İLİM: VARLIKLARIN İÇ YÜZÜNÜ AYDINLATAN MANEVÎ IŞIK

    İçinde bulunduğumuz çağa haklı olarak bilgi çağı deniyor. Bilişim ve iletişim, çağımıza damgasını vuran yüksek değerler. Bilişim ve iletişim teknolojilerinin dünyayı bir ağ gibi sardığı çağımızda, yükselen bilim güneşi iletişim ışınlarıyla her akıl sahibine ulaşıyor. Bilim değişimi tetikliyor, ve teknoloji bu değişimin motorluğunu yapıyor. Eskiden zenginliğin ölçüsü sahip olunan toprak ve doğal kaynaklardı, ve zenginleşmenin yolu daha çok toprağa hükmetmekten geçiyordu. Mekanik bilimlerin ve sanatların gelişimi ve sonrasındaki sanayi devrimi bu anlayışı değiştirdi, ve hammaddenin değerini kat kat arttıran sanayileşme zenginliğin yeni ölçüsü oldu. Yirminci asrın ikinci yarısından itibaren ise eğitime ve bilimsel araştırmalara yönelinmesiyle mamul madde yerine bilgi üretimi ön plana geçti, ve bilgi en kıymetli meta oldu. O kadar ki yüksek teknoloji ürünlerinde hammaddenin kıymeti bilginin yanında çok küçük kaldı. Meselâ iki tonluk bir uydunun değeri 200 milyon dolar cıvarındadır. Yani kilosu 100 bin dolar. Kullanılan malzemenin kilosunun sadece bir kaç dolar olduğu dikkate alınırsa, bilgi ve becerinin kıymeti kolayca görülür. Zaten bu yüzden zamanın akıl ve bilim zamanı olduğunu gören ülkeler bilgi tabanlı ekonomiye bir an evvel geçmek için gayret göstermektedirler. Bilim ve teknolojiye hakim olanlar refah,  kuvvet, ve itibara sahip olmaktadırlar. Artık en zengin ülkeler en çok doğal kaynağa sahip olanlar değil, en yüksek beyin gücüne sahip olanlardır. En güçlü firmalar da araştırma ve geliştirmeye yönelip teknoloji geliştiren firmalardır. Zamanın değişen değerlerini iyi okuyan ülkeler, net beyin göçü almak için gerekli altyapıyı oluşturup bir cazibe merkezi olmakta, ve böylelikle bilgiyle donanımlı kişileri ve dolayesi ile bilgiyi kendilerine çekmektedirler.

   Bilgi, ülkeler ve firmalar için olduğu kadar kişiler için de bir gelişmişlik ölçüsü ve bir zenginliktir. Bu yüzden çocuklar erken yaşlarda eğitime başlamakta, ve hayatlarının önemli bir kısmını okullarda geçirmektedirler. Yıllar süren bu zahmetli sürecin sonucu, aklın bilgi gıdasıyla gelişip büyümesi, sağlam bir bilgi altyapısının oluşması, ve bilimsel bir bakış açısının kazanılmasıdır. Varlıklara ve olaylara bildiğimiz maddî ışıkla bakıp sadece dış yüzeylerini görme yerine onların derinliklerine nüfuz eden manevî bilgi ışığıyla bakıp içlerini görebilmenin verdiği memnuniyet ve haz, görme özürlü bir kişinin gözlerinin açılıp alemi temaşa edebilmesinden doğan haz ve heyecandan aşağı değildir. Cehalet karanlığından çıkıp bilgi aydınlığına ulaşmanın verdiği ferahlık, karanlık bir bodrum katından çıkıp aydınlık bir üst daireye taşınmanın verdiği ferahlıktan geri kalmaz. Toplumları aydınlatmada ilim güneşi münevverlerin yaydığı ilim ışığı, gökteki güneşin verdiği ışıktan önemsiz değildir. O yüzden ilim tahsilinin temel gayesi ve neticesi, kişinin akıl ve fikir aleminin inşası, imarı, ve aydınlatılmasıdır. Akıl unsuruyla, kendine küçük bir ev yapmak yerine, modern tesislerle donatılmış nezih bir mega site yapmaktır. Bu sırrı anlamıyanlar, üniversiteye gitmenin gayesini bir meslek sahibi olmaya indirgerler, ve hatta iyi gelir getiren bir meslekleri varsa yüksek öğretime gerek bile görmezler. Halbuki insanları diğer varlıklardan ayıran en mühim özellik ilimdir, ve insanlığa layık en ulvî faaliyet ilim ile meşguliyettir. İnsanların en yücesi ise boyu en uzun olan değil ilmen (ve ahlaken) en yüksek seviyede olandır. En nezih geziler ise fikir alemi gibi mânâ alemlerinde yapılan gezilerdir. O kadar ki ABD’li filozof Ralph Emerson’a göre “Seyahat, aptalların cennetidir.”

