Varoluş Amacına Uygunluk Olarak Adalet

Bilim ve Varoluşta Adalet

Varlıkların yapılarında açıkça gözlemlenen sanatlı incelik, ölçülü düzgünlük, tam ölçülülük, mükemmel uyumluluk, uyumlu fonksiyonellik, bir amaca yöneliklik, azami faydalılık, israfsızlık, yüksek düzen ve hassas denge her şeyin ilim, irade, amaç, hikmet ve adaletle yapıldığını gösterir. Varlıklar adeta gözle görülmeyen ilim, hikmet ve adalet iplikleriyle dokunmuş, sonra da elektron, proton ve nötron parçacıklarından oluşan atomlarla örülerek görülen alemde arz-ı endam etmişlerdir. Maddesi bir gramın milyarda biri kadar olan bir hücre içinde yüz yılı aşkın süredir yapılan ve hâlâ yapılmaya devam edilen araştırmaların ve yazılan ciltler dolusu kitapların da gösterdiği gibi, madde alemi ilim, irade, hikmet ve adalet gibi geniş mana alemlerine kıyasla ancak bir matris ve ince bir kılıftır. Ve esas olan madde değil, maddeden süzülen ve ancak akıl ve vicdan gözleriyle görülebilen manadır.

Mevcut fen bilimleri ve bu bilimlerin zaman içinde bir ağaç gibi yeni sahalara dal budak salması, her şeyin bir amaç ve faydaya yönelik olarak yüksek bir ilim ile yapıldığının kanıtıdır. Son yıllarda önemi gittikçe artan ekoloji de varlık aleminde hassas bir dengenin varlığını ve bu dengeyi korumanın hayatî önemini açıkça ortaya koymuştur. Bu da evrende her şeye nüfuz eden yaygın bir adaletin hükmettiğini ve adaletin mülkün temeli olduğunu teyit etmektedir. Milyonlarca bitki ve hayvan türünün bir ölçü ve birbirini tamamlayan bir bütünlük içinde ve sürdürülebilir şekilde varlıklarını devam ettirmeleri makro boyutta adaleti; varlık aleminin bir denge içinde sürekli olarak tazelenip yenilenmesi de adalet içindeki güzelliği ve cazibeyi parlak bir şekilde göstermektedir.

Bilim ilerledikçe ve eleştirel bakış açısı yaygınlaştıkça daha net olarak görülmektedir ki, varlık aleminde hikmetsizlik yani abesiyet yoktur. Her şey anlamlı bir görev ifa etmekte ve bir boşluğu doldurmaktadır. Her varlık, varoluş gayesine uygun meyillerle donatılmış ve hazlı bir sevk ve şevk ile harekete geçirilmiştir. Bazen birbiriyle çelişen ve çatışan bu farklı meyilli varlıkların bir arada denge içinde var olması, adalet ile olur. Varlıkların bir kısmının haddi aşıp başkalarının hareket sahalarını daraltması ve bütün içindeki hassas dengeleri tehdit etmesi, başkalarının hakkına bir tecavüz ve bir zulümdür. Meyillerin doğal mecraları içinde akmasının engellenmesi, gerilim doğurur. Gerilim de huzur ortamının yerini çatışma ortamına bırakmasına sebep olur. Olası çatışmayı ve zulümleri önlemenin yolu adaletin esas alınıp gerilimlerin giderilmesi ve varlıkların bir denge içinde gelişimine uygun ortamın tesis edilmesidir.

İnsanların eğitim ve aklî gelişmişlik seviyesi arttıkça, görüş ayrılıkları azalmakta ve dünya çapında daha geniş bir görüş birliği sağlanmaktadır. Örneğin bir zamanların en ateşli tartışma konusu olan Dünyanın yuvarlaklığı bugün sıradan bir bilgidir. Bilim ışığıyla bakıldığında bilgi eksikliği ve yanlış bilgiden kaynaklanan fikir ayrılıkları sona ermekte, aklın tatmin edilmesiyle genel bir ortak anlayış oluşmaktadır. Bu duruma çarpıcı bir örnek, Erzurum’un türbeleri ve yokuşlarıyla meşhur Abdurrahman Gazi mevkiidir. Halk arasında bu bölge, duran arabaların kendi hâllerine bırakıldığında yokuş yukarı gittiği rampasıyla bilinir. Görenleri hayrette bırakan ve fizik kanunlarını göz göre göre ihlâl ediyor görünen bu hâdiseyi, kimi keramet olarak tarif eder, kimi de manyetik alanla izah etmeye çalışır. (Nedense arabayı çektiği iddia edilen bu alanın, para gibi metallere hiç etki etmemesini kimse sorgulamamaktadır.) Aklını yeterince eğitmeyen ve sorgulamayan insanların tevatürlere ve gözlerine olan itimatları bazen o kadar güçlü olabilir ki, göz yanılması gibi diğer makul açıklamaları düşünmezler bile.

