FRANSA’DAKİ SOSYAL PATLAMAYLA SU YÜZÜNE ÇIKAN DERİN HASTALIK: TEK TİPÇİLİK ve YASAKÇILIK

Türkiye ve benzeri devlet merkezli ülkelerin tüm dertleri, aslında “özürlü” demokrasiye ve “sınırlı” kişisel hak ve özgürlüklere, ve muasır medeniyet yerine saplantıların esas alınmasına dayanır. Bir ülke bu saplantıları aşıp hür dünya ile bütünleşmeden ve sözde değil özde “demokratik” bir ülke olmadan dünya standartlarında modern bir yaşam tarzına sahip olamaz.

Toplumlardaki huzursuzluklar ve sosyal patlamalar derinlemesine incelendiği zaman görülecektir ki birçok toplumsal problem ve kavgaların temel sebebi demokrasi cılızlığı ve kişisel hak ve özgürlüklerin kısıtlılığıdır. Bireylere bırakılmayan hak ve özgürlükleri devlet belirlemekte, ve devlet ortaya çıkan tek tipi halkına zorla empoze etmektedir. Bu hürriyetler asrında, çok geniş bir sahayı kapsayan bir tek tipte – nelerin doğru ve nelerin yanlış olduğu da dahil – mutabakat sağlanması mümkün olmadığından değişik görüşteki kişi ve kuruluşlar “eğer tek görüş olacaksa, bu benim görüşüm olsun”, “ben başkasının görüşüne tabi olacağıma başkası benim görüşüme tabi olsun,” “en doğru görüş benim görüşümdür; diğerleri yanlış ve hatta ülke için tehlikelidir” yaklaşımıyla birbirleriyle mücadeleye girmekte, ve ülke bu tek tipi belirleyecek iktidar kavgalarına sahne olmaktadır. Halk, derin fay hatları gibi bu görüşlerden bölünmekte, ve fay hatlarının kayması ile ülkede sosyal ve ekonomik depremler olmaktadır. İktidar değiştikçe doğrular değişmekte, ve ülke, direksiyonu bir sağa bir sola kıvrılan araba gibi ileri gideceğine sağa sola yalpalayayıp durmaktadır.

Aslında bu kavgaların arkasındaki ortak his “kişisel hak ve özgürlükler” hissidir, ve verilen mücadele de bu hakları koruma mücadelesidir. Tek tipçi görüşün tabii sonucu tahakkümdür, kavgadır, huzursuzluktur, ve zayıflıktır – hem bireyler hem de ülkeler için. Eğer kişisel hak ve özgürlükler devlet tekelinden çıkarılıp gerçek sahibi olan bireylere verilse, herkes ABD’de olduğu gibi kavgayı bırakacak, ve işine bakacaktır. Ve politik partilere de pek fazla rağbet etmeyecektir. Çünkü gerçek demokrasilerde iktidar efendi değil hizmetçidir, ve parti rekabeti en iyi hizmeti verme yarışıdır.

Şu iyi bilinmelidir ki tek tipçilik birlik sağlamaz, tam aksine birliği bozar. Tek tipçilik insanların birbirine şüphe ile bakmasına sebep olur, ve o ülke insanlarını birbirine düşman eder – ve etmiştir de. Güveni sarsar ve ülkede güven bunalımı yaratır – ve yaratmıştır da. Geri kalmışlığı ve aşağılanmayı ülkenin kaderi eder – ve etmiştir de. Birlik ve beraberlikten dem vururken ülkeyi parçalanma ve yok olmanın eşiğine getirir – ve getirmiştir de. 20. asrın ilk yarışında moda olmuş ve iki dünya savaşına sebep olarak insanlığı yok olmanın eşiğine getirmiş olan bu insanlık dışı yaklaşım, insanların uyanması ve çabuk akıllarını başlarına almasıyla 1950’lerde büyük etapta terkedilmiş, ve kişisel ve gurupsal hak ve özgürlüklere dayanan ve gökkuşağı gibi uyumlu bir renk manzumesi oluşturan çok kültürlülüğü esas almıştır. Bu konuda şüphesi olanlar, tek tipçiliğin sembolü olan Sovyetler Birliği’nin nasıl çöküverdiğini, ve çok kültürlülüğün ve kişisel ve gurupsal hak ve özgürlüklerin sembolü olan ABD’nin dünyanın nasıl süpergücü olduğuna baksınlar. Değişen dünyadan haberi olmayan ve fikren hala 20. asrın ilk yarısında mahsur kalanlar, ABD’nin de bir gün Sovyetler Birliği gibi eyalet sınırlarından parçalanıvereceğini beklemektedirler. Pek fazla ümitlenmesinler – ABD aklını kaybedip tek tipçiliğe özenmediği sürece bu, kıyamete kadar sürecek uzun bir bekleyiş olabilir.

