İNSANLIĞIN BİRBİRİNİ TAMAMLIYAN İKİ FARKLI YÜZÜ OLARAK KADIN VE ERKEK
Makalenin sunum dosyasını indirmek için lütfen tıklayın…
Yıllar önce Reno’da bir ziyaret sırasında ev sahibi yüzünde bir tebessümle bana kalınca bir kitap uzatıp bir göz atmamı istemişti. Kitabın adı “Everything We Know About Women” yani “Kadınlar Hakkında Bildiğimiz Herşey.” Merakla kitabı açtım, ve ilk sayfasının boş oldugunu gördüm. Olabilir deyip ikinci sayfayı açtım, o da boş. Bunun üzerine sayfaları hızla çevirdim, ve kitapta tek bir kelime dahi olmadığını gördüm. Mesaj açıktı: Kadınlar hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Yani insanlığın yarısını teşkil eden kadınlar bir muammadır, onları anlamıyoruz, ve bir gün anlıyacağımız konusunda da pek ümitli değiliz. Kadınlar açısından bakınca, erkeklerin de durumu pek farklı değil. Zaten bundandır ki “Erkekler Mars’tandır Kadınlar Venüs’ten” türü kadın ve erkek dünyalarının farklılığını konu alan kitaplar tüm dünyada çok satanlar listesinde yerlerini koruyorlar. Tabi burada temel problem kadın ile erkek arasındaki nüans farklarından ziyade genel manada insanı anlamaktaki eksikliğimiz. O yüzden kadın ve erkeği anlamak için önce insanı ve insanın temel mahiyetini anlamak gerekir. Bütünü bilmeden parçalarını tam anlamak mümkün değildir.
Maddeci görüşün insana bakışı: Tesadüfler sonucu oluşan bir torba atom
Materyalizmi – ki bilim değil bir ideolojidir – ortaçağ hırıstiyanlarını aratmıyacak bir taassupla tartışmasız bir doğru olarak kabul eden Batı dünyası, varlık alemini madde (veya daha geniş anlamıyla madde-enerji) ile sınırlamıştır. Tartışma üstü bilimsel bir gerçek olarak sunulan ama hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bu önkabule göre, var olan herşey hidrojen, oksijen, karbon, ve azot gibi yüz küsur elementten ve elementlerin kimyasal reaksiyonlarıyla meydana gelen moleküllerden oluşmuştur. Pozitif bilimlerin de platformunu oluşturan bu görüşe göre insan, bir torba atomdan başka bir şey değildir. Yani ölü bir insan cesedi ne ise canlı bir insan da malzeme olarak odur. Tabi bu bakış açısıyla hayat, şuur, irade, sevgi, şefkat, vs gibi maddede pırıltılarıyla görülen ama maddeden kaynaklanması mümkün olmıyan esrarengiz vasıfları anlamak mümkün değildir. Bunun sonucu olarak materyalist felsefe, bir dizi muammayı bünyesinde barındırmak zorunda kalmıştır. Örneğin bir çok bilim insanı hayatın “hiçbir zaman anlaşılamıyacak bir fenomen” olduğu görüşündedirler. Çünkü onlar da görüyorlar ki madde dükkanlarında hayat diye bir unsur yoktur, ve hayat sihirli bir tarzda belli varlıklarda yansıyan nereden geldiği belirsiz görülmeyen manevî bir “ışık”tır. İrade hakkındaki belirsizlik de determinizm ve karşıt felsefik akımlarına sebep olmuş, ve derin fikir ayrılıklarına yol açmıştır.
Materyalist felsefe, büyük patlama sonrası parçacık bulutlarından atom, hücre, ve en nihayet insan gibi akılları durduracak harikalıkta varlıkların ortaya çıkmasını bir tesadüfler silsilesine bağlamış, ve bunu sistematize eden evrim teorisine bir can simidi gibi sarılmıştır. Tatlı cadı dizisinde sihirli güçlere sahip olan Sementa bir dokunuşla insanı kurbağaya çevirdiği gibi, sihirli evrim değneği de bir dokunuşla kurbağayı insana çevirmiştir. Tabi evrimciler perde olarak sihirbazların siyah örtüleri yerine uzun bir zaman dilimini kullanmışlardır. Maddeye dayalı düşünce sistemine göre, tesadüfen ortaya çıktıkları için insan dahil hiçbir varlığın bir anlamı yoktur, ve dünya bir anlamsız ve gayesiz varlıklar yığınıdır. Kendini tesadüfen varlık aleminde gayet hakim bir pozisyonda canlı ve üstelik akıllı olarak bulan “şanslı varlık” insanın bu dünyada yapabileceği en akıllı şey haliyle ölüp yok oluncaya kadar geçen süre içinde gününü gün etmek, ve kendine mümkün olan en yüksek seviyede maddî menfaat ve haz sağlamaktır. Bu düşüncedeki bir kişi menfaatini ve haz kaynaklarını korumak için gerekirse başkalarıyla kavga eder, ve hatta menfaati gerektiriyorsa onları yok eder. Yani materyalist görüşe göre insan, akıllı bir vahşi hayvandır. Vahşet ve tecavüzü sınırlayan ve işbirliği yapmaya zorlayan temel dinamik de ortak menfaatlerdir. Bu hayat görüşünü en katı haliyle benimseyen bir toplumda kadın ve erkek dahil herkesin birbiriyle kavgalı olması, birbirine şüphe ile bakması, ve birbirlerine karşı menfaatlerini koruma mücadelesi içinde bulunması doğaları gereğidir. Çünkü hayat bir “kavga”dır. Kavgacı bir ortamda mutlu olmak ne kadar mümkünse, bu bakış açısının insana vadettiği mutluluk da ancak o kadar olabilir. Evet, hayat sigortası parasını almak için eşini, ve erken mirasa konmak için ana-babasını öldürenler bile vardır; ama sayıları çok azdır.