Abdurrahman Gazi mevkii, coğrafik açıdan ilginç bir topoğrafyaya sahiptir. Yola paralel konan basit bir su terazisi gösterecektir ki, yokuş olarak bilinen o yol aslında iniştir ve arabaları hareket ettiren şey de diğer inişlerde olduğu gibi yerçekiminden başka bir şey değildir. Burada aslında bir algı ve görme yanılsaması olabileceğine kimse pek itibar etmemekte, fizik kanunları yalancılık ithamına maruz kalmaktadır. Eğer bu kanunların dili ve bilinci olsaydı, adalet talebiyle bu insanları mahkemeye verecekti. Mahkeme de âdil bir karar verebilmek için, her iki tarafın doğruluk ve tarafsızlığını kabul edeceği su terazisi gibi şahitlere müracaat edecekti. Aklın bilim ışığıyla gördüğü bu manzara karşısında, insaf sahibi insanlar gözlerine güvenmekle haksızlık ettiklerini görecek ve doğruluğa kanaat edeceklerdi. Benzer şekilde, bir duvarın eğik veya doğru olduğu konusunda bir fikir ayrılığı olduğunda, sarkıtılan basit bir duvarcı şakulü bu fikir ayrılıklarını giderecek ve herkesi aynı görüşte birleştirecektir. Burada önemli husus, aklın ve vicdanın birlikte tam tatmin olması ve itiraz edilecek bir noktanın kalmamasıdır.

Varlıklara ve olaylara bildiğimiz fiziki ışıkla bakıp sadece dış yüzlerini görme yerine onların derinliklerine nüfuz eden fizik-dışı ilim ışığıyla bakıp iç yüzlerini görebilmenin verdiği memnuniyet ve haz, görme özürlü bir kişinin gözlerinin açılıp dı dünyayı seyredebilmeiden doğan haz ve heyecandan aşağı değildir. O yüzden ilim tahsil etmenin önemli bir boyutu, kişinin akıl ve fikir aleminin inşası, imarı ve aydınlatılması, ve kişinin insan olarak yücelmesidir.

Fizik Kanunları ve Sosyal Kanunlar

Dünyanın problemli yerlerinde kalıcı huzur ve barışın tesis edilmesi için yapılması gereken şey, öncelikle insanın doğasının ve adaletin ne olduğunun bilinmesi ve temellerin bu bilgiler üzerine atılmasıdır. Tek başına ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olan ve bu yüzden toplu yaşamaya mecbur olan insan ‘ben’ merkezlidir ve dolayısıyla bencilliğe meyillidir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zatını sever; başka her şeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden [ayıplardan] tenzih ve tebrie eder [paklar]. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder [tapar] tarzında, şiddetle müdafaa eder.” Yani insanda kusurlarını görmeme, menfaatini gözetme ve haksız bile olsa kendini haklı çıkarma meyli vardır. Keza, insan hazır küçük bir ücreti, ilerideki büyük bir ödüle tercih eder.

Hayvanlardan farklı olarak insanların his, hırs ve heveslerine sınır konmamıştır. O yüzden, ilişkilerde ve mal ve hizmet değişiminde zulüm ve tecavüzler meydana gelir. Bu zulümlerin önlenmesi için adalete ihtiyaç vardır. Ancak hırs ve menfaat gibi hislerin baskısı altında olan ve çok defa nefsin avukatlığını yapan bireysel akıl adaleti idrakte zorlanacağından, ortak bir akla ihtiyaç vardır. İstişareden doğan böyle ortak bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Avusturyalı filozof ve yazar Elias Canetti’nin dediği gibi: “Adalet, paylaşma ihtiyacını görmekle başlar. En eski kanun bunu düzenleyendir ve bu, bugün de hâlâ en önemli kanundur.” Ancak kanun adalet demek değildir ve İngiliz romancı William McIlvanney bu ince noktaya şöyle dikkat çeker: “Kanun, adalete sahip olamayacağımız durumlarda, sahip olduğumuz şeydir.

Nasıl evrendeki fizik kanunları, kapsamlı bir evrensel iradeyi yansıtıyorsa, öyle de demokrasinin doğru işlediği ülkelerde kanunlar o ülkede yaşayan insanların ortak iradesini temsil eder. O yüzden, akıllar gelişip adalet anlayışı derinleştikçe kanunların değişmesi doğal bir süreçtir.

