Bilgi Çağı ve Amerika’da Eğitimde Yeni Yönelimler

Dünya başdöndürücü bir hızla değişiyor. Bu değişimin motoru hiç kuşkusuz bilim ve teknoloji. Çağımızda insanları ve ülkeleri iki guruba ayırmak mümkün: Bu değişime öncüluk edenler ve ayak uyduranlar, ve bu değişim fırtınasını henüz idrak edemeyip kenarda şaşkınlıkla seyredenler. Neticede çağı yakalıyanlarla kaçıranlar arasındaki mesafe gittikçe büyüyor, aralarındaki uçurum derinleşiyor.

Dünya da bir insan gibi, bir gelişim süreci içinde. Dünya çocukluk çağında “tarım” devrini yaşadı. O çağda insanlarin ve ülkelerin zenginliği sahip oldukları toprak miktarı ile orantılı idi, ve zenginleşme hırsı yeni topraklara sahip olma tarzında tezahür ediyordu. Delikanlılık çağında dünya “endüstri” devrimini yaşadı, ve zenginliğin ölçüsü üretilen mal ve değer miktarı oldu. Hayat standartları hızla değişti, ve insanlar kendilerini eskiden hayal dahi edemedikleri bir çok şeye muhtaç halde buldular. Neticede büyük toprak sahibi insanlar ve ülkeler, sanayici ve sanayileşmiş kücük ülkelerden aldıkları mamul malları ödeyebilmek için kendi topraklarında gönüllü ırgat oldular.

Dünya şimdi olgunluk safhasinda, ve “information age” dediğimiz “bilim çağı”nı yaşıyor. Bilim ve teknoloji artık en çok rağbet edilen meta haline geldi, ve çağımızda “bilim zengini” insanlar ve ülkeler türedi.  Güç ve hakimiyyet bilime hükmedenlerin eline geçti. Bediüzzaman Said Nursi’nin ta 1930’da Sözler isimli eserindeki “Elbette nev’-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir” ifadesini zaman doğrulamış oldu.

ABD’nin bilim ve teknolojide liderliği tesadüfi değil. Kişileri sahalarında uzmanlığa hazırlıyan Lisansüstü (Master veya Profesyonel) ve ilmî araştırma becerisi ve üniversite hocalığı yeteneği kazandıran doktora eğitimine büyük değer veriliyor. Mesela 1999 yılında dört yıllık üniversitelerden mezun olan 1 milyon 173 bin kişinin yanında 419 bin kişi master, 79 bin kişi profesyonel, ve 46 bin kişi de doktora derecesi aldı.

Çağımızda ilmî araştırmalar en pahalı beyinlerle en modern ve pahalı tesislerde yapılmaktadır, ve maliyeti hayli yüksektir. Bu yüzden teknoloji geliştirme kuru lafla değil, ancak ciddi kaynak aktarımı ile mümkün olmaktadır. ABD’de araştırmalar için harcanan para yılda 200 milyar dolar cıvarındadır. İlmî araştırmalarda üniversiteler önemli bir yer tutmaktadır, ve bu miktarın yaklaşık 30 milyar doları üniversitelerdeki araştırmalarda kullanılmaktadır. Bizim üniversitemizin sadece 13,000 ögrencisi olmasına rağmen, araştırma bütçemiz 100 milyon dolar cıvarındadır.

Araştırmalarda üniversite-endüstri işbirliği de mühim bir yer tutmaktadır, ve üniversitelerde 1000’den fazla üniversite-endüstri işbirliği merkezleri bulunmaktadır. Teknoloji Park’ları da üniversite-endüstri işbirliğinde mühim bir yer tutmaktadır. Mesela birçok teknoloji firmasi araştırma merkezlerini benim mezun olduğum Kuzey Karolina Eyalet Üniversitesi’nin 4 bin dölümlük teknoloji parkında kurdular. Öğrenciler bu parklarda çalışarak hem para kazanyorlar, hem de ders kredisi. Üniversiteler her yıl bir kaç bin patent almakta, ve bu patentlerin özel şirketler tarafından kullanımından her yıl bir kaç yüz milyon dolar gelir elde etmektedirler. Ayrica, üniversitelerde geliştirilen teknoloji ile bir çok yeni firmalar kurulmaktadır.

İlk ve orta eğitim

ABD’de eğitime haliyle çok önem veriliyor. İnsana yapılan yatırım, en iyi yatırım olarak değerlendiriliyor, ve eğitime cömertçe kaynak aktarılıyor. Mesela benim yaşadığım Nevada eyaletinde, eyalet bütçesinin %53’ü eğitime ayrılıyor. Mecburi eğitim 6 yılı ilkokul, 2 yılı ortaokul, ve 4 yılı da lise olmak üzere 12 yıl. Yani herkes liseye gitmek zorunda. Ancak bu mecburiyet 16 yaşında sona eriyor. Yani kişi 16 yaşında okulu mezun olmadan terk edebiliyor. İlk, orta, ve lise eğitimi tamamen ücretsiz. Hatta ders kitaplarını da okul tedarik ediyor, ve okula öğrenci taşıyan araçların tüm masraflarını da okul karşılıyor.