   İnsan fıtraten meraklı ve heyecanlı bir varlıktıır, ve yeni şeyler öğrenmeye ve yükselmeye meyli ve şevki vardır. Hayvanlardan farklı olarak insanlarda bildiğimiz maddî mide ile beraber çok sayıda mânâ mideleri vardır, ve akıl bu midelerin önde gelenlerindendir. Akıl midesinin gıdası ilimdir, ve aklen gelişkin bir insanın aklıyla ilim yemekten aldıği haz, ağzıyla yediği lezzetli bir yemekten aldığı hazdan daha az değildir. Beden midesi belli bir miktar yemek yendikten sonra doyar, ve yemeğin miktarı biraz kaçırılırsa rahatsız olur. Akıl midesi için ise bir sınır söz konusu değildir. Ömür boyu ilim yese yine doymaz. Hatta yedikçe daha da gelişir ve daha çok yemek ister. Böylelikle hayat bir ilim ziyafeti olur, ve kişi kalpte hissedilen nezih bir haz ile apaydınlık bir iç alemde yaşar.

   Herkeste olan biyolojik göz, bildiğimiz maddî ışık vasıtasıyla varlıkların sadece görünen yani dış yüzünü görür. Bu göz karanlıkta göremez, ve ışık olmasaydı gözün varlığı anlamsız olurdu. Gözden en fazla istifade, bol ışıklı yerlere giderek ve görülen alemdeki güzel manzaraları seyrederek edilir. Işık vasıtasıyla olan bu görsel ziyafetler yaygın bir ışık aleminin varlığını gösterir, ve onun kaynağına işaret eder. Gündüzleri dışarıdaki her şeyi açıkça görmemiz, güneşten gelen ışığın her yere ulaşıyor ve herşey tarafından alınıp yansıtılıyor olmasındandır. Yani varlıkların dışlarının görülebiliyor olması, etrafta yaygın bir ışık katmanının varlığını gösterir. Çünkü lamba ve bazı radyoaktif maddeler gibi ışık saçanlar dışında varlıkların yapılarında ışık yoktur, ve kendilerinde olmayan şeyi veremezler. Dolayesi ile güneş batınca veya lambalar söndürülünce tüm varlıklar adeta karanlığa gömülürler. Doğuştan görme özürlüler için ise tüm varlıklar bir muammadır. Görmenin ne büyük bir haz ve nimet olduğu görme duyusu kaybedilince anlaşılır.

   Görmenin diğer bir türü göz yerine akıl ile görmektir, ve bu da maddî ışıkla hiç alakası olmayan manevî ilim ışığı ile olur. Normal ışık varlıkların dış yüzünü ve dışa dönük fiziksel özelliklerini, ilim ışığı ise varlıkların iç yüzünü ve mahiyetini gösterir. Evet, çağımız bilgi çağıdır, ve bilimsel araştırmalar sonucu varlıklar ve olaylar hakkındaki bilgimiz her geçen gün artmaktadır. Pozitif bilimlerin kaynağı gözlemdir, ve bilimsel araştırmalar varlıklar ve olaylar gözlenerek yapılır. Çünkü atomdan galaksilere her şeyin madde-dışı sağlam bir ilmî yapısı vardır, ve herşey âdeta bir ilim ağı ile örülmüştür. Bilimsel çalışma denen şey varlıkların bu ilmî vücudunu tam ve doğru olarak ortaya çıkarma gayretlerinden ibarettir. Bu da varlıkların yapısındaki ilim pırıltılarını gözlemliyerek, pırıltıların kaynağı olan evrensel ilim güneşini akıl gözü ile görmek ve göstermekle yapılır. Tabi bu pırıltılar ancak dikkat ile algılanır. Meselâ bir hücrenin kütlesi bir gramın milyarda biri kadardır. Ama yok denecek kadar küçük olan o hücrede gözlenen ilim ciltler dolusu kitapları doldurmuştur. Bilim insanları için tüm evren bir laboratuvar veya bir gözlem evidir. Başka bir bakış açısıyla evren bir bilim sofrası, veya okunmayı ve anlaşılmayı bekleyen gizemli bir kitaptır. Veya gezmekle bitmeyen zengin ve renkli bir mânâlar alemi.