Bilimi evrensel kılan özellik, her bilim dalına ait kanun ve prensiplerin sağlam ve parlak akıllar tarafından önyargısız araştırmalarla keşfedilmiş olmasıdır. İnsanların yaptığı şey, varlık ve olaylarda parıldayan ilim ışığını fark edip ifadelendirmek, daha sonra da bu bilgileri yeni sahalara uygulamaktır. Temel bilimlerdeki ilerlemeler, içe doğma olarak ifade edilen sezgi ve eleştirel bakış açısıyla yapılan gözlemlere dayalı akıl yürütmenin birlikte hareket etmesiyle mümkün olmaktadır. Bu açıdan, bilim insanları kâşif, buluşçu mühendisler ise mucit nitelikleriyle donatılmış kimselerdir. Kâşif bilim insanlarının yaptığı şey, bilimi icat etmek değil, keşfetmektir. Bu açıdan keşiflere yönelik bilimin kaynağı sadece akıl değildir. Keşiflerin gerçek olup olmadığının test edilmesini tetikleyen şüphecilik, bilimde önemli bir kontrol mekanizmasıdır. Zira araştırmalar esnasında bilim, bireysel görüş ve önyargılarla karıştırılabilir. Bu yüzden, ortaya yeni konan bilimsel bulguların muhakeme edilmesi ve belli testlerden geçirilerek ayıklanması gerekir. Bilim ancak bu sürecin sonunda evrenselleşir ve bireysel veya ulusal olmaktan çıkıp evrensel bir nitelik kazanır.

Adalet Duygusu ve Vicdan

Adalet, vicdanlarda rıza ve kanaat hissini uyandıran bir güzelliktir; ve her güzellik gibi, bir huzur ve haz kaynağıdır. Zıddı olan zulüm ise, vicdanların itiraz ve isyanına sebep olan bir çirkinliktir; ve her çirkinlik gibi, bir huzursuzluk ve ısdırap kaynağıdır. Bu durum kişisel, toplumsal ve insanlık vicdanları için de böyledir. O yüzden bir işin adalete uygunluğu kişi, toplum ve insanlık vicdanındaki yansımasından belli olur – garaz ve menfaat hisleri ön plana çıkıp vicdan terazisini baskı altında tutmadığı sürece.

Nasıl merak ve ilim öğrenme hissinin insandaki muhatabı akıl ve zihnin ilgili kısımları ise, adalet hissinin kaynağı ve muhatabı da vicdandır. Bu yüzden, adalet akıldan ziyade vicdanla tartılır. Rus yazar Aleksandır Soljenitsin’e göre: “Adalet vicdandır; ferdî bir vicdan değil bütün insanlığın vicdanıdır. Kendi vicdanlarının sesini net olarak tanıyanlar, genellikle kamu vicdanının sesini de tanırlar.” Adaletin sembolü terazidir, ancak bir şeyin adalete uygun olup olmadığını gösteren şakul veya su terazisi gibi fizikî teraziler söz konusu değildir. Kendisi madde-dışı yani mana olan adaleti tartan vicdan terazisi de manadır. O yüzden ontolojik olarak adalet de ilim gibi hissedilir; ama beden gözüyle görülemez ve başkalarına gösterilemez.

Örneğin adaletle hükmeden yöneticileri insanların nazarında yücelten adillik niteliği, bu âdil kişilerin atom veya moleküllerinden kaynaklanmamaktadır. Zira insan bedeninin temel yapıtaşları olan karbon, azot, hidrojen ve oksijen atomlarıyla atomlar arası bağlar, âdil olsun zalim olsun herkeste aynıdır. Parçalarında olmayan bir şey bütününde olamayacağına göre, insanlarda varlığı görülen adalet ışığı insanın maddesinden değil, aynen elmasın göz kamaştıran pırıltılarının elmas atomlarından değil de dışarıdaki bir ışık kaynağından geldiği gibi, dışarıdan gelir. Bu yüzden, nasıl ilim ve aklın ne olduğu en kolay şekilde cehalet ve akılsızlık üzerinden tarif ediliyorsa, adalet ve vicdan dahi, daha ziyade zıtları olan adaletsizlik ve vicdansızlıkla bilinir. Eğri olan bir duvar, su terazisi ile kolayca belirlenen yerçekimi hatlarını referans alan gözü rahatsız eder. Benzer şekilde, hukuka aykırı eğri bir davranış da bozulmamış bir vicdanda vicdan terazisinin ibresini denge konumundan saptırarak vicdanı burkar. Adaleti sağlayan davranış, vicdandaki bu burkulmayı gideren ve vicdan terazisini tekrar denge hâline getirip rahatlatan davranıştır.

Adaletin kaynağı hakkında ileri sürülen birçok teoriden biri, onun insan doğaından kaynaklanan ve içten gelen bir his veya içgüdü (instinct) olduğudur. Bu görüşü destekleyen gözlemlere dayalı veriler de vardır. Adalet sıfatlarıyla tanınan insanların özelliği, adalet ışığı için kuvvetli bir alıcı konumunda olmaları, çevredekilere huzur ve güven veren bu ışığı hâl ve hareketlerine yansıtmalarıdır. Bu da evrende madde ve zamandan bağımsız yaygın bir adalet katmanının var olduğunu gösterir. Eski Yunanlılar bile bu manayı hissetmişler ki bu katmanı ‘adalet tanrıçası’ Dike (Lustitia) olarak kutsallaştırmışlardır.

