Üniversitelerin Ülke Kalkınma ve Gelişmesindeki Rolü

Makalenin sunum dosyasını indirmek için tıklayınız…

Demokratik ülkelerde halk adına ve halkın parasıyla görev yapan tüm kurumların aslî görevi halka hizmettir. Yüksek öğrenim kanunlarında da belirtildiği gibi, üniversite ve öğretim üyelerinin de temel görevi topluma hizmettir, ve bu da ders vererek öğrencilere bilgi aktarma, araştırma yaparak bilim üretme ve bunu yayın aracılığı ile paylaşma, sahasında dünyadaki tüm gelişmeleri takip ederek uzmanlık oluşturma, ve bilgi birikimini danışmanlık veya seminerler yoluyla piyasaya veya topluma aktarma yoluyla olur. Ancak öğretim üyelerinin değerlendirilmesinde ve doçentliğe ve profesörlüğe yükseltilmesinde neredeyse tek kriterin yayın – bilhassa yabancı yayın – olması, danışmanlık önüne ciddî engeller ve sınırlamalar konması, ve piyasaya verilen hizmetin dikkate alınmaması ve hatta soruşturmaya sebep olabilmesi, üniversitelerin toplumdan kopmasını ve öğretim üyelerinin aslî görevlerini bir kenara bırakarak bir nevi “yayıncılık oyunu” oynamasını netice vermiştir. Daha en temel bilgilerin dahi piyasaya ve topluma mal edilemediği ve üniversitelerin önderliğine büyük ihtiyaç duyulduğu bir zamanda, üniversitelerin gerçek hayattan kopuk bir manzara arzetmeleri, ülke adına üzücüdür. Son YÖK yasa tekliflerinin dahi yeni bir açılım getirip üniversiteleri toplumun gelişmesine ve ülkenin kalkınmasına katkı yapan kurumlar haline getirme yerine akademik ünvan kriterlerini aynen muhafaza ederek mevcut kopuk durumu pekiştirmesi, anlaşılması zor bir olaydır. Bu makalenin hedeflerinden biri, ABD ve Güney Kore’de üniversitelerin ülke kalkınmasında oynadıkları anahtar rolü ortaya koyarak, Türkiye’de bu konudaki gayretlere ışık tutmaktır.

Üniversitelerin üstlendiği en temel görev, ekonominin ihtiyaç duyduğu yüksek becerili işgücü ve bilimsel araştırma sonuçları üretmektir. Üniversitelerin oynadığı mühim bir rol de hangi bilgilerin öğrencilere öğretilmeğe ve daha da incelenip ilerletilmeye değer olduğuna karar vermektir. Böylelikle, üniversiteler toplumun geleceğine yön vermede önemli bir etkiye sahip olmaktadırlar.

Üniversiteler, toplumların sosyal değişim ve gelişim süreçlerinde ve yeni kültürel değerlerin benimsenmesinde de kilit rol oynamışlardır, ve bazen “tetikleyici” bazen de “hızlandırıcı” bir etki yapmışlardır. Örnek olarak, Japonya’da üniversitelerin toplumun modernleşmesindeki rolü ve ABD’de arazi-bağışı başlangıçlı tarım ve mühendislik ağırlıklı üniversitelerin ekonomik gelişimdeki rolü verilebilir. Üniversiteler, bilgi-toplumu ve bilgi-ekonomisinin oluşumunda da merkezı rol oynamıştır. Otoriter ve statükocu toplumlarda ise üniversitelere değişimi “bloke etme” rolü verilmiştir, ve o tür toplumlarda üniversiteler geleceğe ışık tutan dinamik kurumlar değil, geçmişin karanlıklarında gömülüp kalmış doğum yapmaya direnen sancılı müzeler haline gelmişlerdir.

22 Nisan 2005 tarihli Vatan Gazetesi’ndeki şu haber başlığı dikkat çekicidir: “Tekstilci, 2.5 milyon kişi işsiz kalabilir dedi.” Benzer bir haber de 8 Nisan Tarihli Radikal gazetesinde vardı. Haberlerde 2.5 milyon kişiyi istihdam eden, yılda 18 milyar dolar ihracat yapan, 10 milyar dolara yakın iç pazar büyüklüğüne sahip olan Türk tekstil ve hazır giyim sektörü’nün Çin tehditinin gerçek olması ile sıkıntılı günler yaşadığına dikkat çekiliyor, ve sadece istanbul’da 2005’in ilk 3 ayında 13 bin fason atölyesinin kapandığı ifade ediliyordu. Çin’in ucuz işgücü, Türkiye’deki ağir prim ve vergi yükü, ve pahalı enerjinin rekabet gücüne olan olumsuz etkilerine değiniliyor, ve 2.5 milyon çalışanın işini kaybetme tehlikesi ve olası bir sosyal patlamadan söz ediliyordu.

Tekstil sektörü temsilcilerinin vermeğe çalıştığı mesajın muhatabı herhalde üniversiteler degildi. Çünkü Türkiye’de üniversiteler ülke problemlerine çözüm üreten kurumlar olarak bilinmez, tersine, kendi problemlerini çözemeyen, ve hatta kendileri problem olan kurumlar orarak göze çarpar. Böyle olunca, çözüm için kapılarına pek sık vurulmaz. Üniversitelerin de bu haberden kendilerine görev çıkardığı pek söylenemez. Çünkü ekonomiyle ilgili problemleri çözmek üniversitelerin değil, ekonomiden sorumlu bakanlıkların görevidir. Hükümet bu mesaja kulak verecektir, ama ne yapacağını pek bilmiyecektir. Bu konuda muhtemelen üniversitelerden görüş almak ve çözüm projeleri üretmelerini istemek yerine kısa vadeli geçici çözümlerle sadece bir pansuman tedavisi ile işi geçiştirecektir.

