Hür İrade

Hür İrade: Fizik Kanunlarının Mutlak Belirleyiciliğini Delen bir Varlık Boyutu

Büyük Patlama (Big Bang) teorisi ile öngörülen maddî evrende her şey fizik kanunlarına tâbidir ve dolayısıyla canlı veya cansız her şeyin hangi hareketi yapacağı önceden bellidir. Yani insanların karar ve davranışları dahil, evrende meydana gelmekte olan tüm olaylar geçmişin, fizik kanunları uyarınca geleceğe olan öngörülebilir bir uzantısıdır. ‘Determinizm’ olarak bilinen ve değişik pek çok versiyonları bulunan bu felsefi görüşe göre, fizik kanunlarını ihlal anlamına gelen hür irade diye bir şey olamaz; insanların var olduğunu zannettiği hür irade, sadece bir illüzyondur.

Maddenin yapıtaşlarında irade diye bir unsur yoktur ve bu konuda herkes görüş birliği içindedir. Bu durumda sırf-madde ile sınırlı maddeci görüşün varlık anlayışında ‘hür irade’ diye bir şeyin yer alamayacağı açıktır. Ancak ne olduğu ve mahiyeti tam olarak bilinmese de, iradenin varlığı gözlemlerle sabittir, ispatlanabilir ve dolayısıyla bilimsel bir gerçektir. Zaten tüm hukuk sistemleri kasıt ve iradenin varlığı gerçekliği üzerine bina edilmiştir. Tercih ve irade olmasaydı, sorumluluk da olmazdı ve kimse bir suçtan sorumlu tutulamaz ve cezaya çarptırılamazdı.

Cansızlarda fizik kanunları tam hâkimdir ve cansız maddelerin bir etkiye nasıl tepki vereceği önceden bellidir. Ancak kast ve irade sahibi canlılarda durum böyle değildir. Bu gözlem bile tek başına evrenin yalın madde-enerjiden oluştuğu önkabulünü yıkmaya yeterlidir. Zaten madde-dışı bir irade boyutu olmasaydı, gelecek net olarak bilinecekti ve insanlar âdeta şuursuz robotlar gibi olacaktı. Ve de yaptıklarından sorumlu olmayacaklardı (aynen arızalanan bir robotun sebep olduğu zarardan sorumlu tutulamayacağı gibi).

Varlıkların atomlardan ibaret olduğunu ve atomların da belli kanunlara göre belli kuvvetlerin etkisi altında öngörülebilir tarzda hareket ettiği fikri milattan öncesine, eski Yunan filozoflarından Leucippus’a kadar uzanır. Ancak determinizmin gelişimi ve ciddi bir düşünce sistemi olarak yerini alması 17nci yüzyılda olmuştur. İnsanlarda varlık olarak aklı öne çıkararak “Düşünüyorum, o halde varım” sözüyle bilinen ve gerçeğe ulaşmak için beş duyumuza değil akla dayanmamız gerektiğini savunan ve modern Batı felsefesinin babası olarak bilinen Fransız filozofu, matematikçisi ve bilim adamı Rene Descartes (1596 – 1650), madde âlemini belli kurallara göre işleyen dev bir makinaya benzetmiş ve cansız varlıkların katı mekanik kurallara tabi olduğunu ve dolayısıyla determinizmin madde âleminde tam hakim olduğunu ifade etmiştir. Ancak Descartes insanın madde-dışı ruhî varlığını maddî varlığından ayrı tutmuş ve hür irade yüzünden determinizmin insanlar için geçerli olmadığı görüşünü dile getirmiştir.

Batı felsefesinin önde gelen isimlerinden olan ve tabiat ile tanrıyı özdeşleştirip tabiat içine yayılmış tanrı (Panteizm) akımının felsefi altyapısını oluşturan Hollandalı Baruch Spinoza (1632 – 1677) ise Descartes’in akıl – beden ayrımına karşı çıkmış ve determinizmin tüm evrende hükmettiğini savunmuştur. Spinoza’ya göre insanların düşünceleri ve hareketleri genel bir düzene tâbidir ve dolayısıyla hür irade söz konusu değildir.

