EĞİTİMİN RASYONEL BİR ZEMİNDE MODERN DÜNYA STANDARTLARINA ÇIKARILMASI

DEĞİŞİM VE GELİŞİM

Dünya başdöndürücü bir hızla değişiyor. Bu değişimin motoru hiç kuşkusuz bilim ve teknolojidir. Bilim ve teknolojiye hakim olanlar refah, kuvvet, ve itibara sahip olmaktadırlar. Artık en zengin ülkeler en çok doğal kaynağa sahip olanlar değil, en yüksek beyin gücüne sahip olanlardır. Mesela bir tonluk bir uydunun değeri 100 milyon dolar cıvarındadır. Yani kilosu 100 bin dolar. Kullanılan malzemenin kilosunun sadece bir kaç dolar olduğu dikkate alınırsa, bilgi ve becerinin değeri kolayca görülür. O yüzden çağımıza bilgi çağı denmekte, ve bilgi-tabanlı ekonomiye geçmek için ciddi gayret gösterilmektedir.

Modern dünyada eğitim sisteminin mühim bir özelliği dinamik, esnek, ve değişime açık olması, ve hızla değişebilmesidir. Hızla değişen dünyamızda ihtiyaca cevap verebilmek için bunun zaten böyle olması gerekir. Bu da ancak eğitimin hantal ve duyarsız merkeziyetçi yapıdan kurtulup büyük ölçüde yerelleşmesi ile mümkündür.

Bugünün değil de dünün ihtiyaçlarına göre eğitilmiş olmak bir bakıma eğitimsiz olmaktır, ve diplomalı eğitimsizler yetiştirmek bir eğitim sisteminin gayesi olamaz.  Eğitim sisteminin her kademede (okul öncesi, ilk, orta, üniversite) evrensel değerlere ve bireysel beklentilere uyumlu ve ülkenin ihtiyaçlarına cevap vermeye odaklı bir hedefi olmalıdır. İçinden geçmekte olduğumuz değişim süreci, gerçek hayattan kopuk ve değişime büyük etapta kapalı eğitim sistemimizi objektif olarak değerlendirmek ve modern dünya standartlarına çıkarmak için mühim bir fırsat sunmaktadır. Bu fırsat, eğitimin gayesizlik, önyargı, ve hantallıktan çıkarılıp akıl ve bilimin hükmettiği rasyonel bir platforma oturtulması için iyi kullanılmalıdır. İşe eğitime kaynak aktarmakla değil eğitimin oturduğu zemini özürsüz demokrasi ve en geniş çapta kişisel hak ve özgürlüklerle donatarak ve ne yaptığımızı, niçin yaptığımızı, neyi hedeflediğimizi sorguluyarak başlamak lazımdır. Bunun için de aşağıda özetlenen noktaları dikkate almak lazımdır:

  1. Eğitim gayesizlik ve ruhsuzluktan çıkarılıp rasyonel bir zemine oturtulmalı, ve her aşamada ne yapıldığı, niçin yapıldığı, ve ne hedeflendiği, ve hedeflere ne ölçüde ulaşıldığı sorgulanmalıdır.
  2. İçinde bulunduğumuz bilgi çağında en büyük kuvvet bilgi, ve en büyük zenginlik beyin gücüdür. Bu gücün gelişmesi için devlet merkezli eğitim sisteminden birey merkezli bir sisteme geçilmelidir, ve bireyin gelişimine hizmet esas olmalıdır.
  3. İnsana güven esas alınmalı, ve devlet artık herşeyi sıkı bir control altında tutma içgüdüsünü terketmelidir. Demokratik bir sultanlık olan merkezî yönetim terkedilmeli, ve eğitimde yetki ve sorumluluklar modern demokrasilerde olduğu gibi yerel birimlere aktarılmalıdır. Meselâ okul müdürlükleri mevcut pasif konumlarından çıkarılıp en yüksek seviyede yetki ve sorumluluklarla donatılmalı, ve öğretmenlerin işe alınıp işlerine son verilmesinde bile söz sahibi olmalıdır. Öğretmenler de her yıl okul yönetimini değerlendirmeli, ve bu değerlendirmeler yöneticilerin işlerine devamında esas olmalıdır.
  4. Türkiye’de hala vehimler hükmetmektedir, ve hala yasakçılık esas olup serbestiyet istisnadır. Yasakçılığın esas olduğu ortamlarda zihinler, hayaller, ve yaratıcılık az gelişmiş kalmaya mahkumdur. Beyin tarlasından azamî mahsul almak için serbestiyet esas olmalıdırr. Einstein’ın “Hayal etme bilgiden daha önemlidir” sözü akıldan çıkarılmamalıdır.
  5. Geçmişe odaklanma bırakılıp yüzler ve fikirler geleceğe çevrilmelidir. Manevî mirasyedilik olan ecdad ile övünüp durmak artık terkedilip ecdadın torunlarıyla iftihar edeceği iş ve eserlere yönelmelidir. Geçmişin muhasebesi yerine de geleceğin planları yapılmalıdır. Bismark’ın “Gerçek politikacı geçmiş olayların hınç ve intikamını alan kişi değil, bu olayların tekerrürüne engel olan kişidir” sözü gözönünde tutulmalıdır.
  6. Modası geçmiş ezberler bırakılıp, akıl, bilim, ve tüm insanlığın ortak malı olan evrensel değerler rehber alınmalıdır. “Hakiki mürşit ilimdir” sözü duvarlara değil akıllara nakşedilmeli, ve uygulamaya geçirilmelidir.
  7. Ne kadar aykırı olursa olsun fikirlerden korkmak ve onları düşman ilan etmek terkedilip eğitim kurumlarında  gerçek fikir özgürlüğü tesis edilmelidir. Düşünce özgürlüğü olmayan yerde gerçek eğitimin de olamıyacağı bilinmelidir. “Söylediğin şeyi tasvip etmiyorum, ancak onu söyleme hakkını ölesiye müdafaa edeceğim” sözü bu konuda ışık tutmalıdır.
  8. İnsan fıtratına aykırı olan ve birlik, kuvvet, ve huzur yerine bölünmüşlük, zayıflık, ve kavganın kaynağı olan tek doğrulu ve dayatmacı yaklaşım terkedilmeli, ve bu hürriyetler çağında birlik, kuvvet, ve huzurun teminatı olan gerçek demokrasi ve kişisel ve kitlesel hak ve hürriyetler esas alınmalıdır.
  9. Artık ideolojiler ve doğrular bireyselleşmiştir, ve devletlere değil bireylere aittir. Tek tipçiliğin kalıplaşmış şekli olan resmî ideolojilerin ve değişmez doğruların zamanı geçmiştir. İdeolojik dayatmalar beyinlere konan ambargolardır, ve sonucu düşünce özürlü ve müstemleke mentalitesinde özgüvenden yoksun bireyler yetiştirmektir. R. Waldo Emerson’ın dediği gibi, “Eğitimin en büyük gayesi kişiye özgüveni öğretmek, ve kendi zihin aleminin zenginliklerini tanımasını sağlamak olmalıdır.”
  10. Demokratik yaklaşım, kararlarda çoğunluğun esas alınmasını, ancak azınlığın da haklarının teminat altına alınmasını gerektirir. O yüzden lise eğitiminin esas gayesi, üniversiteye giremiyecek olan büyük öğrenci kitlesini gerçek hayata hazırlamak, ve onları mezuniyetten sonra topluma katkı yapacak ve iş hayatında fonksiyonel kılacak becerileri kazandırmak olmalıdır.
  11. Liselerde “gerçek” müfredatı MEB değil ÖSS içeriği, ve dolayesi ile ÖSYM belirlemektedir. Bu iki başlılığı önlemek ve MEB’i işlevsel hale getirmek için işe bu iki kurumu tek bir çatı altına almakla başlamak lazımdır, ve ÖSYM, MEB bünyesine alınmalıdır.
  12. Üniversiteleri işlevsiz hale getiren ve yaratıcılığı iğdiş edip onları ileri bir lise seviyesine indirgeyen YÖK bir eşgüdüm merkezine dönüştürülmeli, ve üniversiteler en yüksek seviyede özgürlük ve üniversal değerlerin hükümran olduğu özerk, dinamik, ve rekabetçi çağdaş kurumlar haline getirilmelidir.
  13. Okullar genç beyinleri formatlama ve bilgi yükleme merkezleri olmaktan çıkarılıp, özgüvenle beraber etik ve insanî değerlerin etkin olarak verildiği kurumlar haline getirilmelidir.

Eğitimde etik ve insani değerlerin akıl ve kalplere nakşedilmesinin önemi son yıllarda daha da artmıştır. ABD’nin Irak’taki başarısızlığının sebebi eğitim, bilgi, veya kaynak eksikliği değil, insanî değerler eksikliğidir. Eğitim sistemi dünyanın gıptası olan ve teknoloji gelişiminde lokomotiflik yapan bir ülkenin aynı zamanda dünyada en büyük tehdit olarak algılanması gerçekten düşündürücüdür. Keza, dünyayı yok olmanın eşiğine getiren dünya savaşlarını çıkarıp on milyonlarca insanın ölümüne sebep olanlar da eğitimde geri kalmış olanlar değil aksine zamanlarının en eğitimli ülkeleri idi. Eski ABD başkanı T. Roosevelt’in “Eğer insanı, sadece akıl yönünden eğitiyor ahlak yönünden eğitmiyorsanız, toplumun başına yalnızca bir bela yetiştiriyorsunuz” sözü bu konuda bir ibret levhası olmalıdır. Samuel Jackson da bilgi ve etik değerlerin bir bütünün ayrılmaz parçaları olduğunü ifade eder: “Bilgisiz doğruluk zayıf ve faydasızdır; doğruluksuz bilgi tehlikeli ve esef vericidir.”

Vizyon ve Misyon

Dünyada aklı başında hiçbir kişi veya kuruluş sebepsiz yere bir şey yapmaz, ve karşılığında ne alacağını bilmeden ve hesabını yapmadan para yatırmaz. Bir kaç kişi istihdam eden bir firma dahi belli bir gaye için kurulur, ve belli hedefleri vardır. Firmanın tüm birimleri ve çalışanları, tek bir vücudun azaları ve hücreleri gibi üzerlerine düşen görevleri heyecanla yerine getirirler, ve sundukları mal veya hizmetin en yüksek kalitede olmasına özen gösterirler. Müşteri memnuniyetini esas alıp, değişen piyasa şartlarını yakından takip ve adapte ederler. Harcanan her kuruşun muhasebesi yapılır, ve hedeflere ne derece yaklaşıldığı düzenli olarak control edilir.

Küçük bir firma için durum böyle iken, yüzbinlerce kişiyi istihdam eden ve milletin milyarlarca lirasını harcıyan bir kuruluşun işinde gayesiz ve hesapsız olması, kaliteye kayıtsız ve piyasaya ve değişen dünya şartlarına duyarsız kalması düşünülemez. Ama Türkiye, belki de fazla düşünmediğimizden olacak, “düşünülemez”lerin düşünülmeden rahatça yapılabildiği ülkelerden biri. O yüzden de dünya gelişmişlik sıralamalarında mahçup edici yerlerden bir türlü kurtulamıyor. Umid edilir ki AB sürecinde Türkiye’nin tüm kurumlarında eskiden kalma alışkanlıklar bırakılıp akıl ve bilim ışığında yeni bir yapılanmaya gidilir.

Modern dünyada resmi veya özel her kuruluşun yaptığı ilk şey, vizyon ve misyon’unu belirlemesi, yani “gelecekte ne olmayı amaçladığını” ve “bu amaç doğrultusunda neyi nasıl yapacağını” genel ifadelerle tayin etmesidir. Misyon ifadesi bazen vizyonu da içine alır. Ciddi tüm firma ve kuruluşlar, özel ve resmî eğitim kurumları dahil, vizyon ve misyonlarını ilan ederler. Tüm çalışanların da bu genel tabloyu benimsemiş olmasına özen gösterilir. Vizyon, tüm çalışanların önlerini görmesini sağlıyan bir ışıktır. Vizyon, insanları kendine çekip aynı istikamete yönlendiren bir manyetik kuvvet gibidir. Kutupları uyumsuz mıknatısların birbirini ittiği gibi, vizyon da kendisiyle uyumsuz kişileri dışarı iter, ve uyumlu bireylerden kuvvetli takımlar oluşmasını sağlar. Bir kuruluşun alt birimlerinin misyonu kuruluşun, ve kuruluşun misyonu da bir üst kuruluşun misyonunu destekler mahiyette olmalıdır.

