TARTIŞARAK ANLAŞAMAMA KÜLTÜRÜNÜN ARKA PLANI VE NÜKLEER ENERJİ ÖRNEĞİ

 

Masallarda meşhur tekerlemedir: “Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş; bir de arkasına dönüp bakmış, bir arpa boyu yol gitmiş.” Türkiye’deki devam edegelen ve üzerinde ciddi bir ilerleme sağlanamayan tartışmalara bakınca insanın aklına bu masallar geliyor. Sanki havanda su döğmek millî bir hobi haline gelmiş; deve güreşi de millî bir spor. İşin ilginç yanı, güreş çoğu kez zemini dışında yapılıyor, ama çogu farkında bile değil. Hani evin önünde yüsüğünü arayan Nasreddin Hoca’ya komşuları yüsüğü nerede kaybettiğini sormuşlar; evin içinde demiş. Peki, içerde kaybettiğin şeyi niye dışarıda arıyorsun diye sorduklarında da “içerisi karanlık da ondan” cevabını vermiş. Hoca’nın yüsüğünü bulma şansı ne kadar yüksek ise yanlış zeminde yapılan tartışmalarda doğruyu bulma şansı da o kadar yüksek. Demek yapılması gereken ilk şey devam ede gelen ateşli tartışmalara ara verip, nasıl tartışılacağını tartışmak – tabi bunu da kör döğüşü gibi değil, usulünce yapmak.

Zaman akıl ve bilim zamanıdır, ve bir karar ne derece geniş bir bilimsel zemine ve aklî muhakemeye dayanıyorsa, o derece geçerli ve birleştirici olur. Herşeyin gittikçe daha karmaşık hale geldiği bu bilim çağında, bu daha da böyledir. Ancak bilim de bir ağaç gibi zamanla gelişen ve olgunlaşan bir şeydir, ve bazı bilim dalları olgunluğa yaklaşmışken çoğunluğu daha gelişme çağındadır. O yüzden kararlar genellikle eksik veya ham bilgiye, ve bu boşluğu doldurmak için yapılan kabullere dayalı olarak verilmektedir, ve bu da hüküm vermede bilgiyle beraber aklî muhakeme ve kalbî kanaatin önemini gösterir – ve de bilgisayarların ve robotların rutin işler dışında hiç bir zaman insanların yerini alamıyacağını. Ayrıca, bir süre sonra şartların ve dolayesiyle bilgi tabanının değişmesiyle, dün doğru olanın bugün yanlış olabileceğini, ve alınan kararların tekrar gözden geçirilmesinin gerekebileceğini de dikkate verir.

Herşeyin artık çok yönlü ve karmaşık olduğu çağımızda bir şeyin tamamıyla bilinmesi için, onun her yönüyle bilinmesi lazımdır. Bilim ilerledikçe bu çok yönlülük daha da bariz hale gelmekte, ve neticede bildiğimizden çok bilmediklerimiz artmaktadır. O yüzden bir konu hakkında doğru bir hükme varabilmek, konuya mümkün mertebe geniş bir açı ile bakılmasını ve konuyla ilgili azami miktarda uzman görüş alınmasını gerektirir. Bu da akılların birbiriyle danışmasının ve takım halinde çalışma pratiğinin önemimi gösterir. Akıl ve bilim zeminindeki tartışmalarda, görüşlerin bilimsel bulgular ve aklî muhakemeler doğrultusunda oluşması ve gerekirse değişmesi beklenir.

Yanlış hükümlerin kaynağı önyargı, bilgi eksikliği, ve bakış açısı darlığıdır. Değişik yönleri veya boyutları olan bir konu hakkında hüküm verirken işin sadece bir yönüne odaklanıp diğer yönlerine gözünü kapatmak tek yanlılık ve bağnazlıktır.İnsanlar genelde basitleştirmeye ve tek boyutlu düşünmeye meyilli olduğu için, dikkatlerini aynı konunun değişik boyutlarına odaklayan kişilerin, o konu hakkında anlaşmaları mümkün değildir. Çünkü tartışılan tek bir konu var gibi görünüyorsa da herkesin kafasında konuyla ilgili değişik yönler ve dolayesi ile değişik konular vardır.

