ÖZLÜ SÖZLERLE ÖĞRETMENLİK SANATI

 

Öğretmen denince akla herhalde bir sahada bilgi sahibi olan ve bildiklerini anlatarak başkalarına aktarabilen kişi gelir. Öğretmen yetiştiren kurumlarda da esas olarak bir sahada bilgi yükleme yapıldığına ve bu bilgiyi etkin aktarabilme becerisi kazandırıldığına bakılırsa, bu öğretmen imajının oldukça gerçekçi olduğu söylenebilir. Tabi öğretmenlik böyle mekanik ve yüzeysel bir meslek olsaydı, öğretmenlerin çoğunun yerini herhalde teknoloji alırdı ve internet destekli birkaç süper öğretmen sanal olarak binlerce sınıfta ve hatta oturma odalarımızda yerlerini alırdı. Ama teknolojinin yerinin hala öğretmenlerin yerini almak değil onlara destek olmak olduğuna bakılırsa, durumun pek de öyle olmadığı görülüyor.

Bilgi otobanlarının evimize kadar uzandığı çağımızda bilgiye ve hatta etkin bilgi aktarım metotlarına ulaşım çok kolaylaştı. O kadar ki okullardaki öğretmen merkezli klasik ders işleme metotları artık çok sönük kaldı ve etkinliğini yitirdi. Değişen şartlar öğretmelerin de rollerini değiştirdi ve değişime ayak uyduramayanları saf dışı bıraktı. Bu değişim süreci öğretmene olan ihtiyacı azaltmadı, aksine standartları yükselterek daha da arttırdı. Her meslek gibi öğretmenlik mesleği de çok daha karmaşık ve çok yönlü bir hal aldı. Bilginin hızla eskidiği çağımızda çok şey öğrenmek değil, yaşam boyu öğrenmenin gereğini anlamak ve öğrenmesini öğrenmek önemli hale geldi. En değerli uğraşı bilgiye ulaşmak değil yeni bilgi üretmek ve en büyük güç de üretilen yeni teknolojiye sahip olmak oldu. Bilgi sahibi olmak rutin, gelişmiş bir hayal gücü ve yaratıcılığa sahip olmak ise ayrıcalık oldu. Yanlış şekilde kullanılan teknolojinin potansiyel tahrip gücü de etik ve insanî değerlerin önemini her zamankinden daha fazla ön plana çıkardı. Bu genel manzara zamanımızda öğretmenlerin rolünün ne olması gerektiği hakkında yeterince fikir vermektedir: öğrenciyi mezuniyet sonrasında kendisini bekleyen rekabetçi dünyaya en donanımlı şekilde hazırlamak.

Her meslek sahibi gibi öğretmenin de yapması gereken ilk şey mesleğini sevmesi ve bunu da davranışlarıyla göstermesidir. Öğretmekten heyecan duyması ve öğrencileri umursamasıdır. En etkin öğretmen konusunu en iyi bilen değil, öğrencilere en içten ilgiyi gösterendir. J. Maxwell’in deyişiyle “İnsanlar, onları ne kadar umursadığınızı bilmedikçe ne kadar bildiğinizi umursamazlar.” Carl Jung parlak zekadan ziyade sıcak ilgiye vurgu yapar: “Kişi parlak öğretmenleri taktirle, ama insanî hislerimize dokunanları minnetle anar. Müfredat belli miktar yeni malzemedir, ama sıcaklık, büyüyen bir bitki ve bir çocuk ruhu için hayatî önemde bir elementtir.” Bir mesleğe en büyük zararı, o mesleği eksik veya yanlış icra edenler verir. O yüzden meslek heyecanı duymayan ve öğrenci sevgisi olmayan öğretmen doğru bir adım atarak mesleği bırakmalıdır.