ABD’de ise böyle bir haberin muhatabı üniversiteler dahil tüm kurumlardır. Çünkü üniversitelerin de neticede aslî görevi topluma hizmettir, ve vergileriyle üniversiteyi destekliyen ve öğretim üyelerinin maaşlarını ödeyen milyonlarca kişinin işsiz kalmasi, üniversitelerin de problemidir. Tabi, ABD bilgi toplumu olduğu için bu tür problemler önceden görülür, ve yumurtanın kapıya gelmesi beklenmeden üniversiteler veya bu konuda uzmanlaşan çoğu üniversitelerde kurulu “mükemmellik merkezleri”nden de destek alınarak bir takım halinde istişareye dayalı çözüm yolları geliştirilir. Çözüm planları iyice pekiştirildikten ve genel mutabakat sağlandıktan sonra da bir “aksiyon planı” uygulamaya konur.

ABD’de özel firmaların uluslararası sahada rekabet edebilmelerini ve rekabet güçlerini korumalarını sağlamak, ve bu konuda gerekirse üniversiteleri de seferber ederek çalışanların hayat standardını düşürmeden maliyetlerin düşmesini sağlamak devletin de görevidir. ABD gibi gelişmiş ülkelerde hayat standardı ve dolayesi ile işçilik maliyeti yüksek olduğundan, gelişmekte olan ülkelerle serbest rekabet edebilmenin yolu yeni teknoloji geliştirmek ve enerji gibi temel girdilerin maliyetini düşürmekten geçer. Ve bu konuda üniversitelere de büyük görev düşmektedir.

Bir örnek vermek gerekirse, ABD Enerji Bakanlığı, 1976’dan beri titiz bir seçme süreci sonunda belirlenen ve sayıları 30’a varan üniversitede “Endüstriyel Etüd Merkezleri” kurdu, ve onları fiananse etti. Bu merkezler hizmet alanlarındaki sanayi tesislerine gidip onların üretimini ve enerji kullanımını inceliyor, ve enerji tasarrufu, atıkların minimize edilmesi, ve verimliliğin arttılması üzerine raporlar hazırlıyor. Yapılan araştırmalar, firmaların yılda ortalama $55,000 tasarruf ettiğini gösteriyor. Üniversitelerdeki bu program bugüne kadar sanayide 1.5 milyon isdihdamın yaratılmasını veya korunmasını netice verdi. Ve bu işi yapan mühendislik öğrencileri de gerçek-dünya tecrübesi kazandı, ve enerji verimliliği konusunda uzmanlaştı. Enerji bakanlığının Endüstri Teknolojileri Programı, bu güne kadar sanayinin enerji girdisinden $8 milyar tasarruf yapmasını, ve enerji maliyetinin düşmesini sağladı.

Böyle bir programın 4 sene direktörlüğünü yapmış bir kişi olarak, Türkiye’deki bazı tekstil firmalarını gezerken gördüğüm enerji israfı ve bunun çevreye ve maliyetlere etkisi tüyler ürpertici boyutta. Ama ne meslek kuruluşları, ne üniversiteler, ve ne de enerji bakanlığı bunları dert ediniyor – bunlar sanki başkalarının problemleri. Enerji bakanlığı her fırsatta elektrik kayıp/kaçak oranının %22 olduğunu söylüyor ve bunun %20’ye düşürülmesinin bile yılda $1 milyar tasarruf sağlıyacağını ifade ediyor, ama yıllardır hiçbirşey yapıldığı yok. Neticede kayıp/kaçak oranı azalmıyor, aksine artıyor. Bu kayıp/kaçağın sadece yarıya yani %11’e indirilmesi bile yıllardır yapımı tartışılan 5,000 MW’lık nükleer santrallerin üreteceği kadar elektriğin tasarruf edilmesini sağlayacak, ve bu pahalı santralların yapılmasına bile ihtiyaç bırakmıyacaktır. İletim hatlarının yenilenmesi hem kayıpları ve hatlardan kaynaklanan arızaları ve arızaların sebep olduğu üretim kaybını azaltacak, ve hem de yeni istihdam yaratacaktır. Hadi Ankara’da bürokrasi duvarları arasına sıkışmış Enerji bakanlığının ihmal suçu var. Peki üniversitelerin hiç mi suçu yok? Bu konularda kapsamlı çalışmalar yapıp mantıklı projeler üretmek ve geniş tabanlı bir konsensus oluşturup bunu enerji bakanlığına, meslek kuruluşlarına, ve hatta basın aracılığı ile halka sunmak üniversitelerin pek âlâ yapabilecekleri işler. Ancak öyle görülüyor ki ek derslere girmekten veya akademik ünvanlar için YÖK tarafından şart koşulan kime ne faydası olduğu belirsiz yayın hazırlamaktan böyle şeylerle uğraşmaya pek zamanları kalmıyor.