Bilimsel gelişim süreci, bir bakıma bir bütünü çok sayıda parçasını uygun şekilde yerleştirerek oluşturmaya dayalı parçalı bulmaca (puzzle) oyununa benziyor. Her yeni bilgi, yeni bir parça gibi bir boşluğu dolduruyor, ve resmin daha da belirginleşmesini sağlıyor. Boş kareleri de hayal aklî muhakemeye (veya önyargıya) dayalı olarak dolduruyor. Dolan kare sayısı arttıkça resim nasıl daha bir netlik kazanıyor ve resmin ne olduğu hakkında belirsizlik ortadan kalkıyorsa, bir konuya zemin oluşturan bilgi modüllerinin sayısı arttıkça da o konu hakkındaki  görüş ayrılıkları ortadan kalkar ve bilimin birleştirici etkisiyle görüş birliği oluşmaya başlar. Ancak şu hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır ki bir konu hakkında verilen hüküm doğru bilgiye dayansa bile, eğer baz alınan bilgi konuyla ilgili toplam bilginin sadece küçük bir kısmı ise, verilen hüküm bilgiye değil bilgisizliğe dayalı bir hükümdür. Doğru bile olsa eksik bilgiye dayalı hükümler bilimsel olmaktan uzaktır – aynen halktan birkaç kişinin görüşünün halkın görüşü olmaktan uzak olması gibi. Bir hükmün bilimsel olduğunun iddia edebilmek için o hükmün doğru ve tam bilgiye dayanması lazımdır.

Cahilliğin en kötüsü kara cahillik, yani bir konu hakkında hiçbirşey bilmemektir. Ama en tehlikelisi yarı cahillik, yani bir konu hakkında eksik bilgi sahibi olmaktır. Halk arasındaki “Yarım doktor candan, yarım hoca imandan eder” sözü de bunu teyid etmektedir. Herşeyin karmaşıklaştığı ve teknolojinin girmedik yer bırakmadığı bu bilişim ve iletişim çağında kara cahillerin söylüyebilecekleri bir söz yoktur, ve zararları sadece kendilerinedir. Yarı cahiller ise eksik bilgi bombalarıyla çok hasara yol açabilirler. Şu iyi bilinmelidir ki bir konuda yanlış imaj ve kanaat oluşmasını netice veren eksik bilgi – yalın halde doğru bile olsa – yanlış bilgidir, ve doğruları eksik söylemek aslında yalan söylemektir. Çok boyutlu bir konunun sadece bir boyutu hakkında bilgi sahibi olup diğer boyutlar hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadan hüküm vermek modern cahilliktir, ve bu çağımızda ciddi bir problemdir. Hatta her boyutu bilim ışığında dikkate alıp da önemli bir boyutu gözardı etmek de yanlış sonuçlar verebilir. Bu da tam ve doğru bilgiye ulaşmanın ve fikir danışmanın önemini gösterir.

