ÜNİVERSİTELERİN ÇAĞDAŞLAŞMASINDA İLK ADIM: ÖZGÜR VE ÖZGÜN DÜŞÜNCE ORTAMININ SAĞLANMASI
Türkiye çok bakımdan çağdan kopuk bir görünüm arzetmeye devam ediyor. Modern dünya, üniversitelerinde dünyanın geleceğini tartışır, yerel ve global problemlere akıl ve bilim ışığında çözüm üretir, ve iş dünyası veya siyaset liderlerine yol haritası çizerken, Türkiye’deki üniversitelerde en çok tartışılan şey üniversitelerin kendileridir. Nedense üniversitelerimiz bir türlü “tartışılma” kurum imajını aşıp “tartışan” ve ufuk açıcı fikirler üreten kurumlar konumuna geçememiştir. Kampüs içindeki fikir ve ifade özgürlüğünün kampüs dışındakinden bile az olduğu ve öğretim üyelerinin konuşup yazarken soruşturma giyotininin soğukluğunu enselerinde hissettiği bir ortamda üniversitelerimizin Nobel ödülleri almak veya bilim üretiminde ilkler arasına girmek şöyle dursun yeni fikir, san’at, ve teknoloji üretme ve geliştirmede ciddi bir konumda olmalarını beklemek herhalde biraz hayalcilik olur. Durum böyle olunca üniversitelerimizin genel olarak “ileri lise” seviyesini aşamamasına ve dünya sıralamalarında yer bulamayışına ve de başarılarının sınırlı kalmasına pek şaşmamak lazımdır.
Modern dünyada üniversiteler bilgi-toplumu ve bilgi-ekonomisinin oluşumunda merkezî bir rol oynamıştır, ve oynamaya da devam etmektedir. Otoriter ve statükocu toplumlarda ise üniversiteler geleceğe ışık tutan dinamik kurumlar değil, geçmişin ezberlerine gömülüp kalmış ve değişim ve gelişimi bloke etme saflarında yerini almış köhne kurumlar görünümü vermektedir. Üniversitelerin modern dünya standartlarına çıkması için yapılması gereken ilk şey ön yargılardan arınıp modern dünyadaki uygulamaları referans almak ve genel akıl ve bilimi rehber edinmektir. Bu reçete üniversitelerle beraber diğer bir çok kurum için de geçerlidir.
Dünyada herhalde bizden başka okullarının duvarları “Hakiki mürşit ilimdir” veya benzeri ifadeler içeren levhalarla donatılmış bir ülke yoktur. Okullarımızı gezen bir ziyaretçi bu levhalara bakıp zanneder ki Türkiye’de okullarda bilimin rehber edinilmesi genç dimağlara kalıcı bir şekilde işleniyor. Nereden bilsin ki duvarlar arasında bunun tam tersi yapılıyor, ve zihinlere ideolojik ezberler ve bize özgü “değişmez ve sorgulanamaz doğrular” kazınıyor. Böylelikle taze zihin fidanları bilimle sulanarak serbest düşünce zemininde geliştirilme yerine adeta dumura uğratılıyor ve işlevsiz hale getiriliyor. Okulları doktriner bir atelyeye çeviren bu yaklaşımı, torna tezgahlarının hakim olduğu sanayi devrinde anlamak mümkündü. Ama artık bilgi çağını yaşıyan dünyamızda çağdışı kalmış bu tek tipçi yaklaşım iyice sırıtmaktadır, ve Türkiye’yi müstemleke mentalitesinde, sorgulamaktan korkan, girişimci ruhundan yoksun, düşünce özürlü bireyler ülkesi haline getirmektedir.