Türkiye’nin kanayan diğer bir yarası da bina yalıtımı. Türkiye’de binaların yetersiz yalıtımın enerji maliyeti yılda 5 milyar YTL cıvarında. Binalarımız yeterince yalıtılsa, 5 milyar YTL havaya uçacağına bina sahiplerinin cebinde kalacaktı. Bu konuda kanunlar çıkarıldı, standardlar geliştirildi, ve muhtemelen yaptırımlar kondu, ama pek değişen bir şey yok. Çünkü kimsenin kanundan haberi yok, olanlardan da (belediyeler gibi) ne yapacağını bilen yok. Aslında üniversiteler yalıtım firmaları ve belediyelerle beraber bir takım oluşturarak inşaat sektöründe görev yapan muteahhitleri eğitebilirler, ve binaların enerji kullanımını yarıya kadar düşürebilen tekniklerin yaygınlaşmasını sağlıyabilirler. Hatta üniversite kampuslarında ziyarete açık örnek binalar da yapabilirler. Böylelikle bireylerin ısıtma ve soğutma masraflarını düşürürken ülkenin enerji açısından dışa bağımlılığını azaltabilirler. Ama nedense bu konu da mahzun mahzun ilgi göreceği günü bekliyor.

Geleceğin Yüksek Becerili İşgücünü Yetiştirmek

Bilimin önemi arttıkça, yüksek öğrenim daha gerekli ve önemli hale gelmektedir, ve üniversitelerin sorumluluğu artmaktadır. Yüksek öğrenim kurumları, kaynaklarının büyük bir kısmını öğrencilerin eğitilmesine harcamakta, ve ülkenin yüksek beceri sahibi eğitimli işgücü ihtiyacını karşılamaya çalışmaktadır. Ancak üniversitelerin çoğunun bunu da arzu edilen şekilde dünya strandartlarında yaptığı söylenemez. Öğrenci ağır ders yükü altında ezilmekte, yüklenilen bilgileri özümsemeye fırsat bulamamaktadır. Sonunda ezberciliğe yönelip imtihan geçmeye odaklanmak zorunda kalmakta, ve özgüvenden yoksun olarak mezun olmaktadır. Sorgulama, yaratıcılık, analiz ve sentez kabiliyetleri gelişmeden mezun olan bu gençlerin büyük kısmı iş bulmakta zorlanmakta, veya bir liselinin yapabileceği işlere talip olmaktadır.

Üniversitelerin çoğunun içe kapanıklığı ve gerçek hayattan kopukluğu düşündürücüdür. Hızla değişen dünyamızda üniversitelerin eğitim programları çok yavaş değişmekte, ve programlar kendilerini yeterince yeniliyememektedirler. Mesela binlerce ziraat mühendisi piyasada işsiz gezerken, ziraat fakülteleri bundan habersiz gibi hala üretimlerine tam kapasite devam etmektedirler. Öyle görülüyor ki bu kadar ziraat fakültesine ülkenin değil, maaş alabilmek için hocaların ihtiyacı vardır. Bununla beraber, ülkede bir çok elektrik/elektronic ve bilgisayar mühendiliği bölumleri hoca yokluğundan öğrenci alamamaktadır. Böyle bir durum ABD’de olsaydı, ihtiyaç fazlası ziraat fakültesi öğretim üyelerine bilgisayar mühendisliğinin temel derslerini ögrenmeleri için bir sene süre verilir, ögrenenler bilgisayar bölümlerine aktarılırken öğrenmeyi reddedenlerin de üniversite ile ilişiği kesilirdi. Modern dünyada artık standard hale gelen “öğrenmeyi öğrenme”yi akademisyenlerin önce kendileri yaşayarak göstermeleri gerekir. Üniversite yönetimleri, halktan alınan paranın her kuruşunun halkın menfaati için nasıl harcandığını göstermelidir. Meslek sorumluluğu bilinci ve şeffaflık, bunu gerektirir.

Gerçek Demokrasiyi Getirip Bilimi Değişmez İktidar Yapmak

Zaman ilim zamanıdır, ve bu zamanda kuvvet, zenginlik, ve refaha giden yol ilimden geçmektedir. Ayrıca gelişen teknoloji, yeni iş sahaları açılmasında bir çığ etkisi yapmaktadır. Bediüzzaman, daha 1930’larda “Elbette nev’-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna [ilim ve fenlere] dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.” diyerek muasırlarını bilime yönlendirmiş, ve bilgi çağına işaret etmiştir. Bu sözlere Türkiye’de pek kulak asılmadı, ama Batı dünyası sanki onu işitmişcesine ilme sarıldı, teknolojiye yatırım yaptı, ve işlerinde ilmi rehber edindi. Sonunda haklı olarak yükseldi, ve kuvvet ve zenginliğe kavuştu. Bilime sırtını dönüp kafalarını mazi kumlarına gömenler ise zillet, zayıflık, ve fakirlikten kurtulamadı.