Öğretmenlik bir sanattır. En iyi öğretmen hafızasına en fazla bilgiyi yüklemiş olan değil öğretme sanatını sınıf ortamında en iyi icra eden kişidir. Gail Godwin’in ifadesiyle, “İyi öğretmenliğin dörtte biri hazırlık ve dörtte üçü tiyatrodur.” John Steinbeck: “Vardığım kanaat odur ki büyük bir öğretmen büyük bir sanatkardır ve diğer büyük sanatkârlar gibi onlardan da az sayıda vardır. Hatta çalışma sahası insan aklı ve ruhu olduğu için öğretmenlik sanatların en büyüğü bile olabilir.” O yüzden mülakat yerine test türü bir sınavla tiyatro oyuncusu, ressam veya müzisyen alımı ne kadar geçersiz ise sınav becerisine dayanan mevcut sistemle öğretmen almak ve öğretmenlerin yükselmelerinde yine bu tür sınavları esas almak da o kadar geçersizdir ve gerçeklerden ve modern dünyadan kopukluktur. Mesela ABD’de mülakat yapmadan bir öğretmenin işe alınması düşünülemez ve öğretmenlerin başarısını test türü sınavlarla belirlemeyi teklif edenin zekâ seviyesinden şüphe edilir. Çünkü sınıftaki performans ile bu tür testlerde alınan puanların alakası yoktur. R. W. Emerson’ın dediği gibi, “Eğitici, zor şeyleri kolaylaştırabilen kişidir.” Bu ve benzeri beceriler sınavlarla değil ancak gözlemlerle ölçülebilir.

İçinde yaşadığımız zaman dilimine haklı olarak bilgi çağı denmekte ve modern ülkeler bilgi-tabanlı ekonomiye geçmek için adeta yarışmaktadırlar. Bilgi-tabanlı ekonominin özelliği hammaddeye bilgi ve beceriye dayalı olarak en yüksek katma değer ilave edilmesidir. Örneğin Japonya’nın Mitsubishi Electric firması tarafından üretilen 7700 kg ağırlıktaki TÜRKSAT 4A ve 4B uyduları $571 milyona mal oldu. Yani birim fiyatı $74 bin/kg – ki birim fiyatı yaklaşık $50 bin/kg olan külçe altından bile daha yüksektir. Uydu yapımında kullanılan malzemelerin kilosunun sadece birkaç dolar olduğu dikkate alınırsa, teknolojik bilgi ve becerinin değeri kolayca görülür. Dolayısı ile artık en zengin ülkeler en çok doğal kaynağa sahip olanlar değil, en eğitimli ve en yüksek beyin gücüne sahip olanlardır. İnsanlara yüksek katma değerli bu bilgi ve beceriyi kazandıran mekanizma ise eğitimdir. O yüzden eğitim en geniş manada “insanlara katma değer ilave etme sanatı” olarak tanımlanabilir. Bu katma değere güzel yazmadan etkin konuşmaya, akıl keskinliğinden ahlak güzelliğine kadar insanların değer verdiği her şey dahildir. Buna göre en iyi eğitim kurumu, belli bir süre zarfında bireylere en çok sayıda katma değeri en yüksek seviyede kazandıran kurumdur.

Eğitimin bir kanadı aklın bilgi ve beceri ile donatılması ise, eşit önemdeki diğer kanadı da kalbin erdem ve insanî değerlerle işlenmesidir. Bilgi ve becerinin kötüye kullanılabilme potansiyeli ile tahribin kolaylığı ve boyutunun büyüklüğü günümüzde ikinci kanadın önemini daha da arttırmıştır ve Batı’da üniversitelerde bile etik ve ahlaki değerler eğitimi meslek eğitiminin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu değerler en iyi örnek olarak öğretilir ve bu da öğretmen alımında yüksek ahlak standardına verilmesi gereken önemi gösterir. Öğretmenlerden beklenen öğrencilerine bilgi ve beceri kazandırırken onlara yüksek ahlaki değerleri de beraberinde kazandırmalarıdır. Yoksa erdem sahibi insanlar yerine bilgi ve beceri ile donatılmış canavarlar yetiştirme tehlikesi vardır. Eski ABD Başkanı Theodore Roosevelt’in dediği gibi “Eğer bir insanı, sadece akıl yönünden eğitiyor, ahlak yönünden eğitmiyorsanız, toplumun başına yalnızca bir bela yetiştiriyorsunuz demektir.” Öyle görülüyor ki Amerikalılar eski başkanlarının bu sözünü dinlemiş olsalardı, bugün içlerinde bulundukları acıklı hale düşmeyecekler ve aklen dünyanın en eğitimli beyinlerine sahip olan bu ülke dünyada en büyük tehdit olarak algılanma garabetine düşmeyecekti. Şu veciz ifadeler eğitimde bilgi ve beceri ile beraber yüksek karakter kazandırılmasının önemini gayet iyi vurgulamaktadır: “Eğitim, insanlara bilmediklerini öğretmek değildir. Eğitim, insanlara davranışlarını geliştirmelerini öğretmektir ve bu da en iyi örnek olarak öğretilir.” (John Ruskin).  Eğitim, kişi okulda öğrenilen her şeyi unuttuğu zaman kalan şeydir.” (Albert Einstein). “Çocuklarım büyüdüğü zaman, dostlarım, sizden rica ediyorum; eğer başka bir şeye faziletten fazla değer veriyorlarsa, onları cezalandırın.” (Sokrates). “Bilgisiz doğruluk zayıf ve faydasızdır; doğruluksuz bilgi tehlikeli ve esef vericidir.” (Samuel Jackson). “Eğitimin ilk hedefi bilimsellik değil insanlıktır.” (Ernest Seton).