Olayların çok yönlülüğü ve bireylerin ancak bir – iki konuda uzman olabileceği dikkate alınırsa, bir şeyi her yönüyle bilen bir kişinin ancak manevî bir şahsiyet olabileceği, ve o şahsiyetin de ancak uzmanlardan oluşan bir takımda bulunabileceği ortaya çıkar. O yüzden çağımızda bu manevî şahsiyete beden ve ruh olabilecek doğru takımı kurmak ve bir takım ruhu oluşturmak çok önemli hale gelmiştir, ve takım içinde uyumlu çalışma becerisi kazanmak çağdaş eğitimin de bir parçası haline gelmiştir. Batı aleminin başarısı arkasında yatan önemli bir sır budur. Kurulan takımın başarılı olması için her takım elemanının takım ruhu ile ruhlanması ve bireyselliğin takım içinde eritilmesi yani bireyin kendisini küçük bir bütün olarak değil daha büyük bir bütünün anlamlı bir parçası olarak görmesi gerekir. Böyle yapılabilirse takımın her elemanı bir takım kuvvetinde olur – aynen takım ruhu oluşmuş bir futbol takımında her oyuncunun sahada bir anda adeta onbir yerde olduğu ve bir değil onbir çift ayakla oynadığı gibi. Ayrıca doğru kurulmuş bir takım gerekli tüm uzmanlıkları içinde barındırır – futbol takımında forverd ile beraber kaleci ve defans oyuncularının birlikte yer alması gibi. Yoksa dünyanın en iyi onbir kalecisi veya golcüsünden oluşan bir takımın sonu hezimettir. Teknik bir konuda bir takım kurulurken de konunun gerektirdiği tüm uzmanlıkların takımda olması gerekir ki o konuda otorite sahibi bir takım kurulduğu iddia edilebilsin. Mesela oyuncak üreten büyük bir firmada çocuk sağlığı ve güvenliği konusunda uzman bir eleman yoksa, üretilen tüm oyuncaklar pazar yerine çöplüğe gidebilir. Dünya çapında uzman oyuncularla kurulan bir teknik takım, dünya liginde oynıyabilir, ve dünyada söz sahibi olabilir.

Takımları kalabalıklardan ayıran şey takımın ruhu olmasıdır, ve bu ruh tam bir fikir hürriyeti zeminindeki fikir alış verişini ifade edilen bilimle ışıklanmış akıl ve mantık süzgecinden geçmiş manalardan oluşur. İstişare ne kadar geniş katılımlı olursa, oluşan ruh da o kadar sağlam ve geniş etkili olur. Aslında bilim denen şey mazi ile iştişaredir. Çünkü bilim, yüzyıllar boyunca yüzbinlerce kişinin fikir, ilham, ve tecrübelerinden süzülmüş ve zaman testinden geçmiş bir ışıktır. Bu ışığa gözünü kapatmak bir mahrumiyettir, ve yarışa geriden başlamak ve tekerleği yeniden icad etmeye kalkmaktır. Zaten okullarda yapılan şey geçmiş birikimleri genç dimağlara aktarmak, ve gelişim için uygun bir altyapı oluşturmaktır. Eğer tarih tekerrür ediyorsa, bunun sebebi bilim ışığı yerine cehalet karanlığının esas alınıyor olmasıdır.

İstişare toplantılarından amaç gerçeğin ortaya çıkması için fikirlerin serbestçe çarpışabildiği uygun bir tartışma zemininin hazırlanmasıdır. Çünkü akılların farklılığından ve fikirlerin çarpışmasından gerçek tamamıyla ortaya çıkar. Eskilerin tabiriyle, “tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat çıkar.” Tartışmaların birleştirici olması ve farklı fikir ve düşünce sahiplerinin tartışmalarından faydalı bir şey çıkması için ilk şart, amaçta birlik olması, ve temel hedefin hale uygun en doğru gerçeği bulmak olmasıdır. İfade edilen değişik fikirler aslında aranılan gerçeğin değişik yüzlerini ve karanlık köşelerini aydınlatıp gerçeğin bir bütün olarak dengeli biçimde olabildiğince net ortaya çıkmasıdır. Yoksa tartışanların amacı bilimsel bir enaniyetle hiç bir aşırılıktan kaçınmıyarak kendi haklılıklarını gösterip diğerlerinin haksızlıklarını veya iddialarının ehemmiyetsizliğini göstermeye dönerse, bu tür kendini ve fikrini beğenmişlerin tartışmalarından (ağız dalaşı dense daha doğru olur) gerçek kıvılcımları değil, ayrılık ve bozgunculuk ateşleri çıkar. Geçmişte deprem konusundaki tartışmalar buna örnektir, ve bugün de nükleer enerji tartışmaları malesef bu bozuk hat üzerinde gitmektedir. O kadar ki görüş diye sunulan çoğu şey önyargı, ve değişik görüşlere olan tepki de tahammülsüzlük görünümü vermektedir.