Keza, zaman demokrasi ve istişare zamanıdır, ve ülkelerde ve kurumlarda “tek adam” dönemi çoktan sona ermiştir. Eskiden hayat nisbeten basit idi, problemler az ve kolay idi, ve akıllı ve dirayetli tek bir kişi bir kurumu ve hatta bir ülkeyi idare edebilirdi. Ama zaman değişti, ve bugünün modern dünyasında problemler çok boyutlu ve complike, ilişkiler girift oldu. Bir kişinin, ne kadar dahi ve bilgili olursa olsun, değil bir ülkeyi, küçük bir kurumu dahi tek başına yönetmesi mümkün değildir. Artık ülke ve tüm birimlerinin kollektif bir akılla istişareyi esas alarak demokratik bir yöntemle yönetilmesi bir zarurettir. Değişik bakış açılarını bir bütünlük arzedecek şekilde bir arada tutabilecek ve akl-ı selime uygun hale getirebilecek harç ise, ilimdir. Zaten ilim geçmiş araştırma ve tecrübelerden süzülerek gelmiş bir ışıktır, ve bir bakıma ilmin kendisi de tarih ve tüm insanlık ile bir iştişaredir. O yüzden denebilir ki doğru demokrasilerde ilim ve ilim insanları tüm kararlarda anahtar rol oynar – kararları politikacılar ve bürokratlar alıyor görülse bile. Yoksa, ilim ve istişare mekanizmalarının işlemediği sözde “demokratik” ülkelerde, serbest seçimlerle seçilen kişi ülkeyi bir kral gibi yönetir – ünvanı başbakan olsa bile. Ülkeyi bir türlü düzlüğe çıkaramaz, ve hem kendisine, hem de ülkeye yazık eder. Bu tür şeklî demokrasilerde başbakan’ın değişmesiyle ülkenin yönü, belediye başkanının değişmesiyle de şehrin görünümü değişir. İlme ve istişareye dayalı gerçek demokrasilerde ise gerçek hâkim ve yönetici ilimdir, ve yöneticiler icra makamında bir vitrindir. Bu tür ülkelerde idarecilerin değişmesi fazla bir şey ifade etmez, çünkü gidilecek yol ilmin tayin ettiği yoldur; değişen sadece yürüyüş şekli ve hızıdır. Yani, gerçek demokrasilerde sistem sağa sola yalpalayıp durmaz. Sağlam bir zeminde “oturur”, ve güven, istikrar, ve refahı doğurur.

Görülen o ki bir ülkede istikrar, refah, ve huzurun yolu gerçek demoksiden, ve gerçek demokrasinin yolu da ilimden ve ilmin hakim kılınmasından geçer. Bu da ilmi temsil makamında olanlara, bilhassa üniversitelere ve öğretim üylerine, büyük bir sorumluluk yüklemektedir. Bu konuda üviversitelere düşen görevler şöyle sıralanabilir:

  1. Demokratlık, ve Saygı Göstermede Örnek Olmak Üniversiteler bu ülkeye demokrasi dersi vereceklerse ve gerçek demokrasinin yerleşmesine ön ayak olacaklarsa, işe örnek olarak başlamalıdırlar. Yani önce kendileri üniversal değerlerin hükümran olduğu bir zeminde “demokrat” bir kimliğe bürünmeli, ve fikir ve ifade özgürlüğünü tam tesis etmelidirler. Değişik görüş, düşünce, ve hayat tarzlarını bir tehdit değil zenginlik olarak görmeli, ve bunların hep beraber karşılıklı saygı ve barış içinde birlikte yaşıyabildiği ve ortak çalışabildiği gösterilmelidir. Saygı görmenin önşartının başkalarına saygı göstermek olduğu vurgulanmalı, ve gerekirse ABD’de olduğu gibi bu konuda dersler açılmalıdır. Tolerans gösterilmeyecek tek şeyin toleranssızlık olduğu, ve düşmanlık duyulabilecek tek şeyin de kalpteki düşmanlık hissi olduğu ifade edilmelidir.

Öğretim üyeleri de kendilerini varsa önyargı ve saplantılardan arındırmalı, öğrencilere üniversite camiasının saygın birer üyeleri gibi davranmalıdır. Saygı görmenin hazzını alan ve özgüvenleri artan öğrenciler aynıyla karşılık verecek, ve bu medenî davranış meseleleri dialogla çözme kültürünün yerleşmesine zemin hazırlıyacaktır. Eğer Türkiye muasır medeniyeti yakalama ve modern dünyanın saygın bir üyesi olma iddialarında samimî ise, bunun başka yolu yoktur. Korkunun da ecele faydası yoktur. Akıl ve fikirlerin dallanıp budaklandığı ve tek yumurta ikizlerinin bile birbirinden muazzam farklılıklar gösterdiği bu harikalar asrında tek tipçilikte ısrar etmek, ve hele bunu dar bir zeminde yapmak, gerilim ve kargaşaya davetiye çıkarmaktır, ve bunun kimseye faydası yoktur.

  1. Uzmanlık, ve Sahasında Söz Sahibi Olmak Bilim tüm insanlığın ortak malıdır, ve sahasında uzmanlaşmış bilim adamları sadece ülkelerinde degil, tüm dünyada saygı görür, ve uluslararası kuruluşlar bile onların görüşlerine itibar eder. Bilimi hazmedip özümsemek ve hatta çalışmalarla katkı yapmak ve böyle saygın bir mevkiye gelmek tabi ki yıllarca özverili çalışmayı gerektirir. Yoksa alması pek de zor olmayan akademik ünvanlar tek başına iş yapmaz, ve kişiye saygınlık kazandırmaz. Bugün ikili eğitimin de etkisi ve maddî cazibesiyle bir liseyi andıran bir çok üniversitede konusunda söz sahibi öğretim üyelerinin yetişmesi gerçekten büyük gayret gerektirir. Artık bugün bir konuda uzman olmak da yeterli olmıyabiliyor, ve konunun değişik yönlerini inceleyen bir uzmanlar takımının parçası olmak gerekebiliyor. Üniversite çatısı altında böyle uzmanlardan oluşan “merkezler” kurulması, ve merkezin ses getiren araştırmalar ve kapsamlı raporlarıyla dikkat çekmesi, o merkeze ve uzmanlarına büyük bir itibar ve güven şağlar.
  2. Bilimin Saygınlığını Korumak İlim ve teknolojinin hakim olduğu bu bilgi çağında, ülkemizde ilmin temsilcisi mevkiinde olan üniversite öğretim üyelerini sade vatandaşlar da dahil kimse pek kale almamaktadır. Bu, çok hazin ve düşündürücü bir tablodur, ve bunun niye böyle olduğunu sorgulayan öğretim üyeleri çuvaldızı önce kendilerine batırmalıdırlar. Üyeleri birbirine saygı göstermeyen bir camia saygınlığını ve itibarını yitirir. Hele bu üyeler bir de politik duruş ve görüşlerini ve hatta şahsî garazlarını bilim diye takdim ederlerse, bilimi de katlederler. Sonunda ilim ve akl-i selim yuvası olması gereken ve tüm geçici politik girdapların dışında kalması gereken üniversiteler etkinliklerini yitirir, ve ülkenin ilmin yol gösterici ışığından mahrum kalmasına ve demokrasi boyası vurulmuş saltanatın devam etmesine sebep olur.