   Cep telefonu denince akla parçaları hassas ölçülerle ve uyumlu bir şekilde yapılmış olan ve iletişimi sağlıyan bir teknoloji harikası gelir – yoksa o telefonun temel yapı taşları olan karbon, hidrojen, bakır, vs atomları değil. Bilginin mânâ olduğunu anlamak için birbirinin tamamen aynı olan iki cep telefonu alalım, ve bunlardan birisini iyice ezerek toz haline getirelim. Sonra da bu iki telefon arasında bir fark olup olmadığını soralım. Herhalde böyle bir soru çok tuhaf bulunur, ve telefonun bir toz yığını ile mukayese edilemiyeceği söylenir. Ancak telefon ile onun toz yığını ikizi bir kimya laboratuvarına gönderilecek olursa, her ikisinin eşdeğer olduğu raporu gelecektır. Yani madde olarak, bir cep telefonu ile onun ezilmesinden oluşan toz yığını ikizi arasında hiç bir fark yoktur. Ama bunlar farklıdır, ve aralarındaki fark madde olmadığına göre tamamen madde dışı yani mânâdır. Demek ezilmiş telefonun toz yığınında olmayan her özellik ve hâsiyet mânâ ile alakalıdır, ve mânâsı yanında telefonun maddesinin kıymeti bir hiç gibi kalır. Yani telefonu telefon yapan maddesi değil, o maddede tezahür eden ilim gibi mânâlardır. Telefon adeta manevî ilim iplikleriyle dokunmuş bir varlığın cisimleşmiş halidir. Bir çocuk bile deneme yanılma ile telefonun yapımında kullanılan bir çok bilgiyi keşfedebilir. Kişi araştırdıkça aklıyla telefondaki bilgiyi yemeye devam eder, ama telefondan hiçbir şey eksilmez. Çünkü yediği bilgi madde değil, mânâdır.Telefonu satın alan kişi de onun maddesini değil maddeye nakşedilmiş olan madde-dışı foksiyonelliğini ve faydalılığını almaktadır. Telefon düştüğü zaman maddî varlığı parça parça olabilir, ama onun mânâ olan ilmî varlığına hiçbir şey olmaz.

   Cep telefonunu bir teknoloji harikası yapan herhalde atomlarındaki harikalık değildir. Zira telefondaki bir karbon veya bakır atomu ile ezilip toz haline getirilmiş bir telefondaki karbon veya bakır atomu tamamen aynıdır. Parçalarında olmayan bir şey bütününde olamıyacağına göre, telefonda varlığı görülen bilgi ışığı telefonun maddesinden değil, dışarıdan gelir – aynen elmasın göz kamaştıran pırıltılarının elmasın atomlarından değil dışarıdaki bir ışık kaynağından geldiği gibi. Telefon ve diğer teknoloji harikalarının özelliği, bilgi kullanarak yapılmaları, ve neticede bu bilgiyi yansıtmalarıdır. Bu da evrende madde (ve zaman) ile ilgisi olmayan yaygın bir ilmin, ve dolayesi ile bir ilim katmanının, olmasını gerektirir. Eski Yunanlılar bile bu mânâyı hissetmişler ki bu katmanı “bilim ve bilgelik tanrıçası” Metis olarak kutsallaştırmışlardır.

   Çevremizi ve varlıkları algılamamızda genellikle beş temel duyumuza (görme, işitme, koklama, tatma, ve dokunma) dayanırız. Bu beş duyu da maddeyle ilişkilidir. Yani maddesi olmayan bir şeyi (akıl ve sevgi gibi) göremeyiz, ve yine maddesi olmayan şeylere dokunamayız. Bunun sonucu olarak maddeyi gerçek varlık, maddesi olmayan şeyleri de adeta hayalî varlıklar veya maddî etkileşimlerin tezahürleri olarak görürüz. Aslında madde olarak algıladığımız herşey – atomaltı parçacıklardan galaksilere, mikroplardan insana kadar – madde ve mânâ karışımıdır, ve adeta madde ve mânâ iplikleriyle dokunmuş bir kumaştır. Ve esas olan madde değil, mânâdır. Madde sadece mânâların aslında kendileri de mânâ olan beş duyumuz tarafından algılanmasını mümkün kılan kılıf veya elbisedir. Yani mânâ öz, madde is kabuktur. Mânâ zaman ve mekân üstü, madde is zaman ve mekâna ve dolayesi ile fizik kanunlarına tabidir.