Tabi ahlaki değerlerle beraber içinde bulunduğumuz zamanın evrensel değerlerini de öğrencilerin benimsemesini sağlamak ve onları bu değerlerin hükmettiği dünyaya hazırlamakta en büyük sorumluluk yine öğretmenlere düşmektedir. Öğretmenlerin bazen farkında bile olmadan söyledikleri bir cümle çok öğrencinin ömürleri boyunca mihenk taşı olabilir. Öğretmenler bu avantajlı pozisyonlarını çok etkin bir şekilde kullanıp öğrencilerin zihinlerinde silinmeyecek izler bırakabilirler. Mesela Tolstoy’un “Güzel bir gülüş, karanlık bir eve giren güneş ışığına benzer;” Mark Twain’in “Genç bir insanın kötümser olmasından daha kötü bir manzara yoktur;” ve Mevlâna’nın “Sen bakmasını bil de dikende gül gör! Dikensiz gülü herkes görür,” sözleri ışığında öğrencilere güzel bakıp güzel görmenin sihirli etkisi gösterilse, herhalde asrın hastalığı olan depresyon gibi psikolojik rahatsızlıklar küçülme sürecine girecektir. Keza, F. Voltaire’in “Söylediğin şeyi tasvip etmiyorum, ancak onu söyleme hakkını ölünceye kadar müdafaa edeceğim;” ve Nietzsche’nin “Gençleri bozmanın en kestirme yolu farklı düşünenlere değil benzer düşünenlere değer vermelerini öğretmektir,” özlü sözlerinde ifadesini bulan en aykırı fikirlere dahi saygı ve düşünce farklılıklarını tasvibin öğretilmesi herhalde birçok kavgayı önleyecek ve fikir zenginliğinin avantajlarını sağlayacaktır. Hele Bismarck’ın tüm parti merkezlerine ve politika üreten kurumların girişlerine asılmaya layık “Gerçek politikacı, geçen olayların hıncını, intikamını alan kimse değildir. Bu olayların tekerrürüne engel olan kişidir.” sözündeki derin manayı anlamanın önemi, bir tekerrür olduğu söylenen Tarih derslerinin öneminden aşağı kalmaz. Nitekim Almanya ve Fransa’nın ikinci dünya savaşından sonra kör intikam hislerine takılıp üçüncü dünya savaşının tohumlarını ekmek yerine kabaran hislerine gem vurarak bu akılcı yaklaşımı takip edip AB’nin temellerini atmaları Avrupa’yı bir barış kıtasına çevirmiştir.