Karşı görüşlere tahammülsüzlük ve farklı görüş veya inançlara aşırı hoşgörüşsüzlük fanatizm olarak bilinir, ve kendini bir fikir veya davaya kaptıran ve aşırı taraftarlık gösteren kişilere de fanatik denir. Fanatiklerin sunulan delillere rağmen fikir veya görüş değiştirmeleri söz konusu değildir, çünkü onlar davalarına aklî delillerle değil gönül bağları ile bağlıdırlar. Zaten fanatikler bir konudaki muhakeme etme becerilerini büyük ölçüde yitirmişlerdir. Bir tartışma sırasında zihinleri, sunulan fikirleri muhakeme etmekle değil karşı tarafa cevap hazırlamakla meşguldür. Karşı görüşleri bir tehdit olarak görürler, ve onlara karşı düşmanca hisler beslerler. Fanatizm denince akla ilk olarak bir din veya spor takımına taraftarlık gibi rasyonel bir zemine oturması gerekmiyen sahalar gelir, ama fanatizm bunlarla sınırlı değildir. Mesela enerji sahasında hayatlarını, enerjiyi yoktan varederek dünyanın enerji problemini çözmeye adamış kişi sayısı az değildir, ve hiçbir bilimsel kural bu fanatikleri davalarından vazgeçiremez. Fanatizmin karşı fikir ve görüşlere düşmanlık içermeyen yumuşak şekli romantizmdir, ve onun da yoğun hali aşktır. Mesela hidrojenin bile romantikleri vardır, ve enerji ile ilgili her problemin çözümünde şu veya şu şekilde hidrojene mutlaka bir yer bulurlar. Güneş romantikleri de bir binayı insanı değil güneşi merkeze koyarak tasarlarlar, ve ölçüyü kaçırdıkları için de tasarımlarına pek müşteri bulamazlar. Nükleer enerji konusunda da fanatiklerin olduğunu söylemek hiç de abartı olmaz – hem de objektifliğin simgesi olması gereken akademik ünvanlara haiz kişiler arasında.

Dikkatlerden kaçan diğer bir ince nokta da doğruların büyük bir çoğunluğunun mutlak değil izafi olması, yani zaman ve zemine bağlı olmasıdır. Şartlar değişince bir çok doğru, yanlış oluverir. Mesela su her zaman H2O’dur, ve H2O her zaman sudur. Ama su belli şartlarda sıvı haldedir, ve şartlar değişince buhar veya buz oluverir. O yüzden suyun sıvı mı veya katı mı olduğu tartışması geçersizdir. Doğruyu ortaya çıkarma adına yapılan iyi niyetli tartışmalar genellikle fikir ayrılıklarıyla sona eriyorsa, sebebini pek dikkate alınmıyan bu ayrıntıda aramak gerekir. Tartışmaların hedefi doğru fikri belirlemekten ziyade hangi fikrin hangi şartlarda doğru olduğunu ortaya çıkarmak olmalıdır. Bu da tartışmacıların doğru ve kapsamlı bir bilgi ve keskin bir akıl sahibi olmaları, kendilerini önyargı ve saplantılardan arındırmaları, ve geniş bir bakış açısını benimsemeleri ile mümkündür. Bir zamanlar geçerli olmuş doğruları değişmez doğrular kabul edip onlara sıkı sıkıya sarılmak cahilliktir, ezberciliktir, ve akıl yoksunluğudur. Benzer şeyler genelleme için de söylenebilir.