ABD’nin eğitim düzeyi diğer gelişmiş ülkelere göre pek de yüksek sayılmaz. 2000 yılı itibariyle, yetişkin nüfusun %25’i lise mezunu bile değil, %30’u sadece lise mezunu, %25’i iki yıllık yüksek okul mezunu veya üniversiteden terk, ve geri kalan %20 de dört yıllık (veya daha fazla) bir üniversite mezunu. Yani yetişkin nüfusun sadece beşte biri üniversite mezunu.

Liselerde ders geçme sistemi var, ve öğrenci ilgi duyduğu sahada ders alıyor. Çok temel konular dışında, kimse  istemediği konularda ders almak zorunda değil. Mesela bir ögrenci matematiğe ilgi duymuyorsa o konuda ders almıyabilir, ve temel matematik bilgisiyle mezun olabilir. Matematik ve fene ilgi duyanlar ise bu konuda ileri dersler alabilir, ve bu dersleri üniversitede saydırabilir. Hatta bazı üniversite dersleri üniversite hocaları tarafından liselerde veriliyor, ve bu dersleri başaran öğrenciler üniversiteyi daha kısa zamanda bitirebiliyor.

Normal bir öğrenci liseyi 18 yaşinda bitiriyor. Ancak system gayet esnek, ve üstün başarılı öğrenciler sınıf atlıyabiliyor. Mesela bir öğrenci üçüncü sınıftan beşinci sınıfa geçebiliyor, ve liseyi 12 yaşında bitirebiliyor. Aynı esneklik üniversitede de devam ediyor. Mesela benim bir öğrencim normalde 4 yıllık olan makina mühendisliği bölümünü iki buçuk yılda bitirdi, ve 18 yaşında üniversiteden mühendis olarak mezun oldu.

ABD’de devlet ders kitapları ile uğraşmiyor. Bunu rekabet ortamı içinde tamamen özel sector yapıyor, ve okullar birbirinden güzel tamamen renkli kitaplardan beğendiğini kullanıyor. Öğrencilerin daha ilk okuldan itibaren eğitim ile ilgili dergilere abone olmalari teşvik ediliyor.

ABD’de özel sectör felsefesi “charter school” kavramı ile yavaş yavaş ilk ve orta eğitime de yayılıyor. 1992 yılında bir okul ile başlayan charter school’ların sayısı geçen ögretim yılında 2000’i aştı. Charter school’lar mevcut kanun ve yönetmeliklerin kapsamı dışında bırakılıp özel bir statüde kurulmuş devlet okulları. Deneme mahiyetindeki bu okullar özel bir şirket gibi neredeyse tam bir serbestiyete sahip (hatta bazılarında öğretmenlerin sertifikalı bile olması zorunluluğu yok), ancak neticelerinden hesap veriyorlar. Normal bir okulda ortalama öğrenci sayısı 500 iken, charter school’larda bu sayı 150. Bu okulu işletenlere bizde (Nevada eyaletinde) devlet öğrenci başına 3000 dolar veriyor. Okul eğer başarılı bulunmazsa, kapatılabiliyor. Bizim bölgemizdeki 4 charter school’dan birinin işleticisi Türk arkadaşlar.

Charter school’lar Türkiye ile ABD’nin eğitim felsefeleri arasındaki derin farkı ortaya koyması açısından enteresan: ABD’de devlet, eğitime yeni bir yaklaşım gelsin, yeni fikirler gelişsin ve uygulansın, eğitim sistemindeki tabu ve kalıplar gerekirse yıkılsın, ve eğitimin önü açılsın diye tam bağımsız özel okulların açılmasını teşvik ediyor, onlardan vergi almak şöyle dursun onların tüm masraflarını karşılıyor. Bizde ise yeni okul ve öğretmen ihtiyacı hat safhada olduğu halde özel okul açanlar potansiyel suçlu gibi zan altında bırakılıyor, Milli Eğitim’in köhnemiş programından zerre kadar sapma var mı diye müfredatları didik didik ediliyor, kapatma tehditleri altında hizmet vermeye çalışıyorlar. Vatandaşlarımıza Amerika’da Amerikan parasıyla Amerikalı çocukları eğitmek için okul açtırılması Türkler için bir iftihar tablosu, Türkiye için ise bir ibret levhasıdır.