   Cep telefonunda açıkça görülen yapısal incelik, ölçülü düzgünlük, parçalardaki hassaslık, parçalar arasındaki mükemmel uyumluluk, uyumlu fonksiyonellik, kullanıcıyı dikkate alan ergonomiklik, elektromanyetik dalgaları alıp verme kabiliyeti, ve üretimdeki düzen ve intizam yüksek ve kapsamlı bir ilmi gösterir, ve cep telefonunun bir yüksek teknoloji yani yüksek teknik bilgi ürünü olduğu konusunda şüphe bırakmaz. Telefonun fonksiyonelliği ve faydalılığı yine bir ilmi gösterir. Görünüşteki zerafet, sanattaki harikalık, anten gibi gözü rahatsız eden çıkıntıların saklanmasındaki maharet, ve estetiğe gösterilen itina yine bir ilmi gösterir. Keza üretimin olabilecek en kolay, en verimli, ve en israfsız şekilde yapılması yine bir ilmi gösterir. Hatta sadece fabrikadan çıkan ürünlere bakarak cep telefonunun duvarlar arkasındaki araştırma, geliştirme, ve üretim tesislerinde yaygın bir ilmin olduğu söylenebilir.

    Benzer şekilde etrafımıza dikkatle baktığımız zaman görürüz ki her şey ilimle yapılmıştır. Atomaltı parçacıklardan galaksilere kadar herşeyde yaygın bir ilim vardır, ve bu ilimleri keşfetmekle uğraşan “parçacık fiziği”nden “astronomi”ye kadar sayısız bilim dallarının varlığı bunu ispatlar. Hepsini bilmesek de her bir varlık ekolojik denge içinde bir boşluğu doldurmakta ve faydalı bir görev yerine getirmektedir. Zaman içinde hayretle keşfettiğimiz bu faydalılık ve işe yararlılık kapsamlı bir ilmi gösterir; çünkü bir gayeye yönelik şeyler ilim ile olur. Çocuk mamasının nasıl bilenler tarafından ilim ile yapıldığı konusunda şüphe yoksa, mamadan çok daha harika olan ve biliminsanlarınca yeni faydaları keşfedilmeye devam edilen anne sütünün de ilim ile olduğu konusunda şüphe olamaz. Varlıkların her birinin tam bir nizam ve intizam içinde en hassas ölçülerle yapılmış olmaları bir ilmi gösterir; çünkü intizam ile, ölçü ile, tartı ile iş görmek kuvvetli bir ilim ile olur. Mesela firavunların mezarları olarak inşa edilen piramitlerdeki geometrik mükemmellik, bir çok uzmanın eski Mısır’da o tarihlerde yüksek bir ilmî gelişmişlik olduğu sonucuna varmasına sebep olmuştur. Bir uçağın ilim ile yapıldığı ve uçağın motorlarının ve kanat ölçülerinin ağırlığına uygun olarak bilgili uzmanlar tarafından belirlendiği konusunda nasıl bir şüphe yoksa, uçak mühendislerinin hayret ve hayranlıkla seyredip anlamaya çalıştıkları bir sineğin de ilimle yapıldığı konusunda şüphe olamaz.

    Einstein, geliştirdiği yerçekim alan denklemlerinin cazibesinin de etkisiyle evrendeki düzenle alakalı sarsılmaz bir inanç sergilemiş, ve bu inanç onun hem fenci hem de dindar tarafları için bir temel oluşturmuştur. Evrendeki nizamın mükemmelliğini 1929’da şu kelimelerle ifade etmiştir: “Fen bilimleriyle uğraşan bir kişinin en yüksek hazzı, Allah’ın kendisinin 4’ü bir asal sayı yapmasının mümkün olmadığı kesinliğinde bu bağlantıları da mevcut hallerinden başka bir tarzda düzenlemiş olabilmesinin mümkün olmadığı kanaatına varmasıdır.”2 Stephen Hawking de aynı kanaati paylaşmaktadır: “Tüm bilim tarihi, olayların rastgele meydana gelmediğinin, ancak ilahî veya gayri ilahî olarak ilham edilen arka plandaki belirli bir düzenin varlığını yansıttığının kademe kademe anlaşılması olmuştur.3 Bediüzzaman ise bilim dallarını düzenin varlığına, ve düzenin varlığını da bir düzenleyinin varlığına delil olarak görür:Âlemin herbir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise, kavaid-i külliyeden [genel kaidelerden] ibarettir. Külliyet-i kaide ise, o nev’de olan hüsn-ü intizamına keşşaftır [keşfeden]. Demek cemi’ fünun, hüsn-ü intizama birer şahid-i sadıktır [tüm bilimler düzenin güzelliğine birer doğru şahittirler].”4İşte aynen bütün zîhayat ve enva’-ı mahlukat, zerrattan tâ manzume-i şemsiyedeki seyyarata kadar [parçacıklardan güneş sistemindeki gezegenlere kadar]; öyle tam bir müvazene ve zerre kadar şaşırmaz bir düzgün ölçü hükmetmesi, ihatalı [kapsamlı] bir ilme kat’î delalet ve parlak şehadet eder. Demek ilmin her delili, Zât-ı Alîm’in mevcudiyetine dahi delildir. Sıfat mevsufsuz olması muhal ve imkânsız olmasından bütün hüccetleri Alîm-i Ezelî’nin vücub-u vücuduna kuvvetli ve gayet kat’î bir hüccet-i kübradır [başlangıcı olmayan Alim bir Zat’ın varlığının gerekliliğine kuvvetli ve oldukça kesin bir büyük delildir].”5