Elbette vizyon ve misyon ifadeleri, “bizim de var” demek için veya bir fomaliteyi yerine getirmek için hazırlanmaz. Başkalarına göstermek için yazdırılıp dosyalanmış ve hayata geçirilmemis vizyon ve misyon ifadelerinin hiçbir önemi yoktur – en harika ifadeleri içerseler bile. Çünkü kağıt üzerindeki ifadeler bir iş yapmaz; işi insanlar yapar. Demek kurumun vizyon ve misyonunun hayata geçirilebilmesi için çalışanların bu ifadeleri benimsemesi. mânâlarını özümsemesi, ve onları yaşaması lazımdır. Bu da çalışanların kurumsal vizyon ve misyon ruhuyla ruhlanmalarını ve bir takım ruhuyla çok cesetli bir ruh gibi çalışmalarını gerektirir. Aksi taktirde alt birimler ve hatta bireyler kendi kısır ajendalarını misyon edinirler, birbirlerinden ve dünyadan koparlar, ve gayesizlik içinde koşuştutup dururlar. Güçlü bir devletten ziyade birbirleriyle didişen derebeylikleri andıran böyle bir ortamda, tüm kaynak ve kabiliyetler israf olur, geleceğe bakış karamsarlaşır, ve hayat söner.

Başta ABD olmak üzere modern dünya ile Türkiye eğitim sistemleri arasındaki en temel fark, vizyon ve misyon yoksunluğudur. Yani neyi niçin yaptığımızı bilmeyişimiz, ve bunu yeterince sorgulamamamızdır. Zaten Türkiye’de yıllardır şikayet edip durduğumuz ve değiştirmeye çalıştığımız “ezberci” sistemin aslında özü budur, yani neyi ne için öğrendiğini, bilgilerin nerede ne işe yarayacağını bilmemektir. Yoksa güzel bilgileri kalıcı bir şekilde hafızaya yerleştirmek gayet güzeldir. Güzel olmayan, bilgileri ruhsuz bir şekilde sınavlarda kullanılmak üzere hafızaya depolamaktır.

Bizde eğitim sistemi genel olarak hâlâ körü körüne ezberciliğe ve bilgi yüklemeye yani öğrenciyi robotlaştırmaya dayalı iken, ABD’de system düşünmeye, sorgulamaya, öğrencinin hayal gücünü ve yaratıcılığını teşvik edip geliştirmeye, ve çok öğrenmekten ziyade öğrenilen bilgileri kullanıp özdeştirmeye dayanır. ABD’de çok şey ezberleyip bilgisi ile ne yapacağını bilmeyen kişiye değil, az da olsa bilgisi ile ne yapılabileceğini bilen “düşünen”, “sorgulayan”, ve “hayal eden” kişilere değer verilir. Çünkü bilgisayarlar da bilgi yüklü, ama onların bile ancak “düşünen” kişilerin elinde bir değeri var. Bir eğitim sisteminin misyonu genç ve heyacanlı dimağların heyecanını söndürüp onları köhne bilgi depolarına çevirmek, kalıplaşmış sınavlarla kalıplaşmış bilgileri ölçmek, ve sınav geçme konusunda yeterince “uzman” olmuş kişilerin eline de bol imzalı bir “aferim” kağıdı vermek olamaz. Önümüzdeki eğitim yılından itibaren ezberci eğitim terk ediliyor, ve okullarımızda daha çağdaş bir eğitime geçiliyor. Değişim için iradenin ortaya konmuş olması gayet ümit verici. Umarız öğretmenler de bu yeni yaklaşıma uyum sağlarlar, ve ezberci eğitim maziye gömülür.

 

Misyonların Hayata Geçirilmesi

Bir kurumun güzel bir vizyon ve iddialı bir misyon oluşturmuş olması tek başına birşey ifade etmez. Bunların hayata geçirilmesi lazımdır. Bu da planlamayı, ara hedeflerin konmasını, periyodik değerlendirmeleri, ve objektif ölçümler yapılmasını gerektirir. Bu tür rasyonel yaklaşımlar Türkiye’de pek yaygın değildir, ama AB sürecinde bunların tüm kurumlarda rutin hale gelmesi lazımdır. Plan ve hedefler, kurumla beraber kurumun alt birimleri için de belirlenmeli, ve periyodik olarak değerlendirilmelidir. Milletin harcanan her kuruşunun hesabı verilmeli, ve öğrencinin okulda geçirdiği her saatinin karşılığı gösterilmelidir.

Her öğretmen verdiği ders ile işe başlıyabilir. Daha dersin başında o dersteki misyon açıkça ve yazılı olarak belirtilmeli, ve şu sorulara cevap verilmelidir: Bu ders müfredata niye konmuştur? Diğer derslerle ilişkisi nedir, ve hangi boşluğu doldurmakadır? Öğrenci bu dersi tatamlayınca hangi yeni bilgi ve becerileri kazanacaktır? Bu, hangi yaklaşımlarla yapılacaktır? Ders, öğrencinin kritik düşünme, yaratıcılığını geliştirme, iletişim, takım çalışması, etik davranış, bireysel gelişim vs becerilerine nasıl katkıda bulunacaktır? Dersin hedefine ne miktarda ulaştığı nasıl ölçülecektir?

Benzer sorular her sınıf için, tüm ilkögretim ve de orta ögretim için, üniversiteler için, ve üniversitedeki her fakülte ve bölüm için sorulmalıdır. Mesela üniversitelerin temel misyonu ögrencileri değişik sahalarda eğitmek, entellektüel bir birikim sağlamak, bilimi geliştirmek, ve uzmanlık kaynağı olarak topluma hizmet vermektir. Üniversiteler, temel ve uygulamalı araştırmaları ve piyasayla yakın işbirliği yapmasıyla ülkelerin ekonomik gelişiminde ve refah seviyesinin yükselmesinde merkezî bir rol oynarlar. Her üniversitenin her bölümü en azından, mezunlarının ne kadarının iş bulduğunu, ve bu işlerin aldıkları eğitim ile ne kadar alakalı olduğunu belgelemelidir. Ayrıca kendi mezunları ve işverenlerle temas içinde olup, alınan geridönüşüm bilgileriyle programını geliştirmelidir. Yani bir kurum halkın parasıyla ne yaptığını hem kendisi görmeli, hem de hizmet verdiğini iddia ettiği kesimlere gösterebilmelidir ki halk dev bütçeli bu kuruluşlara harcanan paraların kendisine hizmet olarak geri geldiğini görsün, ve onları desteklemeye devam etsin.

 

Misyonsuzluk Örneği: Lise Eğitimi

Eğitim sistemimizdeki misyonsuzluğa örnek olarak lise eğitimimize bakmak yeterlidir. Resmî belgelerde bu misyon kulağa hoş gelen yaldızlı ama içi boş laflarla ifade edilmiş olabilir. Ancak görünüşe bakılırsa Türkiye’de lise eğitiminin tek bir gayesi var, o da öğrencileri ÖSS’ye hazırlamak. Yani belirlenen konularda en kısa zamanda en fazla soruyu en kestirme yollardan çözme becerisini kazanmak. Gerçekten de öğrencilerimiz testlere girip geçme konusunda gayet beceri sahibi. İyi de bu becerinin kime ne faydası var? Hangi işveren bir kişiye bu becerisinden dolayı iş verir, veya hangi lise mezunu bu becerisine dayanarak bir iş yeri açar? İlk ve lise öğretiminde öğrencilere gerçek dünyada kendilerini “yararlı” kılacak hangi beceriler veriliyor? Her lise mezunu üniversiteye girebiliyor olsaydı, bunu yine anlayışla karşılamak mümkündü. Ama her yıl üniversite sınavlarında 5 öğrenciden 4’ü yani yüzde 80’ı yerleştirilemedikleri için başarısız sayılıyor, ve bu ezici çoğunluk 18 yılını ve kendine güvenini kaybetmiş olarak ve pazarlanabilir bir becerisi olmadan hayat mücadelesine terkediliyor. Tablo bu kadar vahim olduğu halde yıllardır neden bir şey yapılmadığını anlamak mümkün değil.

Hangi aklı başında bir sanayici ürünlerinin yüzde 80’ının ıskartaya çıkarılmasına ve atılmasına seyirci kalabilir, ve herşey yolundaymış gibi davranabilir? Eğer liselerin gayesi gerçekten öğrencileri üniversite sınavına hazırlamak ise, bu işi dershaneler çok daha iyi yapıyorlar. O zaman gayesi öğrencilerini üniversiteye yerleştirmek olan ama bunu bile beceremiyen liselere ne gerek var? Boğaziçi Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Üstün Ergüder’in dediği gibi “Bizde lise eğitimi yok” (Sabah Gazetesi, 12 Haziran 2005). Hatta lise engeli yüzünden yeterince dershaneye gidemeyen birçok öğrenci, mezuniyet sonrası ilk yılı “dershane yılı” olarak görmekte, mali külfetine katlanıp üniversiteye hazırlanmaktadır. Üniversiteye giden yolun sahte rapor alıp liselerden kaçmakta olduğuna bakılırsa, liseler üniversiteye girişe destek değil köstek olan kuruluşlar haline gelmişlerdir. Bu tür düzme raporlarla da öğrenciden doktora kadar her kesim sahtekarlığa alıştırılıyor, ve sahtekarlık meşruiyet kazanıp bir hayat tarzı olarak kurumsallaşıyor.

Durum böyle iken 3 yıl olan liseler de 4 yıla çıkarıldı, ve mezunların gerçek hayata atılması bir yıl ertelendi. Aslında yapılması gereken tam tersi bir uygulamayla 4 yıllık liseleri 3 yıla indirmek, ve yüzde 80’ı üniversite kapılarından geri çevrilecek olan öğrencilerin çok geç kalmadan toplum içinde yaşama becerileri kazanmasını saglamaktı. Devlet de tasarruf ettiği para ile bilgisayar, daktilo, vs kursları açar (veya mevcut kursları destekler), ve gençleri gerçek hayata hazırlardı.

Bazılarına “uçuk” gibi görünen bu fikirler, ABD’de pratikte yaygın olarak uygulanır. ABD’de lise mezunlarının yaklaşık üçte biri üniversite veya yüksek okula gitmek yerine (ABD’de isteyen her lise mezunu üniversiteye gidebilir) kendi tercihleriyle okul içi ve dışında kazandıkları beceriler ile işe girmekte ve yaşamlarını sağlıyabilmektedir. Ve halka meslek kazandırma kursu açanlara devlet mali destek sağlamakta, ve öğrencilere de – yaşları ne olursa olsun – burs vermektedir. Böylece eğitim yaygınlaşmakta ve değişen şartlara göre devamlı güncellenmektedir. Biz izinsiz kurs açanlara verilecek cezayı tartışa duralım, ABD’de özel sector eğitimin her kademesinde önemli bir yer tutar, ve ihtiyaç olan hizmeti yerinde sunarak devletin yükünü hafifletir. Bu özel kursların denetimini de halk yapar – beğenmediği kurslara gitmiyerek veya gitmişse kaydını sildirerek boş kalan kursun kapısına kilit vurdurur.

 

Lise Eğitimine Demokrasi Tabanlı Bir Yaklaşım

Demokratik yaklaşım, kararlarda çoğunluğun esas alınmasını, ancak azınlığın da haklarının teminat altına alınmasını gerektirir. Her 10 lise mezunundan 7’sinin üniversiteye giremiyeceği dikkate alınırsa, bu yaklaşım lise eğitiminde üniversiteyi kazanamıyacak olanların esas alınmasını, ancak kazanacak olanların da madur edilmemesini gerektirir. Yani lise eğitiminin esas gayesi, üniversiteye giremiyecek olan %70 oranındaki büyük öğrenci kitlesini gerçek hayata hazırlamak, ve onları mezuniyetten sonra topluma katkı yapacak ve iş hayatında fonksiyonel kılacak becerileri kazandırmak olmalıdır. Aksi taktirde ne kadar reform yapılırsa yapılsın lise eğitimi gayesiz, ruhsuz, ve heyecansız olmaya ve gençleri gerçek hayattan soyutlamaya devam edecektir. Sonunda iş dünyası kalifiye işgücü sıkıntısı çekerken lise mezunları da iş yokluğundan yakınacaklardır. Geçerli bir becerisi olmadan işe alınanlar ise verimsiz çalışacak, ve işletmenin kârlılığını düşüreceklerdir. Beceri sahibi bir kişinin yapabileceği bir işe birden fazla eleman almak zorunda kalan işveren de maliyetleri kontrol altında tutabilmek için çalışanların ücretlerini düşük tutmak zorunda kalacaktır. Modern ülkelerde bile 4 yıllık bir üniversiteyi bitirme oranının %30 cıvarında olduğu dikkate alınırsa (bu oran ABD’de %34, AB ülkelerinde %27, ve Türkiye’de %10’dur), gençlerin en değerli yıllarını mekanikleşerek üniversiteye hazırlıkla geçirmenin akıl dışılığı ve lise çağında geçerli beceriler kazandırmanın önemi daha da açık görülür.