Materyalist felsefe ışığında çizilen bu insan profili gerçekten ürkütücüdür. Ama çok şükür ki bu profil gerçek dünyada gördüğümüz insanlarla pek uyuşmamaktadır. Bunun da iki sebebi vardır: Birisi, herşeyin madde olduğu ve insanın bir tesadüfler zinciri sonucu rastgele ortaya çıktığı görüşünün günlük hayata pek yansımaması, diğeri de semavi dinlerin insanlık aleminde yerleştirdiği ve insanların da bilerek veya bilmiyerek benimsediği moral değerlerdir. Yukarıda çizilen vahşi insan profili, materyalist felsefeyi tam benimsemiş ve maneviyattan tamamen soyutlanmış bir insanın varacağı uç noktayı göstermesi açısından önemlidir, ve sorumlu konumdaki düşünen başlar bundan ders çıkarmalıdır. Eğer mevcut maddeleşme süreci devam eder ve manevî çoraklık müzminleşirse, insanlığı öyle tehlikeler beklemektedir ki küresel ısınmanın sebep olabileceği düşünülen yıkım bunun yanında çok hafif kalır. Ateistler dahi böyle bir ihtimalden tedirginlik duymakta, ve dünyaya yönelik uluhiyetsiz evrensel bir din olan ve temel kaynağı semavi dinler olan etik değerler sisteminin hayata geçirilmesini kuvvetle savunmaktadırlar. Çünkü dünyadaki uzun vadeli ortak menfaat ve huzur insanî değerler yani fazilet üzerine bina edilmiş bir hayat tarzını gerektirmektedir. Teori ile pratik arasındaki bu tutarsızlık bile herşeyin madde olduğu ve tesadüfler sonucu oluştuğu görüşünün geçerliliği hakkında ciddi şüpheler oluşturmaktadır.
Materyalist bir bakış açısıyla bakıldığı zaman, kadın ile erkek arasında cinsiyet dışında pek bir fark olmaması gerekir. Çünkü kadın da erkek de aynı atomlardan oluşmakta, ve aynı yiyecekleri tüketmektedir. Hatta eğer kadınlar da erkekler gibi cüsseli, kaslı, kalın sesli, ve atalarımız olduğu farzedilen maymunlar gibi kıllı olsaydı ve erkekler gibi her gün sakal tıraşı olmak zorunda kalsaydı bunu kimse yadırgamıyacaktı. Çünkü maddeci görüşe göre insan diğer hayvanlardan evrimleşerek türemiş akıllı bir hayvandır, ve çoğu hayvan türünün – örneğin kedi ve köpek gibi – erkek ve dişilerinin ses, tavır, ve dış görünüşleri tamamen aynıdır. İnsanlar da pekala hayvanlar gibi tek tek veya toplu halde yaşıyabilir, ve yine hayvanlar gibi nesillerini devam ettirebilirlerdi. Ama böyle bir hayat tarzının hayali bile insana itici gelmekte, ve yaşamı anlamsız kılmaktadır. Bir çocuk için bile evde bir anne ve bir baba yerine adeta iki tane “baba” ile yaşamak herhalde hiç de hoş olmazdı. Genellikle kaslı, hatları sert, ve kalın sesli bir erkek bedeni içine hapsedilen ve güzellik ve narinliğini yansıtamayan ince yapılı kadın ruhu da muhtemelen böyle bir hayatı zevk değil ızdırap olarak görürdü.
Güzellik ve narinlik gibi madde-dışı vasıflar, madde-dışı bir ruhun varlığını baştan reddeden ve kadın-erkek herkesi bir torba atom olarak gören materyalist felsefe için anlamsız şeylerdir. Bu felsefeye göre temel maddî ihtiyaçları karşılanan ve yaşamını sürdürebilen sağlıklı bir insanın gayet mutlu olması lazımdır – aynen yiyecek ve barınak ihtiyaçlarını gideren hayvanların hallerinden memnun oldukları gibi. Ancak bu felsefik görüş temelinde birlikte yaşamaya dayalı komünist rejimlerin insanları mutlu etmemesi ve birbiri ardına çökmesi, bu yaklaşımın hiç de geçerli olmadığını ve gerçek insan mahiyetini yansıtmadığını göstermiştir.
Modern Batı toplumları da olaylara yaklaşımlarında materyalizmi esas alır, ama bunu hürriyetçi ve insan izzetine saygılı bir tarzda yapar. Modern Batı yaklaşımı da kadın ve erkeği aynı atomlardan yapılmış birer molekül torbası olarak görür, ve biyolojik farklar dışında kadın ve erkek arasında bir farklılık gözetmez. Kadın-erkek eşitliğini temel bir değer olarak tesis eder, ve kadın haklarının erkeklerle aynı seviyeye çıkarılmasını modernliğin bir gereği sayar. Kadın ve erkek arasında ayrım gözeten yaklaşımları da “çağdışı” ilan eder, ve bunu kadın haklarını ihlal ve dolayesiyle bir zulüm olarak görür. Ama ardından da askerliği genellikle sadece erkeklere mecbur ederek cinsiyet ayrımcılığının daniskasını yapar. Elbette kanun karşısında herkes eşittir, ve herkese eşit uygulanmayan adalet adalet değildir. Ama eşit olmayanlara eşit muamelesi yapmak da adalet değil zulümdür. Zaten bu sebeple askerlikle ilgili cinsiyet ayrımcılığına kimse itiraz etmemekte, bu konudaki eşitsizliği sessiz sedasız kabullenmektedir. Ayrıca, ABD’de daha 100 yıl öncesine kadar kadınların malları üzerindeki tüm tasarruf haklarının evlilikle kocalarına geçtiği hatırlanırsa, Batı’daki kuvvetli kadın hakları mücadelesini de anlamak mümkündür.
Hürriyetler çağında kadın ve erkeğin değişen rolleri
Çağımız hürriyet çağıdır, ve kadın erkek herkesin aynı haklara ve fırsat eşitliğine sahip olması zamanın bir gereğidir. Modern çağda serbestiyet asıl, yasaklar ve kısıtlamalar istisnadır. Yasak ve kısıtlamaların da devlet eliyle başkalarına empoze edilmesi değil, hür iradeleriyle bireylerın kendilerine uygulaması esastır – içki ve kumarı kendilerine yasaklamak gibi. İnsanlık da bir insan gibi büyüyüp gelişmektedir, ve onun da çocukluk ve yetişkinlik devreleri vardır. İnsanlığın çocukluk devrinde kolayca kandırılıp zararlı yollara girmeyi önlemek için hürriyetlerin azlığını, yasakların yaygınlığını, ve kuralların katılığını ve genelliğini anlamak mümkündür. Ancak artık insanlık çocukluktan çıkmış ve yetişkinlik çağına girmiştir. Akıl ve muhakeme gelişmiş, eğitim ve bilim sağlıklı bir ortak zemin oluşturmuştur. Küresel çapta hürriyet rüzgarlarının estiği böyle bir zamanda hürriyetlerden korkup yasakçılığa sığınmak çağdışılıktır, ve geri kalmaya mahkumiyettir. Evet, bu hürriyet ortamında tercihlerini yanlış yönde kullanıp zarar görenler olacaktır. Ancak hürriyetin getirdiği büyük faydalar yanında bu zarar küçük kalacaktır. Küçük bir zarar gelmesin diye büyük bir faydayı netice verecek bir işi terketmek ise büyük bir zarardır. İnsanın cazibedar zararlı akımlardan korunması ve sürü psikolojisine direnip tercihlerini doğru yönde kullanması için kişisel eğitim bugün kadın erkek herkes için her zamankindan çok daha önemli hale gelmiştir.