İnsan fıtraten meraklı bir varlıktır ve yeni şeyler öğrenmeye meyli ve şevki vardır. Hayvanlardan farklı olarak, insanlarda bildiğimiz maddî mide ile beraber çok sayıda mana mideleri vardır. Akıl ve adalet, bu midelerin önde gelenlerindendir. Akıl midesinin gıdası ilimdir ve aklen gelişkin bir insanın aklıyla ilim yemekten yani yeni şyler öğrenmekten aldığı haz, ağzıyla yediği lezzetli bir yemekten aldığı hazdan daha az değildir. Beden midesi belli bir miktar yemek yedikten sonra doyar; ve yemeğin miktarı biraz kaçırılırsa rahatsız olur. Akıl midesi için ise bir sınır söz konusu değildir. Ömür boyu ilim yese yine doymaz. Hatta yedikçe aklen daha da gelişir ve daha çok yemek ister. Böylelikle hayat bir ilim ziyafeti olur; ve kişi kalpte hissedilen nezih bir haz ile apaydınlık bir iç alemde yaşar.

Adalet duygusu da akıl gibi fizik-dışı yani manevi bir midedir ve gıdası mağdura hakkını, zalime de cezasını vermektir. Yani hal ve hareketlerde adaleti gözetmek ve canlı-cansız bütün varlıklara adaletle muamele etmektir. Bu duygunun hazzı, mağdurların hak ettiği şeye kavuştuklarını ve zalimlerin layık oldukları cezaya çarptırıldıklarını görmekten doğan memnuniyet ve sevinçtir. Haksız davranışlar ve zulüm, adalet duygusunu incitir ve vicdan sahibi herkesi rahatsız eder. Geçmişteki adaletsiz bir davranış, hatırlandığında insanı ıstıraba boğar ve hayatın tadını kaçırır – bel ağrısından mustarip birinin kımıldadıkça belden geçen sinirlerin incinmesi sonucu ağrı ile kıvranması gibi.

İnsan doğası yani fıtrat, adaletsizliği reddeder ve zulme karşı bazen hayatı pahasına da olsa isyan eder. Maruz kalınan zulümler neticesi adalet hissi yaralanan ve dengesi sarsılan insan, yaralı bir aslan gibi garaz ve intikam hislerinin kontrolü altına girerek birçok zulmü işleyebilir. Kabaran garaz ve intikam hislerini teskin eden ve kükreyen aslanı kuzuya çeviren sakinleştirici iksir, adalettir. Çünkü adalet, adaleti celbeder. William Hazlit’in ifadesiyle: “Başkalarına adaletle davranmaya en hazır olanlar, dünyanın kendilerine adaletle muamele ettiği hissini taşıyanlardır.” İngiliz filozof Francis Bacon da bunu şöyle ifade eder: “Eğer biz adaleti muhafaza etmezsek, adalet de bizi muhafaza etmeyecektir.”

Adalet; mizan, ölçülülük ve dengedir. Başka bir ifadeyle adalet, her şeyin lâyık olduğu ve hak ettiği yerde olması, kişinin hakkına razı olup başkalarının hakkına tecavüz etmemesi, fıtrat veya hikmet olarak da ifade edilen varoluş gayesine uygun hareket etmesidir. Adalet ve dengeden güzellik, nezihlik ve estetik doğar; sükûnet, huzur ve hoşnutluk hâsıl olur. Adalet, insana verdiği huzur ve yüksek haz ile bilinir ve huzuru yok eden itiraz ve isyan hislerini uyanmasını ve tahrik edilmesini önler. Hak ettiğine rıza gösterme yerine itiraz etme hissinin kaynağı, fıtrattan sapış ve yaratılış gayesine aykırı davranıştır. Fıtrata yani yaratılışa aykırı hareket, adaletsizliktir. Bunun da anında verilen cezası, iç huzursuzluktur. Hatta denebilir ki adalet güzellik, zulüm ise çirkinliktir. ABD’li filozof ve yazar Henry David Thoreau’nun ifadesiyle: “Adalet şirin ve ahenkli, adaletsizlik ise haşin ve ahenksizdir.” O yüzden adalet çekici, zulüm ise iticidir. Her şey zıddıyla bilinir. Adaleti de bize en iyi tanıttıran ve bildiren adaletin yokluğu yani adaletsizliktir. Güzelin güzelliğini gösteren çirkinin çirkinliği olduğu gibi, adaletin de güzelliğini gösteren adaletsizliğin çirkinliğidir.

Vicdanlı olma vasfı olan adalet, hakların belirlenmesi ve hak edenlere layık oldukları ceza veya mükâfatın verilmesini gerektirir. Adaletsizlik tabiriyle de haksızlık ve insafsızlık kastedilir. Eski Romalı filozof ve devlet adamı Morcusu Tullius Cicero’nun dediği gibi: “Adalet, herkese hak ettiğini veren yerleşik ve değişmez gayedir.” Evrensel bir değer olan ‘müsavat-ı hukuk’ prensibi, halk arasında genellikle ‘kanun önünde eşitlik (equality before law)’ olarak bilinir. Bu prensip, zengin ile fakirin, âmir ile memurun, işçi ile patronun kanun önünde ve hâkim karşısında eşit muamele görmesini gerektirir. Yani hakkını aramada ve hak ettiği şeyi almada herkes eşittir. Eğer bir yerde kendilerini kanunun üzerinde gören imtiyazlılar varsa, orada adalet yoktur. Marie von Ebner-Eschenbach’ın ifadesiyle: “Adaletin en büyük düşmanı imtiyazdır.”

