların temsilcisi olduklarından, denilebilir ki, kişilerin kelime hazneleri, onların mana zenginliklerinin ve dolayısıyla anlama ve ifade etme kabiliyetlerinin bir ölçüsüdür. O yüzden kişilerin kültür seviyeleri, konuşma ve yazmalarından anlaşılır. Dili kaba saba kullanan bir kişi, anlayışı da kaba saba olan bir kişidir. Kelime haznesi yani zihnindeki kavram kütüphanesi sınırlı olan bir kişi, anlama ve anlatması sınırlı olan bir kişidir.

Şimdi kelimelerdeki madde ve mana ilişkisini daha yakından inceleyelim. Mesela “kitap” kelimesinin ne manaya geldiğini hepimiz biliriz. Peki, bu mana “kitap”ın neresinde? Harflerinde desek, değil. Çünkü “k” ve “a” gibi harflerin kitapla ilgisi yok. Zaten bu harflerin tek başlarına belirli bir manaları da yok. Keza, aynı harflerden oluşan “katip” veya “patik” kelimelerinin manaları tamamen değişik, ve “kipat”ın anlamı bile yok. Demek ki kelimelerin manalarının kaynağı, yapı taşları olan harfler veya sesler değil. Yani kelimeler anlamlarını yapı taşları olan harflerinden almıyorlar. Zaten harfler olmadan da kelimeler ve manalar vardı. Ancak çoğu zihin soyut manaları çıplak olarak göremez. Manalara bildik kıyafetler giydirmek lazımdır ki soyut manalar somut hayalî kıyafetler arkasında görülüp tanınsın. Yani manevi manaların tanınması ve iletilmesi için maddi araçlara ihtiyaç vardır ve o araçlar da harf, ses ve şekil gibi fiziksel sembollerdir.

Manalar değişik bir alemdendir – mana alemi – ve harf ve ses dizilimlerinden tamamen bağımsızdır. Zaten aynı mananın değişik dillerde değişik kelimelerle ifadesi de bunu gösterir. Kelime denen şey, belli bir harf (veya ses) diziliminin belli bir mana ile ilişkilendirilmesi, ve zamanla özdeşleştirilmesidir. Başka bir ifade ile, kelimeler, mana özü veya ruhunun harf (veya ses) dizilimi kılıf veya bedenine girmesi ve bütünleşmesinden oluşur. Zaten yeni bir dil öğrenen bir kişi de aynen bunu yapar: Bir harf veya ses dizilimini bir mana ile ilişkilendirir, ve o mana o harf veya ses diziliminde parlayıncaya (veya ruh bedene girinceye) kadar tekrarla onu pekiştirir.

Bu, biraz da üzerinde değişik cisimlerin isim ve resimlerinin olduğu elektrikli bir panoya benzer. Mesela “kitap” kelimesine dokununca kitap resmi aydınlanıyorsa, bu bizim bir kelimeye dokunarak elektrik ve ışık ürettiğimizi, veya kitap resminin bir ışık kaynağı olduğunu göstermez. Sadece, dokunmayla kesik bir devreyi kapatıp elektrik akımının kitap resmi arkasındaki bir lâmbayı yakmasına fırsat verdiğimizi gösterir. Eğer panodaki elektrik devreleri ses duyarlı ise, “kitap” diye seslendiğimiz zaman da kitap resminin aydınlanacağını görürüz – aynen birisi “kitap” diye seslendiğinde veya gözümüz “kitap” yazısına iliştiğinde zihnimizdeki kitap manasıyla beraber hayalimizde bir kitap resminin aydınlanıvermesi gibi.