Bugün devlet kurumları ve hatta  özel sektör ön yargısız ve objektif bir inceleme için kendi üniversite ve meslek odalarımızı baypas edip yüksek maliyetle yabancı bilim adamlarını görevlendiriyorsa, yine bundan ders çıkarmak lazındır. Hele hem yabancı hem de yerli bilim heyetlerinin aynı konuda bir inceleme raporu hazırladığı durumlarda, sade vatandaş bile yabancıların raporuna itibar ediyor ve yerli raporu dikkate bile almıyorsa, durumun vehameti daha da açıktır. Bazı üniversite üyelerinin mahkemeler için hazırladıği “bilirkişi” raporları halk arasında “işinibilir kişi” raporları olarak biliniyorsa, bilimin ve bilim insanlığının itibarını ayağa düşüren bu tür hareketlere ciddî bir tepki verilmiyorsa, ve bu kişiler bilimi temsile devam ediyorlarsa, üniversite üyeleri olarak başımızı ellerimiz arasına alıp düşünmemiz lazım. Ve “acaba biz idarî bir mevkide olsaydık, meslekdaşlarımızın görüşlerine ne kadar değer verirdik” sorusuna açık kalplilikle cevap vermemiz lazım. O yüzden işe, otokritik ve kendimize çeki düzen vererek başlamamız lazımdır.

  1. Bilim ile Politikacıları Yönlendirmek Türkiye’de nedense bir çok öğretim üyesi (buna meslek odaları mensuplarını da ilave edebiliriz) sanki politik duruş sergileme kıtlığı varmış gibi mesleğiyle ilgili ilgisiz bir çok konuda politik duruş sergilemeyi bir “görev” olarak görüyor, ve meslekî îtibar ve kredibilite kaybına uğruyor. Hatta zamanının mühim bir kısmını politika okuyarak/konuşarak geçiriyor, ve meslektaşlarını ilmî kalibrelerine göre değil tamamen politik duruşlarına göre değerlendiriyor. Yani, politik duruşa ilmî konumdan daha çok değer veriyor. Bir kurumda politik duruşa bilimden çok değer verilirse, o kurum artık “politize” olmuştur, ve o kurumun işlerinde “bilimi” esas alması ve “objektif” olması beklenemez, ve sunduğu görüslerin de “bilimsel” olduğu iddiası pek inandırıcı olmaz. Her öğretim üyesinin elbette bir politik görüşü ve tercihi vardır, ve bunu açıkça ifade etmesinde ve hatta bir partiden politik bir mevki için aday olmasında hiçbir mahzur yoktur. Ancak politik görüşe bilimsellikten daha çok önem veren ve ön plana geçiren kişilerin üniversitede işi yoktur.

Aslında bilim insanları geniş düşünüp bilimselliği kısır politik didişmelere feda etmeseler, her zaman iktidarda olurlar. Çünkü zaman bilim zamanıdır, ve toplumun taleplerine cevap vermek ve problemlerine çözüm sunmak durumunda olan politik partiler kapsamlı bilimsel çalışmalara ve çözüm önerilerine kulak vermek durumundadırlar. Yeter ki üniversiteler işlerini profesyonelce yapsınlar, ve objektiflikten ayrılmasınlar. Bakanlar kuruluna, ve hatta Millî Güvenlik Kurulu’na zaman zaman saygın bilim insanlarının gündemdeki bazı konularla ilgili kapsamlı ilmî görüş bildirmesi için davet edilmesi bunun isbatıdır. ABD ve Avrupa gibi demokrasinin iyi işlediği ve bilim insanlarının politize olmadığı ülkelerde, ülkenin geleceği ile ilgili bir çok kritik karar perde arkasında uzun araştırma ve tartışmalardan sonra konunun uzmanları tarafından alınır, ve politikacılara sadece bu kararları halka sunmak ve savunmak düşer.

Eğitim: Güney Kore Ekonomi Mucizesinin Arkasındaki Güç

1945 yılında Japon işgalinden kurtulup bağımsızlığına kavuşan Güney Kore, 1950’de Kuzey Kore işgaliyle başlayıp 3 yıl süren iç savaşın büyük tahribatına rağmen, bir nesil içinde bir ekonomi mucizesi yarattı, ve 1971’de $277 olan kişi başına gelir 2001’de $16,100’e ulaştı. Bu mucizenin oluşmasında çalışkan ve beceri sahibi işgücü üreten eğitimin büyük payı olmuştur, ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin Güney Kore tecrübesinden alacaği çok dersler vardır. Güney Kore, eğitim, modernleşme ve globalleşme sürecine taahüdünü sürdürürken, geleneksel değerleri de tesis ve teyid etmektedir.

Güney Korenin yüzölçümü Türkiye’nin 8’de biri kadardır, ancak nüfusu 50 milyon cıvarındadır. Yani doğal kaynakları sınırlı kalabalık bir ülkedir. Guney Kore’de 1945’te 19 olan yüksek ögrenim kurumlarınin sayısı 1971’de 136’ya (ögrenci sayısı 175,000), 1989’da 258’e (ögrenci sayısı 1,353,000), ve 1999’da 354’e (ögrenci sayısı 3,154,000) ulaşmıştır.