Arabanın Bütününde ve Parçaları Arasında Adalet

Adalet denince akla genellikle mahkemeler yoluyla alınmaya çalışılan haklar ve telâfi edilmeye çalışılan mağduriyetler gelir. Ama adalet, çok daha geniş bir alanı kapsayan ve âdeta bütün varlıklara nüfuz eden en temel ve kapsamlı felsefî kavramlardan biridir. Öyle görülüyor ki varlığını hal diliyle ve meyillerle hissettiren fıtratı ve varoluşun amacını anlamadan ve bilmeden, adaletten bahsetmek abestir.

Evrende birlik ve bütünlük esastır, bu da ancak hassas bir denge içinde manalı ve uyumlu bir birliktelikle mümkündür. Bir şey ne kadar büyük olursa olsun, daha büyük bir bütünün parçasıdır. Bir varlığın var oluşunun temel sebebi kendine yönelik hususlar değil, parçası olduğu bütüne bakan yüzlerdir. Hatta varlıklar yokluk âleminden varlık âlemine gelmelerini, parçaları olduğu bütünün varlığına borçludurlar. Gödel Teoremi’nin de ifade ettiği gibi, bir şeyin bu iç içe olan varlık daireleri silsilesindeki değişik rol ve konumları ve diğer şeylerle ilişkileri bilinmeden, o şeyin hakkını tam ve doğru olarak bilmek ve dolayısıyla adaleti gözetmek mümkün değildir. Ve ‘o şeye adalet edelim’ derken, onun parçası olduğu bütüne ve o bütünün diğer parçalarına büyük bir adaletsizlik etmek ve birçok yüksek gayeleri iptal edip çirkinlik sergilemek mümkündür.

Örnek olarak bir arabayı ele alalım. İrili ufaklı yüzlerce parçadan oluşan bir arabanın varlığının tek bir sebebi vardır: araba sahibinin rahat, hızlı ve güvenli bir şekilde bir yerden bir yere gitmesini sağlamak. Zaten hayatında ilk defa bir araba gören kimse sadece arabayı inceleyerek, onun koltuklarına, tekerleklerine, direksiyonuna vs. dikkat ederek anlar ki, bu arabanın yapılış gayesi insanlara araç olarak hizmet vermektir. Eğer insanların yolculuk için araçlara ihtiyaçları olmasaydı, araba da olmayacaktı. Arabanın bu yapılış gayesine uygun olarak kullanılması, tam bir adalet ve güzelliktir. Hiçbir vicdan sahibi bundan rahatsız olmaz ve arabaya acımaz. Yine hiçbir akıl sahibi de “İnsanın hep arabaya binmesi arabaya haksızlıktır; ara sıra araba da insana binmelidir ki adalet olsun!” demez. Arabaya binmeye kıyamayıp onu kendi hâline paslanmaya terketmek ise bir adaletsizliktir, israftır ve çirkinliktir.

Eğer arabanın da insan gibi aklı ve bilinci olsaydı ve mahkemeye gidip, “Bana hep biniliyor, keyfi muameleye tâbi tutuluyorum, hatta bazen çamurlu yollarda sürülüp üstüm kirletiliyor” gibi şikâyetlerle hak dava etseydi, herhâlde âdil bir mahkemeden ret cevabı alacaktı. Ancak, “Bana aşırı yük taşıtılıyor, tekme atılıyor, bakım ve onarımım yapılmıyor” gibi şikâyetlerle mahkemeye gitseydi, herhalde haklı bulunacak ve zulme uğradığına hükmedilecekti. Hatta sahibi tarafından hizmetten alınıp, işe yarayan parçaları söküldükten sonra hurdaya ayrılan bir araba bile şikâyet edemez, belki yeni bir araba olarak geri gelecek olmanın şevk ve heyecanıyla geri dönüşüm fırınlarına seve seve girer.

Benzer bir durum arabanın parçaları için de söz konusudur. Arabanın her parçası, yerine getireceği görevler ve çalışma şartları göz önüne alınarak bilgi ile, ince hesaplarla ve hassas ölçülerle tasarlanmış ve imal edilmiştir. Örneğin tekerlek, arabanın bütün ağırlığını kaldıracak güçte, yolu kavrayıp kaymayı önleyecek kabiliyette ve yol tümsekliklerinin sebep olduğu titreşimleri emecek esneklikte yapılmıştır. Tekerleğin aynen tasarlandığı gibi iş görmesi hem tekerlek için hem de onun yapımcısı için bir iftihar kaynağı ve bir memnuniyet hatta bir zevktir.