Manayı maddeden ayırmak, özü posadan ayırmayı ve manayı tam ve doğru olarak anlamayı mümkün kılar. Ayrıca, önyargı ve şartlanmaları kaldırıp manaya uygun değişik maddî kılıf araştırmalarının da önünü açar. Mesela, “kitap” manası, yazı aleminde “k-i-t-a-p” harf dizilimiyle ortaya çıktığı gibi, ses aleminde “ki-tap” ses dizilimiyle kendini belli eder. Konuşma ve işitme özürlüler için kullanılan işaretler aleminde ise, aynı mana, parmakların belirli pozisyonlarından oluşan işaret dili ile ifade edilir.

Kelimelerin bir araya getirilmesiyle cümle meydana gelir. Ama rastgele yan yana konan birkaç kelime bir cümle oluşturmaz. Çünkü cümlenin ruhunu teşkil edecek anlam bütünlüğü oluşmaz. Cümle kurmak, mana aleminin temel yapı taşları olan kelime manalarından uyumlu bir birliktelik oluşturarak daha büyük bir mana inşa etme sanatıdır. Bu, doğru ölçülerdeki boru veya künk parçalarının uygun bağlama elemanları ile birleştirilip içinden suyun rahatça akabileceği bir kanal oluşturmaya benzer. Kelimelerle de öyle bir kanal oluşturulur ki içinden kastedilen mana akar.

Benzer şekilde, birbirini destekleyen cümlelerin bir araya gelmesinden oluşan daha kapsamlı manaya paragraf denir. İlgili paragrafların bir araya gelmesiyle bölüm veya ünite, ve uyumlu ünitelerin birleşiminden de kitap meydana gelir. Bu, bir vücutta hücrelerin belli bir fonksiyonu icra etmek için bir bütünlük içinde bir araya gelmesiyle organ, ve organların benzer şekilde bir araya gelmesiyle de bir beden oluşturması gibidir.

Şimdi de mananın öğelerinden bahsedelim. Bize niçin kitap okuduğumuz sorulsa, herhalde akla ilk gelen cevap “bilgi edinmek için” olacaktır. Yani, çoğu kitaplardaki mana, ağırlıklı olarak “bilgi”den oluşur. Kitaplar, yüzyıllar boyunca, yazarların bilgisini kağıda döküp okuyucuya aktarma vasıtaları olarak kullanılmışlardır. Akıl ve zihin, madde olan beyin ile ilişkilidir, ama kendileri madde yani fiziksel bir varlık değildir. Beyin de sonunda diğer dokular gibi temel yapı taşları elektron, proton, ve nötron olan atomlardan oluşur.  Ve atomlarda akıl, zihin, hayal veya bilinç diye bir şey yoktur. Beyin-zihin ilişkisi, aynen kelimelerdeki harf dizilimi-mana ilişkisi gibidir. Akıl veya zihin, kendisi gibi mana olan bilginin tabiî bir tezahür yani görünme yeridir.

Hatta denebilir ki, bilgi, akıl ve zihin midelerinin gıdasıdır, ve onları parlatır – ışığın elmasın gıdası olup onu parlatması gibi. Kitaptaki kelimeler vasıtasıyla bilgi, yazarın zihin aleminden okuyucuların zihinlerine aktarılır. Tabi ki bilgi benzer şekilde bir konuşmacı tarafından seslere ve hatta elektromanyetik dalgalara yüklenerek de dinleyicilerin aklına aktarılabilir.

Bize niye yemek yediğimizi sorsalar, herhalde vücudumuzun besin ihtiyacını karşılamak için diye cevap veririz. Ama şu anda önümüze taze havuç ile beraber havuç pastası getirseler, herhalde bile bile besin yüklü havucu görmezden gelip boş kalori yüklü pastaya yönelirdik. Çünkü pastayı gören zevk düşkünü hislerimiz kabarır ve tercih kararı alınırken aklı devre dışı bırakır. (Çocukları sadece bilgilendirerek terbiye edebileceklerini zannedenlerin kulakları çınlasın).