    Keza her biri bir sanat harikası olan varlıkların sanatlarındaki itina ve süslendirilip en güzel şekle sokulmalarındaki ustalık yine yaygın bir ilmi gösterir; çünkü sayısız muhtemel durumlar içinde en düzenli, en sanatlı, ve en güzel durumun seçilmesi ilim ile olur. Bütün eşyadaki bu hal, yaygın bir ilmi gösterir. Sanat okullarında iç tasarım, tekstil desen, ve agaç işleme gibi sanat bilimlerinin öğretildiği konusunda nasıl bir şüphe yoksa, bir sanat harikasi ve renk manzumesi olan bir kelebeğin de ilimle yapıldığı konusunda şüphe olamaz.

               

Kapadokya vadisinde nefes kesici bir manzara oluşturan yüzlerce peri bacalarına bakan bir kişi, bunların yağmur, dolu, ve rüzgar gibi bilgi ile alakası olmayan kör tabiî olayların etkisiyle oluştuğu kanaatine varabilir. Çünkü peri bacaları arasında hiçbir nizam ve intizam yoktur, hiç bir gaye ve faydalılık gözetilmemiştir, hiçbiri bir özenle yapılmamıştır, ve yapımlarında hiçbir kural ve kaide kullanılmamıştır. Aynı şey yeraltındaki mağaralar için de söylenebilir. Ama peribacalarının altındaki yeraltı şehirlerine inen ve oradaki evleri, merdivenleri, sütunları, duvar ve tavanlardaki resimleri ve sanatlı işlemeleri, ve hatta havalandırma bacalarını gören kişi derhal bunların akıl ve ilim sahibi varlıklar yani insanlar tarafından yapıldığını anlar – etrafta hiç bir insan görmese bile. Çünkü gaye gözeterek, özenerek, ölçerek, faydalılığı esas alarak, ve sanatla yapmak ancak ilimle olur. Bu ev ve eşyalarda gözlenen ilme bakarak da o çağdaki insanların bilim seviyesi kolaylıkla tespit edilebilir.

    Varlıkların meydana gelmesindeki harika kolaylık mükemmel bir ilme işaret eder, çünkü bir işin kolayca yapılması ilim ve beceri ile olur. Hatta evrende herşey o kadar kolaylikla olmaktadır ki insan adeta “kendi kendine oluveriyor” zannına kapılır. Mesela bir kişi tavukların yediği ot, hububat, vs gibi şeylerden bir yumurta yapmayı keşfetse, herhalde kendisi takdir ve hayranlıkla anılır, ve günlerce iftiharla ilmin ulaştığı yüksek seviyeden ve insan aklının harikalığından bahsedilirdi – bunu yapmak için kocaman ve pahalı bir fabrika kurmak gerekse bile. Ama nedense akıl ve ilim konusunda hiç bir iddiası olmayan tavukların sanat ve ilim harikası olan yumurtayı küçücük vücutlarında ışıksız bir ortamda hem de el değmeden ve de hijyen olarak yapıyor olmaları nedense kimsenin dikkatini çekmiyor. Çünkü o kadar kolay yapılıyor ki adeta aniden hiç yoktan varoluveriyor. Hele belli sıcaklıkta tutulan yumurtanın karanlık kabuk içinde hiç el değmeden cisimleşmiş bir sanat ve bilim abidesi olan bir civcive dönüvermesi yine akılları aciz bırakan derin bir ilme işaret eder. Keza toprağa ekilen bir çekirdeğin sonsuz bir kolaylık içinde bir ağaç olması ve toprak hammaddesinden yapraklar dokunup meyveler yapılması – mesela nar tanelerinin hiç de hijyen olmayan şartlarda inci taneleri gibi pak ve temiz olarak tam bir nizam içinde yerlerine dizilmeleri, ve beyaz tüllerle ayrılmış kümelerin biyolojik olarak parçalanabilen (biodegradable) bir malzemeyle ambalajlanıp dallarda teşhir edilmeleri – hayalinden bile aciz olduğumuz sonsuz bir ilmin varlığı konusunda şüphe bırakmaz.