Eskiden kadınlar çoğunlukla evlerinde ev işlerine ve çocuklarına bakarken erkekler dışarıda ailenin geçimini sağlardı, ve iş alemi bir “erkek dünyası” olarak bilinirdi. Çağımızda ise hırslı genç kızların rüyası modernist söylemlerin etkisiyle güzel görünmek ve iş dünyasında kariyer merdivenlerini tırmanmak. Kadınlar artan oranda iş dünyasında varlık göstermekte, ve becerileriyle erkeklerle yarışırken görünümleriyle de diğer kadınlarla rekabet etmektedirler. Yani aynı anda iki kulvarda koşmakta, ve erkeklerden daha çok yorulmaktadırlar. Geleneksel acımasız erkek dünyasında başarılı olmak ve mücadele edip ileri gitmek için erkek karekterine bürünmek gerekmektedir. Bir çok kadın iş dünyasındaki yarışta erkekleri geride bırakarak başarıyı yakalamakta, ancak fıtratının ve gerçek mutluluğunun kaynağı olan kadınlık ruhunu kaybetmektedir. Sonunda daha otoriter, daha güçlü, ve daha zengin olmakta, ama erkeklerin gıpta ettiği bu hasletler kadınlar için çoğu kez mutluluğa dönüşmemekte, ve genel tatminsizliğe ve boşluğa yol açmaktadır.
30 Mayıs 2008 tarihli New York Times gazesinde Harvard Business Review dergisinde yayınlanan bir rapora dayanılarak kaleme alınan “Fen Bilimlerinde Kadın Beyin Kaybı” başlıklı makalede fen bilimleri, mühendislik, ve teknoloji sahalarında çalışan kadınların %52’sinin 40 yaşına gelmeden işlerini bıraktığına işaret edilmekte, ve bunun sebepleri irdelenmektedir. ABD’de artan mühendis ihtiyacını karşılamak için kız öğrencileri mesleğe çekmek için yapılan çalışmalar ve teşvikler hayal kırıklığı ile sonuçlanmiştır. 16 Kasım 2008 tarihli New York Times’taki bir habere göre, ABD ve Kanada’da doktora programlı üniversitlerde mühendislik ve bilgisayar bilimleri lisans programlarından mezun olanlar arasında 2002’de yüzde 19 olan kız öğrenci oranı 2007’de yüzde 12’ye düşmüştür.
Matematik becerisi yüksek olan kızların niye mühendislik gibi matematik ağırlıklı sahalarda düşük oranlarda temsil edildikleri, ve tercihlerini bu sahalara girme yönünde kullananların da niye kariyerlerinde yükselirken mesleği yüksek oranda terkettikleri gibi konular bir çok araştırmanın konusu olmuştur. Bir teknoloji dergisi olan R & D Magazine’in 4 Mart 2009 tarihli sayısındaki “Hayat tarzı tercihleri kızları fen, teknoloji, mühendislik, ve matematik sahalarındaki kariyerlerden uzak tutuyor” başlıklı, kapsamlı araştırmalara dayalı bir makalede şu görüşe yer verilmiştir: “Kızların bilgisayar, fizik, teknoloji, ve mühendislik gibi matematik ağırlıklı sahalarda kariyer yapmayı tercih etmemelerinin sebebi matematik becerilerindeki eksiklikleri değil, kızların matematik yoğunluğu daha az olan sahaları tercih etmeleri ve çocuk yetiştirme konusunda esnekliğe sahip olmayı istemeleridir.” Araştırmacıların çözüm önerisi, üniversite ve iş dünyasının kadınlara kariyer fırsatları ile beraber anneliğin de gereklerini rahatça yerine getirebilecekleri şartları sağlamalarıdır.
ABD’de kadınların eğitim seviyesi erkeklerden daha yüksektir, ve en son istatistiklere göre üniversitelerde kayıtlı öğrencilerin %57’si kızdır. Yani kızlar ilim tasil etmek ve eğitimle kendilerini geliştirmek konusunda daha bilinçidir, ve yaklaşık her beş üniversite öğrecisinden üçü kızdır. Tüm araştırmalar kızların insan merkezli ve insanların hayatlarını iyi yönde değiştirmeye yönelik mesleklere cezbolduklarını gösteriyor. O yüzden iş ve yüksek ücret garantisine rağmen daha ziyade yoğun hesaplar, çizimler, malzemeler, ve aletlerle iç içe olduğu düşünülen mühendislik türü meslekler kızlara pek cazip gelmiyor. ABD’de 7 Mart 2009 tarihli Palm Beach Post gazetesinde Florida Atlantik Üniversitesi Mühendislik Dekan Yardımcısı Maria Larrondo-Petrie’nin ifade ettiği gibi, “Kızlar mühendisliğin dünyaya, topluma, ve insanların yaşam şartlarını iyileştirmeye yönelik bağlantısını görmüyorlar. Onlar, dünyayı yaşanacak daha iyi bir yer yapacak mesleklere yöneliyorlar.” Aynı makalede görüşlerine yer verilen matematik ve fen bilgisi derslerinde oldukça başarılı Tiffany Williams adlı bir kız lise öğrencisi durumu şu sözleriyle özetliyor: “Ben her zaman çocuklara yardım etmek için birşey yapmak istedim. Bu, herhalde kadınlığa özgü yardım etme içgüdüsü gibi bir şey.” Tiffany ileride çocuk doktoru olmayı ümit ediyor, ve tahmin edileceği gibi, mühendislik, kariyer seçenekleri arasında yer almıyor.
Kızların yaratılıştan gelen bu içgüdü ve meyillerinden habersiz yöneticiler son on yıldır kızlara daha iyi bir matematik ve fen bilimleri alt yapısı verilirse, bayan mühendis sayısında patlama olur inancıyla hareket ettiler. Ama bütün gayretlerine ve kızların matematik performanslarının erkekler kadar iyi olduğunu gösteren bütün test sonuçlarına rağmen umduklarının tam tersini buldular, ve mühendisliği tercih eden kız öğrencilerin oranı artacağına azaldı. Öyle görülüyor ki tam bir serbestiyet ve fırsat eşitliği ortamında içten gelen fitrî akım dışta esen kuvvetli rüzgarlara direnebiliyor, ve hatta onlara baskın çıkabiliyor. Uzun süre bayan mühendislerin de bulnduğu bir ortamda çalışmış bir yöneticinin şu tespiti de kayda değer: “Problem çözme yaklaşımlarında kadınların ‘ne, niçin, ve nasıl’ yerine ‘kim, nerede, ve ne zaman’ merkezli kişiler olduklarını gözlemledim. Sağlık, hukuk, ve siyaset ‘kim, nerede, ve ne zaman’ becerileri gerektirir. Mühendisler ise ‘ne, niçin, ve nasıl’ sorularına cevap arıyarak başarılı olurlar.”