Benzer şekilde, bir kitaplıktan kitap seçerken çok defa bilimsel kitaplar yerine şiir, roman, ve anı gibi pek de bilimsel değeri olmayan kitaplar seçeriz. Kitap, manası için alınıp okunduğuna göre, demek ki bu kitaplar bilgi dışı manalarla yüklüdür, ve bu manalar yine kelimeler vasıtasıyla okuyucuya aktarılır.

Bu manalar sevgi, şefkat, merak, adalet, etiklik, kahramanlık gibi şeylerdir, ve bu manaların insandaki muhatapları da hislerdir. İnsanlarda bunlar gibi, çoğunun farkında bile olmadığımız ve fark etsek de tam olarak tespit veya teşhis edemediğimiz yüzlerce his veya duygu vardır. İnsandaki bu hisler, mana sofraları veya denizleriyle bağlantılı manevî mideler veya havuzcuklar gibidir. Görme ve işitme gibi beş temel duyu da bu havuzlarla denizlerin bağlantısını sağlayan kanallar ve vanalardır. Mana sularıyla beslenen bir his havuzu, zamanla bir göl ve hatta bir derya olurken, beslenmeyen hisler çorak bir çukur olarak kalır. O yüzden madde yönüyle alemde bir nokta bile olamayan insan, mana ve manevî bağlantıları cihetiyle tek başına bir alemdir, ve koca evren ona nispeten bir nokta gibi kalır. Örneğin insanda tek bir his (veya manevî uzuv) olan hayalin yutamayacağı ve eline alarak evirip çeviremeyeceği maddî bir varlık yoktur.

İnsanlardaki hislere, mana tarlalarına serpilmiş tohumlar olarak da bakılabilir. Kurcalanmayıp kendi haline bırakılan hisler ölümün kardeşi olan “uyku” halindedir, ve uyuyan bir hissin varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktur. Bir gül tohumu gibi, hislerin de sulanarak gelişmeye ve açılıp alemdeki güzellikleri görmeye ve kendi güzelliklerini de hayran bakışlara sergilemeye meyli ve şevki vardır. Bir meylin önünün açılması ve bir iştahın uygun bir gıda ile tatmin edilmesi bir rahatlamadır, bir genişlemedir, ve bir lezzettir.

Gıdalanmak, bir hissin o anda tatmin ve rahatlaması, daha sonra da gelişme ve büyümesi sonucunu verir. O yüzden okunan bir kitap (benzer şekilde dinlenen bir müzik veya konuşma, seyredilen bir TV programı veya video, vs.), aslında hisler için de bir sofradır. Ve kişi hangi sofraya oturacağına dikkat etmelidir. Cenap Şehabettin’in ifadesiyle, “Mide için lokma ne ise, beyin için fikir odur. Hepsi beslemez; bazıları zehirler.”

Okuma hızı ve alışkanlığı gelişsin ve değişik fikir ve düşünceleri öğrensin diye çocukları buldukları her şeyi okumaya teşvik etmek, çocukları buldukları her yiyeceği faydalı veya zararlı ayırımı yapmadan yemelerini söylemek gibidir. Çünkü kitap okumak, bir televizyon programı seyretmek, ve hatta bir konuşmayı veya şarkıyı dinlemek mana yemektir. Ve henüz kötü manaları iyilerinden ayırt edebilme ve kötüleri filtreleme ve atabilme becerileri gelişmemiş olanların ne yediklerine dikkat edilmelidir. Batı aleminde sıklıkla denildiği gibi, kişi, yedikleridir. Çocuklarının maddî yapılarına yani bedenlerine girecek olan maddeleri itina ile seçen anne ve baba, çocukların manevî yapılarına yani ruhlarına girecek olan manaları ve dolaysı ile mana taşıyıcılarını da aynı itina ile seçmelidir. Günlük vitamin ihtiyacına gösterilen hassasiyet, günlük güzel mana ihtiyacını karşılamada da gösterilmelidir. Yoksa bedenen gayet kuvvetli ve sağlıklı ama ruhen cılız ve marazlı kişiler yetiştiriyor olabiliriz.