Katı bir determinist olan Fransız matematikçi ve astronom Pierre Simon Laplace (1749 – 1827), determinizmi somut bir şekilde şöyle açıklar: “Evrenin bu andaki haline geçmişinin sonucu ve geleceğinin sebebi olarak bakabiliriz. Belli bir anda tabiatı harekete geçiren kuvvetlerin tamamını ve tabiatı oluşturan her şeyin tüm pozisyonlarını bilen bir Zihin, eğer aynı zamanda bu verileri analiz ettirebilecek kadar kapsamlı ise, bu Zihin evrendeki en büyük cisimlerin hareketinden en küçük atomların hareketine kadar tüm hareketleri bir tek formülde ifade edebilirdi. Öyle bir Zihin için hiçbir şey belirsiz olmayacaktı. Ve gelecek, aynen geçmiş gibi, gözlerinin önünde hazır olacaktı.[1]

Bu ifadeler, varlıklarla birlikte düşüncelerin de sırf-madde fikriyle sınırlanmasının ve dolayısıyla madde ve kanunlar yoluyla maddeye etki eden kuvvet dışında bir varlık tanımamanın doğal bir sonucudur. Ancak sonradan görüldü ki kaos teorisinde ‘kelebek etkisi’ olarak bilinen ve bir konumdaki küçük bir değişimin başka bir konumda büyük bir farka sebep olmasını ifade eden bir etki ile, bir kelebeğin bir yerde kanat çırpması, haftalar sonra uzak bir mesafede fırtınalara sebep olabilir. Kelebeklerle ilgili istatistikî bilgilere dayanarak bazı genel öngörüler yapılabilir. Ancak kelebeklerin de keyiflerine göre hareket ettikleri dikkate alınırsa, milyarlarca kelebekten her birinin ne zaman nerede olacağı, kaç kere ve hangi şiddetle kanat çırpacağı, ne kadar yaşayacağı, vs. öngörülemez. Yani mutlak determinizm yoktur. Zaten 20. Asrın ilk çeyreğinde ortaya çıkan ve belirsizlik prensibi üzerine bina edilen ve parçacıkların bir anda her yerde olduğunu ifade eden Kuantum Teorisi determinist düşünceye öldürücü bir darbe vurmuştur.

Maddeye olan bu çakılmışlık, önde gelen birçok düşünürü zor durumda bırakmıştır. Örneğin Albert Einstein fiziğe olan kesin inancı yüzünden katı bir determinist olmuş ve insanların bile serbest iradesinin olmaması gerektiğini ifade etmiştir: “İnsanların hareketleri bilardo topu, gezegenler ve yıldızların hareketleri kadar önceden bellidir. İnsanların hareketleri kontrolleri dışında fizik ve psikolojik kanunlarca belirlenir. Bir böcek için de belirlenmiştir, bir yıldız için de. Hepimiz –insanlar, bitkiler veya kozmik toz– görülmez bir müzisyenin uzaklarda ahenkle çaldığı esrarengiz bir nağmeye dans ediyoruz.”[2]

Bir teorinin doğruluğunu ispatlamak mümkün olmayabilir; ama yanlışlığını ispatlamak gayet kolaydır. Bunun da en basit yolu, gözlemlerle çeliştiğini göstermektir. Bir örnek vermek gerekirse, nehre bırakılan bir tahta parçasının su içinde ne tür hareket edeceği ve hangi zamanda nerede olacağı önceden bilinebilir. Çünkü hareket, nehir ve tahtanın bırakma anındaki fizikî durumları ile birlikte ilgili fizik kanunlarına bağlıdır ve cansız olan tahtanın buna karşı çıkması söz konusu değildir. Nehre atılan canlı bir bitki için de aynı şey söz konusudur, çünkü canlı olmalarına rağmen bitkilerde irade yoktur.