ABD’nin teknolojide lider olmasının temelinde yatan mühim bir sebep sistemin insana güvene dayalı olmasıdır. Amerikalıar gayet iyi biliyor ki, bir ülke insanlarını ileri götürmez, tersine ülkeyi insanlar ileri götürür. Yani bir ülkenin kalkınması, ancak insanlarının topyekün kalkınması ile mümkündür. O yüzden ABD’de devletin yaptığı insanların önünü açmak, varsa engelleri ortadan kaldırmak, ve “haydi göreyim sizi” deyip tüm müteşebbisleri teşvik etmektir. Türkiye ise böyle bir kavrama dahi yabancıdır, ve her köşeden uçaklar ve füzeler kaldıran ve baş döndürücü bir hızla ilerleyen modern dünyayı hala lokomotifliğini devletin ve makinistliğini basiretsiz siyasilerin yaptığı hantal bir buhar treni ile devletin tam kontrolünde yakalayabileceğini zannetmektedir.

Fırsatlar ve hürriyetler ülkesi olarak bilinen ABD’de başka bir eğitim türü de “home schooling” denen “evde eğitim.” ABD’de bir milyondan fazla çocuk okula gitme yerine eve gelen öğretmenler tarafından özel olarak eğitiliyor. Bunu tercih edenler, ögrenme için okulların gerekli olduğuna inanmıyanlar, okullardaki eğitimin kişileri tek tipçiliğe yönelttiğini düşünenler, ve çocuklarını okullardaki kötü etkilerden muhafaza etmek isteyen aileler. İstatistiklere gore evde eğitilen ögrenci sayısı artıyor. Bazı dindar aileler de çoçuklarını bir kilise veya cami denetimindeki ücretli özel okullara gönderiyorlar. Ögrenciler burada normal dersler yanında dinlerini de öğreniyorlar, ve kendi dindaşları ile sosyalleşme fırsatı buluyorlar.

Üniversite eğitimi

ABD, üniversite eğitim sistemi ve eğitim imkanları açısından dünyanın gıpta ettiği bir ülke. ABD’de 2320 üniversite var. İki yıllık yüksek okulları da sayarsak, bu sayı 4096’ya çıkıyor. Özel okullar ABD eğitim sisteminde mühim bir yer tutuyor. Toplam üniversite öğrencilerinin üçte birden fazlası (3 milyonu aşkın öğrenci) özel üniversitelerde okuyor. Özel üniversitelerin yıllık harcamaları da 70 milyar dolar cıvarında – yani ekonomiye yılda 70 milyar dolar katkı sağlıyorlar. (Devlet üniversitelerinin yıllık harcamaları ise 120 milyar dolar cıvarında).

Amerikada ilk ve orta öğretim tamamen bedava olmasına rağmen, yüksek öğretim paralı. 2000 yılında yıllık ortalama okul ücreti devlet üniversitelerinde (eyalet sakinleri için) 3226 dolar, ve özel üniversitelerde 14,003 dolar idi. Bu rakamlara yeme, içme, ve yatma masrafları (ayda ortalama 700 dolar cıvarı) dahil değil. Ancak başarılı öğrenciler için bol miktarda burs imkanları var. Mesela bizim üniversite not ortalaması 4 üzerinden 3.5’i aşan tüm eyelet öğrencilere burs teklif ediyor. Ayrıca öğrencilerin part-time çalışarak ek gelir elde etmeleri gayet yaygın. Okul ücretleri bize biraz fazla görülse bile Amerika’daki gelir seviyesine göre pek fazla değil. Amerika’da ilk ve orta öğretimdeki bir ögretmenin ortalama yıllık brüt geliri 40 bin dolar cıvarında. Yeni mezun ögretmenler için bu rakam brüt 28 bin dolar. Profesörlerin yıllık brüt geliri ise devlet üniversitelerinde 75 bin, özel üniversitelerde 91 bin dolar.

ABD yüksek öğretim açısından dünyada bir cazibe merkezi, ve ABD’de üniversiteye gidebilmek dünyada bir çok gencin hayalini süslüyor. Üniversite kampüsleri bir çok kültürlerin buluştuğu ve kaynaştığı yerler. Mesela bizim üniversitede Türkiye dahil 80’dan fazla ülkeden 800’den fazla yabancı öğrenci var. Bu öğrenciler hem üniversiteler için muazzam bir gelir kaynağı, hem de Amerikan kültürünün benimsenip dünyaya yayılmasını sağlayan elçiler. İstatistiklere gore 2000 yılında ABD’de 515,000 yabancı öğrenci yüksek öğrenim gördü, ve bu öğrenciler ABD’de 8 milyar dolar harcadı. Yani, Türkiye’nin turizmden bir yılda elde ettiği geliri ABD yabancı öğrencilerden sağlıyor. Görüldüğü gibi, eğitim ihracı çağdaş bir ülke için itibar ile beraber mühim bir döviz kaynağı olabiliyor. Ancak böyle bir gelir ve itibar elde edebilmenin yolu dünya standardlarında eğitim sunabilmenin yanında, değişik kültürleri hoşgörü ile kucaklıyabilmek ve onları bir tehdit olarak değil bir zenginlik olarak görebilmekten geçiyor.