Örnek olarak rektörlerin üniversite açılışlarında yaptıkları konuşmalara bakmak yeterlidir. Ufuk açıcı olması gereken ve başlamakta olan yeni akademik yılda adeta üniversite camiası için kamçılayıcı bir yol haritası olması beklenen konuşma metinleri, artık duymaktan gına getirdiğimiz ezberlerle yüklüdür, ve gelecek yılki açılış konuşmalarında rektörlerin ne diyeceğini bilmek için bir kahin olmaya gerek yoktur. Modern Batı ülkelerinde ise rektörlerin açılış konuşmaları birer hesap verme ve yol gösterme manifestolarıdır. Tüm öğretim üyelerinin davet edildiği bu tür konuşmalarda geçen yılın hesabı verilir, üniversite kaynaklarının nereye harcandığı izah edilir, ve kayda değer başarılar özetlenir. Devam eden heyecan verici proje ve faaliyetler anlatılır, üniversitenin başlamakta olan yıldaki hedefleri ve öncelikleri ilan edilir, ve bu hedeflerin yerelde halkın ve genelde ülkenin beklentileriyle nasıl uyuştuğu izah edilir. Bu tür toplantılara sadece üniversite camiası değil, iş dünyası ve halktan ileri gelenler de katılır, çünkü üniversitelerin ajendaları onları da yakından ilgilendirir. Zaten toplum ile bütünleşmiş ve topluma akıl ve bilimi rehber edinerek hizmet verme şuuru gelişmiş kurumlardan beklenen de budur.
İkinci bir örnek vermek gerekirse, laiklik modern dünyanın temel değerlerinden biridir, ve temel insan haklarından olan din ve vicdan hürriyetinin bir garantisidir. Eski Yargıtay başkanı Osman Arslan’ın 6 Eylül 2006’da adlî yılın açılış konuşmasında ifade ettiği gibi “Laiklik dinin devlet işlerine devletin ise din işlerine karışmaması, birbirinden ayrılması anlamına gelir… Laik devlet, bütün dinlere ve mezheplere aynı uzaklıktadır… Ne insanlar tarafından oluşturulan kurum ve kuruluşların ne de devletin dini olur.” Modern dünyanın laiklik anlayış ve yaşayışını doğru olarak yansıtan ve bu konuda uzman tüm biliminsanlarının rahatlıkla mutabık kalacağı bu tanıma göre bünyesinde dev bir din teşkilatıyla dini tekelleştiren ve dinler arasında açıkça ayrım gözeten bir ülkenin laiklik iddiası gülünçtür. 17 Eylül 2006 tarihli Sabah gazetesinin bilimsel bir rapora dayalı haber başlığında ifade edildiği gibi “Türkiye’de Laiklik Yok”. Dinin devlet kontrolü altında tutulduğu bir ülkede din ve vicdan özgürlüğünden bahsetmek akıl ve bilime sırtını dönmektir, olmayan bir şeyin bekçiliğini yapmak ise tam bir garabettir. Durum böyle iken üniversiteleri laikliğin kalesi ilan etmek ve laikliği koruma andları içmek bir komedidir, ve bu durum üniversiterimizde akıl ve bilim yerine hala ezberlerin hükmettiğinin açık bir kanıtıdır.
Yargıtay başkanı ve diğer etkin kişilerce yapılan bu garebete son verme çağrıları ise sağır kulaklara düşmüş, ve hatta “tartışılması sakıncalı” olduğu gerekçesiyle bazı etkin kurumların tepkisini çekmiştir. Türkiye’de akıl ve bilime sırt çevrilirken ve bilimin üretildiği temel zemin olan serbest tartışma ortamı rafa kaldırılırken üniversitlerimizin sergilediği suskunluk hayret vericidir ve üniversitelerin kendilerini inkarıdır. Hatta Türkiye’nin müzminleşiş dertlerine neşter vuracak ve çözüm sunabilecek olan bazı doktora tezi önerileri “sakıncalı” oldukları gerekçesiyle reddedilmekte, ve suya sabuna dokunmayan konular tercih edilmektedir. Daha da vahimi, bir üniversite öğretim üyesinin dayatmaları reddedip bazı konularda fikir beyan etmesi veya araştırma yapması, akademik intihara eşdeğer olabilmektedir. Kışla havasına bürünen bir üniversitenin ülkesine ve dünyaya vereceği bir şey olamaz. Her sabah çocuklarımıza tekrarlatıp durduğumuz “Türküm, doğruyum, ..” nakaratındaki doğruluk iddiasında samimi isek, duvarlarımızdaki “Hakiki mürşit ilimdir” levhalarını davranışlarımızı doğru olarak ifade eden levhalarla değiştirmemiz gerekir.