Ancak nehre bir hayvan veya insan bırakılacak olursa ne olacağını kimse kesin olarak öngöremez. Çünkü hayvan ve insanlar atom ve moleküllerden yapılmış olan bedenleri itibariyle fizik kanunlarına tabi olmakla beraber, onların mahkûmu değildir. Ve bedenlerinin parçası olmayan ve dolayısıyla fizik kanunlarına tabi olmayan serbest iradeleriyle fiziğin öngöremeyeceği birçok hareketleri yapabilirler. Hatta akıntıya zıt yönde de gidebilirler. Cansız (veya baygın) bir insan bedenini nehre atacak olursak, bu bedenin aynen tahta parçası gibi fizik kanunlarının öngördüğü şekilde hareket ettiğini görürüz. Bu da canlılarda fizik kanunlarına tabi olmayan yani fizik üstü bir varlık boyutunun varlığını apaçık bir şekilde gösterir ve insanın sadece bir fiziksel bedenden ibaret olduğu fikrinin geçersizliğini ikna edici bir şekilde ispatlar.

Bu basit deneyden de görülebileceği gibi, evrende madde ve kuvvet ile beraber bunların cinsinden olmayan bir iradenin varlığı; ve güç ve irade sahibi varlıklar için fizik kanunlarının belirleyici olmadığı gözlemlerle sabittir, ispatlanabilir. Ve dolayısıyla bilimsel bir gerçektir. Cansız varlıklarda ve bitkilerde fizik kanunları tam hakimdir ve bu varlıkların bir etkiye nasıl tepki vereceği önceden bellidir. Ancak insan ve kısmen hayvan gibi, kasıt ve irade sahibi canlılarda durum böyle değildir. Tek başına bu basit gözlem bile evrenin sırf madde ve fizik kanunlarından ibaret olduğu ön kabulünü yıkmaya ve zihinleri, izlerini kendimizde gördüğümüz madde ve kuvvet-üstü gerçeklik ve âlemlere çevirmeye yeterlidir.

Zaten madde-dışı bir irade boyutu olmasaydı, Laplace’ın da dediği gibi, gelecek net olarak bilinecekti ve insanlar âdeta şuursuz robotlar gibi olacaktı. Ve de yaptıklarından sorumlu olmayacaklardı (aynen hayvan, çocuk veya robotun sebep olduğu zararlardan hayvan, çocuk veya robotun kendileri değil, irade sahibi sahiplerinin sorumlu tutulduğu gibi). İnsanların yaptıklarından kendilerini sorumlu hissetmesi ve dünyadaki tüm hukuk sistemlerinin insanları hareketlerinden sorumlu tutup yanlış seçim yapanlara ceza uygulaması, hür iradenin varlığının evrensel düzeyde kabul gören bir realite olduğunu göstermektedir.

Dünyada hiçbir hukuk sisteminde, aklı başında yetişkin bir suçlunun ‘ben bir madde külçesiyim ve tüm davranışlarım fizik kanunlarının doğal bir sonucudur; eğer bir sorumluluk varsa o bana değil, bedenime tam hükmeden ve davranışlarımı kesin olarak belirleyen fizik kanunlarına aittir’ savunması, geçerli bir savunma değildir.

Bazı kişiler, insanlarda hür iradeyi netice veren düşünce sisteminin bir gün sinir sistemi bilimindeki (neuroscience) gelişmeler sonucu anlaşılabileceğini ve dolayısıyla insanların verecekleri kararların önceden bilinebileceğini düşünmektedirler. Ancak şu unutulmamalıdır ki beyin ve beyne gelen tüm sinirler, sonunda bildiğimiz hidrojen ve nitrojen gibi atomlardan oluşmaktadır ve fizik kanunlarına tam tabidir. Yani, beynin yapıtaşlarında irade diye bir unsur yoktur ve parçalarında olmayan bütününde de olamaz. Eğer varsa, dışarıdan geliyor demektir – aynen elmastaki parıltıların elmas dışındaki bir ışık katmanından geliyor olması gibi. O yüzden denebilir ki, evrende yaygın olarak hareket serbestisini netice veren madde-dışı bir ‘irade’ boyutu vardır. Ve bu madde-dışı irade ışınını alabilen her canlı, irade sahibidir.