ABD’de üniversiteler bir özel şirket mentalitesi ile faaliyet gösteriyor. Biz mezunlarımıza “ürün” ve işverenlere de “müşteri” nazarıyla bakıyoruz, ve başarıyı müfredat programımızla değil, mezunlarımızın başarıları ile ölçüyoruz. Piyasada müsteri bulamayan bir ürünün üretimine nasıl devam edilemezse, mezunları iş bulamayan ve işverenler tarafından beğenilmeyen bir üniversitenin de uzun süre açık kalması düşünülemez. O yüzden üniversite yöneticileri ve öğretim üyeleri piyasa ile irtibat halindedir, ve piyasanın tenkit ve tavsiyeleri gayet ciddiye alınır. Gerekirse piyasayı tatmin için müfredat bile değiştirilir. O yüzden derslerde gerçek dünya ilişkilerine ağırlık vermek, endüstri ile ortak proje yapmak, ve öğrencilerin firmalarda part-time çalışmasına imkan sağlamak çok mühimdir.

Üniversiteler mezunları ile ilişkilerini devam ettiriyor, ve başarılı mezunların maddî destekleri üniversiteler için mühim bir gelir kaynağı oluşturuyor. Mesela,  HP’nin kurucuları Hewlett-Packard, Stanford University’ye 200 milyon dolar, adının açjklanmasını istemeyen bir kişi RPI (Rensselaer Polytechnic Institute)’e bu yıl 350 milyon dolar, McGovern ailesi MIT (Massachusetts Institute of Technology)’e 2000 yılında 350 milyon dolar, ve Kenan Şahin adlı bir vatandaşımız da yine MIT’ye 1999’da 100 milyon dolar bağışta bulundu. Böylelikle üniversiteler verdikleri kaliteli eğitimin ve mezunlarını memnun etmenin karşılığını fazlasıyla alıyorlar.  Bu bağışların büyük bir kısmı öğrencilere burs vermede ve ilmî araştırmaları desteklemede kullanılıyor. Şunu da belirtmekte fayda var, ABD’de kar amacı gütmeyen kuruluşlara (üniversite, kilise veya cami, hayır dernekleri gibi) verilen para vergiden mual tutuluyor, ve böylelikle teşvik ediliyor.

Üniversitelerin öğrenci yarışı

ABD’deki rekabet ortamı üniversitelerde de var. Orada lise mezunlarının derdi üniversiteye girmek değil (her mezunun girebileceği bir üniversite mutlaka var), seçkin bir üniversiteye girmek, ve hatta burslu olarak girmek. Orada telaşlı olan öğrenciler değil, öğrenci sayısının düşmesinden korkan üniversiteler, ve bunun hesabını vermek durumunda olan üniversite yöneticileri. O yüzden üniversite idaresinin en mühim görevlerinden biri liselere gidip üniversitenin reklamını yapmak, başarılı öğrencilere daha liseyi bitirmeden burs teklif ederek onları çekmeye çalışmak, ve öğrencilerin üniversiteyi tercih etmesini sağlamak.

Üniversiteler tercih edilmek için en iyi programları sunuyorlar, programları ihtiyaca göre değiştirip geliştiriyorlar ve artık rağbet görmüyen programları kapatıyorlar, en iyi hocaları ve idarecileri işe alıyorlar ve onların memnun kalması için gereken herşeyi yapıyorlar, her türlü tesisleri (laboratuvar, bilgisayar, spor, sosyal tesis, konaklama) modernize ediyorlar, kampüsü güzelleştiriyorlar, toplumda ve ülke çapında iyi bir isim ve yüksek bir itibar sahibi olmak için elden geleni yapıyorlar, ve üniversiteye leke getirecek her türlü skandal ve negatif yayından sakınıyorlar. Öğrencilerine de gayet iyi davraniyorlar ki öğrenciler kardeşlerine ve yakın çevrelerine üniversiteyi tavsiye etsin. Bizdeki üniversiteler ABD’de olsaydı, herhalde büyük bir çoğunluğu talepsizlikten boş kalırdı ve kısa zamanda kapılarına kilit vurulurdu.

Bir üniversiteye en iyi isim yapmasını sağlayan şey, başarılı öğrenciler ve mezunlar. O yüzden üniversiteler üstün başarılı lise mezunlarını alabilmek için burs teklifi yarışına giriyorlar, ve mezunlarını işe yerleştirebilmek için işverenlerle son sınıf öğrencileri arasında arabuluculuk yapıyorlar. Çünkü öğrencilerinin mezuniyette işe girme oranı, bir üniversitenin başarısı için önemli bir kriter.