Öyle görülüyor ki Batı dünyası “Hakiki mürşit ilimdir” sözünü yaşıyor, ve onu her zeminde hareketleriyle yazıyor. Biz ise bu ve benzeri güzel sözleri duvarlara ve ezberlerimize hapsediyoruz. Batı dünyası bu sözün özünü yiyip hayata geçirirken, biz her zamanki gibi kabuğunu geveliyoruz. Eğer dünyada “Levha Hakları Mahkemesi” diye bir kurum olsaydı, herhalde duvarlarımızdaki tüm “Hakiki mürşit ilimdir” levhaları aleyhimize hakaret davası açacak, ve duvarlarımızdan indirilip bilimin hürmet gördüğü yerlere nakillerini talep edeceklerdi. Artık herkesçe görülmesi gerekir ki Batı dünyası aydınlanma çağında bağnazlıkları terkedip bilim ve teknolojiye yatırım yaptı, ve işlerinde akıl ve bilimi rehber edindi. Sonunda haklı olarak yükseldi, ve kuvvet ve zenginliğe ulaştı. Bilime sırtını dönüp kafalarını mazi kumlarına gömenler ise zillet, zayıflık, ve fakirlikten kurtulamadı.
Fikir ve ifade hürriyetinin en temel insanlık hak ve hürriyeti olduğu modern dünyada, fikirlerden korkmak ve onların dile getirilmesini kanun ve cezalarla engellemeye çalışmak, fikirleri “tehlikeli” görüp bu görülmez düşmanlara savaş ilan etmek, hangi akıl, ilim, ve izanla bağdaşır? Ve bilginin sınır tanımadığı bu iletişim çağında fikirlerin polisiye tedbir ve yasaklarla yok edilebileceğine hangi akıl sahibi inanır? Artık açıkça görülmüyor mu ki insanları birbiriyle kaynaştıran cehalet değil hakikat kıvılcımlarıdır, ve onlar da fikirlerin serbestçe çarpışmasından çıkar. Acaba en büyük düşmanımızın fikir değil evham, ve bizim yerlerde sürünmemize en büyük sebebin kökleşmiş saplantılarımız olduğunu ne zaman idrak edeceğiz? Fikir ve ifade özgürlüğü olmayan yerlerde gerçek üniversitelerin de olamıyacağını ne zaman göreceğiz? İnternette serbest bir iletişim ortamı olan “youtube” sitesinin yasaklanıp durduğu bir ülkenin üniversitelerinde gerçek bir fikir özgürlüğü beklemek ne kadar gerçekçidir?