Bir örnek vermek gerekirse, geçtiğimiz yüzyılın üçüncü çeyreğinde ABD ve Avrupa ülkelerinde yerden ot biter gibi nükleer santrallerin yükselmesi, bugün bizim de artan elektrik ihtiyacımızı karşılamak üzere aynı şeyi yapmamız için geçerli bir gerekçe değildir. Nükleer enerji o günün şartlarında büyüyen ekonominin enerji ihtiyacını karşılamak için var olan sınırlı seçenekler içinde en iyisi olabilirdi. Ancak bugün masada o zaman olmayan yeni çok daha cazip olabilen seçenekler de vardır – tasarruf (veya enerji verimliliği), yeni teknoloji, ve yenilenebilir enerji gibi. Mesela 30 yıl evvel rüzgar santralleri bir seçenek değildi. Ama bugün ciddi bir seçenektir, ve bu sahada lider olan Almanya kapattığı nükleer santrallerin yerine rüzgar santralleri kurmaktadır. ABD ise gaz turbini teknolojilerindeki gelişmeler üzerine son 30 yıldır nükleer santral yerine doğal gaz santralleri kurma yoluna gitmiştir. Brezilya yenilenebilir kaynağı şeker kamışından elde ettiği etanol ile ithal petrol bağımlılığını sona erdirmiştir. ABD son yıllarda benzer şeyi mısır ile yapmayı enerji politikasının bir parçası haline getirmiştir.

Nükleer enerji konusunda lehte ve aleyhte tarafların oluşması gayet normaldir, ancak tarafların birbirine şüphe ile ve hatta düşmanca bakmaları ve birbirlerinden keskin hatlarla ayrılmaları hiç de sağlıklı bir durum değildir. Bilimsel görüşten ziyade ideolojik duruş sergileyen ve birinin ak dediğine diğeri kara diyen bu iki taraf arasında aydınlatıcı tartışmaların olması söz konusu değildir. Peşin hükümlü duruşlar, kutuplaşmalar, ve karşılıklı ithamlar her iki tarafın da inandırıcılığını zedelemekte, ve karar aşamasında her iki tarafın da devre dışı bırakılmasını netice vermektedir. Karar verme pozisyonunda olanları da uzman görüşü için yeni arayışlara itmektedir. Aslında her iki taraf da aşırılığı bırakıp olaya akıl, bilim, ve insaf ölçüleriyle yaklaşsa, gerçek yavaş yavaş ortaya çıkacaktır.

Nükleer enerji karşıtları 1986 Çernobil nükleer faciasını örnek göstererek bir arıza veya kaza anında radyoaktif sızıntı tehlikesine dikkat çekmekte, ve bu konuda dehşet senaryoları üretip korku salmaktadırlar. Bu aslında rasyonellik değil duygu istirmarıdır. Kaldı ki Çernobil özel bir durumdur, ve kazadan ziyade sabotaj denebilecek bir hatalar zincirinin sonucudur. Çernobil dışında yüzlerce nükleer santral onlarca yıldır emniyetli şekilde elektrik üretmeye devam etmektedir, ve bazı ülkelerin elektrik ihtiyacının tamamına yakınını (mesela Fransa’da %79’unu) karşılamaya devam etmektedir – hem de çevreyi kirletmeden ve küresel ısınmaya sebep olan hiç bir sera gazı salgılamadan. Çernobil kazası milyonlarca kişiyi etkilemiş olmasına rağmen sebep oduğu direk ölüm sayısı 56’dır, ve kanser yoluyla sorumlu olduğu ölüm sayısı da 4 bin cıvarında tahmin edilmektedir. Ancak bir kısım karşıtların alternatif “temiz” enerji olarak sundukları güneş enerjisinin sabıka kaydı Çernobil’den hiç de aşağı kalmaz: National Cancer Institute verilerine göre sadece ABD’de yılda yaklaşık 1 milyon kişi cilt kanseri olmakta, ve bunlardan 2 bin tanesi hayatını kaybetmektedir. Bunun da baş sorumlusu güneştir. Tabi ki bu demek değildir ki güneş kötüdür, ve ona karşı cephe alınmalıdır.