Milyarlarca transistor devresinden oluşan gelişmiş bir bilgisayar işlemcisinin bir gün kendi iradesini geliştirip tercihlerde bulunmasını beklemek ne kadar gerçekçi ise, milyarlarca nöron hücrelerinden oluşan insan beyninin de bu nöronlardaki elektrik aktifliğinden kaynaklanan bir irade sergilemesi o kadar gerçekçidir. Tercihlere bağlı olarak beynin farklı bölgelerinde farklı elektriksel aktiflik seviyesi gözlenmesi bir sebep değil, sonuçtur. Aynen bir bilgisayar işlemcisinin farklı bölgelerindeki farklı elektriksel aktivite seviyesinin, işlemciyi kontrol eden yazılımdan gelen komutların bir sonucu olduğu gibi. Yani fiziki işlemci, kendi dışında bir irade tarafından belirlenen görevleri yapmak için kendi dışından (yazılımdan) gelen komutlara göre aktivite seviyesini ayarlar; yoksa kendisi komut üretmez. Zaten ‘emir ve irade’yi temsil eden ve her devresine hükmedip kendisini tam kontrolü altına alan bir yazılımı olmayan bir işlemci, işlevsiz bir işlemcidir. Çünkü kendi haline bırakılan birbirine entegre milyarlarca devre, tüm elektrik aktivitesine rağmen, ne bir görev komutu oluşturabilir ne de anlamlı bir iş yapabilir.

Humanoid robot’ denen ve görünüş ve hareketleriyle insanı andıran bir robotun beden olarak en değerli parçası, saniyede milyarlarca işlem yapabilen elektronik beyni yani işlemcisidir. Robottan işlemciyi çıkarırsanız veya işlemciye güç sağlayan elektrik akımını keserseniz, robot dona kalır – aynen beyin ölümü gerçekleşmiş hareketsiz bir insan bedeni gibi. Ancak bu durum, robotun bütün harikalığının kaynağının bir güç kaynağına bağlı işlemci olduğu sonucunu doğurmaz. Robot belli işleri yaparken işlemcinin her seferinde tutarlı bir şekilde belirli yerlerinin elektriksel olarak aktif hale gelmesi ve hatta bununla ilgili haritaların çıkarılmış olması da durumu değiştirmez. Böyle bir iddia, milyonlarca satırlık komutlar içerebilen yazılımdan, arka planda yazılım kodunu hazırlayan akıl, bilgi ve irade sahibi bir ekipten ve farklı kısımların bilgi alışverişini sağlayan arayüzden habersizliği gösterir. O kadar ki, tüm fiziki parçaları yerinde olan ancak yazılımı yüklenmemiş olan bir robot, işlevsiz yani ölü bir robottur. O kadar ki, yazılımdaki bir hata, işlemci mükemmel çalışıyor olsa bile, robotta işlevsellik bozukluklarına sebep olabilir. Yazılım güncellenerek de aynı robotun işlevselliği arttırılabilir. Fiziki bir parça olarak görülmediği için yazılımı (ve yazılım arkasındaki akıl, bilgi ve irade sahibi ekibi) yok sayıp sadece işlemcideki elektriksel aktivite değişimine odaklanarak, robotun hayranlık uyandıran akıllı hareketlerinin sırrını çözmek mümkün değildir. Hele bu akıllı, mantıklı ve kurallı hareketlerde yansımasını bulan gizemli yapay aklın ve ilgili kuralların, işlemcideki elektriksel aktivitenin bir sonucu olduğu sonucunu çıkarmak, herhalde robotun yazılım ekibini kahkahalarla güldürür. Çünkü elektrik aktivitesi denen şey, elektronların veya elektron eksiği veya fazlası olan atom veya moleküllerin azalan potansiyel yönündeki kör, sağır, şuursuz ve amaçsız hareketlerinden ibarettir – havadaki toz parçacıklarının ve hava moleküllerinin rüzgâr yönünde amaçsız hareketleri gibi.