Yapılacak bu kadar önemli ve heyecanlı şeyler varken okullarda can sıkıntısı ve derslere ilgisizlik hala yaygın bir problemdir ve öğrenci ilgisinin başka yönlere kaymasından doğan disiplinsizlik öğretmenler için bazen bir kâbus halini almaktadır. Aslında mide için yiyecek ne ise akıl için de bilgi odur ve öğrenme aynen yemek yeme gibi zevkli bir aktivite olmalıdır. Cenap Şehabettin’in ifadesiyle “Mide için lokma ne ise, beyin için fikir odur. Hepsi beslemez, bazıları zehirler.” Tabi yemeği zevkli yapan şey açlıktan doğan iştahtır ve iştah olmadan vazife icabı yenen yemek zevk değil sıkıntı verir. Bilgiye karşı zevkli bir açlık hissettiren ve öğrenmeye olan iştah meraktır. O yüzden dersleri ve öğrenmeyi sıkıcı şeyler olmaktan çıkarıp zevkli faaliyetler haline getirmenin sırrı öğrencilerin merakını tahrik etmektir. Anatole France’ın dediği gibi, “Öğretme sanatı denen şey, daha sonra tatmin etmek amacıyla genç dimağların tabii merakını uyandırma sanatından ibarettir.” Horace Mann bunu bir benzetme ile şöyle ifade eder: “Öğrencide öğrenme arzusunu uyandırmadan öğretmeye kalkan öğretmen soğuk demire çekiç vurmaktadır.” Bediüzzaman daha da ileri giderek “Merak ilmin hocasıdır.” der. Albert Einstein da bunu kendi tecrübesi ile teyit eder: “Benim hiçbir özel kabiliyetim yok; ben sadece ölesiye meraklıyım.” O yüzden iyi öğretmenlik, bilgileri birbiri ardına sıralamak değil, bilgiyi sunmadan evvel öğrenciyi motive edici sorularla meraklandırmaktır. Yani, yemeği servis yapmadan evvel davetlilerin acıkmış olmalarını temin etmektir. Bunu yapmanın en iyi yolu, öğrencilerin aşina oldukları günlük olaylarla ilgili tecrübelerini eşeleyip bilginin perde arkasında nasıl görülmeyen motorlar gibi çalıştığını ve alelade gibi görülen olayları nasıl idare ettiğini göstermektir. Sınıftaki bütün meraklar harekete geçirilip öğrenciler bilgi kapmak için yarışa başlayınca rutin dersler gayet canlı entelektüel ziyafetlere döner. Sonunda, öğretme ve öğrenme iş değil zevk olur. Eğitim dinamik bir olgudur ve öğretmenlerin değişime açık olmasını gerektirir: I. N. Estrada’nın ifadesiyle, “Eğer bir çocuk öğrettiğimiz şekilde öğrenemiyorsa, belki biz onların öğreneceği şekilde öğretmeliyiz.”

Öğretmenlik mesleğini zorlaştıran unsurların başlarında herhalde öğrencilerin motivasyonsuzluğu ve derslere ilgisizliği gelir. İsteksiz müşterilere her gün saatlerce mal satmaya çalışmak hiç de kolay bir iş değildir. Bunun baş sorumlusu zamandan kopuk müfredat ve öğretmenleri robotlaşmaya zorlayan ruhsuz sistem ise de yüksek motivasyonlu bir öğretmen yaratıcı gücüyle bu manzarayı tersine çevirebilir ve mevcut müfredat içinde harikalar yaratabilir. “Dinamit” lakabına layık bu tür öğretmenler en sıkıcı dersi en heyecanlı hale getirebilmekte ve dört duvar arasındaki öğrencileri renkli alemlerde zevkle gezdirebilmektedir. Sönmüş heyecanları ateşleyen ve hareketli ölülere hayat veren sır, motivasyondur. Öğretmenlik mesleğinin olmazsa olmazlarından biri öğrencileri motive edebilme kabiliyetidir [öğretmenleri hala testlerdeki puanlarına göre işe alan ve terfi ettirenlerin kulakları çınlasın]. Öğretmen değerlendirmelerinde öğrencilere sorulan değişmez sorulardan birisi budur. Motivasyon, sınıflarda disiplinsizlik illetini de tedavi eden bir iksirdir ve yüksek motivasyonlu öğrencilerle ders yapmak bir eğlencedir.

Başarının sırrı motivasyondur. Özlü sözlerle ifade etmek gerekirse: “Motivasyon, insan motorunun çalışmaya devam etmesi için gereken yakıttır.” (Zig Ziglar). “Motivasyon hemen hemen her zaman yalın kabiliyeti yener.” (Norman R. Augustine). “Disiplinin sırrı motivasyondur. Bir kişi yeterince motive edilmişse, disiplin kendi kendine sağlanır.” (Sir Alexander Paterson). “Başarının kaynağı motivasyon, gayret ve mükemmelliği amaçlamaktır.” (Anonim). “İnsanlar yüksek motivasyonlu oldukları zaman, imkansızı başarmak kolaydır. Öyle olmadıklarında ise kolayı başarmak imkansızdır.” (Bob Collings). “Yapılırken heyecan duyulmayan işler başarılamaz.” (R. W. Emerson).