Güney Kore’de yüksek öğrenim çağındaki nüfusun en az 4-yıllık bir üniversiteyi bitirme oranı 2001’de %26.8’e ulaştı (bunun 10.9’u yani %41’i tabiî fen bilimleri ve mühendislik TFB&M sahalarında). Yani üniversite çağindaki her 100 kişiden 27’si üniversiteyi bitiriyor. Bu oran ABD’de 33.8 (5.7’si TFB&M), Japonya’da 31.5 (8.0’ı TFB&M), AB ülkelerinde 27.1 (7.6’sı TFB&M), İsveç’te 33.4 (9.5’i TFB&M), Türkiye’de ise 9.0 (2.5’i TFB&M). Güney Kore’de 1975 yılında yüksek ögrenim çağındaki her 100 kişiden sadece 2’si TFB&M sahalarında lisans eğitimi görüp mezun olurken, bu sayı 2001 yılında 11’e çıktı, ve Güney Kore bu sahada yaklaşık 6 mezun veren ABD’yi ve 8 mezun veren Japonya’yı geride bıraktı.

Millî gelirden araştırma-geliştirme (Ar-Ge)’ye harcanan pay, bu bilgi çağında bir ülkenin bilim ve teknolojiye verdiği önemin somut bir göstergesidir, ve o ülkenin ekonomik gelişmişliğiyle yakından ilgilidir. Bu payın oranı 2000’de OECD ülkelerinde %2.24 idi. Yani ülkelerde kazanılan her $100’ın $2.24’ı Ar-Ge’ye harcandı. Bu oran Güney Kore’de %2.65, ABD’de %2.71, Almanya’da %2.53, ve İsveç’te %3.78 iken, Türkiye’de %0.64 olmuştur. OECD ülkelerinde akademik Ar-Ge çalışmalarının payı %17.2 iken (Güney Kore’de %11.3, ABD’de %14.6, Almanya’da %15) Türkiye’de %60.4 omuştur. Türkiye’de üniversitelerdeki araştırmaların ülkenin problemlerine çozüm geliştirmek ve ülkenin önünü açmaktan ziyade üyelerine akademik ünvan kazandırmaya yönelik olduğu dikkate alınırsa, Ar-Ge’ye ayrılan bu küçük payın bile etkin kullanımı sorgulamaya açıktır.

Fen bilimleri ve mühendislik araştırmalarının neticeleri dünyanın saygın dergilerindeki yayın sayısı ile ölçülür. Dünyanın an saygın ve etkin dergilerinde (5000’’den fazla dergiden oluşan citation index) Fen bilimleri ve Mühendislik konularında yayınlanan makalelerin sayısı 2001’de milyon-nüfus başına OECD ülkelerinde ortalama 490.3, tüm dünyada ise 108.8 idi. Bu rakam İsveç’te 1139, ABD’de 722, Almanya’da 531, Japonya’da 446, Güney Kore’de 207, Malezya’da 22, İran’da 14, Kenya’da 9 iken, Türkiye OECD tarafından hazırlanan bu sıralamada yer almamıştır. Güney Kore’nin citation index’e geçen yayın sayısı 1988-2001 arasında 14 kat artmıştır. Bu rakanlar da Güney Kore mucizesinin arkasındaki itici gücün bilim ve teknoloji olduğunu gözler önüne sermektedir.

1995 tarihli “Kore’nin 21. yüzyıl Vizyonu” adlı eğitimle ilgili hükümet raporunda, eğitim programının hedefi “öğrencileri dünya vatandaşı olmaya teşvik etmek, ve böylelikle çeşitliliğe açıklık, geniş perspektif oluşturma, diğer ülkelerin değişik gelenek ve kültürlerini anlama, çevre sorunlarına ve değişik bölgeler ve ırklar arasındaki anlaşmazlılara hassas olma” olarak ifade etmiştir. Böylelikle, çeşitlilik ve farklılığa tolerans ve açık-fikirliliğe daha büyük vurgu yapılmaktadır.

1999’da Kore Eğitim Bakanlığı, 21. yüzyıl için ihtiyaç duyulan dünya çapında araştirmacı bilim insanları yetiştirmek gayesiyle “Beyin Kore 21” adlı bir yüksek öğretim reformu projesini başlattı. Bu proje, yeni yüzyılın zorluklarını başarıyla göğüslüyebilmek için genel yüksek eğitim sistemini yeniden yapılandırmaya yöneliktir. Programın temel gayesi yaratıcı ve original fikir ve teknolojilerin üretildiği bir platform görevini ifa edecek dünya çapında araştırma üniversiteleri tesis etmek. Aynı yıl, Kore hükümeti yerel ekonominin taleplerini karşılayan mahallî üniversiteleri desteklemeyi amaçlıyan 7-yıllık bir projeyi de başlattı.

Güney Kore’de 2001 yılında Eğitim Bakanlığı, “Eğitim ve İnsan Kaynakları Geliştirme Bakanlığı” olarak yeniden yapılandırılmış, ve Eğitim Bakanı’nin statüsü eğitim ve insan kaynakları gelişimi ile ilgili politikaların formüle edilmesi ve koordinasyonundan sorumlu başbakan yardımcılığına yükseltilmiştir. Yeni bakanlık, öğrencilerin küresel girişimci, tekniker, ve araştırmacı topluma katılmaya daha iyi hazırlıyarak  bilgi-tabanlı ekonominin zorluklarını karşılama gayesiyle tesis edilmiştir.

