İlim Hücrenin Neresinde?
Zaman ilim ve fen zamanıdır ve fenlere dayalı bilim ve teknoloji çağımızda prestij ve refah kaynağıdır. Hayal gücü ve eleştirel düşüncenin ön plana çıktığı ve bilginin her birkaç yılda bir kendini katladığı bu zaman dilimine haklı olarak ‘bilgi çağı’ denmektedir. Uygulama alanı fizik alemi olan bilimsel metod, gözlemlere ve dikkatli muhakemeye dayanır. ‘Bilimsel bilim’ de denen fen bilimleri, duyularla algılanan şeyleri bilimsel metotla akıl ve mantık zemininde analiz ederek gelişir. Felsefe, hukuk, edebiyat ve mantık gibi gözlenemeyen ve alanları algı alanı dışında kalan bilimler fen bilimlerinin kapsamı dışındadadır. Hatta fen bilimlerinin dili olan matematik bilimi dahi direk gözlemler yerine soyut kavramlar ve bu kavramlar arasındaki mantıksal ilişkilere dayalı olduğu için genellikle fen bilimlerinin dışında tutulur. O yüzden bilimi sadece fizik aleminde direk gözlemlere dayalı olup ölçümlerle doğrulanabilir veya yanlışlanabilir olan fen bilimleri ile sınırlamak çok sığ bir yaklaşımdır.
Bilgi veya ilim, direk olarak göremesek de, sanat, güzellik, adalet, ihsan, sevgi ve şefkat gibi içten gelen bir anlayışımızın olduğu ve yansımalarını maddi bir varlıkta görünce tanıdığımız şeylerden biridir. Ancak ilmi tam olarak tarif etmek ve onu mesela bir elma gibi gözlere göstermek mümkün değildir. Çünkü ilim ancak madde-dışı akıl gözü tarafından görülebilen madde-dışı görünmez bir ışıktır. Aklı olmayanlar için ilim de yoktur. Bildiğimiz biyolojik göz, maddî ışık vasıtasıyla varlıkların görünen yani dış yüzünü görür. Akıl gözü ise maddî ışıkla alakası olmayan manevî ilim ışığı ile varlıkların görünmeyen yani iç yüzünü görür.
Bir hücredeki atom ve moleküllerin toplam maddesi bir gramın milyarda biri kadardır. Ancak hücrede mevcut olan ilim, yüzlerde cilt kitaplara sığmamakta ve üniversitelerin biyoloji bölümlerinde yaygın olarak ‘hücre biyolojisi (cell biology)’ ana bilim dalları açılmaktadır. Yüzlerce bilim insanı uzunluğu milimetrenin yüzde biri olan bir hücrede yüz yıldır yürümekte ve hücrenin sonuna ulaşamamaktadır. Öyle görülüyor ki hücredeki derin ilmi ortaya çıkarabilmek için bir yüz yıl daha yürümeye devam edeceklerdir. Yani hücre aslında nokta kadar bir maddeye sığan ve o maddede yansıyan madde-dışı bir ilim okyanusudur.
Tipik bir insan hücresinde, çoğunluğu hidrojen, oksijen, azot ve karbon olan, yüz milyon kere milyon (10 üzeri 14) atom vardır. Ancak bu atomları faraza bir torbaya doldurup kenara koysanız kimsenin ilgisini çekmez. Çünkü o atomlar torbaya rastgele doldurulmuşlardır ve orada ne nizam vardır ne sanat ve ne de ilim. Yani canlı bir hücredeki atomların torbadaki aynı cins ve sayıdaki atomlardan farkı, ilimdir. Biri kapkaranlık, diğeri akılları cezbeden bir ilim ışıldağı. Keza, bir iplik yığını ile hayranlarının seyrine doyamadığı bir dantel arasındaki fark, sanattır. O kadar ki dantele bakan kişi ipliği değil, iplikten yapılmış o aynada yansıyan madde-dışı sanat ışığını madde-dışı kalp gözüyle görür. Hatta denebilir ki hücreyi hücre yapan ve hücreyi varlık alemine getiren de ilimdir – danteli dantel yapanın sanat olduğu gibi. Çünkü malzemesi aynı olsa bile torbadaki atom yığınına hiç kimse hücre demez. Veya ölmüş bir insanın artık iç dinamizmi sona ermiş bir hücresine de kimse ilgi göstermez. Çünkü adeta ruhu gitmiş olan o hücrenin cesedi dağılıp bir atom yığınına dönecek ve atomlar veya onlardan oluşan moleküller de canlı başka hücreler için ‘yapı taşı’ olarak kullanılacaktır.