Zor şartlarda görev yapan ve daimî şekilde kötü muameleye maruz kalan bir tekerlek, niteliğini ve varlık sebebini görmezden gelerek araba içinde zarafetle arz-ı endam eden direksiyona bakıp şikâyet edemez ve eşit muamele talep edemez. ‘Eşitlik’ olsun diye vardiya usulü tekerlekle direksiyonun yerini değiştirmek cahillik, israf, zulüm ve adaletsizliktir; arabanın ve parçalarının var oluş sebebinden, fonksiyonlarından ve buna uygun olarak takdir edilen yapılarından habersizliktir. Böyle bir davranış, tekerlek ve direksiyonla beraber arabanın yüzlerce diğer parçasını işlevsiz hale getirmek ve arabayı iptal etmektir. Bu ise büyük bir israf, çirkinlik ve adaletsizliktir. Eşitlik olsun diye tekerlekle direksiyonun değiştirilmesine hükmeden bağlayıcı bir mahkeme kararı, tüm arabaları trafikten men edip araba mezarlığına gönderme kararıyla eşdeğerdir. (Aynı şey, tekerleklerle eşitlik olsun diye arabaya bir yerine dört direksiyon takma önerisi için de geçerlidir.) Ancak öndeki tekerleklerle arkadakilerin aşınma hızı farklıdır ve ön tekerleklerin belli bir süre sonra arka tekerleklerle yer değiştirme talebi adalete ve hikmete tam uygundur. O yüzden Alman filozofu Friedrich Nietzsche eşit olmayanlar için eşitliği, adalet değil zulüm olarak görür: “Eşitlik doktrini! Bundan daha zehirli bir zehir yoktur; çünkü o adaletin sonu iken adaletin kendisi tarafından konulmuş görünümü veriyor. ‘Eşitler için eşitlik, eşit olmayanlar için eşitsizlik!’ Adaletin gerçek sesi bu ve bunu takip eden, ‘Eşit olmayanı asla eşit yapma olması gerekir.”

Doğallık ve Doğal Hayatta Adalet

Canlılar aleminde de durum cansız arabadan farklı değildir. Bir asmanın dallarından sarkan rengarenk üzüm salkımlarına bakan bir kişi, üzümün yenmek için yapıldığını anlar ve üzümün lezzeti ve besleyici özelliklerini ortaya koyan bilimsel araştırmalar da bunu teyit eder. O yüzden üzümün doğasına ve varoluş gayesine gayet uygun olarak insanlar, kuşlar veya arılar tarafından yenmesi tam bir adalet ve bir güzelliktir. Dalında kurumaya terkedilmesi ise bir israf, adaletsizlik ve çirkinliktir. Asma, eğer bilinci olsaydı, üzümlerini yenmekten kurtarmaya çalışmak şöyle dursun belki onları iştahlı müşterilerine ikram etmekten ve onların memnun ve minnettar halini görmekten büyük bir haz alırdı – aynen bir annenin itina ile hazırladığı kurabiyeleri kendi veya komşu çocuklarına ikram etmekten ve onların iştahla ve zevkle yemesini seyretmekten büyük bir haz aldığı gibi.

Bir annenin yiyecek hazırlayıp çocuklara ikram etmesi, annelik ve çocukluk fıtratlarına gayet uygundur. O yüzden bu hareket tam bir adalet, onu seyretmesi de keyifli bir güzelliktir. Akıl ve vicdanlar konuşabilseydi, onlar da ‘evet, öyledir’ diyerek bunu tasdik edeceklerdi. Annenin verici çocukların ise alıcı konumunda olması durumu değiştirmez ve bir adaletsizlik yaratmaz. Aslında anne zorluklara katlanan verici gibi görülse de gıdası şefkat etme olan şefkat midesi ile o kadar şefkat yer ki, annenin bu şefkat ziyafetinden aldığı yüksek lezzet belki tüm çocukların kurabiye ziyafetinden aldığı lezzetten daha büyüktür. Zaten vahşi hayvanların bile kendileri aç iken önce yavrularını doyurmaları, şefkatte yemek yemekten daha büyük bir lezzet olduğunu gösterir.

Yukarıda araba örneğinde ifade edilen argümanlar at için de tekrarlanabilir. Ata dikkatle bakan bir kişi, atın yapısının hızlı koşmaya ve binilmeye gayet uygun olduğunu görür. O yüzden atın rahat taşıyabileceği biri tarafından binilmesi, atın doğasına gayet uygundur ve zulüm değil adalettir. Hatta meyil ve kabiliyetlerin hayata geçirilip gösterilmesi fıtrata uygun bir davranış ve bir açılım olduğundan bir hazdır. O yüzden atın, sahibini taşımaktan bir haz aldığı dahi söylenebilir. Zaten sırtında binicisiyle arz-ı endam eden ve gösterişli bir şekilde yürüyen at, adeta binicisiyle bir kıymet kazanmakta ve bir şeref duymaktadır. Seyredenleri de keyiflendirmektedir. Kenarda bu ihtişamı seyreden diğer atlar da herhalde o ata gıpta ile bakmakta ve onun yerinde olmayı arzu etmektedirler. Atın eşitlik olsun diye insana binmesi ise fıtrata aykırılıktır, vicdanları rahatsız eden bir çirkinliktir ve insanla beraber ata da bir zulümdür. Çünkü başka bir varlık tarafından taşınmaya meyli olmayan atın buna zorlanması ata iyilik etmek değil eziyettir.