Lisede pazarlanabilir ve gerçek hayata dönük beceriler kazanan öğrenciler derslerine daha büyük bir ilgiyle yaklaşacak, ve hatta bir kısmı ABD’de olduğu gibi daha lisedeyken çalışıp gelir elde edebilecektir. Beceri ve özgüven kazanan öğrencilerin üniversiteye girme dışında da seçenekleri olacak, ve üniversite kapılarındaki yığılma azalacaktır. Bu yaklaşımda geniş tabanlı bir mutabakat sağlanırsa, sıra lise mezunu bir gencin sahip olması arzu edilen becerilerin belirlenmesine gelir. Bu da iş dünyası, toplum kuruluşları, ve eğitimcilerin birlikte çalışmasıyla mutabakat sağlanarak halledilebilir. Böyle bir yaklaşım, lise mezunlarına gerçek hayat becerileri kazandırmakla kalmayacak, aynı zamanda iş dünyası ve aileleri eğitimde partner ve faal oyuncu konumuna getirecektir. Bu birliktelikten en büyük faydayı da merkezî rol oynayan liseler göreceklerdir.

YÖK’ün 2006’da hazırlayıp web sitesinde de yayınladığı “Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi” raporu da benzer tesbitlere yer vermektedir:•          Çoktan seçmeli sorular ile öğrencilerin analiz, sentez ve değerlendirme yapabilme yeteneklerini ölçmek son derece zorlaşmaktadır. Ayrıca, adayların ana dillerinde sözlü ve yazılı olarak kendilerini ifade etme becerilerinin ölçülmesi gerçekleştirilememektedir.•          ÖSS, ortaöğretimde sınavı amaç, eğitimi araç durumuna getirmiştir. Müfredat dışı okuma, sosyal ve öteki uğraşlar, değişik faaliyet ve projelere katılım, üniversiteye giriş sınavı açısından bir zaman kaybı olarak görülmektedir. Bu nedenle, sistem; kendini ifade etmede zorlanan, sorun çözme becerisi yeterince gelişmemiş, sosyal etkinlik deneyimi olmayan, toplumdan kopuk, .. bir lise mezunu profilinin yetişmesine yol açmaktadır. •          Sınava odaklanan eğitim sürecinin bir başka yansıması da, doğrudan adayların ruh sağlığı üzerindeki olumsuz etkisi ile ilgilidir. Adayların, sınav sonucunda bir yere yerleşememe, ya da istemedikleri bir yükseköğrenim alanında okuma kaygıları, gelecek için karamsar olmalarına, onların ve onlarla birlikte ailelerinin yaşamlarında iz bırakacak büyüklükte sorunlara yol açabilmektedir.  Türk Eğitim Derneği (TED) tarafından hazırlanan ve 9 Nisan 2005’te gazetelerde yer alan bir rapora göre ÖSS’nin öğrencilere yıllık maliyeti 11.6 milyar YTL’dir, ve bu kaynakla her yıl Koç ve Sabancı gibi tanesi 500 milyon dolardan 17 üniversite açılabilir. Ama ne yazık ki bu muazzam kaynak ile sadece öğrenci gelişimine ve ülke ekonomisine hiç bir fayda sağlamayan test çözme becerileri geliştiriliyor. Yani gençlerin zaman ve enerjileri israf edilip beyinleri dumura uğratılıyor. Sayıları 4 bine yaklaşan üniversiteye hazırlık dershanelerinde çalışan 40 bin eleman da ülkenin geleceğine ve ekonomisine katkı yaptığını zannetmekte, ama aslında havanda su dövmektedirler. Böylelikle bilgi ve becerilerinden ülke kalkınmasında istifade edilebilecek onbinlerce üniversite mezunu yetişmiş eleman hiçliğe atılmaktadır. ABD’de de iyi üniversitelere girmek için bir yarış, ve ACT ve SAT gibi üniversiteye giriş sınavları var. Ancak bizdeki gibi ne dersaneler ne de dersaneciliği meslek edinenler var. Çünkü üniversiteye girişte ÖSS gibi sınav puanlarından ziyade öğrencinin lisede ne tür başarı ve beceriler kazandığına bakılıyor. Mesela Nevada üniversitesi not ortalamasi 4 üzerinden 3.5 olan eyaletteki tüm öğrencilere burslu olarak kabul garantisi veriyor.

Liselerde Misyon, Mezunları Gerçek Hayata Hazırlamak Olmalı

Liselerde ciddiye alınacak dersleri ve dolayesi ile “gerçek” müfredatı MEB’in değil ÖSYM’nin belirlediğine bakılırsa, işe bu iki kurumu tek bir yönetim altına almakla başlamak lazımdır. Yoksa davul birinde tokmak başkasında gibi bir manzara ortaya çıkar. Aklı başında hiçbir kişi MEB’in ÖSYM’ye katılmasını teklif edemiyeceğine göre, yapılması gereken ilk iş ÖSYM’nin MEB bünyesine alınması, ve iki başlılığın sona erdirilmesidir. Üniversiteye giriş üniversiteleri yakından ilgilendirir ve o yüzden ÖSYM, YÖK bünyesinde olmalıdır diye itiraz edenlere şunu hatırlatırız ki lise müfredatı da üniversiteleri yakından ilgilendirir, ama hiç kimse lise müfredatının MEB yerine ÖSYM tarafından belirlenmesini teklif etmez. Zaten edecek olsa bu MEB ve YÖK’ün tek çatı altında birleşmesini gündeme getirir, ve bu birleşik kurumun adı da herhalde YÖK değil MEB olacaktır.

ÖSYM’nin MEB bünyesine alınmasından veya en azından bu iki kurum arasında yakın bir koordinasyon sağlanmasından sonra yapılacak ilk iş, geniş katılımlı istişarelerle bir lise mezununun sahip olması gereken bilgi ve becerilerin belirlenmesi, ve lise müfredatı ve ÖSS’nin bu bilgi ve becerileri kazandırma ve ölçmeye yönelik olarak tekrar formüle edilmesidir. Burada dikkat edilmesi gereken şey, ÖSS’nin müfredatı desteklemesi ve bir kopukluğa meydan verilmemesidir.

Mevcut müfredatta öğrenciye genel bir kültürel altyapı oluşturmaya yönelik Türkçe, Matematik, Fen Bilgisi, ve Sosyal Bilimler gibi temel dersler (tabi ki çok daha modernleştirilmiş ve ezbercilikten arındırılmış olarak) müfredatın ve ÖSS’nin omurgası olarak kalmaya devam edebilir. Ama ÖSS’de bu klasik konulardan sorulan sorular ÖSS puanının üçte ikisini aşmamalıdır. Liseleri engelli üniversiteye hazırlık kursu görüntüsünden çıkarmak ve öğrencilere gerçek hayat becerileri kazanmaya teşvik etmek için ÖSS puanının en az üçte biri şu alanlardan gelmelidir:

 

  1. Bilgisayar Becerisi: Günümüzde bilgisayar eğitiminin yeri ve önemi hakkında çok şey söylemeye gerek yoktur. MEB’nın ciddî gayretleri ile bugün neredeyse tüm liseler bilgisayar donanımlı ve internet bağlantılıdır, ve öğrencilere uygulamalı bilgisayar dersleri verilmektedir. Ancak bu derslerin yeterince ciddiye alındığı söylenemez. ÖSS’de soruların belli bir oranının Internet, Windows, WORD, ve Excel kullanımı gibi temel becerileri ölçmesi, teknoloji kullanımının gereken ilgiyi görmesini sağlayacak, ve hatta üniversite hazırlık kurslarının bile bilgisayar eğitimi sunmasını sağlayacaktır.

 

  1. Hızlı Daktilo Becerisi: Bugün lise çağında olan gençler, gelecekte zamanlarının önemli bir kısmını bilgisayar başında epostadan dilekçe yazmaya, form doldurmaktan rapor hazırlamaya kadar çok şeyi klavye kullanarak yapacaklar, ve hızlı daktilo becerisi olmayan kişiler geleceğin bilgi tabanlı ekonomisinde adeta “özürlü” olacaklardır. O yüzden günümüzde hızlı daktilo becerisine sahip olmak, okur-yazar olma kadar önemli hale gelmiştir, ve bu beceri öğrencilere okullardaki mevcut bilgisayarlarda daktilo programları kullanarak kolaylıkla kazandırabilir. Dakikada yazılan kelime sayısı ile ölçülen bu beceri de kolaylıkla ölçülebilir, ve ÖSS puanının belli bir kısmı daktilo sınav sonucuna dayandırılabilir. Bu puandan mahrum kalmak istemeyen ve hatta ÖSS puanının bir kısmını garantiye almak isteyen öğrenciler daktiloyu şevkle öğrenecek, ve hızlı yazma becerilerinden dolayı ödevlerini de bilgisayarda yapmaya başlıyacaklardır.

 

  1. Genel Sağlık Bilgileri: Türkiye’de genel sağlık konularında ve ilaç kullanımında korkutucu boyutta bir cehalet vardır, ve lise ve hatta üniversite mezunları bundan istisna değildir. Liselerde gıdaların besin değerinden yaygın olarak kullanılan ilaçların yan etkilerine, koruyucu tıptan sıkça görülen hastalıkların belirtilerine, sigaranın zararlarından yüksek tansiyona kadar bir çok konuda temel bilgiler verilebilir. Sadece antibiyotiklerin bilinçsizce kullanımının önlenmesi biel büyük bir kazanım olacaktır. ÖSS’de soruların belli bir oranının genel sağlık bilgilerini ölçmesi, öğretmen ve öğrencilerin bu konulara ciddi olarak eğilmesini sağlayacak, ve genç yaşta doğru bilgi ile techiz edilen öğrenciler hem ailelerini eğitecek, hem sağlık kuruluşlarıyla daha bilinçli bir iletişım kurabilecek, ve hem de ömürlerini daha sağlıklı olarak geçireceklerdir.

 

  1. Genel Trafik Bilgisi: Türkiye’de motorlu araç kullananların sayısı ile beraber trafik kazaları da hızla artmaktadır, ve yetersiz trafik eğitimi bundan kısmen sorumludur. Okullarda verilen trafik bilgisi ciddiye alınmamaktadır, ve sürücü adayları bu eksikliklerini trafik kurslarında gidermeye çalışmaktadırlar. ÖSS’de soruların bir kısmının trafik bilgisini ölçmesi, okullarda trafik eğitiminin ciddiye alınmasını ve trafik konusunda bilinçli bireylerin yetişmesini sağlıyacaktır. Hatta ÖSS’nin trafik kısmından belli bir puanı aşan adaylar ehliyet için zorunlu Trafik kurslarından muaf tutulabilir, ve böylelikle kurslar için sarfedilen kaynaklardan ciddi tasarruf sağlanabilir.

 

  1. Genel Kültür ve Dünya Olayları: Lise ve hatta üniversite öğrencilerinin ülke ve dünya gündeminden habersizliği, ve dünyada olup bitenleri algılıyabilme ve olayları objektif olarak irdeliyebilme becerisinden yoksunluğu hayret vericidir. Hızla değişen dünyamızda bireylerin adeta cam bir fanus içinde kalarak yaşamlarını devam ettirebilmeleri mümkün değildir. Öğrenciler genç yaşta kitap, dergi, ve gazete okumaya teşvik edilmeli, ve gerçekçi kararlar verebilmeleri için kendilerini dışarıda nasıl bir dünyanın beklediğini bilmelidir. ÖSS sorularının bir kısmının geleceği etkiliyebilecek önemde güncel konulardan olması (magazin, spor, ve kısır siyasi çekişme türü şeyler hariç), öğrencileri dünya vatandaşlığına hazırlıyacak, ve geniş bir perspektif oluşturmalarına ve çevrelerini daha bilinçli olarak algılamalarına ve değişen şartlara uyum sağlamalarına yardımcı olacaktır.

 

  1. Sanat, Spor, ve Ders Dışı Faaliyetler: Liselerin ÖSS’ye odaklı olması liseleri adeta test merkezlerine çevirmiş, ve ÖSS kapsamı dışındaki ders ve faaliyetler adeta yok olmaya yüz tutmuştur. Halbuki sağlıklı bir eğitim öğrencilerin çok yönlü olarak gelişmelerine imkan veren bir eğitimdir, ve okullar öğrencileri robotlaşmaya itmemelidir. Bu da ders dışı faaliyetlerle sağlanır. Öğrencilerin şevkle sportif faaliyetlere katılmasını, bir müzik aleti çalmasını, tiyatrolarda rol almasını, okulu değişik etkinliklerde temsil etmesini sağlamanın yolu, ÖSS puanının bir kısmının bu tür faaliyetlere katılmaya bağlanmasından geçer. Bu puan her öğrencinin ders dışı faaliyetlerinin detaylı bir dökümüne dayalı olarak okullarca belirlenip ÖSS’ye gönderilebilir. Mevcut sistemde ÖSS puanının yaklaşik dörtte birinin öğrencinin lisedeki başarısından geldiği dikkate alınırsa, ÖSS puanına bu tür ilaveler bir zorluk oluşturmaz.