Tek tipçiliğin birlik ve huzur değil, kavga ve huzursuzluk sebebi olduğuna bir örneği de kendi tecrübemden vereyim. ABD’de üniversitemizin tabi olduğu emeklilik sisteminde kişi emekli olacağı yaşı kendisi belirler – kimisi 50 yaşında emekli olurken kimisi 70 yaşında olur. Peki fark nedir? 50 yaşında emekli olan çok daha az pirim ödeyip çok daha uzun süre maaş alacağından , emeklilik maaşı haliyle çok daha düşük olacaktır. Yani emeklilik yaşı herkes için değişiktir; değişmeyen tek şey pastaya yapılan katkı ile alınan payın tutarlı olması, ve kimsenin haksızlığa uğramasına veya haksız kazanç sağlamasına izin verilmemesidir. Yani, temel bir insanlık değeri olan adaletin esas alınmasıdır. Neticede emeklilik yaşında çokluk, ama emeklilik sistemini desteklemekte birlik vardır. Ve haliyle böyle her zevk ve rengi kucaklıyan bir sistemde “mezarda emekliliğe hayır” sloganlarıyla öfkeli yürüyüşler ve “doğru” emeklilik yaşının ne olduğu konusunda ateşli tartışmalar ve toplumda parçalara bölünmeler olması söz konusu değildir.

 

Zoraki Birliktelikten Kuvvet değil, Zaaf Doğar

Yine iyi bilinmelidir ki zoraki birliktelik birlik değildir. Akıl, bilim, ve tarih ışığında bakıldığında açıkça görülür ki birleştiricilik zannedilen tek tipçilik aslında bölücülüktür, ve tek tipçiliğin kaçınılmaz sonucu tahakkümdür, çatışmadır, ve en nihayet bölünmedir. O yüzden gerçek bölücüler, artık çağdışı kalmış tek tipçilerdir. Birliğin teminatı, kişisel hak ve özgürlüklere riayettir, demokratlıktır, ve çağdaşlıktır. İnsanlar artık hürdür, ve birinin yaşam tarzını başkalarına empoze etmenin zamanı çoktan geçmiştir. Artık açıkça görülmüştür ki saygı görmenin ve barış ve huzur içinde birlikte var olmanın yolu, başkalarının hak ve özgürlüklerine saygı göstermek, ve çoğulculuğu esas yapmaktır. Modern giyimli ve başörtülü iki kişi, giyim ve belki inanç tarzlarıyla bir tezat oluşturuyor gibi görünebilirler. Ama her ikisi de birbirlerine saygı duydukları sürece kıyafet ve inanç özgürlüğü konusunda tam bir birlik oluşturmaktadırlar. Demokratlığın gereği ve toplumsal huzurun kaynağı, karşılıklı saygı ve birbirine güven duymaktır.

En büyük eşitsizlik, eşit olmayanlara eşit muamelesi yapmaktır. En büyük ayrımcılık da tipleri aynı olmayanlara tek tip muamelesi yapmaktır. Aynen birlik olsun diye ayak tipine bakmaksızın herkesi tek tip bir ayakkabıyı giymeye zorlamak gibi. Böyle dışlayıcı bir hareket, seçilenden değişik tipteki ayakları incitir, sahiplerini küstürür, ve hatta onları ayakkabı düşmanı yapıp yeni arayışlara iter. Aslında buradaki düşmanlık ayakkabıya değil, seçilen tipe ve zorbalığadır. Yoksa herkes memnuniyetle ayakkabı giyer ve giymeyi savunur – yeter ki tüm ayakları kapsayacak kadar değişik tipleri olsun. Ayakları incinen ve hatta yaralanan ayakkabı madurlarını “ayakkabı düşmanı” ilan etmek duyarsızlıktır, bağnazlıktır, ve ayrımcılıktır. Hele hele “bunlara bir-iki tip daha sunacak olsak tam şımarırlar ve ortalığı kırıp dökerler” demek, tam bir haksızlıktır. Tek tipte ısrarı bırakıp esnekliği esas alsalar görecekler ki ülkede “ayakkabı sorunu” diye bir şey kalmayacak, ve “ayakkabı düşmanı” diye mücadele ettikleri kişiler ansızın ayakkabı dostu ve savunucusu oluvermişler.

