Acaba okulları dershaneye mi dönüştürsek?
Bir ülke düşünün ki devlet herkese bedava A marka cep telefonu veriyor. Ama nedense halk zar zor biriktirdiği parası ile B marka cep telefonu alıyor ve konuşmalarında onu kullanıyor. Böyle bir durumda, telefonlardan hangisinin daha kaliteli olduğundan şüphe edilir mi? Yine bir ülke düşünün ki B marka telefonlarını zorla A marka telefonlara dönüştürmek için, devletin en üst seviyesinde ciddi planlar yapılıyor ve kanun tasarıları hazırlanıyor. Bu ‘dönüşüm’ projesi için de ciddi bir teşvik bütçesi oluşturuluyor ve halkın kazancından ‘vergi’ olarak kesilen paralar bu akıl dışı projeyi fonlamak için kullanılıyor. Bu ülkede akıl mantık olup olmadığı sorusunu sormaya gerek var mı? Veya tüyü bitmemiş yetimlerin de hakkının bulunduğu kaynakların ne derece etkin ve verimli kullanıldığını? Demokrasi paketlerinin açıldığı bu günlerde, halkın kendi hür iradesiyle hiç kimseye hiçbir zararı olmayan bir ürün veya hizmeti almasının devlet tarafından engellenmesi ironisinin izahı mümkün müdür?
Biraz aklı olan der ki, devlet eğer B marka telefonların alınmasını istemiyorsa, o zaman çok daha iyi bir C marka telefon yapsın. Yüksek kaliteli C marka telefonların bedava verildiği bir ortamda hiç kimse düşük kaliteli B marka telefonları para vererek alacak kadar akılsız değildir. Böylelikle sorun demokratik bir şekilde hallolmuş olur ve B marka telefon imalatçıları kendi kapılarına kendileri kilit vururlar. Bunu yapmak yerine B marka telefonları A markasına dönüşmeye zorlayarak halkı köhne bir telefona mahkum etmek, akıl ve mantıktan nasipsiz bir ceberrut devletin hortladığının habercisi olur. Hele hele televizyonlarda halkın gözüne baka baka A marka telefonların ne kadar iyi olduğunu ve B marka telefonlara zaten rağbetin düşmekte olduğunu ve de A markaya dönüşüm taleplerinin zaten B marka üreticilerinden geldiğini söylemek, halkı akıl ve mantık muhakemesinden yoksun bir sürü zannetmektir. Böyle yasakçı bir ortamda açılacak demokrasi paketleri de ancak kargalara kahkaha sofrası olur.
Kaderin ne garip bir cilvesidir ki, yasakçı bir yaklaşımla uzun yıllar müzmin bir ‘problem’ yapılan ‘başörtüsü’ konusunun hürriyetçi bir yaklaşımla buharlaştığı bir zamanda, toplumun hiçbir problemi olmadığı ‘dershane’ konusu yine aynı yasakçı yaklaşımla hiç yoktan problem haline getiriliverdi. ‘Başörtüşü’ ve ‘dershane’ kelimelerinin yerlerini değiştirin; arkasında aynı yasakçı zihniyeti göreceksiniz. Keza, 5+3 yerine 8 yıllık kesintisiz eğitim ile Kur’an Kurslarının önünü tıkayıp İman-Hatip liselerinin orta kısımlarını kapatan ve de katsayı uygulaması ile İmam-Hatip liselerini kapanmanın eşiğine getiren yasakçı zihniyet ile Dersaneleri kapatan yasakçı zihniyet eşyumurta ikizleridir. Umarım demokrasi yaldızlarının dökülüp dayatmacı gerçek renklerin ortaya çıktığı ve eski despot devletin muhafazakar bir kisveye bürünüp hortladığı bir döneme girmiyoruz. Öyle görülüyor ki iktidar, muhalefet boşluğunu kendisini yükselten hürriyetçi zemini imha ederek kendisi doldurmaya ve adeta intihara başladı.