Öyle anlaşılıyor ki kadın ve erkekler arasındaki görünmeyen “iç” farklar, bedenleri arasındaki görülen “dış” farklardan çok daha büyüktür. Bu devasa iç farklara gözümüzü kapayarak bir yere varmak ve insanları mutlu edecek reçeteler yazmak mümkün değildir. Gözümüzle görmediğimiz ama varlığını da inkar edemediğimiz şeyleri gözardı eden modern yaklaşım maddî refah seviyesini yüksetti, ama insanları daha mutlu edemedi. Nitekim ABD’de kadınların ciddi bir depresyona girme ihtimalleri bugün 50 yıl öncesine göre 10 kat, erkeklere göre de 2 kat daha fazladır. Eskiden hayal bile edilemiyen seçeneklerin varlığı ve serbestlik kadınları pek de mutlu etmişe benzemiyor. Aksine, artan sorumluluklar hayat yükünü bazen taşıması zor boyutlara çıkarmış, ve iki kişinin ancak taşıyabileceği yükü kadınların ince beline yüklemeştir.
Modern dünyada kadın ve aile
Batı toplumlarında kadınlar artan oranda aile kurumunun sağladığı huzur ve güven ortamından mahrum olarak yaşamakta, ve bir çok çiftin cesaret edemedikleri çocuk yetiştirme sorumluluğunu tek başlarına taşımaktadırlar. ABD Ulusal Sağlık İstatistikleri Merkezi verilerine göre evlilik dışı doğum oranı 1940’da %4 iken, bu oran 1980’de %18’e, ve 2007’de de %40’a çıkmıştır (4.3 milyon doğumdan 1.7 milyonu). Bu bebeklerin yaklaşık %40’ı çiftlerin nikahsız olarak birlikte yaşadıkları evlerde doğmaktadır. Dolayesiyle evlilik dışı doğan bebeklerin çoğu sosyal ve ekonomik zorluklar içinde babasız evlerde büyümektedir. Dışarıda çalışmak zorunda kalan anneler çocuklarıyla yeterince ilgilenememenin burukluğunu yaşamaktadır. Evlilik dışı doğum oranı bazı ülkelerde daha da vahimdir: İngiltere’de %44, Fransa’da %50, İsveç’te %55, ve İzlanda’da %66’dır. Yani İzlanda’da 2007’de doğan her 3 bebekten ikisi evlilik dışıdır.i En kuvvetli içgüdüsü annelik ve en büyük zevkleri çocuklarıyla zaman geçirmek olan kadınların işi, bir ofiste asgari ücretle çaycılık yapmanın anne olmaktan daha değerli görüldüğü para endeksli günümüz dünyasında gerçekten zordur. Ancak kadınlar artan oranda bu rol biçmeye karşı durup içlerinden gelen sese kulak vermekte, ve bir süreliğine de olsa çocuk büyütmeyi mesleklerinin önüne koymaktadırlar.
Modern dünyada kadınların kendileri için biçtikleri mutluluk elbisesini – iyi bir meslek, güzel ve ince bir yapı, iyi bir eş ve anne, temiz bir ev, aktif bir sosyal hayat, kendine ayırabileceği zaman – doldurmaları hiç de kolay değildir. Tabi bunlar buzdağının görünen kısmıdır. Gerçek mutluluk ise görünmüyen derinliklerdedir. Zaten mutlulukla ilgili yazılmış kitapların genel bir tavsiyesi kişinin kendi iç aleminin sesine kulak vermesi, ve geçici hevesleri filtreleyip kendisine kalıcı mutluluk veren şeyleri keşfetmesidir. Yani doğuştan gelen meyil ve kabiliyetlerini keşfedip onları geliştirmesi ve onları meyveli birer ağaca çevirmesidir.
ABD’de 1970’li yıllarda yapılan araştırmalarda Amerikalıların üçte ikisi kocaların aile geçimini sağlamaya ve hanımların da ev işlerine odaklanmasının daha iyi olacağı görüşündeydi. Ancak bu geleneksel işbölümünü görüşünü paylaşanların oranı 1990’larda üçte bire düştü. Artık eşitlik esastı, ve modern ailede kadın ve erkek ev içi ve dışındaki işleri eşit olarak paylaşacaktı. Teoriye göre bu paylaşım eşleri birbirine yaklaştıracak, ve evlilikler daha mutlu olacaktı. Kocalarının ev işlerini paylaşıyor olması kadınları daha mutlu edecekti. Çünkü araştırmalara göre kadınların tatminkar bir evliliği olduğunu gösteren en önemli gösterge kocalarının sevecen ve anlayışlı olması idi. Bu teorinin doğruluk derecesini test etmek için Bradford Wilcox ve Steven Nock adlı iki sosyolog 5 bin çift ile yapılan mülakatları analiz etti, ve şu sonuçlara vardı: Eşit iş bölümü ne kocaları daha sevecen yaptı, ne de hanımları daha mutlu. Dışarıda çalışan bayanlar, evde kalan hanımlara kıyasla kocalarından ve evliliklerinden daha az memnundu. Ve dışarıda çalışan hanımlar arasında en mutlu olanlar, kocaları toplam aile gelirinin üçte ikisini sağlıyanlardı. Eşler arasında eşit işbölümüne inanan en feminist kadınların bile en beğendiği erkekler, en iyi tedarikçilerdi. Wilcox’a göre kadınlar hâlâ kocalarının kendilerine ekonomik güven ve özgürlük sağlayan tedarikçi olmalarını istiyorlar.ii Zaten pratikte de tüm dünyada çalışkan ve iyi geliri olan erkeklere cazip koca adayları olarak bakılıyor – yeter ki gelirlerini kendilerine değil aileye ait olarak görsünler, ve onu cömertçe eşlerine ve çocuklarına harcasınlar. Yani hayatı bir yarış değil karşılıklı yardımlaşma olarak, vermeyi de bir haz kaynağı olarak görsünler. Karşılıklı verme ve ikram cazibeyi arttırır, ve sağlam bir birlik oluşturur – aynen fizik dünyasında karşılıklı kuvvet parçacıkları alıp vererek oluşan cazibeyle zıt karekterli atom altı parçacıklardan gayet sağlam yapılı atomlar oluştuğu gibi.