Örneğin aşk romanları, adeta yoğun olarak romantik sevgiyle yüklenmiş birer mana küpüdür. Aşk romanı okumak, aslında romantizmle ilgili sevgi, nefret ve kıskaçlık gibi hislere bir mana ziyafeti çekmektir. Kitap, mana lokantasında bir masadır. Yiyecek ve içecekler, kelime ve cümle garsonlarıyla başka alemlerden getirilip servis edilir. Veya kitap birçok alemlerde sonsuz hızla gezebilen bir araçtır. Kitap okumak, bu araç ile mana alemlerinde seyahat etmektir – uyanıkken rüya görmek gibi. En sürükleyici romanlar, merak hissini ustaca bir iştah açıcı gibi kullanan ve bu his ile beraber birçok hissi acıktırıp doyuran, ve adeta kişinin ayaklarını yerden kesip onu değişik mana alemlerinde gezdirerek son derece hoş hissî ziyafetler çekip okuyucuyu mest eden romanlardır.

Yemek yiyerek maddî gıda alanların bedenleri nasıl gelişip büyüyorsa ve büyüdükçe daha çok yemek ihtiyacı hissediyorlarsa, çok roman okuyarak veya filim seyrederek romantik sevgi hislerini besleyip büyütenler de gelişen bu hislerini doyurmak için romantik sevgi yüklü kelimelere, sözlere, ve hareketlere kuvvetli bir ihtiyaç hissederler. Bu da düzenli olarak roman okuma ve pembe dizi seyretme alışkanlığını netice verir. Ve aşırı boyuta ulaşan bu beslenmeler “his obesliği” oluşturur. Bu hisleri gelişmeyip cılız kalmış olanlar ise romantik sevgi ziyafetlerine akıl erdiremezler – aynen köpeğin, iştahla ot yiyen bir ineği anlayamadığı gibi. Bu aynı zamanda terbiye ve telkinlerin etkili ve kalıcı olması için “düzenli beslenme” gibi olan tekrarın ne kadar önemli olduğunu gösterir.

Benzer tartışmalar diğer hisler için de verilebilir. Yeme hissi ve midesi olmayan bir canlının açlık elemi de yoktur, yemek zevki de – aynen otlar gibi. Bir hissin gelişmesi iştah ve ihtiyacı doğurur. İştah ve ihtiyacın tatmini haz, tatminsizliği ise ıstırabı netice verir. İnsanda yüzlerce değişik yüksek veya aşağı hisler. Her bir hissin de ayrı ayrı lezzetleri ve elemleri vardır. İnsan bu hislerin gelişmişliği ölçüsünde çok veya az gelişmiştir, ve gayet yüksek veya aşağı olur. Yani insanı insan yapan, akıl, şefkat, adalet, iyilikseverlik vs. gibi mana ile beslenen hisleridir, yani manevî uzuvlarıdır. Yoksa yeme içme ve rahat içinde yaşama gibi maddî hislerin tatminini hayatın gayesi yapmak, insanlıktan istifa edip hayvanlığa ve hatta bitkiliğe inmektir. Zaten bu tür insanlara haklı olarak “ot gibi yaşıyor” denir. Birisi için “büyük insan” dendiğinde, o kişinin “kaç kilo” veya “kaç metre” olduğu değil, kişinin ne yaptığı, daha doğrusu ne tür bir davranışla hangi yüksek meziyetleri gösterdiği ve hayranlık uyandırdığı sorulur.