Türkiye’deki üniversitelerin dünya arenasında ciddi bir varlık gösterememesinin temelinde yatan diğer bir sebep de demokrasi yoksunluğudur, ve yönetimin cumhuriyet kabuğu içinde saltanat özlü olmasıdır. Türkiye’de hakim bir zümre şeklî bir cumhuriyet içinde gizli saltanatlarını sürdürebilmek için imkanları sonuna kadar zorlamışlardır. En büyük yetkilerin halk tarafından seçilen bir Başbakan yerine dayatmalarla meclise seçtirilebileceği hesaplanan bir Cumhurbaşkanına verilmiş olması da bu düşüncenin bir sonucudur. Demokrasinin “lüks” görüldüğü ve demokrasisi hala emekleme aşamasında olan bir ülkenin üniversiteleri parlak geleceklere koşabilir mi? Üniversitlerde devlerin genel yapısına uygun olarak YÖK ve Rektör saltanatları hakimdir, ve paylaşımcı yönetim neredeyse yoktur. Her fırsatta “cumhuriyetin yılmaz bekçileri” olduklarını ifade eden üniversitelerde cumhuriyetten pek fazla bir eser olmayışı, ve hatta aykırı düşüncelere tahammülün dahi gayet sınırlı oluşu da incelemeğe değer ayrı bir vakadır. Gelecekleri bir kişinin iki dudağı arasında olan öğretim üyelerinin özgüvenle serbest araştırma yapması ve modern dünyadaki meslekdaşlarıyla yarışması pek de kolay değildir. Serbest araştırmalarıyla fikir dünyasının akıncıları olması gereken bilim insanları, suya sabuna dokunmamaya ve adeta memur olmaya teşvik edilmektedir. Ama güvenli limanlara demir atmış olan gemilerden yeni kıtalar keşfetmeleri beklenemez. Keşif yapmak için, açık denizlere açılmak ve dev dalgalarla boğuşmayı göze almak gerekir. Rizk olmayan bir işte büyük kazanç da olmaz.
Dünya ülkelerine bakıldığı zaman gayet açık olarak görülür ki bir ülkedeki bilim ve teknoloji seviyesi, demokrasi seviyesi ile birebir ilişkilidir. Bir ülke demokraside ne kadar ileri ise, bilim ve teknolojide de o kadar ileridir. Bilim ve teknolojide lider olan ülkelerin demokratik hak ve özgürlüklerde de lider olmaları tesadüf değildir. Hatta denebilir ki demokrasisini dünya standartlarına yükseltemiyen bir ülkenin eğitimini bu standartlara taşıması mümkün değildir. Eğitim konusundaki tüm gayretleri ve hatta “reform” olarak takdim edilen büyük projeleri de akim kalmaya ve ölü doğum yapmaya mahkumdur. Mevsim kış kaldığı sürece bol mahsül bahçelerde değil ancak hayallerde görülür – tohumlar kaliteli, gübre bol olsa bile.
Türkiye’de akademik ünvanların veriliş kriterleri de üniversitelerde çabuk yayına dönüşebilecek kısa vadeli çalışmaları ve akademik birimlerdeki başına buyrukluğu teşvik edici mahiyettedir. Unvan verilmesinde öğretim üyesinin bölümüne, kurumuna, yöresine ve tüm ülkeye verdiği hizmet göz ardı edilip münferit yayınlar esas alınmakta ve böylelikle öğretim üyelerinin birimlerinden ve çevresinden kopukluğu pekiştirilmektedir. Ve maalesef modern dünya ve bilhassa ABD’de bunun böyle olduğu zannedilmekte ve bu uygulama modernlik ve bilimsellik adına yapılmaktadır. Yani yine özden habersiz kabuk alınmış ve meyve diye takdim edilmiştir. Bu sistemin ağızda bıraktığı buruk tat bile nedense hâlâ ilgilileri uyandırmamıştır. Bu şekilde öğretim üyeleri ülkenin ve insanlığın problemlerine eğilip çözüm üretmek yerine kolayca yayın çıkarabilecekleri alanlara yönelmekte ve üniversiteler gerçek hayattan kopmaktadır. Halbuki yayın çıkarmak bir üniversitenin misyonu olamaz; olsa olsa yapılan güzel işleri ve elde edilen değerli bulguları başkalarıyla paylaşma aracı olabilir.
Araştırılmış ve belli bir olgunluğa kavuşturulmuş bir konuyu bazı parametreleri değiştirerek ve değişik durumlara uyguluyarak doktora çalışmaları yapmak ve uluslararası yayın çıkarmak oldukça rizksizdir, ve bu tür çalışmalarla yayın listesini kabartmak ve akademik merdivenleri emin adımlarla tırmanmak Türkiye’de sıkça başvurulan bir yoldur. Bunun sonucu olarak Türkiye dünya yayın sıralamasında hiç de fena bir yerde değildir. Ama rizk almayı gerektiren çığır açıcı çalışmalarda ve dolayesi ile patentlenebilir fikir ve ürün kategorisinde pek bir varlığı yoktur. Böyle muhafazakar bir yaklaşımla bilim dünyasında ön saflarda yer almak mümkün değildir.