    Acaba bir kişi evdeki artık yemekleri ve bozulmaya yüz tutmuş sebze ve meyveleri alıp bunlardan yumurta yapan ve arda kalan malzemeyi de çiçeklere koyabileceğimiz gübreye çeviren karpuz büyüklüğünde bir makine yapsaydı – üstelik de maliyeti bir karpuz fiatını aşmasaydı ve biblo gibi mutfağın bir köşesine koyabileceğimiz bir güzellikte olsaydı – biliminsanları dahil tüm insanlık bu kişideki sanat ve estetikle bezenmiş harika ilmi tam bir hayret ve hayranlıkla ayakta alkışlamaz mıydı? Bunun nasıl yapıldığını görmek için başta biliminsanları olmak üzere herkes büyük bir merak içinde sıraya girmez miydi? Hele bu yumurtalar belli bir sıcaklıkta 21 gün bekletilince kabuğun içinde bir yumurta makinesine dönse, ve bu makine yine yemek artıklarıyla büyüyüp bir süre sonra kendisi yumurta yapmaya başlasa acaba “olamaz” diye haykırmaz mıydık? Hele hele bu makine bir de görüyor olsaydı ve arasıra dışarıya gezmeye çıksaydı “rüya görüyor olmalıyım” deyip kendimizi cimcirmez miydik? Bu mucit kişiyi baştacı etmez miydik, ve kendisine en yüksek bilim madalyalarını vermez miydik? Eğer evhamlı tipler isek, aklımızı aciz bırakan ve bilim seviyemizi komik hale düşüren bu kişi hakkında “mutlaka teknolojinin bizden kat kat ileri olduğu bir gezegenden gelmiş olan bir uzaylı” spekülasyonlarına itibar etmez miydik? Ama ne yazık ki herşeyin üzerine adeta kara bir bulut gibi sinen ülfet perdesi çevremizdeki binlerce bu tür teknoloji harikalarını – hem de canlılarını – görmemize engel olmaktadır.

   Yukarıda verilen bir kaç örnek dahil evrende herşeyin ilim ile yapılıyor olması ve adeta varlıklardan ilim ışıldaması evrende herşeye nüfuz eden yaygın bir ilim ışığının varlığını gösterir – aynen elmastaki ışık pırıltılarının çevrede yaygın bir ışık aleminin varlığını göstermesi gibi. Ancak varlıkların yapıtaşlarında “ilim” diye maddî bir unsur yoktur, ve dolayesiyle varlığı konusunda hiçbir şüphe bulunmayan ilim madde değil mânâdır. Ve evrende yerçekimi kuvveti gibi herşeye nüfuz eden ve zaman ve zemin üstü yaygın bir ilim katmanı vardır. Bu madde-dışı (mânâ) ilim katmanından gelen ilim ışığı bildiğimiz ışıktan farklı olarak maddî beden gözü ile değil manevî kalp ve akıl gözleri ile algılanabilir.

    Bildiğimiz ışık gözümüze iki şekilde ulaşır: ya kaynağından direk olarak ya da varlıklardan yansıyıp indirek olarak. Birinci durumda ışık saf ve aslî mahiyetini muhafaza ederek gelir; ikinci durumda ise gözümüze ulaşan ışık pırıltıları eşyanın ışık ile etkileşimine bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Mesela bir portakala çarptıktan sonra gözümüze gelen ışıkta karışımını renksiz olarak algıladığımız yedi renk değil, ağırlıklı olarak turuncu rengi vardır. Dolayesi ile varlıklardan yansıyarak gelen ışığı irdeliyerek kaynaktan çıkan ışığın mahiyetini anlamaya kalkmak yanıltıcı olabilir. Bu analojiden hareketle denilebilir ki ilim ışığını da algılamanın iki yolu vardır. Birincisi, ilim ışığının vasıtasız olarak insanın mânâ merkezi olan kalp gözü ile massedilmesi, ikincisi ise varlıklardan yansıyan ilim ışığı pırıltılarının akıl gözü ile alınması. Birincisi içten gelen saf bir ilmin menbaı, ikincisi ise dıştan gelen dağınık bilginin kaynağı. Birincisi saf bir şeker gibidir ve hemen emilir, ikincisi ise keçi boynuzu veya şeker kamışı gibidir ve önce iyice öğütülüp posalardan arındırılması gerekir.