Gençlik problemleri – terbiye felsefesi

ABD’de ilk öğretim gayet iyi ve başarılı, ama orta ve lise eğitiminde problemler var. Problemlerin kaynağı müfredat veya maddî kaynak sıkıntısı değil – genellikle öğrencilerin kendileri. Eğitim en modern şekilde, en modern binalarda, bilgisayar dahil en modern araç ve gereçlerle, ve en iyi şekilde yetişmiş dirayetli bir eğitim kadrosuyla yapılıyor. Ancak istikbali görmüyen gençlik heves ve hissiyatı çoğu kez akıl ve mantığın önüne geçiyor, ve öğrencilerin günlerini gün etme arzusu istikbal endişesinin önüne geçiyor. Öğrencilerin 16 yaşında ehliyet alabilmeleri ve kolayca araba sahibi olabilmekten gelen bağımsızlık, aile ve okul bağlarını zayıflatıyor.  Aile yapısının zayıflığı, ana-baba ve çocuklar arasındaki iletişimin yetersizliği, ve aile ve okuldaki disiplin problemleri durumu daha vahim hale getiriyor. Mesela ABD’de öğrencilerin liseden mezuniyet oranı %75. Bu oran Japonyada %99, Norveç ve Belçika’da ise %100.  İstiyen her lise mezunu üniversiteye girebildiği halde lise mezunlarının sadece %60’i üniversiteye girmeyi tercih ediyor, ve bunların da yarıdan daha azı (%45’i) dört yıllık bir üniversiteyi bitiriyor.

Türkiye ve ABD’deki gençlik sıkıntılarının temel kaynağı aynı kavram: hürriyet.  Türkiye’nin derdi aşırı baskı ve hürriyetsizlik, ABD’nin derdi ise aşırı serbestiyet ve neredeyse sınırsız hürriyet. Türkiye’deki baskı ortamı ve yasaklar gençlerimizin fikren gelişmesini engelleyip onları en küçük kararları dahi veremeyen “düşünce özürlü” hale getirirken ABD’deki aile ve toplum disiplininden yoksun aşırı hürriyet ortamı gençleri hislerinin, televizyonun, ve arkadaş çevresinin etkilerine maruz bırakıp onları heveslerinin esiri ediyor. Türkiye’de ailenin aşırı koruyuculuğu çocukların kendine güven, girişkenlik, ve insiyatiflerinin gelişmesini engellerken ABD’de “hayatı tanısınlar, hatalarından öğrensinler” düşüncesiyle erken yaşta gerçek hayat mücadelesine bırakılan çocuklar kendilerini alkol, esrar, hamilelik gibi altından kalkamıyacakları problemlerin içinde buluyorlar, ve büyük kısmı bu mücadeleden sonradan tedavisi çok zor yaralarla çıkıyor.

Türkiye’de ise adeta bir fanusta koruyarak büyüttüğümüz, mücadele becerisinden yoksun çocuklarımız, nihayet gerçek hayata girince haliyle afallıyorlar ve çok zorlanıyorlar.  Bir bakıma suistimal ettiğimiz şefkatimizin ertelenmiş cezasını çekiyorlar. Gerçek sevgi çocuğu hayattan korumak değil, çocuğu hayata hazırlamaktır. Bunun da yolu çocuğu hayatta mücadele edebileceği güçlüklere maruz bırakıp mücadele becerilerini geliştirmek, belli ölçüde rizke girip  hatalarından öğrenme fırsatı vermek, ve düştükten sonra kendi kendine kalkmasını öğrenmekten geçer.

Bir kısım gençlerimizin gıpta ile baktığı neşeli, hayat dolu Amerikan gençliğinin içi dışına çevrilse, ortaya çok daha farklı bir manzara çıkacaktır. Heves ve arzularını tatmin etmeyi hayatının gayesi yapan bir kişinin varacağı en son nokta nefsinin kölesi olup hayvanlaşmaktır. Kişinin nasıl bir hayat yaşayacağı elbette kendi bileceği bir iştir. Ancak bunlardan sayıları gittikçe artan bir kısmı bu süreçte vijdanlarını ve insanî hislerini tam kaybedip yılan ve akrep gibi başkalarına zarar ve ızdırap vermekten zevk alır hale geliyorlar ve toplum için bir tehdit oluşturuyorlar. Terbiye edilmeyen medeniyetin iki dünya savaşında kustuğu vahşeti bugün terbiye edilmeyen medeni gençler kusmaya başladı. İşte ABD’yi derin derin düşündüren bu tür kişilerdir, ve son zamanlarda okullarda, işyerlerinde, ve hatta otobanlarda kahkahalarla rastgele ateş açıp insan öldürmeler bu çerçevede değerlendirilmelidir.