Bilim insanlarının üretgenliğinin azami seviyeye çıkarılması için akademik özgürlüğün önemini çok iyi bilen ABD, kendini ispatlamış öğretim üyelerine ömür boyu iş garantisi anlamına gelen “tenure” statüsü vermektedir. Tenure ünvanını almaya hak kazanmış bir öğretim üyesinin işine değil rektör, ABD başkanı bile karışamaz. Böylelikle öğretim üyelerinin en aykırı ve yüksek rizkli konularda bile araştırma yapmaları, en uçuk fikirleri her ortamda ve medyada hiç çekinmeden ifade etmeleri, ve rizk almakdan korkmayarak yeni araştırma ve öğrenim metodları deneme hürriyetleri en yüksek seviyede garanti altına alınmış olur. Sonunda öğretim üyelerinin kabiliyetlerini en yüksek seviyeye kadar geliştirmelerinin önü açılmakta, ve ABD bilim ve teknolojide liderliğinin pekiştirerek insana güvene yapılan bu yatırımın meyvelerini bol bol toplamaktadır.
ABD’de kaliteyi getiren diğer bir uygulama da, üniversitelerin kendi doktora mezunlarını öğretim üyeliğine almaktan kaçınmalarıdır. Bunun arkasındaki mantık da değişik bir ortamdan gelen birisiyle kampüste entellektüel çeşitlilik ve zenginliğin sağlanması, ve bir bölümde birbirinin kopyası olan bir öğretim kadrosunun oluşmasının önüne geçilmesidir. ABD bunu “aile içi evlilik”e benzetir, ve akademik birimlerin yozlaşması olarak görür. Hatta bir broşür veya katalogda bir bölümün hocaları tanıtılırken isimleri ile beraber doktora aldıkları kurumların da adlarının yazılması yaygındır. Bu şekilde bölümdeki entellektüel zenginliğe dikkat çekilir.
Türkiye’de ise uygulama tam tersidir, ve mezuniyetten sonra aynı kurumda kalmak istisna değil, esastır. Bunun sonucu ortaya çıkan kısır döngü ve yeknesaklık dinamizm ve değişim önünde bir engel olmaya devam etmektedir. Olması gereken, doktorasını yeni bitiren öğrencilerin mezun olduğu kurumlarda bir veya iki yıldan fazla kalmalarına izin verilmemesidir (bazı projeler bu devamlılığı gerektirebilir). Böyle bir uygulama, mezunların serbest piyasada “pazarlanabilirliğini” ön plana çıkaracak, ve serbest rekabet ortamı doktora eğitimi kalitesini de yükseltecektir. Çünkü mezunları talep görmeyen bir doktora programı, ya kendisine çeki düzen verecek ya da kapısına kilit vuracaktır. Mezunlarını işe yerleştirme oranı, hem tez hocası hem de kurum için bir prestij ölçüsü olacaktır.