Şu iyice bilinmelidir ki tek tipçiliğin kalıplaşmış şekli olan ve eğitim sistemimizin de bel kemiğini oluşturan resmî ideolojilerin zamanı geçmiştir, ve geçeli yarım asır olmuştur. Devekuşu gibi başını kuma sokup gözleri dünya gerçeklerine kapamanın şimdiye kadar kimseye faydası olmamıştır, ve bundan sonra da olmayacaktır. Artık ideolojiler – inanç ve değer sistemleri dahil – bireyselleşmiştir, ve devletlere değil bireylere aittir. Halk adına halkın yetkisini kullanan demokatik bir devletin yapması gereken halkın ortak paydasını temsil etmek, kişisel hak ve hürriyetleri en geniş anlamda tesis etmek, tüm değişik inanç, ideal, ve hayat tarzlarını hiçbir ayrım gözetmeden garanti altına almaktır. Devletin toleranssızlık göstereceği tek şey toleranssızlığın kendisi olmalıdır. Ülkede birlik ve kalıcı huzur böyle sağlanır, ve hedef aldığımızı söylediğimiz muasır medeniyet böyle yakalanır. Batı dünyası bunu yıllar evvel yapmıştır, ve şimdi sefasını sürmektedir.

Evham ve saplantıları aşıp tek tipçilik yerine kişisel hak ve hürriyetler esas alındığı zaman görülecektir ki herkes bu kucaklayıcı yaklaşımı memnuniyetle karşılıyacak, saygı içinde birlikte yaşamayı prensip edinecek, ve adalete kanaat edecektir. Resmî ideolojiyi genç zihinlere nakşetmek için yıllar harcayan – ama bunu da başaramayıp öğrencide tepki ve bıkkınlık yaratan – eğitim kurumları, bu durumda küresel değerleri öğretecek, ve düşünen, sorgulayan, yaratıcılığı gelişmiş ve özgüven sahibi bireyler yetiştireceklerdir. Böyle bir ortamda yetişen bireyler de ilk fırsatta yurt dışına kaçmak yerine kendilerine insanca yaşama ve gelişme imkanı sunan ülkelerini samimî olarak sevecekler, ve onu daha iyi geleceklere taşımanın gayreti içinde olacaklardır.

Türkiye tek tipçilikte ısrar edip eğitimi sıkı bir denetim altında tutadursun, binlerce Türk genci – hatta bir kısmı devletten burslu olarak – yabancı ülkelerde her türlü denetimden uzak bir şekilde eğitim görmektedir, ve bunlar arasından Bakan ve Başbakanlar bile çıkmaktadır. Demek “denetimsiz” okullardan ülkeye zararlı insanlar çıkabileceği ve ülkenin geleceğini tehlikeye atabileceği tezine Türk devleti de pek inanmamaktadır, ve çok sayıda yabancı okulu Türkiye’dekilerle eşdeğer kabul etmektedir. Durum böyle iken ülkede tevhid-i tedrisatın varlığından bahsetmek ve hatta onu koruma gayretinde olmak en azından muhakeme yoksunluğudur. Yabancı ülkelerdeki özerk okullarla bir problemi olmayan Türkiye’nin kendi topraklarındaki özerk okulları problem yapması ve hatta onları tehdit olarak görmesi akıl ve mantıktan ne kadar uzak kalındığının ve evhamlara teslim olunduğunun bir göstergesidir.

 

Eğitimde Çeşnilik: ABD Örneği

Türkiye’de eğitim ile ilgili en küçük bir işin devletin kontrolü dışında kalmasını “büyük tehlike” olarak takdim ederek evhamları körükleyip ülkenin batacağı havasını yaratan ama modernliği de kimseye bırakmayanlar, modern dünya ve bilhassa ABD’deki uygulamaları dikkatle incelemeli, ve felaket dellallığı yapmayı terketmelidir. Önce şunu belirtelim ki ABD çok kültürlü bir toplumdur, ve muhtelif kültürlere rağmen toplum barışını muhafaza edebilmesi gerçekten takdire şayandır. Amerikalılar çok kültürlülüğü bir tehdit değil, bir zenginlik olarak görürler, ve belli bir kültür mensuplarını rencide edecek her türlü davranıştan kaçınırlar.