Hür iradenin varlığı ile ilgili diğer bir delil de, madde olmadığı için gözle görerek veya ölçerek teyit edilmesi mümkün olmayan ama hiç kimsenin doğruluğunu tasdik etmekte zorlanmayacağı insanın iç âlemindeki sezgidir. Karar verme mekanizmasını inceleyen ve tercihlerini irdeleyen her insan, şüpheye yer bırakmayacak kesinlikte kendisinde hür bir tercih etme gücünün varlığını hisseder ve tercihlerinin sorumluluğunu üstlenir.

Hür iradesiyle, kimisi eline bir kitap alıp okurken kimisi televizyon kumandasına el atar. Bir başkası da, alışverişe gitmeyi tercih eder. Sonra, açık büfeli bir lokantaya akşam yemeğine giden bu kişilerin tabaklarındaki yiyecekler yine bu kişilerin hür iradelerini yansıtır. Hiç kimse tabağına zorla bir şey koydurulduğunu ve şimdi onları yemek zorunda bırakıldığını söylemez. Dizi hastası birinin belli bir gün ve saatte televizyon başına geçip belli bir kanalı açması veya sigara tiryakisi birinin yemekten sonra dışarıya sigara içmeye çıkması, bu kişilerin hür iradelerinin olmadığını değil, tercihleriyle boyunduruğu altına girdikleri bağımlılıklarıyla kendi iradelerini bağladıklarını gösterir. Bu kişiler, kuvvetli bir kararlılık sergileyerek, iradelerini adeta rehin alan bu tür bağları bir çırpıda koparabilirler.

Yukarıda bahsedilen kişilerin bulunduğu odaya giren ve maddenin yapısını ve maddeye hükmeden tüm fizik kanunlarını en küçük inceliklerine kadar bilen bilge bir insan, bu kişilerin yüzlerce seçenek arasından neyi seçip yapacağını bilemez. Çünkü kişilerin tercihleri, bedenlerinin yani maddelerinin o andaki konumlarının bir sonucu değildir. Tercihleri değerlendirirken görülen beyindeki elektriksel aktivite ise, bir bilgisayar işlemcisinde olduğu gibi, tercihe yönelik zihin jimnastiğinin sonucudur. Bu da iradenin fizik-ötesi bir şey olduğunu ve fizik kanunlarıyla beraber bedene hükmeden değişik bir varlık boyutu olduğunu gösterir.

İradenin yansıması için gerekli ön şart, canlılık yani hayattır. Cansız bir beden sadece fizik kanunlarına tabidir ve o kanunlar doğrultusunda hareket eder. Biri canlı diğeri cansız eş yumurta ikizi iki bedenin hareketlerini hayalen izleyen bir kişi, iradenin varlığını şüpheye yer bırakmayacak netlikte görür.

Önyargısız herkes, kendisini ‘tercih serbestliği’ olarak gösteren hür iradenin varlığını itiraf eder. İradenin mahiyetinin ve nasıl işlediğinin bilinmemesi, bu sezgisel hükmü değiştirmez. Varlık âlemini, gördüğümüz fizik âlemiyle sınırlayanların madde-dışı her şeye gözlerini kapamaları, hiçbir şeyi değiştirmez. Gözlerini kapatanlar, gündüzü sadece kendilerine gece yaparlar. Gözlerini kapatanların olması, dışarıdaki güneşe zarar vermez ve onun varlığına şüphe düşürmez. İlginçtir ki, iradenin varlığını kabul edenler de reddedenler de aslında bir ‘irade’ kullanmaktadırlar. Yine ilginçtir ki, akla uygunluk, gözlemlerle uyumluluk ve mantıki tutarlılık zemininde yapılan bazı fikir tartışmaları sonucu, kişiler kanaatlerini değiştirebilmektedir.

 

[1] Laplace, Pierre Simon, A Philosophical Essay on Probabilities, s. 4, translated from the 6th French edition by Frederick Wilson Truscott and Frederick Lincoln Emory, Dover Publications, New York, 1951.

[2] Walter Isaacson, Einstein – His Life and Universe, s. 391, Simon & Schuster, New York, 2007.