Bilgi ekonomisine geçişin hedep alındığı bu bilgi çağında bilgi toplumuna yakışan davranış, akıl ve mantık ışığında ilim pusulasıyla hareket etmektir. Üst düzey akıl ve mantıkların fonksiyonu, keyfi dayatmaları haklı göstermek için zorlama argümanlar üretmek ve arapsaçına rahmet okutan karmaşık çözümler sunmak olmamalıdır. Teşebbüs hürriyetinin temel bir hak olduğu demokratik bir cumhuriyette dershaneleri kapatmanın tek bir yolu vardır: halkın dershanelere ihtiyaç duymayacağı bir eğitim sistemini tesis etmek. Bunun dışında her şey anti-demokratiktir, dayatmacılıktır, acizliktir, ve devlet okullarındaki eğitimin kalitesizliğini ilan etmektir. Devlet dersanelere karışmasın, başka ihsan istemez. Ve devlet, artık reşit olmuş halkına çocuk muamelesi yapmaktan vazgeçmelidir.
Zaten amacı güya öğrencileri üniversitelere hazırlamak olan liselerin son sınıf öğrencilerinin sahte raporlarla okullardan ‘kurtardıkları’ zamanları değerlendirmek için dershanelere koşması ve çaresiz kalan Bakanlığın okulların son haftalarında devam zorunluluğunu kaldırmasının öğrenciler ve aileleri arasında bayram havası yaratması, MEB’e bağlı okulların kalitesi hakkında başka söze gerek bırakmamaktadır. Eğer liselerin tek amacı mezunlarını üniversiteye yerleştirmek ise (ki liselerin tek başarı ölçütü üniversiteye yerleştirdikleri mezun oranıdır) ve bu işi dershaneler MEB okullarından çok daha iyi yapıyorlarsa, o zaman dershaneleri MEB okullarına dönüştürmek yerine MEB okullarını dershaneye dönüştürmek çok daha mantıklı değil midir? Ve bunun aksini yapmak mantıksızlığın daniskası olmaz mı?
Mevcut MEB eğitim sisteminin iflasının itirafı anlamına gelecek olan böyle bir önerinin ciddiye alınmasıni elbette beklemiyorum. Ancak kurgulanan yeni sistemde belli şartları sağlayan dershanelere ‘okul’ statüsü verilecek olması ve öğretim ücretinin devlet tarafından ödenecek olması, bu önerinin pek de uçuk olmadığını gösteriyor. Şu iyi bilinmelidir ki ilk ve orta öğretimin tek çıktısı ‘sıralama’ olarak kaldığı sürece, sıralamada ‘avantaj sağlayan’ kurumlar olarak dershaneler ve özel öğretmenler rağbet görmeye devam edecektir – aile bütçelerini zorlayan maliyetlerine rağmen. Eğer dershaneler bir şekilde engellenirse – ki ihtimal vermiyorum – aileler çok daha yüksek maliyetli özel derslere yönelecektir. Bu durumda eşitlik sağlanmayacak, eşitsizliğin makası daha da açılacaktır. Yoksa özel dersleri de mi yasaklama yoluna gidilecek – bir zamanlar özel Kur’an derslerinin yasaklandığı gibi? Yabancı dil eğitiminde eşitsizlik yaratacağı ve MEB okullarının öğretemediği yabancı dili gayet iyi öğretip eşitsizliğe sebep olacağı için ücretli yabancı dil dershanelerine de herhalde kilit vurulacaktır. Tabi bu durumda herhalde ücretli bilgisayar kurslarını açık bırakarak yasakçı uygulamanin delinmesine izin verilmez. İktidar partisi mensupları da ana muhalefetin kendilerinden çok daha yasakçı olduğunu örneklerle göstererek teselli bulabilirler.