Tek tipçiliği hayallerinde bile aşamayanlar ve evhamlarıyla yatıp onlarla kalkanlar belki anlamkata zorlanacaklar ama ABD’de devlet ders kitapları ile uğraşmıyor. Bunu rekabet ortamı içinde tamamen özel sectör yapıyor, ve okullar birbirinden güzel tamamen renkli kitaplardan beğendiğini kullanıyor. İlk ve orta öğretimde kitaplar öğrencilere bedava veriliyor. Öğrenciler, daha ilk okuldan itibaren eğitim ile ilgili dergilere abone olmaya teşvik ediliyor. Öğretmen günlük gazeter dahil, uygun gördüğü her türlü malzemeyi sınıfa getiriyor.

ABD’de özel sectör felsefesi ve çeşnicilik “charter school” kavramı ile yavaş yavaş ilk ve orta eğitime de yayılıyor. 1992 yılında bir okul ile başlayan charter school’ların sayısı bugün 2000’i aştı. Charter school’lar mevcut kanun ve yönetmeliklerin kapsamı dışında bırakılıp özel bir statüde kurulmuş devlet okulları. Deneme mahiyetindeki bu okullar özel bir şirket gibi neredeyse tam bir serbestiyete sahip (hatta bazılarında öğretmenlerin sertifikalı bile olması zorunluluğu yok); sadece neticelerinden hesap veriyorlar. Normal bir okulda ortalama öğrenci sayısı 500 iken, charter school’larda bu sayı 150 cıvarında. Bu okulu işletenlere mesela Nevada eyaletinde devlet öğrenci başına 4500 dolar veriyor. Okul eğer başarılı bulunmazsa, devlet fonlamayı kesip okulu kapatılabiliyor. Bizim bölgemizdeki 4 charter school’dan birinin işleticisi verdikleri teklifle ihaleyi kazanan Türk müteşebbisler.

Charter school’lar Türkiye ile ABD’nin eğitim felsefeleri arasındaki derin farkı ortaya koyması açısından enteresan: ABD’de devlet, eğitime yeni bir yaklaşım gelsin, yeni fikirler gelişsin ve uygulansın, eğitim sistemindeki tabu ve kalıplar gerekirse yıkılsın, ve eğitimin önü açılsın diye tam bağımsız özel okulların açılmasını teşvik ediyor, onlardan vergi almak şöyle dursun onların tüm masraflarını karşılıyor. Bizde ise yeni okul ve öğretmen ihtiyacı hat safhada olduğu halde özel okul açanlar potansiyel suçlu gibi zan altında bırakılıyor, Milli Eğitim’in köhnemiş programından zerre kadar sapma var mı diye müfredatları didik didik inceleniyor, ve kapatma tehditleri altında hizmet vermeye çalışıyorlar. Vatandaşlarımıza Amerika’da Amerikan parasıyla Amerikalı çocukları eğitmek için okul açtırılması Türkler için bir iftihar tablosu, Türkiye için ise bir ibret levhasıdır. Amerikalılar bile vatandaşlarımıza güvenip başarılarıyla iftihar ederken, acaba bizim tek tipçiliği aşamamış devletlûlarımızın biraz olsun yüzleri kızarıyor mu?

ABD’nin teknolojide lider olmasının temelinde yatan mühim bir sebep sistemin insana güvene ve saygıya dayalı olmasıdır. Amerikalıar gayet iyi biliyor ki, bir ülke insanlarını ileri götürmez, tersine ülkeyi insanlar ileri götürür. Yani bir ülkenin kalkınması, ancak insanlarının topyekün kalkınması ile mümkündür. O yüzden ABD’de devletin yaptığı insanların önünü açmak, varsa engelleri ortadan kaldırmak, ve “haydi göreyim sizi” deyip tüm müteşebbisleri teşvik etmektir. Türkiye ise böyle bir kavrama dahi yabancıdır, ve her köşeden uçaklar ve füzeler kaldıran ve baş döndürücü bir hızla ilerleyen modern dünyayı hala lokomotifliğini devletin ve makinistliğini basiretsiz siyasilerin yaptığı hantal bir buhar treni ile devletin tam kontrolünde yakalayabileceğini zannetmektedir.