 

  1. Güzel Yazma: Liselerdeki Güzel Konuşma ve Yazma dersleri ÖSS’de bir karşılık bulamadığı için genellikle ciddiye alınmamakta, ve öğrenciler imla kurallarını ve hatta düzgün bir dilekçe yazmasını bile öğrenmeden liseden mezun olmaktadırlar. Halbuki güzel yazma, güzel düşünmenin bir sonucudur, ve öğrenciler düşüncelerini etkin bir şekilde ifade etmeyi öğrenmeden liseden ayrılmaktadırlar. Güzel yazma derslerine işlevlik kazandırmanın yolu, ÖSS puanının bir kısmının imla kurallarının kullanımına ve verilen bir konuda bir yazı yazmaya bağlanmasından geçer. Bu tür sınavlar ÖSYM tarafından ÖSS’nin bir parçası olarak verilebileceği gibi, il bazında Milli Eğitim Müdürlükleri tarafından da verilip bağımsız bir kurul tarafından değerlendirilebilir ve öğrenci puanları ÖSYM’ye bildirilebilir. Veya öğrencinin lise öğretimi boyunca Güzel Konuşma ve Yazma derslerinden aldığı notların ortalaması bu amaçla kullanılabilir. Bu fikri biraz uçuk ve uygulanamaz bulanlara şunu hatırlatmak gerekir ki ÖSS’nin ABD’deki karşılıği olan SAT (Scholastic Assessment Test) sınavında 25 dakikada verilen bir konu ile ilgili bir kompozisyon yazmak bu sınavın değişmez bir parçasıdır. Her kompozisyon uzman iki kişi tarafından okunup değerlendirilir.

 

  1. Yabancı Dil: Liselerimizde yabancı dil eğitimi, tam bir trajedidir. Dünyada herhalde yabancı dil öğretmeye bizim kadar çok zaman ve kaynak ayırıp bizim kadar az öğrenen başka bir ülke yoktur. Bunun da sebebi yine eğitimin ruhsuz ve gayesiz olması, neyin ne için yapıldığının bilinmemesidir. Modern dünya yabancı dili müfredatlarına haftada birkaç saat koyarak öğretirken, biz Anadolu liselerinde bir seneyi yabancı dil eğitimine ayırdığımız halde bunu başaramıyoruz. Belki yine bunun da sebebi yabancı dil bilgisinin birkaç bölüm dışında üniversiteye girişte bir faydası olmamasıdır. Bu problemi çözmenin ve yabancı dil eğitimine bir ciddiyet getirmenin yolu yine ÖSS’de soruların belli bir oranının yabancı dil üzerine olmasıdır. Böylelikle üniversite adayları, yabancı dili ÖSS’ye hazırlanmanın bir parçası olarak öğrenme gayreti içinde olacaklardır.

 

Tabi ki bu liste uzatılıp kısaltılabilir, ve ihtiyaca göre değiştirilebilir. Ancak şu hiçbir zaman unutulmamalıdır ki liselerin amacı, öğrencileri üniversite ile beraber gerçek hayata adım atmaya hazırlamak, ve mezunlarını sosyal hayatta ve iş hayatında gerekli temel becerilerle donatmaktır. Böylelikle lise eğitimi bir anlam kazanacak, ve liseler ÖSS ile beraber gerçek hayat konularının da konuşulduğu ve temel meslek becerilerinin kazandırıldığı modern ve hayat dolu çağdaş kurumlar haline gelecektir. Güney Kore, 1995 yılından beri eğitim reformunun bir parçası olarak üniversiteye giriş sisteminde kademeli olarak köklü değişiklikler yapmıs, ve 2002 yılında burada anlatılana paralel bir sistemi uygulamaya koyarak liselerin aslî görevlerine dönmelerini ve öğrencilerin çok yönlü gelişimine anlamlı bir katkı yapmalarını sağlamıştır.

Böyle bir sistemde üniversiteyi kazanamamak hüsranlı bir bitiş değil, gerçek hayata yeterince donanımlı ve özgüvenli olarak hızlı bir başlangıç olacaktır. Neticede müşterisi iyice azalan birçok üniversite hazırlık kursu, standartlarını iş dünyası ile istişare ederek devletin belirlediği ve maddi destek verdiği meslek eğitim kurslarına dönüşecek, ve birçok lise mezunu bir yılını dershanelerde ezberlerini pekiştirme yerine, düşük bir ücretle veya burslu olarak ilgi duydukları bir mesleğin esaslarını ve inceliklerini öğreneceklerdir. Liselerdeki özgürlükçü ortamda fikren, ruhen, ve anlayışça gelişen bireyler, daha anlamlı, daha verimli, ve daha tatmin edici bir hayat yaşıyacaktır. Bu da genel refah ve kültür seviyesini yükseltecek, ve Türkiye’yi AB standartlarında (hatta ötesinde) saygın bir ülke haline getirecektir. Ve 10 sene sonra AB kapılarını serbest dolaşıma açtığında, hayretle kapıya Türkiye tarafından kimsenin gelmediğini görecektir. Açıkça görülüyor ki ÖSS, dikkatli çalışmalar ve geniş katılımlı istişarelerle, en başarılı lise mezunlarını üniversiteye gönderirken dışarıda kalan büyük çoğunluğun gerçek hayat becerileri ile donatılmış olarak topluma katkı yapmaya hazır bireyler haline gelmesini sağlıyacak bir şekle dönüştürülebilir. Bu, ülke için “devrim” niteliğinde bir değişim ve kazanım olacaktır, ve bunun gerçekleşmesine öncülük edenler gerçek birer kahraman olacaktır.

 

Ülke Vizyonu ve Eğitim

Tüm kurumlar gibi eğitim kurumlarının da nihai misyonu ülke vizyonuna katkı yapmak, ve ülke insanlarının hayallerini gerçekleştirmelerine destek olmaktır. O yüzden bir ülkedeki eğitim kurumlarının genel vizyon ve misyonlarının tanımlanmasında yapılacak ilk şey, ülkenin vizyonunu oluşturmak, ve bu konuda genel bir mutabakat sağlamaktır. Bu da ülkede tüm pranga ve özürlerden arındırılmış gerçek demokrasinin tesis edilmesi, ve genel akıl ve ilmin rehber edinilmesiyle olur. Yani, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ve “Hakikî mürşit ilimdir” sözleriyle ifade edilen prensiplerin duvar panoları yerine akıl ve kalplere nakşedilmesiyle mümkündür. Yoksa eğitim kurumlarının vizyonu, bir kişi veya partinin cılız vizyonunu aşamaz, ve iktidar partileri ve bakanlar değiştikçe eğitim sistemi, dümeni kırık bir gemi gibi yalpalayıp durur. Ağrı kesici türü tedbirlerle de kalıcı çözüm değil ancak geçici rahatlama sağlanabilir.

Belki yapılması gereken ilk şey, TÜBİTAK’ın “2023 için Bilim Stratejisi”ne benzer şekilde ama çok geniş katılımlı “Vizyon-2010” diye Türkiye’nin 2010 yılında nasıl bir ülke olmayı hedeflediğini gösteren ve ülkedeki tüm kesimlerce benimsenen genel akıl ve bilim ışığında dünya gerçeklerine uygun bir vizyon ifadesinin hazırlanması, ve böylelikle kavram kargaşasına ve slogancılığa son verilip ülkenin yönünün net olarak belirlenmesidir.

Bir ülkenin gelişmesi için ilk şart eğitimin gelişmesi, onun için de ilk şart ülkedeki demokrasinin gelişmesidir. Dünya ülkelerine bakıldığı zaman gayet açık olarak görülür ki bir ülkedeki eğitim seviyesi, demokrasi seviyesi ile birebir ilişkilidir. Bir ülke demokraside ne kadar ileri ise, eğitimde de o kadar ileridir. Bilim ve teknolojide lider olan ülkelerin demokratik hak ve özgürlüklerde de lider olmaları tesadüf değildir. Hatta denebilir ki demokrasisini dünya standartlarına yükseltemiyen bir ülkenin eğitimini bu standartlara taşıması mümkün değildir. Eğitim konusundaki tüm gayretleri ve hatta “reform” olarak takdim edilen büyük projeleri de akim kalmaya ve ölü doğum yapmaya mahkumdur. Mevsim kış kaldığı sürece bol mahsül bahçelerde değil ancak hayallerde görülür – tohumlar kaliteli, gübre bol olsa bile. Tüm ulusal ve uluslarlarası araştırmalar da eğitimimizdeki durumun hiç de iç açıcı olmadığını gösteriyor. Mesela en son OECD’nin düzenlediği ve 40 ülkeden 250 bin öğrencinin katıldığı uluslararası öğrenci performansı değerlendirme sınavında, Türkiye 30 OECD ülkesi arasında sondan birinci, genel sıralamada ise 35’inci olmuştur (Vatan Gazetesi, 8 Aralık 2004). Son zamanda 167 ülkede yapılan bir araştırmada Türkiye demokrasi sıralamasında Moğolistan ve Guyana gibi ülkelerin arkasından ancak 88. olabilmişitir (Sabah Gazetesi, 27 Kasım 2006). Türkiye demokrasi sahasındaki bu konumunu iyileştirmedikçe bilim ve teknoloji sahasında ciddi bir varlık gösteremez.

 

Bağımsızlığın Teminatı: Bağımsız Düşünce ve Demokratik Eğitim

Dünya ekonomisinin artık bilgi-tabanlı olması ve yüksek eğitimli işgücüne dayalı olması, gelişmişlik için eğitimin önemi hakkında şüpheye yer bırakmaz. İngiltere başbakanı Tony Blair’in Haziran 2005 seçimlerinde ilk üç önceliğini “eğitim, eğitim, eğitim” olarak belirlemesi ve seçimi kazanması da bunu teyid eder. Ama iyi bir eğitim için demokrasinin önemi ne kadar izah edilse azdır. Modern dünyada eğitimin amacı bilgi yüklemek ve hatta beceri kazandırmak değil bireylerin hayal gücü ve yaratıcılıklarını geliştirmek, bağımsız düşünmelerini sağlamak, ve özgüvenlerini tesis edip girişimcilik ruhu kazandırmaktır.

Bilgi yüklenerek ve beceri kazanarak ulaşılabilecek en yüksek nokta robotluktur, yani değerli bir emir kulu olmaktır, ve başkasının hakimiyetini kabul etmektir. Sadece bilgi ve beceri ile donatılmış eğitimli kişiler, kendi firmalarını kurmak ve yeni bir iş sahası açmak veya yeni bir teknoloji geliştirmek yerine kendilerine iş ve aş verecek iyi bir “efendi” ararlar. Yani çobanlığa değil, koyunluğa talib olurlar. Koyunluğa rağbetin böyle yüksek olduğu yerlerde aç kurtlar da türer, işgüzar çobanlar da. Çoban köpeklerinin kimi kime karşi koruduğu da belli olmaz. “Kuzu, kuzu” bireylerden oluşan böyle bir ülkenin bırakın ileri gidip dünyada itibar sahibi bir yere gelmesi, bağımsızlığını bile koruması mümkün değildir – “güçlü” bir silahli kuvvetleri olsa bile. Gecelerini “kurtların hücumu” kabuslarıyla, gündüzlerini de “biz geçmişte neymişiz” masallarıyla avunarak, yani kendini mazide bir zaman dilimine  hapsederek geçirir. Geleceğe bakmaya cesareti yoktur çünkü ümit ve heyecan ışıkları olmadığından gelecek karanlıktır. Politikalarını yüksek idealler yerine “kurtların muhtemel hücum planları” ve “geliştirilmesi gereken savunma mekanizmaları” belirler. Ama korkunun ecele faydası yoktur. Koyunun sonunda gideceği yer ya kurdun kapanı ya da kasap dükkanıdır. Yaşadığı sürece de başkalarının yününü kırpmasına ve sütünü almasına göz yummak durumundadır.

Bu tablonun Türkiye gerçeklerini ne kadar yansıttığı elbette tartışılabilir. Amerika’daki ifadesiyle, “ayakkabı uyarsa, giy”. Ama hayatının büyük kısmını ABD’de geçirmiş biri olarak Türkiye’ye dışarıdan bakılınca ve ABD’deki sistem ile yanyana koyunca gayet net olark görülüyor ki Türkiye’de eğitim sisteminin misyonu kurt değil “kuzu” yetiştirmek. İlk ve orta öğretimde okutulan 190 ders kitabını inceliyen Bogaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Baykal da, kitapların itaatkar nesiller yetiştirmeye kodlandığı sonucuna vardı (Radikal Gazetesi, 11 Haziran 2005). Yani itaatkar, denileni itiraz etmeden ve sorgulamadan yapan, büyüklerine ve – bilhassa aslında “hizmetçi” olması gereken devlet büyüklerine – karşı saygılı, hiçbir şeyi – bilhassa ders kitaplarında yazılanları ve öğretmenlerin ve resmî ağızların dediklerini – sorgulamıyan, düşünmeye değer birşey varsa onu devlet büyüklerimizin düşünüp en iyi kararı alacağına inanan müstemleke mentalitesinde silik ve ürkek bireyler yetiştirmek. Bu vasıflarıyla temeyyüz eden “iyi yetişmiş” mütî kulları da devşirme ile saflarına alıp en yüksek makamlarla taltif etmek, kendilerini kanunlarla koruma altına alıp ne kadar imtiyazlı bir gruba dahil olduklarını hissettirmek, ve onlar için millet okul yokluğundan kaloriferi yanmayan kalabalık sınıflarda titreyerek ders yapmaya çalışırken gerekirse yüksek faizle milleti borçlandırıp en gözde yerlerde senede sadece iki-üç ay kullanılan klimali “dinlenme” (pardon, “eğitim”) tesisleri açmak. Tabi, üstün meziyetleriyle göz dolduranlara da özel şöförlü lüks arabalar tahsis etmeyi de ihmal etmemek lazım. Şu kadarını belirteyim ki mensubu olduğum ve dünyanın en seçkin 500 üniversitesi arasında yer alan University of Nevada, Reno’da rektör dahil hiç kimsenin ne makam şöförü var, ne de makam arabası. Dinlenmek isteyen de parasını verip millet nerede dinleniyorsa orada dinlenir. Türkiye’de hiçbir üniversitenin ilk 500’e girememesini kaynak yokluğuna bağlıyan üniversite yönetimlerinin dikkatlerine arzolunur.