Çocuklarını Seul’deki en elit üniversitelerde eğitmenin bir aile prestiji olduğu Güney Kore’de de, bizde olduğu gibi, üniversite giriş sınavı çocukları yıllarca bir “sınav cehennemi” içinde kıvrandırıyordu, ve bazı aileler bir sektör haline gelen özel dersler ve kurslar için ayda $2000’a varan ücretler ödüyordu. Ezberciliği ve test çözme mekanik becerisini ön plana çıkaran ve defalarca değiştirilen bu eski sistem 1995’de başlayan bir eğitim reformunun parçası olarak temelden değiştirilmiş, ve 2002’de yürürlüğe konmuştur. Yeni sistem, genel bilgi ve yetenek imtihanı ile beraber öğrencilerin kişisel okul dosya kayıtlarını, makale yazmayı, ve mülakatı ön plana çıkarmaktadır. Bu şekilde Lise eğitiminin öğrencinin çok yönlü gelişimine anlamlı bir katkı yapması yani aslî görevine dönmesi amaçlanmıştır. Ayrıca, mezuniyet için gerekli asgari kredi sayısının da ABD’de olduğu gibi 120 olması hedeflenmiştir. Kredi sayısının azaltılmasını standardı ve kaliteyi düşürmek olarak görenlere şunu hatırlatmak lazım ki modern eğitimin temel hedeflerinden biri çok şeyi değil “ögrenmesini öğretmek”tir, ve sahasında temel bilgilerle mücehhez öğrenciye ihtiyaç duyduğu bilgilere ulaşıp öğrenebileceği özgüvenini kazandırmaktır. Bunun diğer bir avantajı da mezuniyet için gerekli kredi sayısınin mesela 180’dan 120’ye düşürülmesi, hiçbir ilave kaynak gerektirmeden öğrenci kapasitesinin %30 arttırılabilmesidir.

ABD’de Yüksek Eğitim ve Ekonomiye Katkısı

Üniversitelerin ana misyonu ögrencileri değişik sahalarda eğitmek, entellektüel bir birikim sağlamak, bilimi geliştirmek, ve teknik uzmanlık kaynağı olarak topluma hizmet vermektir. Üniversiteler, temel ve uygulamalı araştırmaları ve piyasayla yakın işbirliği yapmasıyla ABD’nin ekonomik gelişiminde ve refah seviyesinin yükselmesinde merkezî bir rol oynamışlardır. Bu yüzden ABD’de üniversiteler artan oranda uygulamalı araştırmalara yönelmekte, ve ögretim üylerini danışmanlık yapmaya ve teknolojik yenilikleri piyasanın hizmetine sunmaya teşvik etmektedir.

ABD’de üniversitelerin yaygınlaştılması bir buçuk asır öncesine dayanır, ve ekonomiyi desteklemek amacıyla yapılmıştır. 2 Temmuz 1862’de başkan Abraham Lincoln, Federal hükümetin her eyalete yüzbinlerce dölüm arazı bağıslamasını öngören Arazi-bağış kanununu (Land Grant Act) imzaladı. Bu kanunun gayesi, 50 eyaletin her birinde tarım ve makineleşmeyi desteklemek amacıyla birer Ziraat ve Mekanik Sanatlar Fakültelerinin kurulmasını sağlamak, ve buralarda çiftçileri ve makinacıları eğitmekti. Bu üniversitelerin misyonu, topluma ihtiyaç duyduğu eğitim, bilimsel araştırma, ve yerinde hizmeti sunmaktı. ABD’nin tarım ve teknolojide dünya lideri olmasında eğitime yapılan bu yatırımım büyük etkisi olmuştur.

1950’lerde başlayan soğuk savaş yıllarında bilimsel araştırmaların odak noktası savunma ve uzay araştırmalarıydı, ve üniversiteler de bu misyonu ilgili bölümler açarak ve bu konulardaki araştırmalara yönelerek desteklemişlerdir. 1980’li yıllarda soğuk savaşın bitmesinin ardından savunma amaçlı araştırmalar geri plana itilmiş, ve bilimsel araştırmların hedefi yeni teknoloji – bilhassa bilgi teknolojileri – geliştirerek ülkenin teknolojideki liderliğini korumak, ve rekabet gücünü arttırmak olmuştur. Son yıllarda ise araştırmların bir kısmı terörle mücadeleye yönlendirilmiştir. Mesela terörü önlemeye yönelik Ar-Ge çalışmalarına Federal hükümet 2001’de $0.6 milyar ayırmışken bu miktar 2003’de $2.9 milyara çıkmıştır. Görüldüğü gibi, ABD’de üniversiteler dahil tüm kurumlar ülkenin değişen ihtiyaçlarına ve önceliklerine hemen uyum sağlamakta, ve tam destek vermektedir. Amaçlanan hedefler net olarak ifade edilmekte, ve kaynaklar en etkin şekilde kullanılmaktadır.

Yüksek teknoloji ürünleri dünyada ekonomik büyümenin motoru olmaya devam etmektedir, ve yüksek teknoloji ürünlerinin pazarı hızla genişlemektedir. 2001’de yüksek teknoloji ürünlerinin %32’sinin ABD’de üretilmiş olması, bu alanda yapılan ve 2002’de $276 milyarı bulan Ar-Ge yatırımlarının bir sonucudur. ABD aynı zamanda zihin ürünü olarak satılan teknik bilgi ve becerinin de (know-how) önde gelen net ihracatçısıdır. 2001’de ABD’nin teknik bilgi ve becerinin yabancılara lisanslanmasından elde ettiği gelir $4.9 milyara ulaşmıştır.