Fırsatlar ve hürriyetler ülkesi olarak bilinen ABD’de başka bir eğitim türü de “home schooling” denen “evde eğitim.” ABD’de bir milyondan fazla çocuk okula gitme yerine eve gelen öğretmenler tarafından özel olarak eğitiliyor (Princiotta, Bielick, and Chapman, 2003). Bunu tercih edenler, ögrenme için okulların gerekli olduğuna inanmıyanlar, okullardaki eğitimin kişileri tek tipçiliğe yönelttiğini düşünenler, ve çocuklarını okullardaki kötü etkilerden muhafaza etmek isteyen aileler. İstatistiklere gore evde eğitilen ögrenci sayısı artıyor. Bazı dindar aileler de çocuklarını bir kilise veya cami denetimindeki ücretli özel okullara gönderiyorlar. Ögrenciler burada normal dersler yanında papaz, rahibe, veya imamlardan dinlerini de öğreniyorlar, ve kendi dindaşları ile sosyalleşme fırsatı buluyorlar. Anlıyacağımız şekilde ifade etmek gerekirse, ABD’de herkes istediği yerde imam-hatip lisesi türü okullar açabilir, ve bu okulların mezunları düz lise mezunları ile eşit şartlarda istediği üniversiteye girebilir. Devlet asgari akademik standartları koyar, müfredatlara karışmaz. Çok kültürlü bir toplum olan ABD’de niye Fransa’da görülen tarzda toplumsal gerilim ve kavgalar olmadığı herhalde şimdi daha iyi anlaşılıyordur.

 

Tek Tipçilik ve Fikir Özgürlüğü

Tek tipçiliğin hakim olduğu yerde fikir özgürlüğünden, ve fikir özgürlüğü olmayan yerde gerçek eğitimden bahsedilemez. Türkiye’de aslında fikir özgürlüğü olduğunu, ve sadece bazı “tehlikeli” fikirlerin ifadesinin ve bazı kurumları eleştiri veya tahkir ile zayıflatmanın dışında herşeyin serbest olduğunu iddia edenlere şunu söylemek gerekir: Eğer bir ülke veya kurum fikir ifadesi veya eleştiriden – haksız eleştiri bile olsa – ciddî hasar görecek kadar zayıfsa, o ülke veya kurumun çok daha derin dertleri var demektir, ve önce acilen o dertlere eğilmesi gerekir. Korku ve telaşın ecele faydası yoktur. Doktora hastasına kanserli olduğunu söylemeyi yasaklamak, hastayı korumak değil onu ölüme mahkum etmektir. Aslında bir ülke veya kuruma en büyük hakareti edenler, o ülke veya kurumun değişik fikir ve eleştirilerle sarsılacak kadar zayıf olduğunu, ve ancak bu tür yasakçı korumalarla ayakta kalabileceğini îma edenler ve dünyaya ilan edenlerdir. Kendisine güvenen ve dünya çapında olduğunu iddia eden bir futbol takımı, oyunu açık sahada ve dünya kurallarıyla oynar. Yoksa gol yemesin diye kalesi önüne duvar örmeye kalkan bir takım, sadece zayıflığını ve dünyadan kopukluğunu gösterir. Keza, kalesi önüne duvar örerek ve rakip takımın kendi yarı sahasına girmesini yasaklıyarak maçı 12-0 kazanan bir takımın büyüklük iddiaları ise gülüçtür, ve kendisine, ülkesine, ve taraftarlarına bir hakarettir. Bunda ısrar ise hamasettir. Bilgi gündüzünden ve hürriyet güneşinden ancak korkak karanlık kuşları rahatsız olur.