Duya geldiğimiz “hayat müşterek” söylemlerine karşın kadınlar hâlâ ev işlerinin üçte ikisini yapıyorlar. Aslında kadın ve erkek davranışları gözönüne alındığında bunda pek de yadırganacak bir durum yok: Tek başına yaşıyan kadınlar da tek başına yaşıyan erkeklere nazaran iki kat ev işi yapıyorlar. Bunun temel sebebi erkeklerde temizlik yapma, yemek pişirme, ve ortalığı düzenleme meyillerinin zayıflığı, ve dolayesi ile bu tür işlerden pek bir haz almayışları. Kadınlar ise detaya olan itina ve kirliliğin temizliğe dönmesini görmekten aldıkları haz temizliği şevkle yapıyorlar. Onlar için kirli bir ortamda oturmanı verdiği rahatsızlık, temizlik yapma zahmetinden çok daha fazla. Ev işlerindeki bu haylazlıklarına karşın erkekler geliri daha yüksek olan ama evden uzakta uzun saatler çalışmayı gerektiren veya hayati rizk taşıyan işleri kabul etmeye çok daha istekliler. Herkesin kendi meyillerine uygun işlere yönelmesi boşlukları dolduruyor, ve kollektif mutluluğu arttırıyor. Öyle görülüyor ki akıllı yaklaşım, eşitlik adına kadın erkek farkını iptal değil bu farklılığı bir fırsat olarak görüp üzerine inşa etmektir.
Almanya’da 1980 ile 2000 yılları arasında evlilik üzerine yapılan kapsamlı araştırmalar göstermiştir ki evli kişiler genellikle diğer insanlardan daha mutlular, ve diğer kişi için bir şeyler yapma isteği mutluluk için çok olumlu bir şeydir. En mutlu evlilikler de vermeye dayalı olanlardır. Pazarlığa dayalı (şen şunu yaparsan ben de bunu yaparım) evlilikler çok daha az tatmin edicidir.iii Bir çok araştırma dindar insanların mutluluk seviyesinin diğer insanlara kıyasla daha yüksek olduğunu gösteriyor. Zannedilenin aksine, kendilerinden çok başkalarını düşünenler de çok daha mutlular. Hatta bir görüşe göre mutluluğun sırrı, kişinin kendi yerine kendinden daha büyük bir şeyle – aile, etkinlik, ideal, vs – meşgul olması, ve kendini onda kaybetmesidir. Yani menfaat ve ben odaklı materyalist görüşe sırtını çevirmesidir.
Arzu ve heves peşinde koşmak mutluluğa götürmüyor
İçinde bulunduğumuz modern çağın bir özelliği maddî refahın ve medeniyet oyuncaklarının göz kamaştırıcı cazibesi, ve insanî değerlerdeki erozyondur. Bu maddeleşme sürecinde refaha ve maddeten yükselmeye giden yol paradan geçmekte, ve maddî güç elde etme yolunda çok değerler feda edilmektedir. Kişilerin değeri maddî varlıklarıyla, meşguliyetlerin de değeri maddî getirisiyle ölçülmekte, paraya çevrilemiyen şeylere – annelik gibi – adeta değersiz olarak bakılmaktadır. Yani insanlık büyük etapta paranın kulu olmuştur. İş dünyasına atılıp az da olsa para kazanan anneler “toplumun katkı yapan bireyleri” olarak itibar görürken, evinde çocuklarına bakanlar veya gönüllü çalışmalarıyla toplumu daha iyi hale getirenler “çalışmıyor” diye hor görülmektedir.
Bu modern süreçte maddeci görüşün telkinleriyle kişiler heveslerini adeta tanrı edinmekte, ve ömürler bitmek bilmeyen bu hevesleri tatmin etme yolunda harcanmaktadır. Heveslerin tatmini ise ancak geçici bir rahatlık sağlamakta, ve huzur yerine daha büyük bir açlığı doğurmaktadır. Araştırmaların net olarak ortaya koyduğu gibi, geçici heveslerin tatmin edilmesi kişiye anlık haz sağlamakta, ama bu kalıcı bir mutluluğa dönüşmemektedir. Hatta beyinde arzunun aktif hale geçirdiği kısmın, mutluluğun aktif hale geçirdiği kısımdan farklı olduğu gözlemlenmiştir. Yani kişinin mutluluğu bulmak için arzuları peşinde koşması, yanlış yöne dümen kırmasıdır.
Doğu kültüründeki “nefis” ve “kalp” kavramları bu ayrımı çok güzel yapar. Kaynağı madde olmayan ve insanın benliğini aşan yüksek ve devamlı zevklerin merkezi kalp olarak görülür. İnsanın maddesi yani bedeni için biyolojik kalp ne ise, insanın mânâsı yani manevî varlığı olan ruhu için de manevî kalp odur. Bedeni hazlandırmaya yönelik madde ve benlik ile bağlantılı basit his ve arzuların merkezi ise nefis olarak görülür, ve bu nefsî arzuların doyurulmasından doğan haz geçicidir. Yani madde ile alakalı hazlar da madde gibi zaman ile sınırlıdır, ve madde gibi kesif yani ışıksızdır. Bedensel his ve arzular açısından insan ile hayvan arasında pek bir fark yoktur. O yüzden arzu ve heveslerinin tatminini hayatının gayesi yapmış olan bir kişinin hayat seviyesi hayvanlarla aynıdır. Einstein’ın dediği gibi, “Refah ve mutluluk bana hiçbir zaman nihai hedef olarak hitap etmemiştir. Hatta ben bu tür idealleri bir domuzun gayeleri ile kategorize etmek meylindeyim.” Bu ifadeler insana bir hakaret gibi görülse de materyalist felsefe bunu bir “realite” olarak görür, ve insanı bazı farklılıklarını dikkate alarak “akıllı hayvan”, “sosyal hayvan,” ve “ekonomik hayvan” olarak tanımlar. Yani maddeci bakış açısını insana vadettiği en yüksek makam, arzu ve ihtiyaçları tatmin edilmiş bir hayvanlıktır.