Türkiye eğer AB seviyesinde bir gelişmişliği – ki bu da eğitimin geliştirilmesiyle olur – yakalama iddiasında samimi ise ve dünya çapında Nobel ödüllü biliminsanları, yazarlar, ve sanatkarlar yetişmesini gerçekten istiyorsa, fobilerini terkedip genç dimağların serbest düşünce ve yaratıcılığını iğdiş etmeyi bırakmalı, ve artık iyice sırıtan “düşünce özürlü” bireyler yetiştirme politikasına son vermelidir. Zira bilimin ve ülkelerin önünü açan hür düşünce ve hayal gücüdür, ve bunları canlı tutan da özgürlük ve merak hissidir. New York Times gazetesi yazarı Thomas Friedman, Amerikan mucizesi arkasındaki sırrı şöyle açıklar: “Amerika var olmuş en büyük yenilik makinesidir ve hiçbir zaman kopya edilemeyecektir. Çünkü bu, çok sayıda faktörün çarpımından elde edilir: En yüksek düzeyde düşünce özgürlüğü, bağımsız düşünceye verilen önem, sürekli yeni beyin göçü, ve gözünü kırpmadan risk alma kültürü.” Şu veciz sözler de bunu teyid eder: “Benim hiçbir özel kabiliyetim yok; ben sadece ölesiye meraklıyım.” (Albert Einstein); “İnsanı düşünmemekten daha çok yaşlandıran bir şey yoktur.” (Christopher Morley); ve Yaratıcılık olmadan, biz bir hiçiz. Öğrencilere nasıl yaratıcı olunacağını öğretmek, onları özgür kılar. Buluşun anası özgürlüktür.” (John Leinhard).

ABD gelecekte mühendis ihtiyacını nasıl karşılıyacağının düşünürken, Türkiye’de sık sık mühendislerin iş bulamamasından, ve bulunan işlerin de lise mezunlarının yapabileceği türden işler olmasından şikayet edilir. Bunun sebebi mühendisliğin yaratıcı bir meslek olması, ve yaratıcılığın olmadığı yerlerde mühendisliğe ve dolayesi ile mühendise ihtiyaç olmıyacağıdır. Eğer dünya mevcut ürünlerle yetinecek ve yeni ürünlere ihtiyaç göstermeyecek olsaydı, mühendislere gerek kalmazdı. Teknisyenler, ustalar, ve endüstriyel robotlar mevcut teknoloji harikalarını üretmeye devam ederdi. Yenilik ve yaratıçılığın bir ölçusü patent sayısıdır. Ankara Ticaret Odasi 2004 raporunda belirtildiği gibi, ABD’de 2001 yılında 375,657 patent başvurusu yapılmışken, bu rakam Türkiye’de 3219 olmuştur, ve bunların da %96’sı yabancılara aittir (ATO, 2004). Mühendisliğin gelişmesinin de ilk şartı, yine özgürlüktür ve hür düşüncedir. Teknoloji üretiminde öncülük eden ve mühendisliğin en gelişkin olduğu ülkeler, özgürlüklerin en geniş olduğu ülkelerdir. Aynı ülkeler, bilim, sanat, ve edebiyatın da en gelişkin olduğu ülkelerdir.

Sözde ve Özde Fikir Özgürlüğü

Fikir özgürlüğü olmayan yerde eğitimden bahsedilemez. Türkiye’de aslında fikir özgürlüğü olduğunu, ve sadece bazı “tehlikeli” fikirlerin ifadesinin ve bazı kurumları eleştiri veya tahkir ile zayıflatmanın dışında herşeyin serbest olduğunu iddia edenlere şunu söylemek gerekir: Eğer bir ülke veya kurum fikir ifadesi veya eleştiriden – haksız eleştiri bile olsa – ciddî hasar görecek kadar zayıfsa, o ülke veya kurumun çok daha derin dertleri var demektir, ve önce acilen o dertlere eğilmesi gerekir. Korku ve telaşın ecele faydası yoktur. Doktora hastasına kanserli olduğunu söylemeyi yasaklamak, hastayı korumak değil onu ölüme mahkum etmektir. Aslında bir ülke veya kuruma en büyük hakareti edenler, o ülke veya kurumun değişik fikir ve eleştirilerle sarsılacak kadar zayıf olduğunu, ve ancak bu tür yasakçı korumalarla ayakta kalabileceğini îma edenler ve dünyaya ilan edenlerdir. Kendisine güvenen ve dünya çapında olduğunu iddia eden bir futbol takımı, oyunu açık sahada ve dünya kurallarıyla oynar. Yoksa gol yemesin diye kalesi önüne duvar örmeye kalkan bir takım, sadece zayıflığını ve dünyadan kopukluğunu gösterir. Keza, kalesi önüne duvar örerek ve rakip takımın kendi yarı sahasına girmesini yasaklıyarak maçı 12-0 kazanan bir takımın büyüklük iddiaları ise gülüçtür, ve kendisine, ülkesine, ve taraftarlarına bir hakarettir. Bunda ısrar ise hamasettir. Bilgi gündüzünden ve hürriyet güneşinden ancak korkak karanlık kuşları rahatsız olur.

Fikir filizleri, ancak serbestlik zemininde ve parlak hürriyet güneşi altında tam olarak gelişir, ve heybetli bir ağaç olur. Mayınlı yollardan kimse gitmek istemez, gitse bile temkinli olarak ve yavaş yavaş gider – mayınlar açıkça işaretlenmis olsa bile. Bir ülkeyi mayınlı yollardan gitmeye zorlamak, o ülkeyi geri kalmaya mahkum etmeye eşdeğerdir. Artık apaçık görülmüyor mu ki medeniyet yolunda en hızlı ilerliyenler savunma içgüdüsüyle fikir ve düşünce yollarından mayınları kaldırmakta nazlananlar değil, aksine bu yolları asfaltlıyanlardır? Fikir tarlasını yasak mayınlarından geçilmez hale getirenler, bir de oturmuş bu milletten dünya çapında sanatçı, fikir insanları, Nobel alan bilim insanları çıkmadığını ifade ederek adeta 70 milyonu aşağılıyorlar. Görmüyorlar mı ki ABD gibi değişik düşünce ve yaratıcılığın tırpanlanmak yerine teşvik edildiği yerlerde Tükler de az sayılarına rağmen dünya çapında başarılara imza atıyorlar, ödüller alıyorlar, ve dünyanın gidişatına yön veriyorlar? Ve yine görmüyorlar mı ki yasakçılıkla geri kalmışlık, ve fikir hürriyeti ile gelişmişlik yapışık ikizler gibi birbirinden ayrılmıyorlar?

 

Bilimden Korkmak ve Fikirlerle Savaşmak

Yel değirmenlerini düşman telakki edip kılıç çeken ve onlarla savaşmaya kalkan kahramanların hikayelerini istihza ve tebessümle okuruz. Ama bundan daha hayret verici olan, bilgiyi ve fikirleri düşman ilan edip onlarla savaşmayı nedense kahramanlık zannederiz. Fikir ve ifade hürriyetinin en temel insanlık hak ve hürriyeti olduğu modern dünyada, fikirlerden korkmak ve onların dile getirilmesini kanun ve cezalarla engellemeye çalışmak, fikirleri “tehlikeli” görüp bu görülmez düşmanlara savaş ilan etmek, hangi akıl, ilim, ve izanla bağdaşır? Ve bilginin sınır tanımadığı bu iletişim çağında fikirlerin polisiye tedbir ve yasaklarla yok edilebileceğine hangi akıl sahibi inanır? Artık açıkça görülmüyor mu ki insanları birbiriyle kaynaştıran cehalet değil hakikat kıvılcımlarıdır, ve onlar da fikirlerin serbestçe çarpışmasından çıkar. On yıllarca Nazım Hikmet’i “vatan haini” ilan edip kitaplarını yasaklıyarak ve onun fikirlerini savunanları hapse atarak Türkiye ne kazandı? Ve şimdi ona itibarını iade ederek ve eserlerini serbest bırakarak ne kaybetti?

Acaba en büyük düşmanımızın fikir değil evham, ve bizim yerlerde sürünmemize en büyük sebebin kökleşmiş saplantılarımız olduğunu ne zaman idrak edeceğiz? Geçmişten bir örnek vermek gerekirse, 1980’li yıllarda cesaretimizi toplayarak Türk parasını koruma kanununu kaldırıp serbest konvörtibiliteye geçince döviz karaborsacılığından başka ne kaybettik? Eğer korku üretme merkezlerine kulak vererek felaket dellallarını dinleyip cebinde yabancı para taşıyanları hâlâ nezarete alıyor ve 20 dolarlık bir banka transferi için 20 imza almanın peşinde koşuyor olsaydık sefaletten başka ne kazanacaktık?

 

Yetki ve Sorumluluk: Bir Bütünün İki Parçası

Türkiye’de sıkıntısı çekilen konuların başında yetki ve sorumluluk kullanımındaki belirsizlik gelir, bunun da özünde tüm yetkilerin bir merkezde toplandığı merkeziyetçi hantal ve ürkek anlayış yatar. Tüm yetkileri en tepedeki yöneticiye yükleyen ve diğer tüm yöneticileri memur konumuna iten de bu anlayıştır. Geniş katılım ve istişareden yoksun olan bu anlayış demokrasi değil, tabiri caizse demokratik sultanlıktır. Bir eğitim kurumunda en küçük icraatleri bile incelemek ve onaylamak durumunda olan ve zamanının büyük kısmını formalitelerle uğraşarak geçiren bir idarecinin sağlıklı bir vizyon geliştirmesi ve kurumunu dışarıda temsil etmesi ve imajını geliştirmesi mümkün değildir. Bir yöneticinin en küçük icraatlerı bile imzalamak durumunda olması ve sorumluluk üstlenmesi, ancak zora düşünce de “önüme getirdiler, ben de imzaladım” diyerek sorumluluktan kaçmaya çalışması sorumsuzluğun sistemleşmesidir ve çok hazin bir durumdur. Yetki ve sorumluluk ait olduğu birimlere dağıtılmalı, ve hızla değişen dünyamızda hızlı karar almayı mümkün kılan yerinde yönetim tüm birim ve alt birimler için esas olmalıdır. Milli Eğitim Müdürü bir okul müdürünü, ve bir okul müdürü de bir öğretmeni gerekli gördüğü anda görevden alabilmelidir.

 

Eğitimin Modernleşmesi Önündeki Kalın Duvar: Tek Tipçilik

Problemlere bir bütün olarak ve global açıdan bakılmazsa kalıcı bir çözüm üretilemez – problemler sadece bir yerden başka bir yere ötelenir. Mesela büyük yatırımlarla üniversitelerin kapasiteleri yeterince arttırarak üniversite önündeki yığılma problemi çözülebilir. Ama istihdam sorunu hallolmadığı sürece bu gerçek bir çözüm değildir, çünkü bu sefer yığılma üniversite kapılarından işveren kapılarına aktarılır. Tabi üniversitlerin kendilerini bir sektör yapıp istihdam yaratmak mümkündür. Mesela ABD üniversitelerinde yaklaşık 600 bin yabancı öğrenci okumakta, ve ekonomiye yılda 13 milyar dolar katkı yapmaktadır (ASEE Prism, 2004). Bizde üniversite kapılarından geri çevrilen öğrencileri ABD ve diğer ülkeler güllerle karşılamakta, paralarını bir güzel almaktadır. 200 bin nüfuslu Kuzey Kıbrıs, 6 üniversitesiyle başta Türkiye olmak üzere 70 cıvarında ülkeden gelen onbinlerce yabancı öğrencilere kaliteli eğitim vermekte, ve destek hizmetleriyle beraber, eğitim Kuzey Kıbrıs ekonomisinin bel kemiğini oluşturmaktadır. Benzer şekilde Ürdün, sınırlı kaynaklarıyla eğitime yatırım yapmış, ve ülkeyi körfez bölgesinin yüksek eğitimli eleman talebini karşılayan bir kampüs haline getirmiştir.