Eğitim Fakültelerinde öğrenciler derslerinden ziyade KPSS sınavlarına hazırlanmakta, ve kaldırılan harçların kat katını verip dershanelere gitmektedir. Dershanelere bu yönelişin sorumlusu öğretmen alımında tek kriteri merkezi sınavda alınan puan yapan ve adayları bu puana göre sıralayan MEB’den başkası mıdır? Belli ki MEB kendine bağlı üniverstitelerde verilen başarı notlarına güvenmemektedir. Keza, önceden tek olan SBS sınavını 3’e çıkararak dershanelerin neredeyse anaokuluna kadar yaygınlaşmasına sebep olan MEB değil midir? Eğitim fakültesi öğrencilerine ‘dershaneleri kapatma’nın modern ve demokratik yolu, öğretmenler adaylarını ders başarı notlarına, staj öğretmenlik performansına, ve ders vermeyi de içeren bir mülakattan alınan puana göre seçmektir.
Türkiye’de eğitimin ciddi sorunları olduğu ve eğitime neşter atılması gerektiği konusunda herkes hemfikirdir. Ama en büyük sorunun dershaneler olduğu ve işe oradan başlanması gerektiği konusunda bir mutabakat yoktur. Çünkü herkes biliyor ki dershanelerin varlığının sebebi mevcut eğitim sisteminin eksiklikleridir; dershaneler sadece yaratılan boşluğu doldurmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı, eğitimin dibe vurmuş ve amaçsız hale gelmiş olmasının müsebbibini arıyorsa, ‘devlet yanlış yapmaz’ anlayışını terkedip dışarıya değil önce kendisine bakmalıdır. Tek tipçi ve otokratik bir yaklaşımla yaz boz tahtasına çevirdiği eğitimin nasıl meyve veren bir ağaca dönüştürülebileceğinin ciddi hesabını yapmalıdır.
Örneğin OECD 2012 Raporuna göre, 15 yaş grubunun fen ve matematik bilgilerini gerçek hayata uygulama ağırlıklı son PISA sınavında, OECD ortalaması %9 iken, Fen ve Anadolu lisesi öğrencileri dahil Türk öğrencilerin sadece %1’i üstün performans grubunda yer almıştır. Bu fiyaskonun sebebi yoksa dershaneler midir? Problemin çözümü dershanelerin de devlet okullarına benzetilip eğitimin daha da devletleştirilmesi midir? Türkiye 2023 hedeflerine bu eğitim sisteminin yetiştirdiği insan gücü ile mi ulaşacakatır? Eğitimin en başarılı olduğu ve mezunların en girişken ve yaratıcı olduğu ülkelerde eğitim yerel bir olgudur ve farklılık esastır. Eğitimde merkeziyetçiliğin ve devletleştirmenin daha da pekiştirilmesi ters yönde ilerlemek değil midir?
Avrupa Parlamentosu 2006’da kişisel gelişim, sosyal katılım, aktif vatandaşlık ve istihdam için olmazsa olmaz bilgi, beceri, ve davranışlar olarak ‘8 Anahtar Yetkinlik’i adapte etmiştir ve bunlardan ilk ikisi anadilde ve yabancı dillerde iletişimdir. Yabancı dilden vazgeçtik, acaba öğrencilere Türkçe iletişim becerisi kazandırmak için MEB ne yapmayı planlamaktadır? AB anahtar yetkinliklerinde vurgu kritik düşünce, yaratıcılık, girişkenlik, problem çözme, rizk irdelemesi, karar alma, ve duyguları yapıcı bir şekilde yönetmektedir. SBS yerine uygulamaya konulan yeni ulusal sınavlarla bu 8 anahtar becerinin acaba hangileri ölçülecektir?