Türkiye’de nedense birçok öğretim üyesi (buna meslek odaları mensuplarını da ilave edebiliriz) sanki politik duruş sergileme kıtlığı varmış gibi mesleğiyle ilgili ilgisiz birçok konuda politik duruş sergilemeyi bir “görev” olarak görüyor ve meslekî îtibar ve kredibilite kaybına uğruyor. Hatta zamanının mühim bir kısmını politika okuyarak/konuşarak geçiriyor ve meslektaşlarını bilimsel kalibrelerine göre değil tamamen politik duruşlarına göre değerlendiriyor. Yani, politik duruşa bilimsel konumdan daha çok değer veriyor. Bir kurumda politik duruşa bilimden çok değer verilirse, o kurum artık “politize” olmuştur ve o kurumun işlerinde “bilimi” esas alması ve “objektif” olması beklenemez ve sunduğu görüşlerin de “bilimsel” olduğu iddiası pek inandırıcı olmaz. Her öğretim üyesinin elbette bir politik görüşü ve politik tercihi vardır ve bunu açıkça ifade etmesinde ve hatta bir partiden politik bir mevki için aday olmasında hiçbir mahzur yoktur. Ancak politik görüşe bilimsellikten daha çok önem veren ve ön plana geçiren kişilerin üniversitede işi yoktur. Aslında bilim insanları temsil ettikleri bilimi el üstünde tutup bilimselliği kısır politik didişmelere feda etmeseler, her zaman iktidarda olurlar. Çünkü zaman bilim zamanıdır ve toplumun taleplerine cevap vermek ve problemlerine çözüm sunmak durumunda olan politik partiler kapsamlı bilimsel çalışmalara ve çözüm önerilerine kulak vermek durumundadırlar. Yeter ki üniversiteler işlerini profesyonelce yapsınlar ve objektiflikten ayrılmasınlar. Bakanlar Kurulu’na ve hatta Millî Güvenlik Kurulu’na zaman zaman saygın bilim insanlarının gündemdeki bazı konularla ilgili kapsamlı bilimsel görüş bildirmek için davet edilmesi bunun ispatıdır. ABD ve Avrupa gibi demokrasinin iyi işlediği ve bilim insanlarının politize olmadığı ülkelerde, ülkenin geleceği ile ilgili birçok kritik karar perde arkasında uzun araştırma ve tartışmalardan sonra konunun uzmanları tarafından alınır ve politikacılara sadece bu kararları halka sunmak ve savunmak düşer.
Çok kez üniversitelerin gerçek hayattan kopukluğundan ve öğretim üyelerinin varlık gösterememelerinden şikayet ediyoruz, ve her fırsatta üniversiteleri eleştiriyoruz. Ama aslında Türkiye’de sanki sistem üniversiteleri pasifize etme ve onların bir varlık göstermesini önleme ve “gölge etmesin başka ihsan istemez” düşüncesi üzerine kurulmuştur. Akademik ünvanların verilmesinde neredeyse tek kriterin yayın – bilhassa yabancı yayın – olması, danışmanlık önüne ciddî engeller ve sınırlamalar konması, piyasaya verilen hizmetin dikkate alınmaması ve hatta soruşturmaya sebep olabilmesi, ve üniversitlerin halktan kopukluğu bunun göstergesidir. Bu durum öğretim üyelerinin aslî görevlerini bir kenara bırakarak bir nevi “yayıncılık oyunu” oynamasını netice vermiştir. Dünyada birçok değişim üniversitelerden ve üniversitelerdeki serbest düşünce ortamından kaynaklanmıştır, ve öyle görülüyor ki Türkiye’deki statükocu otorite buna meydan vermemek için üniversitelerin cılız kalmasını arzu etmektedir.
Türkiye’nin tüm dertleri sonunda “özürlü” demokrasiye ve “sınırlı” kişisel hak ve özgürlüklere, ve muasır medeniyet yerine modası geçmiş ezberlerin esas alınmasına dayanır. Türkiye bu eksiklikleri aşıp hür dünya ile bütünleşmeden ve sözde değil özde “demokratik” bir ülke olmadan dünya standartlarında modern bir üniversite sistemine sahip olamaz. Türk üniversitelerinin dünya sıralamalarında bir varlık gösterememesi, üniversitelerin kendilerinden ziyade oturdukları zeminden kaynaklanmaktadır. Türkiye’de üniversitelerin gerçekten modern dünya standartlarına ve layık oldukları mevkilere çıkması isteniyorsa, işe üniversitelere kaynak aktarımı ile değil bu zemini özürsüz demokrasi ve en geniş kişisel hak ve özgürlüklerle takviye etmekle başlamak gerekir. Göz kamaştıran gökdelenler ancak sağlam temeller üzerine bina edilebilir.