    Varlıklardan gelen dağınık bilim ışığının akıl tarafından en etkin bir şekilde algılanabilmesi için aklın yeterince işlenmiş olması gerekir – aynen elmasın ışığı büyüleyici bir güzellikte yansıtabilmesi için önce bir çok zor işlemden geçmesi gerektiği gibi. Aklın işlenmesi, gelişmesi, ve parlamasının yolu da ilme yönelmek ve ilimle meşgul olmaktır, ve hazma önem vermektir. Sonra da ilim pırıltılarını tasnif edip muhakeme değirmeni ile öğüterek özü kabuktan ve madeni cüruftan ayırmaktır. Bu şekilde arındırılıp hazma uygun hale gelen ilim ışığı aklı aydınlatır, ve kişiyi ilmen yüceltir. Dağınık bilim ışığını almaya yönelik varlıkları ve olayları gözleme yolu herkese açıktır, ve herkes kabiliyeti elverdiği ölçüde aklını parlatabilir ve parlatmaya devam edebilir – yeter ki gerekli gayreti göstersin. Madeleine L’Engle’ın ifadesiyle “İlham, genellikle çalışırken gelir, çalışmaya başlamadan evvel değil.”

     İlmin direk olarak algılanması ise, onun anî olarak kalpte yansıması ve hissedilmesidir. Beş duyudan farklı olarak maddî aracısı olmayan ve varlığını herkesin farkettiği bu hisse altıncı his veya ilham denir, ve halk arasında “içime doğdu” olarak ifade edilir. Bu his muhtelif derecelerde herkeste vardır, ve kalbin saflığına, hassasiyetine, ve gelişmişliğine bağlı olarak gayet sağlam bir bilgi kaynağı olabilir – yeter ki kişi kendini etkin bir alıcı konumuna getirsin ve o konumda tutsun. Hayvanların inkarı mümkün olmayan ve “içgüdü” (İngilizce ve bilim dünyasında “instinct”) olarak vasıflandırılan ilimleri tamamen bu cinstendir, yani ilhamdır. İlhama en parlak şekilde mazhar olan hayvanlar ise arı ve ipek böceği gibi maddeleri ve enaniyetleri küçük ama marifetleri büyük olanlardır. Jim Rohn’a göre “Başarının sırlarından biri, ilhamla karışık fikirlerdir.” Bahtiyar insan odur ki hem akıl hem de kalp gözü açık olsun, ve ilmi tek değil çift kanaldan birden alsın. Yani akıl ve kalbini her zaman uyanık ve alıcı konumunda tutsun. Böylelikle ilmin şahikalarına tek kanatla zorlanarak değil, çift kanatla süzülerek uçsun.

     Yeni bilginin kaynağı mevcut bilgi veya beyin değil, ilhamdır. O yüzden yeni bilgi üretmek çok şey öğrenmenin doğal bir sonucu değildir. Yani mevcut bilgi yeni bilgi üretemez. Öyle olsaydı, yeni bilgileri en çok bilginin yüklü olduğu bilgisayarlar veya yüksek teknoloji ürünü robotlar üretirdi. Başka bir tabirle, mevcut bilgi yeni bilginin kaynağı olamaz. Çünkü bilinen bilginin bilinmiyen bir kısmı yok ki bilinen bilgi o kısmın kaynağı olsun (eğer olsaydı, zaten o kısım da bilinen bilginin bur parçası olarak biliniyor olacaktı). Bilginin kaynağının beyin olduğunu zannedenlere şunu söylemek gerekir ki beyindeki karbon kömürdeki karbondan, beyindeki hidrojen sudaki hidrojenden, ve beyindeki elektrik akımını sağlayan elektronlar evlerdeki elektrik tesisatında akan elektronlardan hiç farklı değildir, ve bu atom veya parçacıklarda bilgi diye bir unsur yoktur. Parçalarında olmıyanın bütününde olamıyacağına göre, insan beyninin bilginin kaynağı olduğu iddiası abestir. Yeni bilgileri keşfedip ifade edenlerin genellikle iyi eğitim görmüş kişiler olmasının sebebi beynin eğitimle değişmesi değil, kişilerin ilimle meşgul olarak ilim ışınını alma kabiliyetlerini geliştirmiş olmalarıdır.