Peki, Türkiye bir “Eğitim Mekke”si olamaz mı? Elbette olabilir – aynen turizm  de olduğu gibi. Ama bunun ilk şartı ülkenin bunu vizyonunun bir parçası yapması ve bunu cazip hale getirecek altyapıyı oluşturmasıdır. Yoksa, özel üniversite açma izninin bir “lütuf” olarak göruldüğü, milyonlarca dolar yatırım yapıp üniversiteyi açan kişi veya kuruluşun kendi rektörünü bile serbestçe belirliyemediği, açabileceği programları ve alabileceği öğrenci sayısını bile başkalarının keyfi olarak belirlediği, öğrencilere tüm dünyayı kucaklıyan üniversal değerler vermek yerine artık komik kaçan yerel ideolojik ezberlerin mecbur edildiği, kampüs içindeki düşünce özgürlüğünün kampüs dışından daha az olduğu, dinamizm ve değişim yerine statükoyu korumanın esas alındığı, ve de üniversitelerin “kapattım” deyince kapatılabildiği bir ülkede eğitimin bir cazibe merkezi oluşturup istihdam yaratan bir sektör olmasını beklemek acaba ne kadar gerçekçidir?

Demokrasinin cılızlığı ve kişisel hak ve özgürlüklerin kısıtlılığı, aynı zamanda toplumsal birçok problemimizin kaynağı, ve kavgalarımızın da temel sebebidir. Bireylere bırakılmayan hak ve özgürlükleri devlet belirlemekte, ve ortaya çıkan tek tipi halka empoze etmektedir. Bu hürriyetler asrında çok geniş bir zemini kapsayan bu tek tipte – nelerin doğru ve nelerin yanlış olduğu da dahil – mutabakat sağlanması mümkün olmadığından değişik görüşteki kişi ve kuruluşlar “eğer tek görüş olacaksa, bu benim görüşüm olsun”, “ben başkasının görüşüne tabi olacağıma başkası benim görüşüme tabi olsun,” “en doğru görüş benim görüşümdür; diğerleri yanlış ve hatta ülke için tehlikelidir” yaklaşımıyla birbirleriyle mücadeleye girmekte, ve ülke bu tek tipi belirleyecek iktidar kavgalarına sahne olmaktadır. Halk, derin fay hatları gibi bu görüşlerden bölünmekte, ve fay hatlarının kayması ile ülkede sosyal ve ekonomik depremler olmaktadır. İktidar değiştikçe doğrular değişmekte, ve ülke, direksiyonu bir sağa bir sola kıvrılan araba gibi ileri gideceğine sağa sola yalpalayayıp durmaktadır.

Aslında bu kavgaların arkasındaki ortak his “kişisel hak ve özgürlükler” hissidir, ve verilen mücadele de bu hakları koruma mücadelesidir. Tek tipçi görüşün tabii sonucu tahakkümdür, kavgadır, huzursuzluktur, ve zayıflıktır – hem bireyler hem de ülkeler için. Eğer kişisel hak ve özgürlükler devlet tekelinden çıkarılıp gerçek sahibi olan bireylere verilse, herkes Batılı ülkelerde olduğu gibi kavgayı bırakacak, ve işine bakacaktır. Ve politik partilere de pek fazla rağbet etmeyecektir.

Şu iyi bilinmelidir ki tek tipçilik birlik sağlamaz, tam aksine birliği bozar. Tek tipçilik insanların birbirine şüphe ile bakmasına sebep olur, ve o ülke insanlarını birbirine düşman eder – ve etmiştir de. Güveni sarsar ve ülkede güven bunalımı yaratır – ve yaratmıştır da. Geri kalmışlığı ve aşağılanmayı ülkenin kaderi eder – ve etmiştir de. Birlik ve beraberlikten dem vururken ülkeyi parçalanma ve yok olmanın eşiğine getirir – ve getirmiştir de. 20. asrın ilk yarışında moda olmuş ve iki dünya savaşına sebep olarak insanlığı yok olmanın eşiğine getirmiş olan bu insanlık dışı yaklaşım, insanların uyanması ve çabuk akıllarını başlarına almasıyla 1950’lerde terkedilmiş, ve kişisel ve gurupsal hak ve özgürlüklere dayanan ve gökkuşağı gibi uyumlu bir renk manzumesi oluşturan çok kültürlülüğü esas almıştır. Bu konuda şüphesi olanlar, tek tipçiliğin sembolü olan Sovyetler Birliği’nin nasıl çöküverdiğini, ve çok kültürlülüğün ve kişisel ve gurupsal hak ve özgürlüklerin sembolü olan ABD’nin dünyanın nasıl süpergücü olduğuna baksınlar. Değişen dünyadan haberi olmayan ve fikren hala 20. asrın ilk yarısında mahsur kalanlar, ABD’nin de bir gün Sovyetler Birliği gibi eyalet sınırlarından parçalanıvereceğini beklemektedirler. ABD aklını kaybedip tek tipçiliğe özenmediği sürece bu, kıyamete kadar sürecek uzun bir bekleyiş olabilir.

Tek tipçiliğin birlik ve huzur değil, kavga ve huzursuzluk sebebi olduğuna bir örneği de kendi tecrübemden vereyim. ABD’de üniversitemizin tabi olduğu emeklilik sisteminde kişi emekli olacağı yaşı kendisi belirler – kimisi 50 yaşında emekli olurken kimisi 70 yaşında olur. Peki fark nedir? 50 yaşında emekli olan çok daha az pirim ödeyip çok daha uzun süre maaş alacağından , emeklilik maaşı haliyle çok daha düşük olacaktır. Yani emeklilik yaşı herkes için değişiktir; değişmeyen tek şey pastaya yapılan katkı ile alınan payın tutarlı olması, ve kimsenin haksızlığa uğramasına veya haksız kazanç sağlamasına izin verilmemesidir. Yani, temel bir insanlık değeri olan adaletin esas alınmasıdır. Neticede emeklilik yaşında çokluk, ama emeklilik sistemini desteklemekte birlik vardır. Ve haliyle böyle her zevk ve rengi kucaklıyan bir sistemde “mezarda emekliliğe hayır” sloganlarıyla öfkeli yürüyüşler ve “doğru” emeklilik yaşının ne olduğu konusunda ateşli tartışmalar ve toplumda parçalara bölünmeler olması söz konusu değildir.

Yine iyi bilinmelidir ki zoraki birliktelik birlik değildir, ve zorlama birlikten kuvvet değil zayıflık doğar. Akıl, bilim, ve tarih ışığında bakıldığında açıkça görülür ki birleştiricilik zannedilen tek tipçilik aslında bölücülüktür, ve tek tipçiliğin kaçınılmaz sonucu tahakkümdür, çatışmadır, ve en nihayet bölünmedir. O yüzden gerçek bölücüler, artık çağdışı kalmış tek tipçilerdir. Birliğin teminatı, kişisel hak ve özgürlüklere riayettir, demokratlıktır, ve çağdaşlıktır. İnsanlar artık hürdür, ve birinin yaşam tarzını başkalarına empoze etmenin zamanı çoktan geçmiştir. Artık açıkça görülmüştür ki saygı görmenin ve barış ve huzur içinde birlikte var olmanın yolu, başkalarının hak ve özgürlüklerine saygı göstermek, ve çoğulculuğu esas yapmaktır. Modern giyimli ve başörtülü iki kişi, giyim ve belki inanç tarzlarıyla bir tezat oluşturuyor gibi görünebilirler. Ama her ikisi de birbirlerine saygı duydukları sürece kıyafet ve inanç özgürlüğü konusunda tam bir birlik oluşturmaktadırlar. Demokratlığın gereği ve toplumsal huzurun kaynağı, karşılıklı saygı ve birbirine güven duymaktır.

En büyük eşitsizlik, eşit olmayanlara eşit muamelesi yapmaktır. En büyük ayrımcılık da tipleri aynı olmayanlara tek tip muamelesi yapmaktır. Aynen birlik olsun diye ayak tipine bakmaksızın herkesi tek tip bir ayakkabıyı giymeye zorlamak gibi. Böyle dışlayıcı bir hareket, seçilenden değişik tipteki ayakları incitir, sahiplerini küstürür, ve hatta onları ayakkabı düşmanı yapıp yeni arayışlara iter. Aslında buradaki düşmanlık ayakkabıya değil, seçilen tipe ve zorbalığadır. Yoksa herkes memnuniyetle ayakkabı giyer ve giymeyi savunur – yeter ki tüm ayakları kapsayacak kadar değişik tipleri olsun. Ayakları incinen ve hatta yaralanan ayakkabı madurlarını “ayakkabı düşmanı” ilan etmek duyarsızlıktır, bağnazlıktır, ve ayrımcılıktır. Hele hele “bunlara bir-iki tip daha sunacak olsak tam şımarırlar ve ortalığı kırıp dökerler” demek, tam bir haksızlıktır. Tek tipte ısrarı bırakıp esnekliği esas alsalar görecekler ki ülkede “ayakkabı sorunu” diye bir şey kalmayacak, ve “ayakkabı düşmanı” diye mücadele ettikleri kişiler ansızın ayakkabı dostu ve savunucusu oluvermişler.

Tek tipçiliğin kalıplaşmış şekli olan ve eğitim sistemimizin de bel kemiğini oluşturan resmî ideolojilerin zamanı geçmiştir, ve geçeli yarım asır olmuştur. Devekuşu gibi başını kuma sokup gözleri dünya gerçeklerine kapamanın şimdiye kadar kimseye faydası olmamıştır, ve bundan sonra da olmayacaktır. Artık ideolojiler – inanç ve değer sistemleri dahil – bireyselleşmiştir, ve devletlere değil bireylere aittir. Halk adına halkın yetkisini kullanan demokatik bir devletin yapması gereken halkın ortak paydasını temsil etmek, kişisel hak ve hürriyetleri en geniş anlamda tesis etmek, tüm değişik inanç, ideal, ve hayat tarzlarını hiçbir ayrım gözetmeden garanti altına almaktır. Devletin toleranssızlık göstereceği tek şey toleranssızlığın kendisi olmalıdır. Ülkede birlik ve kalıcı huzur böyle sağlanır, ve hedef aldığımızı söylediğimiz muasır medeniyet böyle yakalanır. Batı dünyası bunu yıllar evvel yapmıştır, ve şimdi sefasını sürmektedir.

Evham ve saplantıları aşıp tek tipçilik yerine kişisel hak ve hürriyetler esas alındığı zaman görülecektir ki herkes bu kucaklayıcı yaklaşımı memnuniyetle karşılıyacak, saygı içinde birlikte yaşmayı prensip edinecek, ve adalete kanaat edecektir. Resmî ideolojiyi genç zihinlere nakşetmek için yıllar harcayan – ama bunu da başaramayıp öğrencide tepki ve bıkkınlık yaratan – eğitim kurumları, bu durumda küresel değerleri öğretecek, ve düşünen, sorgulayan, yaratıcılığı gelişmiş ve özgüven sahibi bireyler yetiştireceklerdir. Böyle bir ortamda yetişen bireyler de ilk fırsatta yurt dışına kaçmak yerine kendilerine insanca yaşama ve gelişme imkanı sunan ülkelerini samimî olarak sevecekler, ve onu daha iyi geleceklere taşımanın gayreti içinde olacaklardır.

Türkiye tek tipçilikte ısrar edip eğitimi sıkı bir denetim altında tutadursun, binlerce Türk genci – hatta bir kısmı devletten burslu olarak – yabancı ülkelerde her türlü denetimden uzak bir şekilde eğitim görmektedir, ve bunlar arasından Bakan ve Başbakanlar bile çıkmaktadır. Demek “denetimsiz” okullardan ülkeye zararlı insanlar çıkabileceği ve ülkenin geleceğini tehlikeye atabileceği tezine Türk devleti de pek inanmamaktadır, ve çok sayıda yabancı okulu Türkiye’dekilerle eşdeğer kabul etmektedir. Durum böyle iken ülkede tevhid-i tedrisatın varlığından bahsetmek ve hatta onu koruma gayretinde olmak en azından muhakeme yoksunluğudur. Yabancı ülkelerdeki özerk okullarla bir problemi olmayan Türkiye’nin kendi topraklarındaki özerk okulları problem yapması ve hatta onları tehdit olarak görmesi akıl ve mantıktan ne kadar uzak kalındığının ve evhamlara teslim olunduğunun bir göstergesidir.