Araştırmalar arzuların tatmini odaklı mutluluk reçetelerinin pek işlemediğini göstermekte, ve insanların mutluluğa erişme yolunda yanlış şeylerle beslendiğini göstermektedir. Örneğin maddeci görüşün rağmına, psikolojik rahatsızlıklar yüksek sosyetede işçi sınıfına kıyasla daha yaygındır. 1987’de 15 yaşındaki 5 bin kız üzerinde yapılan araştırmada yüksek sosyal kesime ait olanların %24’ünün psikolojik rahatsızlık içinde olduğu görülmüştür. Bu oran 1999’da %38’e yükselmiştir. Zaten bir çok araştırmanın gösterdiği gibi, temel ihtiyaçları karşılamaya yeterli bir seviyeden sonra gelirdeki artış ve maddî refah seviyesindeki yükseliş sadece kısa vadeli mutluluğu arttırmakta, ve akabinde insanlar tekrar eski mutluluk seviyelerine dönmektedirler. Yani, insanda bedenin veya maddenin ötesinde görülmeyen ancak varlığı hissedilen cevheri bilip irdelemeden kalıcı mutluluğa ulaşmak mümkün değildir.
Bitkiler, hayvanlar, ve melekler
Canlılar alemine baktığımızda önce ne yaptığını bilmeyen ve kendi varlıklarının bile şuurunda olmayan ama akılları hayrette bırakan işler yapan enaniyetsiz bitkileri görürüz. Çamurlu su içen ve ömrünü kavurucu güneş altında geçiren bir kiraz ağacı mütebessim çehresiyle ve dallarına astığı leziz, hijyenik, ve sanat harikası meyveleriyle kendini rahmanî bir sofra yapıp şefkatli bir anne gibi insan ve hayvanları adeta bir ziyafete davet etmektedir. Elmasta yansıyan pırıltıların gözleri kamaştırdığı gibi, kiraz ağacında yansıyan o sevgi, şefkat, ihsan, ikram, san’at ve güzellik de insanların mânâ merkezi olan kalplerini büyülemekte, ve dilden evvel ruha nezih bir lezzet vermektedir. Hele bir de bakışlar o yansıyan hasletlerin baki kaynağına intikal edebilirse, lezzet de bakileşmekte ve ulvileşmektedir. Ağız değirmenindeki geçici maddî zevk, kalplere sunulan bu daimi manevî lezzetin yanında sönük kalır. Eğer o kiraz ağacının biraz şuuru olsaydı, bu rahmanî iltifat ve şereften, ve misafirlerinin taktir, teşekkür, ve memnuniyetlerinden gelen lezzetten herhalde mest olurdu. Ve adeta cisimleşmiş şefkat olan dallarıyla misafirlerini kucaklardı. İşte gerçek insanlık, kirazı kalp ile yemektir. Bunları görmezden gelip insanı bir torba molekül olarak gören maddeci görüşü rehber edinmek ise gerçekten büyük bir mahrumiyettir.
Medeniyet harikası makinaları andıran hayvanların bitkilerden farkı, hayatını devam ettirmesini sağlıyan yeme-içme, ve neslinin devamını netice veren karşı cinse meyil gibi lezzetli arzulardan oluşan bir nefisleri olması, ve belki pek şuurunda olmadan bu nefsi arzularının peşinde koşarken belli görevleri yerine getirmeleri ve dünyayı şenlendirmeleridir. Hayvanların özelliği beden merkezli olmaları, ve temel dürtülerini takip etmeleridir. Hayvanlar bu dünyaya adeta ne yapacaklarını bilerek gelmekte, ve bir kaç aylık hatta bazen sadece bir kaç saatlik bir “çocukluk” devresinden sonra yıllarca ihtisas yapmış uzmanlar gibi görevlerinin başına geçmektedirler. Yaptıkları işlerde bir lezzet olmalı ki şevkle çalışıp durmaktadırlar.
Tüm semavi dinlerin varlığından bahsettiği ama gözle görülmediği için materyalist felsefenin reddettiği ve o yüzden sadece bir kavram olarak baktığı diğer bir varlık türü de meleklerdir. Meleklerin özelliği bedensiz latif varlıklar olması, nefisleri ve dolayesiyle nefsi arzuları olmaması, isyan ve kötülüklerden uzak olması, gıdalarının mânâ ve dolayesiyle lezzetlerinin manevî ve ulvî olmasıdır. Yani hayvanlara nefis, meleklere ise kalp merkezli varlıklar olarak bakılabilir. Hayvan ve meleklerin makamları sabittir, ve mertebece ilerleme veya gerilemeleri söz konusu değildir.
İnsan: Hayvan ve melek çamurlarından yoğrulmuş bir hamur
Bu giriş ışığında insanın yaratılış ağacındaki yeri herhalde netleşmeye başlamıştır: İnsan, hayvan ve melek çamurlarından yoğrulmuş, değişime ve gelişime açık, karmaşık bir varlıktır. Evet insan, sadece bedenindeki organlara ve nefsindeki arzulara bakılırsa, materyalist felsefenin dediği gibi gelişkin bir hayvandır. O da bir hayvan gibi yer ve içer, ve kendisine menfaat ve maddî haz sağlayan şeylerin peşinde koşar. Ama sevgi, şefkat, adalet, cömertlik, güzellik, mükemmellik, san’at, ilim, ve ikram gibi herbiri bir mide olan sayısız duygularına ve bunlarla ilgili hazlarına bakılacak olursa, insan adeta maddeye bürünüp görünmüş madde-dışı bir varlık olur. Örneğin bir şefkat madeni olan anneler için melek tabirinin kullanılması ve “Benim annem bir melek” gibi ifadeler ne kadar uygun düşmektedir. Gülün güzelliğini seyretmekten alınan lezzet, gülü yemekten alınabilecek lezzetten ne kadar nezih ve yüksektir. Aklın ilim ile meşguliyetinden ve ilim ışıklarıyla varlıkların iç yapısını görüp keşfetmesinden doğan lezzetin yerini ne alabilir? Durum böyle iken sırf-madde görüşünde çakılı kalıp inatla madde-ötesine gözleri kapamayı anlamak mümkün değildir.