Müfredatla ilgili baskılar, derslerde belirtilen malzemeyi anlatma zorunluluğu ve bununla alakalı telaşlar öğretmenler üzerinde bir baskı oluşturmakta ve işlerini zorlaştırmaktadır. Kimileri zannediyor ki öğrencilere belli şeyler anlatılmazsa öğretmenlik vazifesi yapılmamış olur ve öğrenciler cahil kalır. Aslında bu konuda telaşa hiç gerek yoktur. Bilginin hızla geliştiği bu bilgi çağında muhtemelen okulda öğrettiğimiz birçok şey öğrenci daha mezun olmadan geçersiz hale gelecek ve onların yerini yeni bilgiler alacaktır. Kişilere meslek hayatlarında kullandıkları bilgilerin yüzde kaçını okulda öğrendikleri sorulsa, bu oran herhalde pek yüksek olmayacaktır. O halde okullarda yapmamız gereken şey ayağımızı bilgi yükleme pedalından biraz çekip iki şeye ağırlık vermektir: Ömür boyu öğrenmenin önemini kavratmak ve öğrenmesini öğretmek. Öğretmenlere düşen, kendi kendilerine öğrenmeleri için öğrencilere gerekli özgüveni kazanmalarını sağlamak ve öğretmenlere bağımlılığı azaltmak ve hatta kaldırmaktır. Böylelikle öğretmenleri “verici” konumundan çıkarıp danışman ve tartışma lideri konumuna geçirmektir. Özgüven ve öğrenmesini öğrenmek konusunda şu veciz ifadeler dikkate alınmalıdır: “Öğretme, öğrenmeden zordur. Gerçek öğretmen, öğrenmeyi öğretmekten başka bir şey öğretmez.” (M. Heidegger). “İyi öğretmenlerden öğrenebileceğimiz en iyi şey, kendimize daha iyi nasıl öğretebileceğimizdir.” (John Holt). “Eğitimin en büyük gayesi kişiye özgüveni öğretmek ve kendi zihin aleminin zenginliklerini tanımasını sağlamak olmalıdır.” (R. W. Emerson). “İnsanlara yapılabilecek en büyük iyilik, onlara akıllarını kullanmayı öğretmektir.” (Molliere).

Çağdaş öğretmenleri geleneksellerden ayıran önemli bir özellik, bilgiden ziyade hayal gücü ve yaratıcılığı ön plana çıkarmaları ve öğrencilerine ilham kaynağı olmalarıdır. W. A. Ward’ün dediği gibi, “Sıradan öğretmen anlatır. İyi öğretmen izah eder. Üstün öğretmen gösterir. Harika öğretmen ilham verir.” Bharati Mukhejee daha da ileri giderek “İlham verme değilse, öğretmenin işi nedir?” sorusunu ortaya atar. Bilgi elbette önemlidir. Ama hayal gücü ve yaratıcık olmadan yalın bilgi ile bir ilerleme sağlanamaz. Bir bilgisayar bir insanın asla sahip olamayacağı kadar bilgi içerebilir. Ve bir kişinin birkaç yılda ancak öğrenebileceği bilgiler bilgisayara birkaç dakikada yüklenebilir. Ama o bilgisayar kendi başına hiçbir şey yapamaz, çünkü idrak ve hayal gücü yoktur. Bilgisayar sahip olduğu hiçbir bilginin idrakinde veya farkında değildir ve bilgiyle ne yapılabileceğini bilmez. Bilginin ancak idrak kabiliyeti ve hayal gücü yeterince kuvvetli kişilerin elinde bir kıymeti vardır. Einstein’ın dediği gibi, “Hayal etme bilgiden daha önemlidir.” Bu da okullarda bilgi yükleme ile beraber öğrenilen şeyi hazmetmenin ve fıtraten heyecanlı olan insanların hayal güçlerini geliştirmenin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bir konuyla ilgili sorulara cevap verebilmek önemlidir. Ama o konuyla ilgili ufuk açıcı soru sorabilmek daha da önemlidir. Alice W. Rollins’in ifadesiyle “İyi öğretmenliğin testi, onun öğrencilerine hemen cevaplayabilecekleri kaç soru sorabildiği değil, öğrencilerine ilham vererek onların kendisine cevap vermekte zorlandığı kaç soru sorabildikleridir.”