Manalar, yiyeceklerdeki besinler gibi, genellikle saf değil karışık olarak gelir. Yani mana taşıyıcıları, kimisi zararlı birçok manayı beraberlerinde getirirler. O yüzden insan ağzıyla yediklerinin besin içeriği gibi, göz ve kulaklarıyla yediklerinin mana içeriğine de itina etmelidir. Yoksa bir-iki güzel mana ile beraber bilmeden birçok zararlı manaları da alıyor olabilir, ve mana zehirlenmesine bile maruz kalabilir. Hatta ders veren iyi niyetli birisi, bilgi gibi güzel bir manayı verirken farkında olmadan insandaki bazı aykırı hislerin beslenmesine, ve bazı hislerin zamanından evvel uyanmasına sebep olabilir. Bunun sonucu olarak verilen ders bazı kişilerde tam ters bir etki yapabilir. Örneğin diyet yapan bir kişiye pasta veya çikolatadaki kalorilerin çokluğunu uzun uzun anlatıp zihni pasta ile meşgul etmek, ve hele bunu değişik pasta ve çikolataları veya resimlerini göstererek yapmak, bu imaj ve sesleri zihinde adeta perçinler. Ve çok kişi, bu şişirilip canavarlaştırılmış hislerle mücadeleyi kaybedip diyeti bozar. Çünkü güya akla verilen ziyafette, aslan payını farkında olmadan hisler yemiştir. Ve aklı kenara itip irade direksiyonunun başına geçen bu devleşmiş hisler vücut arabasını doğruca bir pastaneye sürer.

Bunun farkında olmayan Batı dünyası, bilgi ile aklı güçlendirerek insanların akıl ve mantığa uygun doğru kararlar vereceğini, ve zararlı yolu bırakıp faydalı yolu tercih edeceğini farz etmektedir. Çünkü insan akıllık bir varlıktır, ve akıl faydalı bir şeyi zararlı bir şeye tercih eder. Ama yüz milyonlarca insanın zararlarını bile bile sigara içmeyi tercih etmesi gösteriyor ki kuvvetli bir aykırı his (ki onun da altında büyüdüğünü ispat, meydan okuma, belli bir çevrede kabul görme ve takdir edilme, vs. gibi başka hisler vardır) bilgi ile teçhiz edilmiş akıl gibi müspet bir hisse baskın çıkabiliyor, ve vücut direksiyonunun başına geçebiliyor.

Keza, Batı aleminde cinsiyet eğitimi gittikçe daha erken yaşa alınıyor, ama ilgili problemler azalacağına artıyor. Çünkü zihnin bu konularla meşgul edilmesi, merakın da işlettirmesiyle birçok hissin zamanından evvel uyanmasına, beslenmesine, ve henüz tam gelişmemiş muhakemeyi mağlup edip kişiyi yönlendirmesine sebep olabiliyor. Bütün bunlar eğitimde akıl ile beraber diğer olumlu hislerin de güzel manalarla beslenip geliştirilmesinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.

Şu iyi bilinmelidir ki tasvir ve tarif – ister yazılı, sözlü, veya görsel olsun – bir ziyafettir. Ama o ziyafet sofrasına akıl ile beraber bir sürü his de davetsiz misafir olarak oturur. O yüzden hangi sofraya oturulacağına, ve oturulan sofrada ne ikram edildiğine dikkat etmek, ve kelimeleri ve hatta yüz ifadelerini iyi seçmek lâzımdır. Bir şey okurken ve dinlerken, hayal hissi, okunan veya dinlenen şeylerin manalarını resimlendirir ve akıl ile beraber diğer hislerin de beğenisine sunar.(*) Faydalı ve zararlıyı ayırt edemeyen çocuklar önlerine konan her şeyi yedikleri gibi, saf zihinler de ikram edilen manaları iyi ve kötü ayrımı yapamadan yerler, ve zihin bulanmasına ve hatta bozulmasına maruz kalırlar.