Akıllı insan yerküremizin ana enerji kaynağı olan güneşe sevgi ve minnetle bakar, ama onun gadabına karşı da tebdirini alır. Eğer ihmalkarlık yapar da zarar görürse suç güneşte değil kendisindedir, ve bu kişi güneşi değil sorumluluk üstlenip kendisini suçlamalıdır. Nükleer bir kazada da suç nükleer enerjide değil, ihmalleriyle kazaya sebebiyet verenlerindir. Kaldı ki en temiz ve yenilenebilir enerji diye baş tacı yaptığımız güneş enerjisinin kendisi de nükleer enerjidir, ve çalışma prensibi H-bomb denen hidrojen bombasındaki nükleer reaksiyonlarla aynıdır. O yüzden nükleer enerjiye sırf nükleer enerji olduğu için karşı çıkmak rasyonel bir dayanaktan yoksundur, ve daha ziyade önyargıyı ve duygusallığı yansıtmaktadır. Nükleer enerjiye slogancı ve siyasi olarak algılanan bir yaklaşımla karşı çıkanlar, aslında güneş pillerine veya rüzgara dayalı yaygın kullanıma uygun teşvikleri de formülize ederek alternatif projeler üretseler ve örnek tesisler kursalar, davalarına çok daha iyi hizmet edecekler ve ciddiye alınacaklardır.

Ekonomisi hızla büyüyen Türkiye’nin enerji ihtiyacının da buna bağlı olarak büyüyeceği ve yarın gerekecek enerjinin yatırımının bugün yapılması gerektiği konusunda herkes hemfikirdir. Ayrılık, bu artan ihtiyacın nasıl ve hangi kaynaktan karşılanacağı konusunda doğmaktadır. Bu aşamada yapılması gereken geniş katılımlı istişarelerdir, ve önce kriterlerin ortaya konmasıdır. Akla gelen ilk kriterler: Enerji kaynağının (1) yerli olması, (2) yenilenebilir olması, (3) ekonomik olması, (4) çevre dostu olması ve küresel ısınmaya sebep olmaması, (5) yüksek verimli ve ileri teknolojili olması, (7) enerji yoğunluğunun yüksek olması, (8) iklim şartlarına bağlı olmaması, (9) kurulum süresinin kısa olması, ve (10) enerjinin tüketim mahalline yakın olması. Hatta bunlara halk tarafından benimsenmesi ve istihdam yaratması gibi sosyal ve politik kriterler de eklenebilir.

Bu ve benzeri kriterleri nükleer, rüzgar, veya kömür gibi hiçbir kaynağın tek başına sağlamıyacağı açıktır. Zaten akıl ve bilim rehberliğinde istişare ruhuna uygun tastışmaların önemi de burada ortaya çıkmaktadır. Bu aşamada nükleer dahil tüm seçenekler masaya yatırılmalı, ve belirlenen kriterler ve her kritere verilen ağırlık ölçüsünde değerlendirilip puanlanmalıdır. Ancak gerekli ön hazırlıklar yapılmadan ve her seçenek hakkında uzmanları tarafından yine en geniş istişarelerle genel bir fikir birliği oluşturulup bilimsel raporlar hazırlanmadan seçenekleri tartışmak, kör döğüşü yapmaktır. Bu da bilimsel yaklaşımın önemini, ve kamuoyuna rehberlik konumundaki bilim insanlarıyla meslek kuruluşlarının omuzlarındaki ağır sorumluluğu gösterir. Meseleler alt kademelerde yeterince pişirilip olgunlaştırılmadan tartışma zeminine taşınırsa, o tartışmalardan ışık değil kıvılcımlar çıkar – olgunlaşmadan sıkılan üzümden koruk, ham kesilen domateslerden de turşu çıktığı gibi. Üzüm suyunun tadını bir alsak koruk suyuna asla geri dönmeyiz ve yüzümüzdeki ekşiliğin yerini de tatlılık alır. Acaba üzüm suyu içmeyi deniyebilecek kadar önyargısız ve cesur muyuz?