Eğer MEB bilgi çağında işlevsel olabilmek için gerekli bu anahtar yetkinliklerin pek de önemli olmadığını düşünüyorsa bir istatistiki bilgiye bakalım: Aydın Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlüğünce 2013’de 1628 işyeriyle yapılan anketlere göre her 100 işyerinden 29’unda açık iş vardır ve 100 işyerinden 47’si eleman bulmada güçlük çekmektedir. İşverenlerin %56’sına göre bunun temel sebebi yeterli beceri ve niteliğe sahip kişilerin olmamasıdır. Çalışanlarda öncelikle aranan özellikler yeterli mesleki bilgi (%77), takım çalışması becerisi (%59), iletişim ve ifade becerisi (%41) ve problem çözme becerisidir (%24). Dünya iş piyasasına bakılınca da benzer resimler ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de işsizlik oranı %10 iken işyerlerinin yeterli nitelikte eleman bulamıyor olması acaba MEB’in umurunda mıdır? Yoksa dershaneleri nasıl kapatabileceklerini düşünmekten bu tür ayrıntılara zamanları yok mudur? MEB, SBS yerine yılda 12 ulusal sınav koyarak ezberci sınav odaklı sistemi beceri odaklı bir sisteme dönüştürdüğünü ve eğitimde reform yaptığını mı zannetmektedir? Eğer MEB bu çok sınavlı sisteme geçilmekle dershanelere yönelmeyi önleyeceğine gerçekten inanıyorsa o zaman dershanelerle uğraşmayı bıraksın. Nasılsa kimsenin gitmediği kurumlar kendi kendilerine kapanacaklardır. Ama buna MEB kendisi de inanmıyor olacak ki dershanelerin işlevlerini Halk Eğitim’e yüklemeye hazırlanmaktadır. Bu yeni sistem ile okullar merkezi sınav yapılacak konulara odaklanacak, ve öğrencileri bu testlere hazırlayacaktır. Yani eğitim kurumları olması gereken okullar, dershanelere dönüşecektir.
Milli Eğitim Bakanlığı gibi bir kurumdan beklenen asgari şey ciddiyettir. Modern kampüslerde faaliyet gösteren özel okullardaki kapasitenin yaklaşık yarısı boş dururken hiç bir şey yapılmazken ve üstüne üstlük %8 KDV alınırken, apartman binaları arasında şıkışıp kalmış dershaneden dönme binalarda ‘eğitim’ görecek öğrencilerin okul parasını ödemeye kalkmak hangi mantığa hizmettir? Dışarıda yıllardır atama bekleyen isyan halinde onbinlerce öğretmen varken, dershanelerde görev yapan 50 bin cıvarında öğretmeni, hem de KPSS istemeden, işe almaya kalkmak, cinnet değilse bir basiret bağlanmasıdır. Bu girişim açıkça ‘sistemi felç etme veya sosyal infial yaratma pahasına bile olsa dershaneleri kapatacağız’ gözü dönmüşlüğünden başka bir şey değildir.
Eğitimde yapılmaya çalışılan ile sağlıkta özel kliniklerin sağlık sistemine entegre edilmesi karıştırılmamalıdır: sağlıkta gayet modern bir şekilde gönüllülük esas olmuş, hizmet alımına katılmayan kliniklerin kapatılması söz konusu olmamıştır. Hele kentsel dönüşüm hiç karşılaştırılmamalıdır: devletin, potansiyel ‘ölüm kapanlarını’ zorla güvenli binalara dönüştürmesi projesi anlayışla karşılanabilir, ve karşılanmıştır da. Dersaneler ne tür bir hayati tehlike arzediyorlar ki devlet kendine vazife çıkarıp kapatmaya kalkıyor? Dershane parasını ödeyemediği için ineğini satmak zorunda kalanlar ve hatta evine icra gelenler de vardır. Ancak kredi kartı borcumu ödeyemediği için icralık olanların sayısı binlerce kat daha fazladır. Bu maduriyeti asgari seviyeye indirmek için devletin kredi kartı limitlerine ve taksit sayısına sınır getirmesi anlayışla karşılanmiş ve ciddi bir muhalefet gelmemiştir. Ancak kredi kartı borcu yüzünden yaşanan maduriyetler ve hatta intiharlar nazara verip kredi kartlarını yasaklama yoluna gidilseydi, bugün büyük bir depremin artçı şoklarını yaşıyor olacaktık.