Atomlar eğer hassas bir ölçüyle ve ince bir nizamla belli işlevleri görmek üzere bir hücre oluşturacak şekilde dizilmeselerdi, hücre diye bir şey olmayacaktı. Yani hücre yoktan var olmuştur. Diyeceksiniz ki bu, fiziğin en temel prensibi olan maddenin korunumu kanununa aykırı değil midir? Hayır, değildir. Çünkü hücrenin oluşumu sırasında bir maddenin yoktan var olması veya varken yok olması söz konusu değildir. Yani hücrenin kütlesi, kendini oluşturmak için kullanılan atomların kütlelerinin toplamına eşittir. Bir hücre ölüp dağılınca da hiçbir madde azalması olmadan yok olmaktadır. O yüzden evrendeki toplam madde ve enerji sabit kalsa da daimi şekilde bileşim ve ayrışım tarzında yoktan var olmalar ve varken yok olmalar vardır – boş bir arsadaki kum, tuğla, demir vs yığınlarının ilim, irade ve kudret sahipleri tarafından hikmetle bir araya konmasından sonra bir evin var olması gibi.
Peki, hücre biyologlarının yüz yıldır keşfede ede bitiremedikleri ve yüzlerce cilt kitaplarda ifade ettikleri ilim nerededir? Herhalde atomlarda değil. Çünkü hücredeki bir hidrojen atomu ile hava veya sudaki bir hidrojen atomu tamamen aynıdır, ve hiç bir atomda ‘ilim’ diye bir unsur yoktur. Atomlar arasında da ne ilim vardır, ne de benzer bir şey. Sudaki bir hidrojen atomu kendini ve ne yaptığını ne kadar biliyorsa, hücredeki bir hidrojen atomu (veya bir atom dizini olan moleküller) de o kadar biliyor. Hücrede akılları hayrette bırakacak harikalıktaki bir ilmin varlığı ilmen ve gözlemlerle sabittir. O zaman akıl ve mantığın gereği olarak denebilir ki ilim hücrenin maddesinde ve hiçbir yerinde olmayan ama hücrenin tamamına nüfuz eden ve varlığı akıl ile anlaşılan madde-dışı bir varlıktır. Madde-dışı yani fizik-ötesi olduğu için de zaman ve mekan kayıtlarına tabi değildir. Yani zaman üstüdür ve bir mekanda yer tutması söz konusu değildir.
Benzer argumanlar hücredeki hayat, nizam, irade, hikmet, temizlik, yerli yerindelik ve ölçülülük yani adalet, birlik, ferdiyet, idare vs için de verilebilir. Özetle denebilir ki bir hücre ile hücredekilerle aynı cins ve sayıda bir torba atom arasındaki her fark madde dışıdır, ve bu farkların bileşkesi de hücrenin manası yani bir bakıma ruhudur. Bu ruh veya ruhun bir öğesi (ilim gibi) gidecek olsa hücre yok olur ve basit bir atom yığınına dönüşür. Basit bir atom yığını da bu ruha gömlek olması ve o ruhun hasiyetlerini yansıtmaya uygun bir hal almasıyla da hücre olur. Ve hal diliyle Yunus Emre gibi “atomlara büründüm, hücre olarak göründüm” der. Tabi burada konuşan hücrenin kabuğu veya bedeni değil, özü yani ruhudur.
Katı pozitivistlerin hücredeki hayat, ilim, nizam, hikmet ve hatta mükemmel bir lojistiğin varlığını ikrar ettikleri ve bunlardan ‘akıllara durgunluk veren’ gibi sitayişkar ifadelerle bahsettikleri halde, bilim adına tamamen bilim dışı ‘madde herşeydir herşey madde’ önyargı ve taassubunu meslektaşları tarafından afaroz edilmek korkusuyla kıramadıkları için, madde olmayan ancak maddede yansıyan bu özellikleri hala kör ve karanlık maddeye vermeleri hayret vericidir. Acaba bu kişiler bir gezegene gitseler ve indikleri yerde çok yüksek teknolojili işçisiz bir tesise bir taraftan demir, bakır vs olarak giren hammaddelerin diğer taraftan akıllı telefonlar olarak çıktığını görseler, bunu da tesadüf rüzgarlarına mı verecekler yoksa ‘bu gezegende bizden de akıllı canlılar olmalı’ deyip etraflarına mı bakınacaklar?
İleri sürülen tezlerin değerlendirilmesinde mevcut bilgilere uyarlılık, akla uygunluk, gözlemlere uyumluluk ve mantıksal tutarlılık önemli ölçütlerdir. Mantıken tutarlı olma zorunluluğu, safsataları belirlemek ve onları ayıklamak için etkin bir mekanizmadır. Fen bilimlerini temsil makamında olanlar bu ölçütleri kendi alanlarına uygulayıp iğneyi biraz da kendilerine batırma ve hükümlerini sorgulama faziletini gösterseler, acaba fosilleşmiş önyargılardan başka neyi kaybederler?
*Bu makale ZAFER dergisinin Mart 2014 sayısında yayınlanmıştır.