İnsan, hayvanlar gibi, yemek yemeyi sever, ve yemekten bir haz alır. Ama hayvanlardan farklı olarak insanlardaki en yüksek ve kalıcı lezzet yemekte değil ikram etmektedir. İkram eden kişi midesine hiçbir şey girmediği halde, sofradaki tüm misafirlarin aldığı lezzetten daha fazla lezzet alır. Bu, insanlardaki kalp veya melek boyutudur. Demek yemek yemek hayvanlık, ikram etmek ise insanlıktır. Hayvanlık seyiyesini aşamayanlar, aç birinin cebindeki son kuruşla aldığı bir simiti tanımadığı biriyle paylaşmasını anlıyamazlar. Çünkü bu davranış, maddeci felsefenin ders verdiği menfaat ve haz merkezli her türlü temel öğretiye aykırıdır. Kalbi ölmemiş olanlar tasdik edecektir ki insanın içini sürurla dolduran gerçek lezzet, simitin yenen değil paylaşılan yarısındadır. Bir annenin bebeğinin iştahla yemeğini yemesini seyretmesinden aldığı lezzet, acaba hangi yemekte vardır? Batı’daki gerçek mutluluğun vermekte olduğunu gösteren araştırmalar, maddeci görüşü tekzip ederken insanlığın kalp boyutunu da teyid etmektedir. Ayrıca, madde yani beden olarak boy ve kilo gibi küçük şeyler dışında iki insan arasında neredeyse hiç bir fark yoktur. Ama rastgele iki insan arasındaki fark, iki hayvan türü arasındaki farktan daha büyüktür. Örneğin bir kişi koyun gibi uysal olurken bir başkası keçi gibi inatçı olabilmektedir. Biri arı gibi bal yaparken diğeri yılan gibi zehir akıtabilmektedir. Bu ve benzeri örnekler göşteriyor ki insanı insan yapan bedenindeki maddesi değil, madde ötesi yani mânâ boyutudur.
İnsanı hayvandan ayıran temel bir özellik değişen bir varlık olmasıdır. Bedenleri minnacık olan bebekler melek gibi masum ve sevimli varlıklardır. İnsanın çocukluk döneminin neredeyse 20 yıl olduğu ve insanlar arasındaki muhtelif gelişmişlik seviyeleri arasındaki devasa fark dikkate alınırsa, insanın bu dünyaya hayvanlar gibi rahatça monoton bir hayat sürmek için değil mücadele ederek yükselmek ve fıtratına ekilen madde-dışı meyil ve kabiliyet çekirdeklerini geliştirerek bir ağaca çevirmek için geldikleri görülür. Yani insanın gerçek değeri vücudunun toprağı değil, bu toprakta açtırdığı mânâ gülleridir. O yüzden bir kişi için “büyük insan” tabiri kullanıldığında kaç kilo olduğu değil, ne yaptığı sorulur. Zaten ölen bir insanın bedeninin değersiz bir şey gibi dağılmak üzere toprağa bırakılması bunu sembolize eder.
İnsanların hayvan ve melek unlarından yoğrulmuş bir hamur alduğunu gösteren bütün bu argümanların ışığında diyebiliriz ki kadın ile erkek arasındaki fark, fıtrat dediğimiz yaratılış hamuruna ekilen meyil ve istidatlar arasındaki farktır. Öyle görülüyor ki yaratıcı erkekleri yoğururken hayvan ununu, kadınları yoğururken de melek ununu biraz fazla tutmuştur. Zaten erkeklerin hayvanları andıran sağlam ve kuvvetli bedenleri ve genel kabalığı ile kadınların melekleri anımsatan latif ve nazenin vücutları ile ince zevkleri de bunu göstermektedir. Ekoloji ile ifade edilen evrendeki mükemmel denge ve uyum ve yerli yerindelik, kadın ve erkeklerin meyil ve istidatlarının bedenlerine uyumlu olmasını gerektirir. Gözlemler de zaten bunu teyid etmekte ve her cinsin ruh ile bedeninin birbirinin aynası olduğunu göstermektedir. Hatta denebilir ki latif kadın bedeni, ince kadın ruhunun cisimleşmiş bir halidir.
Kadın fıtratı melekliğe layık en ince, en nezih, ve en ulvî hislerle donatılmıştır, ve kadının doğal hali mânâ yani kalp odaklı olmasıdır. Hikmet açısından bakınca, fıtratın kadınlara biçtiği hayat rolü de bu yapıya tam uygundur. O yüzden kadınlığın gerçek zevki sevgi, güzellik, san’at, temizlik, şefkat, ve ikram gibi en insanî vasıflardadır. Zaten anneleri kalplerin sultanı ve başların tacı yaptıran da bu üstün özelliklerdir. Bu vasıfların ilahî karşılıkları ve kaynakları da vedud, cemil, sani, tahir, rahim, ve kerim gibi esma yani yaratıcının cemalî isim ve sıfatlarıdır. ABD’de araştırmaların gösterdiği gibi, kız öğrencilerin bu vasıfların ön plana çıktığı mesleklere rağbet etmesi ve bu özelliklerin odak noktası olan anneliği tüm mesleklerin önüne koyması buna delildir. Ev ve iş hayatında bu yüksek vasıflarla temayüz eden bir kadın, fıtratının en mükemmel meyvelerini vermenin haz ve huzuru içinde olur. Ve bedeni zahmet içinde olsa bile kalbi her zaman bir gül bahçesindedir.
Erkek fıtratı ise, hayvanlarda olduğu gibi, görünen madde alemini düzenleme ve maddî ihtiyaçları gidermeye yönelik his ve meyillerle donatılmıştır, ve bir erkeğin doğal hali madde yani nefis odaklı olmasıdır. Zaten kuvvetli vücudu, dış aleme dönük ve hırslı olması, cesareti, ve yeme içme gibi şehvetlere düşkünlüğü de bunu gösterir. Nefsini ıslah edip gemlemek yerine ona binen bir erkeğin varacağı nihai nokta vahşî bir hayvanlıktır. İnsanî vasıfları gelişmiş bir erkeğin zevki inşa ve icat, erdem, mükemmellik, cömertlik, koruma, kollama, adalet, ve ihsandır. Bu vasıfların ilahî karşılıkları ve kaynakları da halık, hakim, kamil, cevad, hafiz, rab, adil, ve muhsin gibi esma yani yaratıcının celalî isim ve sıfatlarıdır. Tabi bunlar erkeklerde ön plana çıkan vasıflardır. Yoksa kadınlardaki vasıflar erkeklerde ve erkeklerdeki vasıflar da kadınlarda vardır, ama daha geri plandadır. Örneğin kadın erkek herkes konuşur, ama duygu yüklü kelimelerle kalpler arasında duygu iletişimi vasıtası olan konuşmanın kalp merkezli olan kadınlar için ayrı bir yeri ve zevki ve dolayesiyle önceliği vardır. Duygusal insanlar için nezih bir sohbet bir mânâ ziyafetidir, ve bir yemek ziyafetinden daha lezzzetli ve doyurucudur – hele sevgi yüklü kelimeler içeriyorsa. Keza güzel manzaralı nezih bir ortamda ruhun tellerini ihtizaza getiren bir müzik eşliğinde dostlarla birlikte yenilen bir yemek, mideyle beraber göze, kulağa, kalbe, ve bir çok duygu midelerine de verilen bir ziyafettir. Tabi mideperestlerin bunu anlaması mümkün değildir.