Fikir filizleri, ancak serbestlik zemininde ve parlak hürriyet güneşi altında tam olarak gelişir, ve heybetli bir ağaç olur. Mayınlı yollardan kimse gitmek istemez, gitse bile temkinli olarak ve yavaş yavaş gider – mayınlar açıkça işaretlenmis olsa bile. Bir ülkeyi mayınlı yollardan gitmeye zorlamak, o ülkeyi geri kalmaya mahkum etmeye eşdeğerdir. Artık apaçık görülmüyor mu ki medeniyet yolunda en hızlı ilerliyenler savunma içgüdüsüyle fikir ve düşünce yollarından mayınları kaldırmakta nazlananlar değil, aksine bu yolları asfaltlıyanlardır? Fikir tarlasını yasak mayınlarından geçilmez hale getirenler, bir de oturmuş bu milletten dünya çapında sanatçı, fikir insanları, Nobel alan bilim insanları çıkmadığını ifade ederek adeta 70 milyonu aşağılıyorlar. Görmüyorlar mı ki ABD gibi değişik düşünce ve yaratıcılığın tırpanlanmak yerine teşvik edildiği yerlerde Tükler de az sayılarına rağmen dünya çapında başarılara imza atıyorlar, ödüller alıyorlar, ve dünyanın gidişatına yön veriyorlar? Ve yine görmüyorlar mı ki tek tipçilikle ve yasakçılıkla geri kalmışlık, ve fikir hürriyeti ile gelişmişlik yapışık ikizler gibi birbirinden ayrılmıyorlar?

Yel değirmenlerini düşman telakki edip kılıç çeken ve onlarla savaşmaya kalkan kahramanların hikayelerini istihza ve tebessümle okuruz. Ama bundan daha hayret verici olan, bilgiyi ve fikirleri düşman ilan edip onlarla savaşmayı nedense kahramanlık zannederiz. Fikir ve ifade hürriyetinin en temel insanlık hak ve hürriyeti olduğu modern dünyada, fikirlerden korkmak ve onların dile getirilmesini kanun ve cezalarla engellemeye çalışmak, fikirleri “tehlikeli” görüp bu görülmez düşmanlara savaş ilan etmek, hangi akıl, ilim, ve izanla bağdaşır? Ve bilginin sınır tanımadığı bu iletişim çağında fikirlerin polisiye tedbir ve yasaklarla yok edilebileceğine hangi akıl sahibi inanır? Artık açıkça görülmüyor mu ki insanları birbiriyle kaynaştıran cehalet değil hakikat kıvılcımlarıdır, ve onlar da fikirlerin serbestçe çarpışmasından çıkar. On yıllarca Nazım Hikmet’i “vatan haini” ilan edip kitaplarını yasaklıyarak ve onun fikirlerini savunanları hapse atarak Türkiye ne kazandı? Ve şimdi ona itibarını iade ederek ve eserlerini serbest bırakarak ne kaybetti?

Acaba en büyük düşmanımızın fikir değil evham, ve bizim yerlerde sürünmemize en büyük sebebin kökleşmiş saplantılarımız ve tek tipçilikte ısrar olduğunu ne zaman idrak edeceğiz? Geçmişten bir örnek vermek gerekirse, 1980’li yıllarda cesaretimizi toplayarak Türk parasını koruma kanununu kaldırıp serbest konvörtibiliteye geçince döviz karaborsacılığından başka ne kaybettik? Eğer korku üretme merkezlerine kulak vererek felaket dellallarını dinleyip cebinde yabancı para taşıyanları hâlâ nezarete alıyor ve 20 dolarlık bir banka transferi için 20 imza almanın peşinde koşuyor olsaydık sefaletten başka ne kazanacaktık?

Şu unutulmamalıdır ki insanın olduğu yerde düşünce, düşüncenin olduğu yerde tek değil çok fikir, ve çok fikrin olduğu yerde çok tip olur. Tek fikircilik fikir fakirliğidir, ve insanlık değil robotluktur. Zorla empoze edilen tek fikir fikir değil dayatmadır, tahakkümdür, zihinleri iğfal, ve düşünceyi iptaldir. Tek fikircilik ve onu tezahürü olan tek tipçilikte ısrar, demokrasiyi, insan haklarını, ve hatta insanlığı inkardır. Tek tipçilik, insanları düşünen bireyler yerine bir sürü olarak görme alışkanlığının bir tezahürüdür, ve saltanat devrinden kalma çağdışı bir hastalıktır. Günümüzün tek tipçileri bir-iki asır evvel dünyaya gelmiş olsalardı, herhalde saltanatın önde gelen savunucuları olurlardı. Acaba değişik fikir ve tiplere tahammül edemeyen fikir fakirlerinden daha yoksul, daha karanlık, daha zavallı kim vardır? Ve bunların ilim ve fikirdeki gelişmelerin göz kamaştırdığı bu hürriyet çağında acaba bir acûbe olarak durmaktan başka insanlığa ne faydası vardır? Gelişmişlik, fikrin gelişmesiyle, ve o da saplantı ve önyargıların terkedilmesiyle başlar.