Eğer MEB bu akıl dışılığa son vermek ve bu kargaşadan yüz akıyla çıkmak isterse yapılacak bellidir: Demokratik bir ülkeye yakışır tarzda halk ile dershaneler arasından çekilmek ve dershaneleri devlet okullarına dönüştürme sevdasından vazgeçmek. Yoksa yıllarca içinden çıkamayacağı ve tüm enerjisini tüketeceği bir bataklığa saplanmış olur. Sonra da sakin bir kafayla en aykırı görüşleri de dikkate alarak dershanelere ihtiyaç bırakmayacak bilgi yükleme yerine beceri kazandırma odaklı bir sistem kurgulamak. Örneğin ilkokul mezunlarının kendi mahallerindeki ortaokula gittiği gibi, ortaokul mezunlarının da kendi mahallerindeki en yakın anadolu, meslek, veya dini içerikli bir okula gittiği bir sistem kurgulamak ve sadece küçük bir kesimi ilgilendiren özel ve (Galatasaray Lisesi gibi) özellikli okulların da kendi öğrencilerini kendi kriterleriyle almasını sağlamak. Böylece okullar arasındaki uçurumlar giderilirken ilk ve orta okullarda dershane ihtiyacı kalkar. Tabi bundan önce öğretmen, sosyal bilimler, vs gibi anlamsız lise türleri kaldırılmalı ve liseler çok programlı yapılarak farklı eğilimli ögrencilerin beklentilerine cevap verilmelidir. Lise öğrencilerinin dersanelere yönelmelerini azaltmanın yolu da üniversiteye giriş sisteminde köklü değişiklikler yapılmasıdır – üniversitelerin kendi giriş kriterlerini belirlemeleri, çoklu sınav sistemi ve yüklenen bilgilerden ziyade kazanılan becerilere ağırlık verilmesi gibi. Liselerde sanat ve spor faaliyetlerine ağırlık verilmesinin yolu, bu tür faaliyetlere katılımın belgelenmesi ve üniversiteye girişte bir karşılığının olmasıdır. Üniversite giriş sınavlarında WORD ve Excell gibi teknoloji bilgilerinin ölçülmesi, tüm öğrencileri teknoloji okur yazarı yapar ve dersaneleri de bilgisayar kursları veren beceri merkezlerine çevirir. Kazanılan mesleki yetkinliklerin bir karşılığı olması, tüm lise öğrencilerini sertifikalı bir beceri sahibi olmaya yönlendirir. Bir beceri kazanmış öğrencilerin ciddi bir kısmı da üniversiteye gitme ihtiyacı hissetmez.
MEB istatistiklerine göre, 2012-2013 öğretim yılında toplam 4 milyon 996 bin ortaöğretim öğrencisinden sadece 47 bini (yüzde 0.94) fen ve sosyal bilimler liselerinde öğrenim görmektedir. Bu elitik liselere girecek yaklaşık %1 öğrenciyi belirlemek için tüm ortaokulları 4 yıl boyunca kuru bilgi yükleme merkezlerine çevirmenin ve bedensel ve zihinsel gelişim çağındaki çocukları okul-dershane arasında mekik dokumaya mahkum etmenin akıl mantıkla izahı mümkün değildir. Genel akıl, tüm anadolu ve dönüştürmüş olan genel liselerin öğrencilere fen, sosyal bilim, sanat, spor ve yabancı dile yönelmelerine fırsat veren esnek bir müfredatla çok programlı liselere dönüştürülmesini gerektirir. Ayrıca, 96 bin (yüzde 1.92) öğrencinin eğitim gördüğü öğretmen liselerinin (ve 21 bin öğrencisi olan güzel sanatlar ve spor liseleri ile 1262 öğrencisi olan polis kolejlerinin) de varlığını izah etmek mümkün değildir. Öğretmenlik mesleğine ortaokuldan sonra yönlendirilmiş olanların daha iyi öğretmen olduğunu gösteren hiç bir veri yoktur. Aksine, ABD’de öğretmenlerin ilk 5 yılda mesleklerini bırakıp piyasada daha iyi işlere girmeleri gösteriyor ki çok yönlü yetişen öğretmenlerin geniş mesleki seçenekleri vardır ve daha mutlu olurlar. Tüm meslek liseleri de çok programlı meslek liselerine dönüştürülmeli, ve yerel ihtiyaca hitap eden bölümler açılmalıdır. Hatta genel lise öğrencileri meslek liselerinden mesleki derler alabilmeli, ve bir sertifika sahibi olması mümkün kılınmalıdır.