Evet, öğretmenlerin öğrencilerine hazım için fırsat vermeleri ve gerekli şartları hazırlamaları önemlidir. Her zaman yakındığımız ezbercilik denen şey aslında hazımsızlıktır, ham bilgileri hafıza raflarına hazmetmeden yerleştirmektir. Yoksa şiir, özlü söz, vs. gibi şeylerin manasını özümseyerek lafzını hafızaya nakşetmek gayet güzeldir. Ezberci eğitimde bilgiler hafızaya depolanıp ihtiyaç anında alınır – bilgisayarın istendiği anda sabit sürücüden bilgileri alıp ekranda yansıtması gibi. Ezberci eğitim kişinin ufkunu genişletmez ve bir davranış veya anlayış değişikliğini netice vermez. Doğru eğitimde ise yeni bilgi sorgulama ve muhakeme değirmeni ile öğütülüp hazmedilir ve mevcut bilgilerle kenetlenip kişinin parçası haline getirilir. Yeni ve eski bilgiler birbirini takviye edip kişinin bilgi ağını genişletir. Ezberci eğitimde şuur ve sorgulama faal bir rol oynamaz ve dolayısıyla kişi ne öğrendiğinin farkında bile değildir. Öğretmenin görevi öğrenme esnasında şuurun devreye girip farkındalığın oluşmasını sağlamaktır. Bu da en iyi öze yönelik sorular sormakla ve bilim ışığının yansımalarını öğrencilerin aşina olduğu şey ve olaylarda göstermekle olur. Öğrenci daha sonra hayalini kullanarak yeni bilgiyi değişik sahalara uygular ve bilgiyi pekiştirirken özgüvenini ve hayal gücünü de geliştirir. Belli bir eğitim seviyesinde veya branşta ABD’deki öğrencilere sunulan ham bilgi miktarı genellikle bizdekinden çok daha azdır. Ama hazım seviyesi ve oluşturulan özgüven bizdekinden kat kat fazladır.

Eğitim ile ilgili hazırlanan raporların neredeyse tümünde eğitimin sınav odaklı olduğu ve bundan acil olarak kurtulunması gerektiği belirtilirken eğitim kurumlarının ezberci sistemin bir şekli olan test odaklı aynı değerlendirme metodunu benimsemesi akıl ve izan ile izah edilebilecek bir şey değildir. Acaba aklı başında hangi işletme test puanına göre eleman alır ve terfileri yine alınan bu puanlara göre yapar? Yine, hangi kuruluş eleman değerlendirmelerini dışarıdan gelip elemanıyla bir-iki saat geçiren bir müfettişin raporuna göre yapar? Okullarda yapılması gereken öğretmenlerin performanslarının öğrenci ve velilerin de görüşleri alınarak okul müdürü tarafından değerlendirilmesi ve bu yıllık değerlendirmelerin terfilerde ve hatta maaş artımında esas olmasıdır. (Tabi müdürler de her yıl öğretmenler tarafından değerlendirilmeli ve değerlendirmeler Milli Eğitim Müdürlükleri’ne iletilmelidir). Eğitimde kalitenin yükselmesi isteniyorsa, standart altı performans sergileyen öğretmenlerin de meslekten ihracının önü açılmalıdır. Her meslekte olduğu gibi iş garantisinin dayanağı kanun zırhı değil kalite üstünlüğü olmalıdır.

Her şeyin gittikçe daha komplike ve çok yönlü olduğu çağımızda katılımcı demokrasi devletlerle beraber iş dünyası için de temel bir değer olmuşken bu yaklaşımın eğitim kurumlarında hala istenen seviyede olmaması üzücüdür. Russell H. Ewing birey-merkezli ve takım-merkezli yaklaşım farklarını patron-lider eksenlerinde şöyle ifade eder: “Patron korku verir, lider özgüven. Patron kusurları paylaştırır, lider yanlışları düzeltir. Patron her şeyi bilir, lider soru sorar. Patron işi angarya yapar, lider ilginçleştirir. Patron kendini düşünür, lider gurubunu.” Acaba biz kendimiz hangi tipe daha çok uyuyoruz? Eski ABD başkanı John F. Kennedy 1960’larda “Ülkem benim için ne yapabilir diye sorma; ben ülkem için ne yapabilirim diye sor.” sözüyle topyekûn bir seferberlik başlattı ve ülkesini çok sahada hür dünyanın liderliğine taşıdı. Paul Spear’in şu sözü de ilham vericidir:Bir kişi olarak dünyayı değiştiremem, ama bir kişinin dünyasını değiştirebilirim.” Bazen olur ki değiştirilen bir kişinin dünyası, tüm dünyanın değişimini tetikler. Bugün öğretmenlerin de yapması gereken ilk şey başkalarının ne yapması gerektiği tartışmalarına bir son verip birey olarak kendilerinin ne yapabileceklerini sorgulamalarıdır. Göreceklerdir ki mevcut sistem içinde hiçbir ilave kaynak kullanmadan sadece yaklaşımlarını değiştirerek harikalar yaratabilirler ve dikenlikleri gül bahçelerine çevirebilirler.