O yüzden bilhassa çocukların ve muhakeme becerisi pek gelişmemiş saf insanların yanında kötü ve çirkin şeyleri iyice tasvirden mümkün mertebe kaçınmalı, ve zihinlerin bozulmasına ve güzel hislerin rahatsız olmasına meydan vermemelidir. Aynı şeyi ifade için kullanılan kelimeler arasında seçim yaparken de manası en güzel ve nezih olan kelimeyi seçmelidir ki hayal zihnimiz için güzel imajlar dokusun, ve nezih hisler gıdalanıp gelişsin. Çünkü kelimeler sadece kendi anlamlarını değil, o kelime ile bir şekilde ilintili diğer manaları da çağrıştırırlar ve zihin ekranında göz önüne sererler. Örneğin “yüz” ve “surat” akıl için aynı şeyi ifade eder. Ama hisler için aralarındaki fark, üzüm suyu ve sirke arasındaki farktan az değildir.

Çevremizi ve varlıkları algılamamızda genellikle beş temel duyumuz olan görme, işitme, koklama, tatma, ve dokunmaya dayanırız. Bu beş duyu da bedenle yani maddeyle ilişkilidir. Yani maddesi olmayan bir şeyi (akıl ve sevgi gibi) göremeyiz, ve yine maddesi olmayan şeylere dokunamayız. Bunun sonucu olarak maddeyi gerçek varlık, maddesi olmayan şeyleri de adeta hayalî varlıklar veya maddî etkileşimlerin tezahürleri veya yansımaları olarak görürüz.

Aslında madde olarak algıladığımız her şey – atom altı parçacıklardan galaksilere, mikroplardan insana kadar – madde ve mana karışımıdır, ve adeta madde ve mana iplikleriyle dokunmuş bir kumaştır. Ve esas olan madde değil, manadır. Madde sadece manaların beş duyumuz tarafından algılanmasını mümkün kılan kılıf veya elbisedir. Yani mana öz, madde ise kabuktur. Mana iç, madde ise dıştır. Mana ruh, madde ise bedendir. Mana zaman ve mekân üstü, madde is zaman ve mekâna ve dolaysı ile fizik kanunlarına tabidir.

Madde kimine göre ince bir tül, kimine göre ise kalın bir surdur. Bunlardan biri hakikat, diğeri is hezeyandır. Bakış açısı, birini diğerine çeviren bir sırdır. Vicdan ise sağlam bir kantardır. Surlar tüle dönüşmediği sürece, çok manalar çok zihinlerde gizli kalmaya devam edecektir.

____________

(*) Kullanılan uzuvların ve işlettirilen becerilerin geliştiği, ve kullanılmayanların da köreldiği dikkate alınırsa, insanlarda yaratıcılığın tezgahı olan hayal hissinin gelişmesi için seyretme yerine okumanın ne kadar önemli olduğu ortadadır. TV programları, görüntü ve ses ile beslenen birçok hissi de uyandırıp beslediği için çok keyif verir. Okuma esnasında ise hayal yoğun bir faaliyetle bu ses ve görüntüleri kendisi dokur, ve manalara giydirerek onları görünür hale getirir. O yüzden okuma yorucudur, ama hayal edebilme becerisini geliştirerek bireyin gelişmesine katkı yaptığı için eğitim değeri yüksektir. Kitap okuma yerine kitabın televizyona uyarlanmış halini seyrederek aynı faydayı sağlayacağını zanneden tembellerin kulakları çınlasın. Bir yere yürümek yerine arabayla gitmek çok daha kolay ve zevklidir ve gidilecek yere çok daha hızlı varılır, ama bacak kaslarının gelişimi ve sağlığa olan olumlu katkılar ancak yürümekle kazanılır. Bununla beraber, beş duyuyla direk olarak sağlanan hazır imajlar, insanların imaj dokuma tezgahı olan hayalin ürettiği imajlara nazaran çok daha kuvvetlidir. O yüzden, hayal ile beraber göz ve kulağa da hitap ederek ve onları da aktif ve katılımcı hale getirerek istenilen etkiler çok daha etkin ve hızlı olarak meydana getirilebilir.