TBMM’nden hangi kararların hangi içerikle çıkacağının bir kişinin iki dudağı arasında olması, cumhuriyetimizin bir asırda eriştiği demokrasi seviyesini göstermesi açısından oldukça düşündürücüdür. Milletin vekili olması gerekenlerin de konu hakkında suskunluğu ve ortaya bir irade koyamaması medar-ı ibrettir. Yasama’nın ne karar vereceği Yürütme’den sorulmaktadır ve görülen o ki ‘kuvvetler ayrılığı’ sadece göstermeliktir. Bunun adı parti disiplini değil, millet vekillerinin iradesine ipotek konmasıdır. İpoteksiz bir demokraside, böyle tartışmalı kararların arefesinde hükümet üyelerinin değil, millet vekillerinin kapıları aşındırılır, ve kararın nasıl çıkacağı da vekillerin görüşleri alınarak tahmin edilir. Meşrutiyet dönemlerinde bile mebuslar çok daha otoriter ve yetkiliydi. Eğer millet vekillerinin nasıl oy kullanacaklarını parti başkanları belirleyecekse, göstermelik bir meclise ve 550 kişiye halktan hizmet için toplanan paralardan dünyanın maaşını ödemeye ne gerek vardır? Her parti başkanına kazandığı partinin kazandığı vekil sayısı kadar oy hakkı verilsin, yeter. Bu çarpık manzara bile önerilen Başkanlık sisteminin, dar bölge seçim sistemiyle birlikte (ülkenin nüfusa göre 550 bölgeye ayrılıp her bölgenin iki turlu seçimle bir vekil çıkarması, böylece yasamada adil temsil ve yürütmede istikrar sağlanması), demokrasi yönünde ne kadar büyük bir adım olacağını net olarak göstermektedir. Mevcut sistemde tek parti iktidarının genel başkanının sahip olduğu yetkiler, modern dünyada ABD başkanı dahil hiç bir Başkanda yoktur. Muhaliflerin bu konudaki akıl tutulması ve ezberci yaklaşımını anlamak mümkün değildir.
Bu günlerde kaderin garip bir cilvesine şahitlik ediyoruz: Dıyarbakır’da muhteşem bir akıl parlaması yaşandığı aynı anda Ankara’da garip bir akıl tutulması yaşanıyor. Belki eğitim konularını Ankara’da kapalı kapılar ardında homojen zihinlerle değil, Dıyarbakır’ın yaylalarında heterojen bir ekiple konuşarak genel kabul görecek parlak çözümler üretebiliriz. Genel akıl, A marka bedava telefon üreten devletin, halkın para vererek aldığı B marka telefonu yok etmesini değil, ondan öğrenmesini ve onu taklit etmesini gerektirir. Bunun da başlangıç noktası, miadını doldurmuş 657 sayılı kanunun kökten değiştirilip çalışanların kontratlı olduğu ve ücretlerin ve ücret artışlarının performansa dayalı olarak belirlendiği adil ve rasyonel bir personel sistemine geçilmesidir. Tabi KPSS puanıyla öğretmen alma akıl dışılığına son verilip öğretmenler ‘öğretme’ becerisine göre alınmalıdır – aynen dershanelerde olduğu gibi.
Halk ‘Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum; kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum’ demeden MEB aklını başına toplamalı ve halkla ve halkın çocuklarını göndererek güven sergilediği kurumlarla didişmeyi bırakmalıdır. Unutulmasın ki köşeye şıkıştırılmış uysal bir koyunun mağrur bir kurdu boynuzladığı çok vakidir.
Kaynak: Bu makalenin kısaltılmış bir versiyonu 19 Kasım 2013 tarihli Radikal gazetesinde yayınlanmıştır;
http://www.radikal.com.tr/yorum/okul_dershaneye_donsun-1161598