Çocuklara kabiliyet tohumları ekilmiş bir tarla olarak bakacak olursak, Türkiye’de yabanî ot çıkar korkusuyla tarlayı hürriyet güneşi ile aydınlatmaktan ve fikir suyu ile sulamaktan çekiniyoruz, çıkan fidanları da asılsız evhamlarla hırpalayıp duruyoruz. Böylelikle cılızlık, fikir fakirliği, ve az gelişmişlik kaderimizi ellerimizle yazıyoruz. Ondan sonra da bizde niye Nobel ödülü alanlar, ilmî buluş yapanlar, dünya çapında yazar ve sanatkarlar çıkmıyor diye şaşırıyoruz. Cılız ağaçların bile büyümesine izin verilmeyen tarlalarımızda gözlerimiz çınar ağaçları arıyor. ABD’de ise tam tersi, tarladan çıkan herşey tarlanın parçası olarak görülüyor, ve çıkan her şeyi sevmek tarlayı sevmenin samimi bir ölçüsü olarak algılanıyor. Ama çıkan yabanî otlar zehirli meyvelerini verip faydalı bitkileri boğunca “aman biz ne yapmışız, koynumuzda yılan büyütmüşüz” deyip dövünüyorlar. Halbuki o tarlayı güzel bir meyve bahçesi yapmanın yolu hürriyet güneşini ve fikir suyunu bol bol vermek, ama iyi bitkileri şefkatle beslerken aralarda çıkmaya yüz tutan yabanî otları daha küçük iken terbiye ile itinayla tırpanlamaktan geçiyor.

ABD ile Türkiye’deki Eğitim Sistemleri Arasındaki Farklar

ABD ile Türkiye eğitim sistemleri arasındaki en bariz fark eğitim felsefesinde. Türkiye’de system genel olarak körü körüne ezberciliğe ve bilgi yüklemeye yani öğrenciyi robotlaştırmaya dayalı iken ABD’de system düşünmeye, sorgulamaya, öğrencinin yaratıcılığıni teşvik edip geliştirmeye, ve çok öğrenmekten ziyade öğrenilen bilgiyi kullanıp özdeştirmeye dayanıyor. Amerikada çok şey ezberleyip bilgisi ile ne yapacağını bilmeyen kişiye değil, az da olsa bilgisi ile ne yapılabileceğini bilen “düşünen” kişilere değer veriliyor. Çünkü bilgisayarlar da bilgi yüklü, ama onlarin bile “düşünen” kişilerin elinde bir değeri var. Bizim öğrencilerimiz testlere girip geçme konusunda gayet uzmanlar. Ama bu becerinin kime ne faydası var? Hangi işveren bir kişiye bu becerisinden dolayı iş verir? Öğretmenlerden beklenen kimin geçip kaldığına karar veren kapıcı olmak değjl, genç dimağları şekillendiren eğitimci olmaları.

Amerika’da eğitim sisteminin başka bir özelliği dinamik ve esnek olması, ve değişime açık olması. Hızla değişen dünyamızda ihtiyaca cevap verebilmek için bunun zaten böyle olması gerekir. Sistemin özelliği öğrenciyi merkeze koyması, ve herşeyin öğrenciye daha iyi hizmet verebilme gayesine yönelik olması. Bunun neticesi olarak müfredat programları gayet esnek, ve kişi bir danışmanın gözetiminde kendine en uygun programı oluşturabiliyor. Üniversitelerde bölüm değiştirmek, veya bir üniversiteden başka bir üniversiteye geçiş yapmak, veya okula bir kaç sene ara verip sonradan tekrar dönmek gayet kolay.  Mesela üniversitemizde mühendislik fakültesine gelen öğrencilerin yarıya yakını bölüm belirtmiyor (makina, inşaat, veya elektrik gibi), sonradan sevdiği bölüme kaydını yaptırıyor. Öğrenci bir sene sonra isterse başka bir bölüme kaydını transfer ediyor. Bunun formalitesi de bölümünden dosyasını alıp gideceği bölümün sekreterine vermekten ibaret. Sistem ders geçme sistemine dayandığı için herkes öğretimine kendine uygun bir hızda devam ediyor: Kimisi 4 yıllık bir üniversiteyi 3 yılda bitirirken kimisi de 5 hatta 6 yılda bitiriyor.