Bilinen bir şeyi veya yaşanan bir olayı düşünmek denen şey aslında “irade” hüzmesinin “hafıza” sabitdiskinde kayıtlı olan o şey veya olaya yönelerek okuyucusuyla onu “hayal” ekranına yansıtması ve dikkatin ona çevrilmesidir. Bilmediğimiz bir şey hakkında düşünmek denen şey ise beş duyunun başka konularla ilgisini kesip dikkati o şey üzerine toplamak ve bilinmeyen şeyle ilgili bilgi ışığını almaya ve onu soyutlamaya odaklanmaktır – aynen bir televizyonun antenlerini belli bir yayını en iyi şekilde alacak şekilde değişik yönlere çevirmek ve ayarlamak gibi. Birlikte ve sesli düşünmek yeni ve doğru bilgiye ulaşmada gayet etkindir, ve yaratıcı düşünce ve fikir üretme ağırlıklı faaliyetlerde uyumlu kişilerin bir gurup olarak çalışması oldukça yaygındır. Beyin fırtınası denen şey ise adeta imece usulüyle bir çok zihnin bir konuyla ilgili bilgi edinmeye çalışması ve sonra alınan bu bilgi ışınlarının muhakeme filtrelerinden geçirilerek ayıklanıp saflaştırılmasıdır. “Düşünüverdim” veya “aklıma geliverdi” veya “içime doğdu” gibi tabirler, insanın kuvvetli bir ilham almasını ifadeden başka bir şey değildir.

Evrensel kanun ve prensipler değişimleri kural altına alan genel ilimlerdir, ve belli alanlara has ilimler için bir çerçeve oluştururlar. Evrende herşey ilimle olur ve ilim ışığı olayların daha olmadan evvel nasıl olacağını görmemizi sağlar. Bu yüzden geleceği en doğru olarak görenler ilim ışığı ile bakanlardır; ve en doğru hareket edenler ilmi rehber edinenlerdir. İlmin olduğu yerde birlik, kuvvet, ve aydınlık, olmadıği yerde ise ayrılık, zayıflık, ve karanlık vardır. Yeni bir şey yaparken kullanılabilecek en kıymetli unsur madde dışı olup maddeye nüfuz eden ilimdir. Bir şey yaparken en iyisini yapmak ilim ile olur, ve ilim arttıkça herşeyin daha iyisi yapılır. O yüzden modern toplumlarda eğitime, yani yüzlerce yıllık bilgi birikiminin genç dimağlara aktarılmasına, büyük önem verilir. Kişinin bilgiyle ne yaptığı elbette önemlidir; ancak bilgiyle ne olduğu daha önemlidir.

1 “Bilmek” kökünden gelen bilim, “ilm” kökünden gelen ilim kelimesinin yeni Türkçe karşılığıdır. Bu yüzden bilim ve ilim kelimeleri genelde aynı şeyi ifade etmekte, ve birbirinin yerine kullanılmaktadır. Bazı kişilere göre ise ilim ve bilim değişik şeylerdir, ve değişik kişiler bu kelimeleri değişik şekide tanımlamaktadır.Aslında eşanlamlı olan bu iki kelimenin anlamları arasında zaman içinde felsefik bir nüans farkı oluşmuştur, ve dile zenginlik veren bu fark korunmalıdır. Şöyle ki: İlim kainatta ezelden beri var olan manevî bir katman veya ışıktır, ve zaman- mekan üstüdür. İnsan olmadan evvel de ilim vardı, çünkü fenlerin de dikkatli araştırmalar sonunda keşfettiği gibi evrende herşey ilim ile yapılmıştır. Bilim ise ilmin insanların araştırmalarıyla farkedip ifade ettiği ve insan zihninde doğru veya yanlış olarak yansıyan kısmıdır, ve bu miktar zaman ve zemine bağlı olarak değişir. Bu bakış açısıyla bilim sınırlı, değişken, ve insan referanslıdır; ilim ise sınırsız, sabit, ve insanlık üstüdür. Başka bir ifade ile bilim, ilim ışığının belli süzgeçlerden geçtikten sonra insanlık aynasındaki yansımasıdır. (Bilimin kişideki yansıması ise bilgi veya malumattır). Ancak pratikte ilim kelimesi ile kastedilen şey genellikle ilmin keşfedilen kısmı yani bilimdir, ve o yüzden ilim ve bilim kelimeleri aynı mânâda kullanılmaktadır. Zaten “bilim” kelimesi Türkçe’nin yabancı kökenli kelimelerden arındırılması gayretleri kapsamında kullanıma sokulmuştur, ve yüzyılların mesela “kimya ilmi” aniden “kimya bilimi” oluvermiştir. Keza “ilmî” kelimesinin yerini “bilimsel” almıştır. Felsefik içerik gözardı edilip tarihî bir perspektiften bakılırsa, ilim-bilim farkı tartışmaları temelsiz ve sunidir.

2 Walter Isaacson, “Einstein – His Life and Universe,” Simon & Schuster, New York, 2007, s. 385.

3 Stephen W. Hawking, “A Brief History of Time,” Bantam Press, London, 1996.

4 Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 40.

5 Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 647 (15. Şua).