 

Laiklik ve Din Eğitimi

Dünyada herhalde Türkiye dışında laiklik gibi aslında birleştirici ve toplumsal barış sağlayıcı unsurları çarpıtıp bunları ayrılık ve kavga meselesine dönüştüren ve böylelikle enerjisini boşa akıtan başka bir ülke yoktur. Benzer şekilde, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” levhalarını baştacı edinip bilime sırtını dönen ve laiklik gibi muğlak kavramları evrensel bir tutkal olan birleştirici bilim ışığında açıklığa kavuşturma gayretlerini “hainlik” diye niteleyen ve gerilim kaynağı mevcut çarpık anlayışı sorgulatmıyan bir zihniyet yine Türkiye dışında zor görülür. Keza, laikliği en temel bir değer olarak görüp bünyesinde devasa bir diyanet teşkilatı barındıran ve devlet eliyle empoze ettiği resmî din dışında hiçbir din ve inanışı kale almayan başka bir rejim hayallerde bile zor bulunur. O yüzden bir maddede devleti laik olarak vasıflandıran bir anayasanın başka bir maddede okullarda zoraki din eğitimini vazetmesi de pek şaşırtıcı değildir. Dünyada din eğitiminin devletin izniyle, devlet kontrolü altında, ve hatta devlet tarafından verildiği başka bir “laik” ülke herhalde yoktur (bu eğitimi alabilmek için bile devletin bir yaş sınırı koyduğunu bir yabancı duysa, ya küçük dilini yutacak veya kahkahayı basacaktır). Bütün bu acubeliklerin dokunulmazlık zırhı giydirildiği bir zeminde din ile ilgili meselelerin sağlıklı bir şekilde tartışılması ve kalıcı çözümler bulunması tabi ki imkasızı istemektir. Laikliğin birinci ayağı dinin devlete karışmaması ise, aynı değerdeki ikinci ayağı da devletin bireylerin en geniş manada din ve vicdan hürriyetine saygılı olması ve tüm inançlara ve inançsızlığa eşit mesafede olmasıdır. Dinin bireyselleştiği ve devletin ideolojilerden sıyrılıp hizmetçileştiği bu modern çağın gereği budur, ve adalet ve demokrasiyi esas alan bu anlayışta tüm insanlık birleşebilir. ABD gibi ülkelerde din ile ilgili problemlerin olmayışının sebebi bu geniş ve birleştirici laiklik anlayışının benimsenip tam uygulanmasıdır.

Bir örnek vermek gerekirse, İmam Hatip Okulları bizde hep tartışma konusu yapılmış, ve toplum bu konuda bir fay hattı gibi bölünmüştür. Orta kısımları kapatılmış, ve lise kısımlarının da ülkenin imam ihtiyacı ile sınırlandırılması teklif edilmiştir. Katsayı oyunlarıyla üniversiteye girmeleri kısıtlanmış, ve ülke çapında gerginlikler ve zıt kamplar yaratılmıştır. Ailelerin çocuklarını bu tür okullara göndermesinin esas sebebinin çocuklarının imam olması değil liseyi bitirirken dinlerini de öğrenmeleri olduğu gözardı edilmiştir. Neticede bu kısır tartışmalar meyvesiz kalmıştır, çünkü meselenin özüne inilememiştir. Burada tartışılması gereken esas konu, bireylerin dinlerini öğrenme ve öğretme hürriyetinin din ve vicdan hürriyetinin ve dolayesi ile laikliğin temel bir parçası olmasıdır. ABD gibi gerçek manada laik ülkelerin devlet okullarında din dersleri yoktur. Ama istiyen herkesin din ile normal müfredatın içiçe okutulduğu ve din derslerini din adamlarının verdiği özel okullar açma ve çocuklarını bu okullara gönderme hürriyeti vardır. Laikliği en dar manada yorumluyan Fransa’da bile durum böyledir. Bu okulların mezunları hiç bir ayrıma tabi tutulmadan üniversiteye girebilirler, ve devlet bu okullara vergi avantajları sağlıyarak dolaylı destek olur. Keza, o ülkelerde Pazar günleri istiyenler için dinlerini öğrenme günüdür, ve kiliseler, havralar, ve camiler sadece ibadet yeri değil aynı zamanda bedava din eğitimi veren ve okulların bıraktığı boşluğu dolduran eğitim kurumlarıdır. Yani “din okulları”dır. Hafta içinde de kiliselerde çocuklar ve yetişkinler için akşam din dersleri yaygındır. Hatta, dinî bir kurum veya cemaat devlet okullarını veya üniversite salonlarını bile ders saatleri dışında gerekirse ücretini ödüyerek ibadet dahil her türlü dinî faaliyetler için kullanabilir. Yeter ki okul yönetimi dinler ve mezhepler arasında ayrımcılık yapmasın.

Türkiye’de din eğitimi ile ilgili tartışmaların kısırlığı ve sonuçsuz kalması tartışma zemininin darlığından ve gerçekçi olmamasındandır. Din eğitimi için ibadet mahallerinin aynı zamanda din eğitim merkezlerine döndürülmesi gibi meşru bir mecra gösterilmeden okullarda din derslerini kaldırmayı tartışmak abesle iştigaldir – aynen belediyelerin yeni bir pazar yeri göstermeden semp pazarlarını kaldırmaya kalkması gibi. Öyle görülüyor ki Türkiye irtica evhamından kurtulmak ve din merkezli kısır didişmelere son vererek toplumsal barış ve huzuru sağlamak istiyorsa işe kafasını safsata kumlarından çıkarıp gerçek laiklikle yüzleşerek başlamalıdır. Sonra hayret ve memnuniyetle görülecektir ki din ile alakalı tüm suni problemler çorak söküğü gibi birbiri ardına çözülecek, ve laiklik ve din eğitimi ile ilgili tartışmalar maziye gömülecektir.

 

Eğitimde Rasyonellik ve Esneklik: ABD Örneği

Türkiye’de eğitim ile ilgili en küçük bir işin devletin kontrolü dışında kalmasını “büyük tehlike” olarak takdim ederek evhamları körükleyip ülkenin batacağı havasını yaratan ama modernliği de kimseye bırakmayanlar, modern dünya ve bilhassa ABD’deki uygulamaları dikkatle incelemeli, ve felaket dellallığı yapmayı terketmelidir. Önce şunu belirtelim ki ABD çok kültürlü bir toplumdur, ve muhtelif kültürlere rağmen toplum barışını muhafaza edebilmesi gerçekten takdire şayandır. Amerikalılar çok kültürlülüğü bir tehdit değil, bir zenginlik olarak görürler, ve belli bir kültür mensuplarını rencide edecek her türlü davranıştan kaçınırlar.

ABD’de özel sectör felsefesi “charter school” kavramı ile yavaş yavaş ilk ve orta eğitime de yayılıyor. 1992 yılında bir okul ile başlayan charter school’ların sayısı bugün 2000’i aştı. Charter school’lar mevcut kanun ve yönetmeliklerin kapsamı dışında bırakılıp özel bir statüde kurulmuş devlet okulları. Deneme mahiyetindeki bu okullar özel bir şirket gibi neredeyse tam bir serbestiyete sahip (hatta bazılarında öğretmenlerin sertifikalı bile olması zorunluluğu yok); sadece neticelerinden hesap veriyorlar. Normal bir okulda ortalama öğrenci sayısı 500 iken, charter school’larda bu sayı 150 cıvarında. Bu okulu işletenlere mesela Nevada eyaletinde devlet öğrenci başına 4500 dolar veriyor. Okul eğer başarılı bulunmazsa, devlet fonlamayı kesip okulu kapatılabiliyor. Bölgemizdeki 4 charter school’dan birinin işleticisi verdikleri teklifle ihaleyi kazanan Türk müteşebbisler.

Charter school’lar Türkiye ile ABD’nin eğitim felsefeleri arasındaki derin farkı ortaya koyması açısından enteresan: ABD’de devlet, eğitime yeni bir yaklaşım gelsin, yeni fikirler gelişsin ve uygulansın, eğitim sistemindeki tabu ve kalıplar gerekirse yıkılsın, ve eğitimin önü açılsın diye tam bağımsız özel okulların açılmasını teşvik ediyor, onlardan vergi almak şöyle dursun onların tüm masraflarını karşılıyor. Bizde ise yeni okul ve öğretmen ihtiyacı hat safhada olduğu halde özel okul açanlar potansiyel suçlu gibi zan altında bırakılıyor, Milli Eğitim’in köhnemiş programından zerre kadar sapma var mı diye müfredatları didik didik inceleniyor, ve kapatma tehditleri altında hizmet vermeye çalışıyorlar. Vatandaşlarımıza Amerika’da Amerikan parasıyla Amerikalı çocukları eğitmek için okul açtırılması Türkler için bir iftihar tablosu, Türkiye için ise bir ibret levhasıdır. Amerikalılar bile vatandaşlarımıza güvenip başarılarıyla iftihar ederken, acaba bizim devletlûlarımızın biraz olsun yüzleri kızarıyor mu?

ABD’nin teknolojide lider olmasının temelinde yatan mühim bir sebep sistemin insana güvene dayalı olmasıdır. Amerikalıar gayet iyi biliyor ki, bir ülke insanlarını ileri götürmez, tersine ülkeyi insanlar ileri götürür. Yani bir ülkenin kalkınması, ancak insanlarının topyekün kalkınması ile mümkündür. O yüzden ABD’de devletin yaptığı insanların önünü açmak, varsa engelleri ortadan kaldırmak, ve “haydi göreyim sizi” deyip tüm müteşebbisleri teşvik etmektir. Türkiye ise böyle bir kavrama dahi yabancıdır, ve her köşeden uçaklar ve füzeler kaldıran ve baş döndürücü bir hızla ilerleyen modern dünyayı hala lokomotifliğini devletin ve makinistliğini basiretsiz siyasilerin yaptığı hantal bir buhar treni ile devletin tam kontrolünde yakalayabileceğini zannetmektedir.

Fırsatlar ve hürriyetler ülkesi olarak bilinen ABD’de başka bir eğitim türü de “home schooling” denen “evde eğitim.” ABD’de bir milyondan fazla çocuk okula gitme yerine eve gelen öğretmenler tarafından özel olarak eğitiliyor. Bunu tercih edenler, ögrenme için okulların gerekli olduğuna inanmıyanlar, okullardaki eğitimin kişileri tek tipçiliğe yönelttiğini düşünenler, ve çocuklarını okullardaki kötü etkilerden muhafaza etmek isteyen aileler. İstatistiklere gore evde eğitilen ögrenci sayısı artıyor. Bazı dindar aileler de çocuklarını bir kilise veya cami denetimindeki ücretli özel okullara gönderiyorlar. Ögrenciler burada normal dersler yanında papaz, rahibe, veya imamlardan dinlerini de öğreniyorlar, ve kendi dindaşları ile sosyalleşme fırsatı buluyorlar. Anlıyacağımız şekilde ifade etmek gerekirse, ABD’de herkes istediği yerde imam-hatip lisesi türü okullar açabilir, ve bu okulların mezunları düz lise mezunları ile eşit şartlarda istediği üniversiteye girebilir. Devlet asgari akademik standartları koyar, müfredatlara karışmaz. Çok kültürlü bir toplum olan ABD’de niye toplumsal gerilim ve kavgalar olmadığı herhalde şimdi daha iyi anlaşılıyordur.

ABD’de üniversiteler bir özel şirket mentalitesi ile faaliyet gösteriyor. Biz mezunlarımıza “ürün” ve işverenlere de “müşteri” nazarıyla bakıyoruz, ve başarıyı müfredat programımızla değil, mezunlarımızın başarıları ile ölçüyoruz. Piyasada müşteri bulamayan bir ürünün üretimine nasıl devam edilemezse, mezunları iş bulamayan ve işverenler tarafından beğenilmeyen bir üniversitenin de uzun süre açık kalması düşünülemez. O yüzden üniversite yöneticileri ve öğretim üyeleri piyasa ile irtibat halindedir, ve piyasanın tenkit ve tavsiyeleri gayet ciddiye alınır. Gerekirse piyasayı tatmin için müfredat bile değiştirilir. O yüzden derslerde gerçek dünya ilişkilerine ağırlık vermek, endüstri ile ortak proje yapmak, ve öğrencilerin firmalarda part-time çalışmasına imkan sağlamak çok mühimdir. AB sürecince Türkiye kendini bu tür uygulamalara hazırlamalıdır.

ABD’de üniversitelerin yaygınlaştılması bir buçuk asır öncesine dayanır, ve ekonomiyi desteklemek amacıyla yapılmıştır. 2 Temmuz 1862’de başkan Abraham Lincoln, Federal hükümetin her eyalete yüzbinlerce dölüm arazı bağıslamasını öngören Arazi-bağış kanununu (Land Grant Act) imzaladı. Bu kanunun gayesi, 50 eyaletin her birinde tarım ve makineleşmeyi desteklemek amacıyla birer Ziraat ve Mekanik Sanatlar Fakültelerinin kurulmasını sağlamak, ve buralarda çiftçileri ve makinacıları eğitmekti. Bu üniversitelerin misyonu, topluma ihtiyaç duyduğu eğitim, bilimsel araştırma, ve yerinde hizmeti sunmaktı. ABD’nin tarım ve teknolojide dünya lideri olmasında eğitime yapılan bu yatırımım büyük etkisi olmuştur. Avrupa Birliği 2000’de Lisbon’da “2010 yılına kadar dünyada rekabet gücü en yüksek ve bilgi-tabanlı en dinamik ekonomi olmak” hedefini benimsemiş ve uygulamaya koymuştur. Bu hedefe ulaşmada an mühim rol üniversitelere düşmektedir. Acaba Türkiye’nin 2010 hedefi nedir?