Hızla değişen dünyada üniversite mezunlarının da rolleri değişiyor. Mesela eskiden herkes genellikle öğrenim gördüğü konuda bir işe girer, ve öyle bir işten emekli olurdu. Ama şimdi ihtiyaç olunca meslekler arası geçiş gayet yaygın. Mesela bir mühendis bir fabrika veya mühendislik bürosunda çalışabildiği gibi, bir bankada, borsada, film çekiminde, veya mezun olduğu branştan başka bir mühendislik dalında çalışabiliyor. Mesleklerin bile hızla değiştiği bu zamanda artık kişinin işsiz kalmamak için gerektiğinde yeni bir mesleği öğrenmesi gerekiyor. Yani kişilerin mezuniyetten sonra “ömür boyu öğrenme”ye hazır olmaları gerekiyor. Bu dinamik ortamda eğitici olarak bizim görevimiz de öğrenciye çok şey öğretmekten ziyade “öğrenmesini öğrenme”sini sağlamamız, ve mezuniyet sonrası eğitim programlarına katılmarını teşvik etmemiz. Bu değişen ortamda mutluluğun sırrı insanın sevdiği şeyi yapması, yaptığı şeyi sevmesi, ve böylelikle hiç çalışmak zorunda kalmaması.

Eskiden problemler nisbeten basit idi, ve kişiler tarafından çözülebiliyordu. Ama modern dünyada problemler de çok karmaşık oldu, ve çözümleri takım çalışması gerektiriyor (hala ülkenin hatta dünyanın problemlerini tek başına çözebileceklerini zannedenlerin kulakları çınlasın). Yazılı ve sözlü iletişim de bu bilgi ve iletişim çağında daha büyük bir önem arzediyor. Ayrıca sorumluluk verilen kişilerin karşılaşılabilecek problemleri sadece rapor etmeleri değil, çözmeleri bekleniyor. O yüzden son yıllarda okullarda takım halinde çalışma alışkanlığı kazanmaya, rapor yazmaya, proje çalışmalarını kalabalık önünde sunmaya, ve problem çözmeye ağırlık veriliyor. Hızlı değişen dünyamızda meslek kuruluşlarının sunduğu mezuniyet sonrası eğitim özel bir önem arzediyor, ve o yüzden öğrencilerin bu tür meslek kuruluşlarına üye olmaları ve faaliyetlerine katılmaları teşvik ediliyor. Ayrıca başta bilgisayar olmak üzere bir mesleğin icrasında kullanılan modern aletlerin kullanımını öğrenmek de okullardaki eğitimin parçası olması gerekiyor.

Tek tipçilik-çok renklilik

Devletçiliğin hakim olduğu ve herşeyin devlet için yapılıp devletten beklendiği zamanlarda tek tipçilik yaygın idi, ve belli bir norma uymuyanlar dışlanırdı. Ancak teknolojik gelişmenin ve onun motoru olan yaratıcılığın ön plana çıktığı modern dünyada yeni gelişmeler fikirlerin çarpışmasından doğduğundan değişik olma ve farklı düşünme teşvik ediliyor, ve sık sık “brain storming” denen fikirlerin ortaya atılıp değerlendirilmesi toplantıları yapılıyor.

Değişik olmayı ve serbestiyeti teşvik için olsa gerek, ABD’de okullarda üniforma giyme  olayı yok, ve ilkokul öğrencileri bile okula günlük kıyafetleri ile geliyorlar. Ancak bazı özel okullar (bilhassa bir dinî kuruluş ile bağlantılı olanlar) üniforma şartı koyabiliyor. Giyim serbestisi ögretmenler ve üniversite hocaları için de geçerli, ve biz derslere kısa pantolon ile dahi giriyoruz. Bu öğrenci-öğretmen arasında laubaliliğe ve saygısızlığa yol açmıyor, aksine yakınlaşmaya sebep olup bilgi akışını daha da arttırıyor. Akla gelebilecek olan ABD’deki okullarda başörtüsü yasağı olup olmadığı sorusuna değinmek dahi istemiyorum, çünkü böyle bir şey onların hayallerini dahi aşar. Amerikalılar eğer mesele yapılmazsa mesele olmayan, çalışma şevkini kırıp verimliliği azaltan, ve toplum barışını bozan şeylere zaman ayırsaydı, yani havanda su dövseydi, herhalde bizden daha fazla saat çalışmadıkları halde bizim neredeyse 10 katımız ücret almazlardı.

ABD çok kültürlü bir toplum, ve muhtelif kültürlere rağmen toplum barışını muhafaza edebilmesi gerçekten takdire şayan. Amerikalılar çok kültürlülüğü bir tehdit değil, bir zenginlik olarak görüyorlar, ve belli bir kültür mensuplarını rencide edecek her türlü davranıştan kaçınıyorlar.  “Diversity” veya “çeşitlilik” üniversitelerde dahi mecburi ders olarak okutuluyor, bu da ABD’nin kültür toleranssızlığına ne kadar toleranssız olduğunu gösteriyor. Bu yüzden başka bir din, ırk, ve kültür mensuplarını rencide edici şeyler söylemek saygısızlık sayılıyor ve yadırganıyor. Kültürlerini arttırmaları ve ufuklarını genişletmeleri için lise veya üniversite öğrencilerinin yabancı ülkelerde bir semestir veya bir yıl okumaları teşvik ediliyor. Öğrenciler geri dönünce derslerini rahatça aktarıyor, ve zaman kaybına uğramıyor. Öğrencilerin global düşünmeleri, dünyadan haberdar olmaları, ve yabancı dil öğrenmeleri teşvik ediliyor, ancak bu konuda pek başarılı oldukları söylenemez.