Kadın ve erkek: Anlamlı bir bütünün iki parçası
Günümüzün kapılarını sonuna kadar kadınlara açmış olan iş dünyası hâlâ büyük etapta erkeklerin koyduğu erkeklik vasıfları üzerinde işlemektedir, ve vasıflara adapte olmakta zorlananları doku uyuşmazlığından dışarı atmaktadır. Bu acımasız dünyada duygusallığa ve kalplere gıda olan insanî hislere pek yer yoktur. Nefisler azgın, kalpler ise mahzundur. O yüzden kıran kırana bir rekabet içindeki bu dünyaya giren kadınlar nefisperest erkeklerin kahkahalarına ve onların mutlu hallerine aldanıp onlar gibi olabileceklerini düşünmesinler. Kadın, erkek gibi değildir. Erkekler iş odaklıdır, başarmayı severler ve takdir edilmeyi beklerler. Araştırmalara göre erkeklerin duymaktan en hoşlandıkları ifade “seninle iftihar ediyorum”dur. Kadınlar ise insan, ilişki, ve sevgi odaklıdır, ve duymayı en sevdikleri ifade “seni seviyorum”dur. Çocukları aç olan bir anne karnını doyurmaktan tam bir zevk alamıyacağı gibi, kalbi mânâ açlığından kıvranan bir kadının açlığını nefis sofraları gideremez. Sarhoşuk ve eğlence kalpteki hüznü bir süreliğine hissettirmiyebilir, ama fıtrattan gelen sesi susturamaz. O yüzden ilerideki çalışma şartlarını bugünkü tercihlerleriyle belirliyecek olan genç hanımlar, kadın ile erkeği aynı gören modernite dellallarını değil, içlerinden gelen sesi dinlemelidirler. Çünkü ömür boyu kendileriyle beraber olacaklardır.
İçten gelen sesini kalp kulağıyla işittiğimiz fıtrat yalan söylemez. Doğuştan gelen meyil yönünde hareket kolaydır, zevklidir, ve hızla ilerlemeyi sağlar. Aksi yönde hareket ise zahmetlidir. Yokuş yukarı çıkmakla geçen bir hayatın zevki az, ızdırabı çoktur. Kadın ve erkeklerin yapacağı en akıllı hareket, çocuklar gibi birbirine özenmeyi ve birbiriyle rekabeti bırakıp içlerinden gelen sese kulak vermeleri, ve doğuştan gelen meyillerini keşfedip kabiliyetlerini o yönde geliştirmeleridir. Dıştan gelen aksi telkinlere de kulaklarını tıkamalarıdır. Kadının mutluluğu kadınlıkta, erkeğin mutluluğu da erkekliktedir – aynen kurdun mutluluğu kurtlukta, kuzunun da mutluluğu kuzulukta olduğu gibi. Mutluluğu yanlış kulvarda arıyanları bekliyen son ise hayal kırıklığı ve hüsrandır.
“Erkekler Mars’tandır Kadınlar Venüs’ten” türü kitap başlıklarının da gösterdiği gibi, kadınlar ve erkekler birbirinden farklıdırlar. Ama bu farklılık bir çirkinlik ve eksiklik değil, bir güzellik ve zenginliktir. Şüphesi olanlar bir an için dünyada sadece kadınların veya erkeklerin olduğunu farzetsinler, ve hükümlerini ona göre versinler. Kadın ve erkeğin birbirine eşit olduğunu iddia edip farklılıklara gözünü kapamak, hiç bir gayeye hizmet etmez. Bırakın kadın ve erkeği, eşyumurta ikizleri dahil dünyada birbirine eşit olan iki kişi yoktur. Eşitlik, ancak hukukta ve fırsattadır. Aynılığı ifade eden kadın ve erkeğin bir elmanın iki yarısı olduğu sözü de doğru değildir. Farklılığı nazara veren “Kadın elmanın özü, erkek de kabuğudur” sözü daha gerçekçidir. Kadın ve erkek birbirinin eksikliklerini tamamlar mahiyette yaratılmışlardır, ve ancak kadın ve erkek bir araya gelince bir anlam bütünlüğü oluşmaktadır. Kadın ve erkeğin birlikteliğinden oluşan bütün, parçalarının toplamından daha büyüktür. Bu ikiliyi bir arada tutan tutkal ise karşılıklı sevgi, saygı, ve güvendir.
İnsanları ben merkezli olmaya iten modern hayat kadın ve erkek arasındaki güveni sarsıp ikisini de yalnızlaştırmış ve hayatlarının tadını kaçırmıştır. Sonunda evlilik müessesi büyük etapta çökmüş, ve bundan en büyük zararı da kadınlar görmüştür. Bazen merak ediyorum, acaba herkesi başkaları ile beraberken bile yalnız ve yetim hissettiren bu bireyselleşme sürecinde, annelerimizin hayal bile edemediği fırsat ve imkanlara sahip olan kızlarımız annelerimiz kadar mutlu olabilecekler mi?
Bir hikayeyle başladığımız makaleyi yine bir hikayeyle bitirelim. Bir yaz tatili sırasında Amerikalı bir öğretim üyesi arkadaşım eşiyle beraber Tükiye’deki evimize geldi, ve bir hafta misafirimiz oldu. Kaldığı süre zarfında bizim eş dost ve akrabalarımızla olan rahat ve muhabbet dolu ilişkilerimizi izledi, ve beraber attığımız kahkahaları dinledi. Onların habersiz gelmelerine ve kendi evlerindeymiş gibi rahat hareketlerine hayret içinde tanık oldu. Ayrılırken izlenimlerini şu sözlerle ifade etti: “Sahip olduğunuz bu güzel şeylerin kıymetini bilin, ve sakın Batılılar gibi olacağız diye onları kaybetmeyin. Biz kaybettik, hayatımızın tadı kaçtı.”
1 Bu makale MURADİYE dergisinin Yaz 2009 Yıl: 5, Sayı: 19, Yaz 2009 sayısında yayınlanmıştır; www.muradiye.net.
i Ventura SJ. Changing patterns of nonmarital childbearing in the United States. NCHS data brief, no 18. Hyattsville, MD: National Center for Health Statistics. 2009; http://www.cdc.gov/nchs/data/databriefs/db18.htm. The New York Times, 13 Mayıs 2009.
ii John Tierney, “The happiest wives,” New York Times, February 28, 2006. http://www.americanvalues.org/html/happiestwives.htm
iii Geraldine Bedeli, “What makes women happy?”, The Guardian, 11 Haziran 2006. http://www.guardian.co.uk/lifeandstyle/2006/jun/11/familyandrelationships6