 

Dünya Bankası’nın Eğitimde Acil Reform Raporu

Türkiye’nin eğitim sistemindeki aksaklıklar ve acil reform ihtiyacı bir çok ulusal ve uluslararası bilimsel çalışmanın konusu olmuş, ve konuyla alakalı detaylı ve son derece objektif raporlar hazırlanmıştır. Raporları hazırlıyan kişi ve kuruluşlar farklı olmasına rağmen teşhis ve tedavi önerileri büyük benzerlikler göstermektedir, ve adeta birbiriyle çakışmaktadır. Bu da saplantı ve önyargılardan arınıp eğitim sistemine akıl ve bilim ışığında eleştirel bir gözle bakıldığında gayet net bir manzaranın görüldüğünü ve teşhisin oldukça sağlam ve isabetli olduğunu göstermektedir. Türkiye eğer akıl ve bilimi rehber edindiği iddiasında samimi ise gidilecek yol ve yapılacak şey bellidir. Son yıllarda okulöncesi, ilk, ve orta öğretimi kapsayan eğitim sistemi ile ilgili en kapsamlı çalışmalardan biri Dünya Bankası tarafından yapılmış, ve eğitimde acil reform ihtiyacı dile getirilmiştir. 2005’de hazırlanan ve 2006’da kamuoyuna açıklanan bu rapor 27 ve 28 Mart 2006 tarihli gazetelerde “Dünya Bankasından Eğitimi Yeniden Yapılandırma Önerisi”, “Türk Sistemi Eğitemiyor”, ve “ÖSS Eşitsizliği Büyütüyor” gibi manşetler altında geniş yer bulmuştur. Dünya Bankası Eğitim uzmanlarınca hazırlanan ve Türkiye’de ilk ve orta öğretimin mevcut durumunun irdelenip reform önerilerilerinin sunulduğu bu raporda şu görüşlere yer verilmiştir:•          Türkiye’nin geleceği, çalışanlarının eğitimsel niteliklerine bağlıdır. Kalite anahtardır. Türk yurttaşlarının Avrupa’nın düşük ücretli hizmet sektörü çalışanları haline gelmemesi için Türkiye şimdi harekete geçmelidir. •          Türkiye kendi geleceğini politika ve tartışmaların üstünde tutmalı, kapsamlı bir eğitim reformu stratejisi oluşturmalıdır. Ve Türkiye eğitim reformunda hızlı hareket etmelidir. •          Türk okulları, gençleri Avrupa vatandaşı olarak geleceğe hazırlamak üzere yeniden yapılandırılmalıdır.•          Orta öğretim, tüm öğrenciler için yeni beceriler geliştirecek şekilde yapılandırılmalıdır. Tüm orta öğretim öğrencilerine yüksek öğrenime ve vasıflı istihdama hazırlanmaları için fırsat sağlanmalıdır. •          Mevcut sistem uzman düşünüş, karmaşık iletişim ve problem çözmede ileri yetkinliklerin öğrenilmesini engellemektedir. •          Meslek liseleri iş piyasası ile ilgili hedefleri gerçekleştirememektedir. Meslek okullarındaki öğrencilere, hem genel orta öğretim diploması getirecek, hem de kendilerini vasıflı istihdama hazırlayacak temel becerileri öğrenme imkanı tanınmalıdır. •          Gençlere, üniversite de dahil olmak üzere, eğitim süreçlerinin herhangi bir noktasında çalıştıkları konuları seçme esnekliği tanınmalıdır. •          Devlet, yaşam boyu öğrenmeyi öncelik haline getirmelidir.  •          Eğitim sisteminin yapısı ile ilgili uluslararası normlar yoktur. Türkiye’nin ”Ulusal Eğitim Sektörü Stratejisi”ne ihtiyacı vardır. •          Okulların kaynak, yetki ve özerkliği yoktur. Ayrıca okullar, sonuçlardan sorumlu tutulmuyor. •          Okul kalitesi için gösterge ve standartlar belirlenmelidir. Her okul için kalite hedefleri belirlenmeli ve okullar bu hedefe ulaşmaları için teşvik edilmelidir. Okul performans sonuçları kamuoyuna bildirilmelidir. •          Okul sistemi, çok az öğrenciyi iyi eğitiyor. Öğrencilerin çoğunu başarısız kılıyor. •          Sınava hazırlık faaliyetleri gençlerin çok fazla zaman ve enerjisini almaktadır. •          Müfredat reformlarına bağlı olmayan, sınav yeteneğini test eden ÖSS, eğitim sisteminde uyumsuzluk yaratmaktadır. •          ÖSS sistemi yeniden düzenlenmelidir. Mevcut ÖSS sınavı, eğitim sisteminde kaliteyi düşük tutmakta, ve bu sistem kaynakları eğitimden sınav hazırlığına kaydırmaktadır. •          ÖSS, öğrencilerin neleri bildiği, neleri yapabildiği, nasıl bir muhakeme becerisine sahip olduğu ve becerilerini nasıl uyguladığı gibi geniş yetkinliklerini test eden çağdaş değerlendirmeler demeti şeklinde yeniden yapılandırılmalıdır.  OECD’nin Türkiye’de Temel Eğitim Raporu
İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) Eğitim Komitesi tarafından 2005’de hazırlanan ve Milli Eğitim Bakanlığı’na sunulan “Ulusal Eğitim Politikaları İncelemesi: Türkiye’de Temel Eğitim” başlıklı uzmanlar raporu da benzer teşhisler koymakta, ve çok sayıda tutarlı öneriler içermektedir. 11 Ekim 2005 tarihli gazetelerde de “ÖSYM Özerk Hale Gelmeli” ve “Merkeziyetçi Sistem Reformları Engelliyor” gibi manşetlerle geniş yankı bulan bu OECD raporundaki bazı temel tavsiyeler şunlardır:

•          Okullar için “öğrenci merkezli” öğrenmeyi vurgulayan okul değişimi vizyonunu hazırlayın.•          Her okulun bir geliştirme planına sahip olmasını sağlayın (sürekli gelişime yönelik vizyon, misyon, hedefler, öncelikler ve stratejiler). •          Her okul için yıllık karneler oluşturun; katılım, tamamlama, öğrenci öğrenmesi, kaynakların verimli kullanımı, vs ile ilgili makamlara ve topluma karşı sorumlu tutulmasını sağlayın. •          Okul müdürlerini seçme sürecini gözden geçirerek özel ve konuyla ilgili eğitime, öğretim liderliği deneyimine ve liderlik rolüyle ilgili yeterliğin sergilenmesine daha fazla önem verin. Tüm okul bütçesinin yönetiminden müdürü sorumlu tutun.•          Okul müdürüne, okulu yönlendirme ve yönetme konusunda tam yetki ve sorumluluk verin. Okul müdürleri için özel hizmet öncesi ve mesleki gelişim programlarını güçlendirin.•          Öğretmenlerin ve diğer personelin atanması ve kullanılması konusunda okul düzeyinde esnekliği artırın. Öğretmenlerin müfettişler tarafından tek tek denetlenmesini kaldırın ve bu sorumluluğu okul müdürüne verin.•          Müfettişliğin rolüyle görevlerini yeniden tanımlayarak okulların performanslarının izlenmesini ve gelişimlerinin desteklenmesini vurgulayın.•          MEB’in yetki ve sorumluluğunu İl Müdürlüklerine yerelleştirin ve yetkilileri görev alanlarındaki okulların işleyişi ve eğitim hizmetlerinin sağlanmasından sorumlu tutun. •          ÖSYM’yi YÖK’ün sorumluluk alanından çıkarın ve sınav ve seçim sürecine işverenler ve sivil toplum, ilköğretim ve ortaöğretim, ve yükseköğretimin dahil edilmesini sağlayın. •          Genel, Mesleki ve Teknik Liselerdeki tüm öğrenciler için yeni bir değerlendirme tesis edin. İş piyasasıyla ilgili özel yeterliliklerin değerlendirilmesini dahil edin. •          ÖSS’yi seçme ve sıralamaya yönelik bir araç olmaktan çıkararak, yükseköğretim seviyesinde eğitim için gerekli kazanımın ve yeterli hazırlığın değerlendirmesine yönelik daha geniş tabanlı bir değerlendirme yapın. ÖSS’ye katılım için, yeni ortaöğretim değerlendirmesinde yeterli performans göstermiş olmayı şart koşun. •          Öğrencinin dikkatini test hazırlığı yerine konularda ve yeterliliklerde ustalaşmaya odaklayın. •          ABD’deki yazılı değerlendirme gibi bir şart getirin (SAT ve ACT sınavlarıdaki gibi).•          ÖSS’yi yeni giris sınavı, değerlendirme sonuçları, ve notlar dahil her öğrenci için bir portföy içeren bir süreç ile değiştirin. Sınavı, yeni müfredat ile paralel hale getirin. •          Sadece farklı meslekleri icra etmek için değil; yaşam boyu öğrenme ve küresel bir bilgiye dayalı ekonomide yaşama ve çalışma için bireylerin sahip olması gereken bilgiler, beceriler ve yeterliliklere ilişkin temel beklentiler ve standartları belirleyen “ulusal nitelikler çerçevesi” geliştirin ve uygulayın. •          Her sınıfta belgelendirilmiş beceri ve yeterliliklerin kanıtlarını içeren mesleki ve teknik eğitim diplomaları geliştirin. •          Standartların ve ilgili değerlendirmelerin geliştirilmesine, işverenler ve diğer sosyal ortakların kapsamlı katılımını sağlayın. Eğitim ve iş piyasası arasındaki bağlantıları güçlendirme çabalarını yoğunlaştırın (işverenlerin katılımı gibi). •          İki yıllık yükseköğretim programlarının kapasite ve çeşitliliği genişletin. Bu okullar için ulusal akreditasyon ve kalite güvence süreçleri geliştirin. İş piyasasına cevap verebilmelerini sağlamak için bu kurumların öğretim  programlarının planlama ve tasarlanmasında işverenleri içerme konusunda ısrarcı olun.•          Yeterliliğe sahip mesleki ve teknik eğitim öğrencilerinin sistem içinde dikey ve yatay hareketi önündeki “negatif çarpan” ve diğer tüm engelleri kaldırın.

 

Görüldüğü gibi Dünya Bankası ve OECD raporları aynı konulara vurgu yapmakta, ve benzer önerileri dile getirmektadir. Ama nedense bu reformist yaklaşım hayata geçirilememektedir. Öyle görülüyor ki Milli Eğitim’de temel problem kaynak eksikliği değil irade eksikliğidir. Ümidimiz odur ki Milli Eğitim Bakanlığı ve Yüksekögretim kurumları artık evhamlardan sıyrılıp akıl ve bilimi rehber edinerek betonlaşmış önyargı kabuğunu kırma cesaretinin gösterecekler, ve böyelikle hem kendilerinin hem de ülkenin önünü açacakalardır.

 

Kapanış

Zaman rüzgarını arkaya alıp yelkenleri şişirebilmek ve çağı yakalıyabilmek için, zamanın akışını iyi okumak ve ona göre hareket etmek lazımdır. Yoksa futboldaki tabiriyle ofsayta düşülür, ve tüm emekler boşa gider. Bugünkü hastalıkları yüz sene evvelki tıp ilmi ve ilaçlarıyla tedavi etmek ne kadar geçersizse günümüzün toplumsal ve toplumlararası problemlerini de dünkü metodlarla halletmeye kalkmak o kadar geçersizdir. Geçmişe taassupla sıkı sıkı yapışıp zamanın değerlerine sırtını çeviren ve hatta zamana savaş açan ülkelerin geri kalmışlığı da medar-ı ibrettir. Mazinin karanlık derelerinde mahsur kalan ülkeler bu tabloyu iyi irdelemeli, ve usta bir satranç oyuncusu gibi, adımlarını neticelerini düşünerek atmalıdır. Benzer ağaçları birbirinden ayıran nasıl meyveleri ise, iyi fikirleri de kötülerinden ayıran neticeleridir. AB süreci, Türkiye’nin alışageldiğimiz dededen kalma metodlarla neyi ne için yaptığını sorgulamadan iş yapma alışkanlıklarını tekrar gözden geçirmesi ve eğitim dahil tüm politikalarını rasyonel bir çizgiye oturtması için muazzam bir fırsattır. Umulur ki Türkiye bu fırsatı iyi değerlendirecek, ve geçmiş saplantılardan sıyrılıp akıl ve bilimi rehber edinerek modern dünyada saygın yerini alacaktır.