Eğitimde yenilikler 

ABD herşeyde olduğu gibi eğitimde de daha iyinin arayışı içinde, ve son 20 yılda eğitimin kalitesinin arttırılması için birçok araştırmalar yapıldı, raporlar hazırlandı, yeni uygulamalara gidildi, ve eğitime daha çok kaynak aktarıldı. Bu çalışmalar için bir çok “eğitim araştırma ve geliştirme merkezleri” kuruldu. Bu etapta sınıflardaki ögrenci sayısı azaltıldı. Mesela Nevada eyaletinde ögrenci sayısı 20 kişinin altında tutulmaya çalışılıyor.

ABD’nin en büyük problemlerinden biri yeni mezun öğretmenlerin sadece %60’ının öğretmenlik mesleğini seçmesi, ve yeni öğretmenlerin %40’ının ilk beş yıl içinde mesleği bırakması. Doğan öğretmen açığını kapatmak için son yıllarda çalışma şartları iyileştirildi, maaşlar arttırıldı, ve başka avantajlar sağlandı. Matematik ve fen gibi branşlardaki öğretmen açığını kapatmak için eyaletler adeta rekabet içinde. Mesela bazi eyaletler belli şartları sağlayan öğretmenlere 20 bin dolara varan kontrat imzalama bonusu veriyorlar.

Araştırmaya göre öğrencilerin okuldaki başarısını etkileyen en mühim etken ana-babanın tahsil ve sosyal durumları. Eğitim araştırmalarının ortaya çıkardığı en önemli iki gerçek ise şunlar:

1  Öğrenme sadece gerçekleri hafızaya yerleştirmek değil, birbiriyle ilişkili gerçekleri bağdaştırabilmektir. Bilginin olgunlaşması ve yer etmesi öğrencilerin “bilgi ağları” veya “ilişkili gerçekler dizeleri” geliştirmelerine bağlı. Bu yüzden öğrenme ve öğretme eskiden zannedildiğinden çok daha komplike bir olgu. Öğrenme, bilgileri birbiri ardına sıralama değil, bilgilerle gittikçe genişliyen anlamlı bir ağ oluşturma olgusudur.

Eğitime yeni uygulanan bu “cognitivism”e göre, zihin bilgileri tekrar tekrar işlemden geçirir ve kendi imaj ve raflama sistemlerini oluşturur. Bilgiyi tutmak ve işlemek için, insanlar yeni bilgiyi zihinlerindeki ilgilli bilgi ağlarına bağladıkları, çağrışımlı yapılar oluştururlar. Bilginin önemi var. Tecrübelerin de önemi var. Ama en önemli olan, ilgili bilgi ağları ile tecrübeleri birbirleriyle bağdaştırabilme kapasitesi. Kişinin bir konu veya faaliyetteki uzmanlığı bu yapıların koplikeliği ile bağlantılıdır. Bir şeyi iyi bilmek, sadece ilgili temel bilgileri yutmakla değil, aynı zamanda o bilgiyi birçok durumlarda faydalı olabilecek tarzda organize edebilme kabiliyetiyle de yakından alakalıdır.

2 Öğrenciler öğrenmeye sosyal ve kültürel bir içerik içinde yaklaşırlar, ve yeni öğrendikleri şeyleri kendi kültürel bilgi ve tecrübeleriyle bağdaştırmaya çalışırlar. Bu yüzden, öğrenenlerin kültürel altyapılarına duyarlı olan, ve bu kültürel altyapıyı bir kuvvet ve kaynak olarak gören bir öğretme sisteminin başarılı olma şansı çok daha yüksektir, ve öğrencilerin öğrenme kapasitelerini daha büyük ölçüde değerlendirir.

Amerika Makina Mühendisleri Odası ikinci Başkanı Jeffrey Leaf, ABD’deki eğitim felsefesi ve vizyonunu su ifadelerle özetliyor: “Öğrenciler ezberlemeye değil, analiz ve sentez yapmaya teşvik edilmelidir. Öğrenciler, ezberlenen bilgileri tekrarlama becerisini değil, bilgiyi problem çözmek için uygulayabilme yeteneklerini göstermelidirler. Eğitim programı, muhteviyatına göre değil, neticelerine göre değerlendirilmelidir. Müfredat, öğrencilerin kritik düşünme ve problem çözme becerilerini pekiştirmeli, ve öğrencileri bu teknolojik toplumdaki günlük hayatta ihtiyaç duyduklari becerileri kazandırmalıdır.”