Bir çok ülke mucitlik performanslarını geliştirmelerinin bir aracı olarak üniversite-endüstri bağlarını geliştirmeye çalışmaktadır. Araştırma sonuçlarına dayalı olarak alınan patentler akademik Ar-Ge’nin kıymetli bir ürünü olmuşlardır. 2001’de ABD’de akademik kurumlara verilen patentlarin sayısı 3200’ü aşmıştır. (Aynı yıl Türkiye’deki toplam patent başvuru sayısı 3219 idi, ve başvuruların %96’sını yabancılar yapmıştı – ATO 2004 raporu). Bu rakam 1970’li yıllara gore 10 kat artışı temsil etmektedir. ABD üniversiteleri 2001’de patentlerini lisanslamadan $850 milyon gelir elde etmiştir. Bu rakam 5 yıl önceki gelirin 2 katından daha fazladır. Artan lisans gelirleri ve faaliyetleri, üniversitelerin geliştirdikleri ürün ve teklolojilerini ticarileştirmedeki artan gayret ve başarılarının bir göstergesidir. (Kaynak: ABD Millî Bilim Kurulu NSF, 2004 tarihli Fen ve Mühendislik Göstergeleri raporu).

Yine 2004 tarihli bu raporda, ABD’deki araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) faaliyetlerinin ekonomik büyümeye somut olarak katkıda bulunduğu ifade edilmekte, ve 1990’lardaki kuvvetli ekonomik performansın, bilgi-tabanlı ekonomiye – araştırma, onun ticarileştirilmesi, ve diğer entellektüel çalışmaların ekonomik büyümeyi beslemede artan rol oynadığı ekonomiye – yönelime ivme hazandırdığı söylenmektedir. ABD’nin kuvvetli performansı, dünya üzerindeki diğer hükümetlerin kendi ülkelerinin fen bilimleri ve teknoloji (FB&T) aktivitelerini ve bilgi-tabanlı ekonomiye geçişteki ilerlemelerini ölçmelerinde bir kıstas oluşturmuştur. Bu ülkeler, ABD’nin bilgi-güdümlü ekonomik büyüme modelinin öğelerini kopyalama gayretiyle ekonomilerinin bilgi-yoğunluklu sektörlerini genişletmeye çalışmakta, ve bunu başarabilmek için ihtiyaç duydukları iyi eğitilmiş teknik işgücünü geliştirmek için gereken adımları atmaktadırlar. Avrupa Birliği 2000’de Lisbon’da “2010 yılına kadar dünyada rekabet gücü en yüksek ve bilgi-tabanlı en dinamik ekonomi olmak” hedefini benimsemiş ve uygulamaya koymuştur.” Bu hedefe ulaşmada an mühim rol üniversitelere düşmektedir. Acaba Türkiye’nin 2010 hedefi nedir?

Kapanış

Her devlet kurumu gibi, üniversitelerin ve öğretim üyelerinin varlıklarının sebebi içinden çıktıkları topluma hizmet etmektir. Üniversite öğretim üyeleri, bilimin ve bilim insanlarının itibarını düşüren bilgicilik oynama, bilgiçlik taslama, ve hatta taassup ve önyargılarına bilim kılıfı geçirerek halka ve birbirlerine tahakküm etme gayretlerine son verip bilimi halkın hizmetine sunmanın yollarını aramalıdırlar. Üniversitelerin akademik ünvan sistemi de bu tür hizmetleri teşvik edecek şekilde değiştirilmelidir. Hiç şüphe yok ki bu millet, kendisine samimî olarak hizmet edenleri tanır, ve onları baştacı eder.

Türkiye’de artık başta üniversiteler olmak üzere tüm kurumlar neyi ne için ve hangi maliyetle yaptıklarını sorgulamalı, ve mevcut kaynaklarıyla ülkeye en iyi nasıl hizmet verebileceklerinin muhasebesini yapmalıdır. Tüm kurumlar kendi kısır gündemlerine değil, ülkenin gerçek gündemine odaklanmalıdır. Ülke ekonimisinin kritik ihtiyaçları belirlenmeli, ve üniversitelerin tek başlarına veya başka ilgili kurumlarla işbirliği halinde bu ihtiyaçları nasıl karşılıyabileceği araştırılmalıdır. Büyük problemlerin çözümü, büyük takımların kurulmasını gerektirir. Bu yüzden sanayi, devlet kurumları, ve yüksek öğretim kurumlarının ileri gelenleri beraberce bir yol haritası oluşturmalı, öncelikler belirlenmeli, ve üniversiteler bu oluşumda üzerlerine düşen görevi yerine getirmelidir. Üniversiteler, bireysel yayın çıkarmaya yönelik çok sayıda küçük proje yapmaya dayalı cılız yapıdan çıkarılıp, Türkiye ekonomisinin verimliliğinin ve rekabet edebilirliğinin arttırılmasında aktif rol alan faal oyuncular haline getirilmelidir. Böylelikle bilim ve bilim insanları layık oldukları saygın konuma gelecek, üniversiteler problemli değil problem çözen kurumlar olacak, ve ülke gerçek demokrasiye bir adım daha yaklaşacaktır. Bunu ABD yaptı, Japonya yaptı, ve Güney Kore yaptı. Artık sıra Türkiye’de.

Bu makale ALTERNATIF Bakış dergisinin “Eğitim” temalı Eylül-Ekim 2005 sayısında yayınlanmıştır.