Yakın mesafeler için insanın bineği kendi ayaklarıdır ve insanı taşıyıp bir yere götürmek ayak için bir hazdır. Ayakların romatizma gibi bir maraz yüzünden ait olduğu vücudu taşıyamayacak hale gelmesi ise, ayaklar için sevinilecek bir durum değil bir ıstıraptır. Hasta ayakların herhalde en büyük arzusu iyi olup yaratılış gayesine uygun olarak tekrar yürümeye ve ait olduğu kişiyi gezdirmeye başlamaktır. Bütün vücudun yükünü çeken ayaklar yukarıda serbestçe salınıp duran ellere bakıp adaletsizlikten şikâyet edemezler ve eşitlik isteyip eller ile yer değiştirmeyi talep edemezler. Böyle bir talep cahilliktir, el ve ayakların varoluş gayelerinden ve donanımlarından habersizliktir ve el ve ayakla beraber yüzlerce diğer uzuvlara ve tüm bedene bir zulümdür. Sağlam bir insanı tutmak ve yürüme özürlü bir hale getirmek, akılları isyan ettiren vicdanları da rahatsız eden bir çirkinliktir ve büyük bir adaletsizliktir. Eşit olmayanların eşit muamelesi görmesi eşitlik değil, eşitsizliktir. Adalet, varoluş gayesine uyumlu bir şekilde meyillerin yönlendirmesiyle kabiliyetlere en uygun tarzda hareket etmektir. Buradaki el ve ayak örneği, bir birlik içinde çalışması ve değişik roller üstlenip adeta tek bir vücut gibi faaliyet göstermesi gereken aile, firma, değişik kurumlar ve hatta ülkeler için de genelleştirilebilir. Varediliş gayesini ve bir bütün içindeki işlevini bilmeden, bir parça veya uzuv için yapılan değerlendirmeler eksik ve geçersidir.

Adaletin eşitlik olmadığına bir diğer örnek ise, yetişkin bir ineğin bir koyundan kat kat büyük ve gıda ihtiyacının da vücudunun büyüklüğüyle orantılı olarak fazla olmasıdır. Bu yüzden, eşitlik olsun diye inek ile koyuna aynı miktarda ot vermek adalet değil, zulümdür. Varlıkların mahiyetlerini dikkate almayan bu yaklaşımla inek aç kalacak, koyun da fazla otu israf edecektir ki, ikisi de akıl ve vicdanları rahatsız eden bir çirkinliktir. Hele ayrımcılık olmasın diye köpeklere de yemeleri için ot vermek, komiklik derecesinde fıtrattan habersizliktir. Bunu adalet adına yapmak, adalete adaletsizlik etmektir. Keza, inekten köpek rolü oynayarak koyunlara bekçilik yapmasını beklemek imkânsızı istemektir.

Bu örnekler malumu ilam derecesinde açıktır ve kimse bunların aksini iddia edecek değildir. Ancak pratik hayatta, farkında olmadan bu tür zulümler çok yapılmaktadır. İnsanlar bedenen birbirlerine çok benzeseler de fıtrat, meyil ve kabiliyetçe iki insan arasındaki fark, bir koyunla köpek arasındaki farktan hiç de az değildir. Fıtrat, meyil ve kabiliyetçe yani mizaç ve karekterce birbirlerinden bu kadar farklı olan insanlara eşit muamelesi yapmak, aslında en büyük eşitsizlik ve adaletsizliktir.

Adalet ve Sürdürülebilirlik

Adaletin önemli bir unsuru dengeli olmaktır. Dengeyi muhafaza etmenin yolu da ölçüyle iş yapmak ve tecavüze yer vermemektir. Tüm canlı türlerinde, genişleme ve yayılarak her yeri istila etme meyli vardır. Bir canlı türünün diğerlerinin rağmına dengeyi bozacak şekilde yayılması bir dengesizlik ve çirkinliktir; ve diğer türlere bir tecavüz ve adaletsizliktir. Örneğin bazı balık türleri bir seferde birkaç yavru doğururken bazıları da milyonlarca yumurta bırakmaktadır. Bu yumurtaların hepsi gelişip balık olsaydı, her halde o tür tek başına denizi istila edecekti ve zamanla diğer türler yok olacaktı. Bu ise bir çirkinlik ve zulüm olacaktı. O yüzden milyonlarca yumurta, larva veya küçük balığın diğer canlılar tarafından yenmesi mikro seviyede bir zulüm gibi görülse de, makro seviyede bütüncül olarak bakılınca, tam bir adalet olduğu görülür. Çünkü denizlerdeki ekolojik denge, temizlik, güzellik ve nezihlik ancak böyle muhafaza edilir.

Büyük bir hayır için küçük bir şer kabul edilir. Adalet, daha evvel izah edildiği gibi, parçayı değil bütünü esas almayı gerektirir. Bir canlının diğer bir canlı tarafından yenmesi o birey için adalete tam uygun görünmeyebilir. Ama olaya türler açısından bakıldığında ve türün tek tek üyeleri yerine kendisi dikkate alındığında böyle bir adaletsizlik görülmez. Zaten evrensel adalet, daimî şekilde var olup yok olan bireylerin değil, türlerin ekolojik bir denge içinde birlikte var olmalarını gerektirir. Ayrıca, maddî beden olarak, insan ile hayvan arasında büyük bir fark olmamakla beraber, insandaki akıl, kalp, arzu, bilinç ve idrak gibi sayısız manevî uzuvlar yüzünden insanların bir ferdi diğer canlıların bir nev’ine karşılık gelebilir. Ve insanların bir ferdi, diğer canlıların bir türünden daha fazla fayda veya zarar verebilir.

Adaleti ‘mutlak eşitlik’ olarak algılama hastalığından kurtulamamanın zararlarını insanlık çok çekmiştir ve hâlâ da çekmektedir. Şu iyi bilinmelidir ki âlemde mutlak eşitlik olsaydı, âlem homojen bir toz bulutundan ibaret olurdu. Yani mutlak eşitliğin olduğu evren, aslında olmayan bir evrendir. O yüzden de var olan bir evrende mutlak eşitlik olamaz. Hatta insan seviyesinde dahi, kemikteki bir hücre gözdeki bir hücreyle, veya böbrekteki bir hücre kalpteki bir hücreyle eşitlik talep edip itiraz etse, bu tür itirazları sona erdirecek tek yol, insanı bir kıyma makinesinden geçirip kıymayı ortaya yığmaktır; yani insanı tüm hücreleriyle birlikte yok etmektir.

Benzer şekilde, yediğimiz gıdaları yapılarına ve görecekleri hizmete en uygun yere yönlendirmek yerine, eşitlik olsun diye, değişik organlara ve hücrelere kura ile dağıtmak adalet değil, mezarlıkta kendine bir yer ayırtmaktır. Hâl böyle iken, güya ayrımcılık yapma haksızlığından sakınmak için, yapılacak görevle alâkası olmayan sınavlardan alınan puana göre insanları görevlere tayin etmek ve tayinleri de eleman açığı bulunan kurumun fikri alınmadan kura usulüyle yapmak, acaba hangi mantığa hizmettir? Bu, çok daha büyük bir haksızlık değil midir? Bu tür yaklaşımların doğal sonucu, adaletsizliğin belirtileri olan verimsizlik, israf ve genel memnuniyetsizliktir.

Fıtratı göz ardı edip mutlak adaleti sağlama iddiasıyla ortaya çıkan baskıcı rejimlerin ve fıtrata zıt tek tipçi uygulamaların neticesi verimlilik değil israf, güzellik değil çirkinlik, akıl ve vicdanlara uygunluk değil zıtlık, huzur değil huzursuzluk ve en nihayet çöküş olmuştur. Bu farklılıkları gözeten demokratik rejimlerdeki hürriyetçi yaklaşımlar ise, fıtrata uygun hareketlerin önünü açıp meyvelerini bol bol toplamıştır.

Kapanış

Yerküreye ve hatta evrene bakıldığında her şeyin ince bir ölçü, hassas bir denge ve tam bir yerli yerindelik ile yapılmış olduğu görülür. O kadar ki, atomdaki parçacık âleminden galaksi sistemlerine kadar akıl nereye bakarsa baksın, bir kusur bulamaz ve saat gibi işleyen bu mükemmel düzen karşısında ancak hayranlığını ifade eder. Başta bütün canlıların manalı ve ölçülü bir bütünlük oluşturduğunu ifade eden ekoloji olmak üzere, fen bilimleri ve televizyonlarda yayımlanan belgeseller bu mükemmel düzenin, hassas dengenin ve eşsiz güzelliğin birer şahididir. Bütün varlıklar belli bir amaçla ve varoluş amaçlarına en uygun donanımla ve de en doğru ölçüde yaratılmıştır. Bu da evrende her şeyin tam bir adaletle yapılmış olduğunu gösterir. Zira adaletsizlik olsaydı, varlıklarda abesiyet, israf ve çirkinlik olurdu.

Teknoloji harikalarıyla beraber her türlü israf ve çirkinliğin insanların yaşadığı yerlerde olduğuna bakılarak denilebilir ki, insanlar dünyadaki en cahil ve zalim varlıklardır. Güzellik ve mükemmelliğe tapma derecesinde düşkün, doğası heyecanlı ve fıtratında ilerleme meyli olan insana yakışan şey, kendini tanıması ve fıtratına en uygun şekilde hareket ederek hem kendine hem de diğer varlıklara adalet etmesidir. Geniş çapta adalet tesis edilince de hayat bir haz ve huzur kaynağı olacaktır.