Ruh ve Unsurları

1. RUHUN VARLIĞI VE MADDE-DIŞI OLMASI

Görünen evren yani bildiğimiz fizik âleminde, varlıkları gözlemlerle veya ölçümlerle tespit edilebilen şeylere maddî veya fiziksel varlıklar (physical beings), bunların dışındaki her şeye de madde-dışı veya daha doğru bir ifadeyle fizik-ötesi varlıklar (meta-physical beings) denir. Atomlardan yani elektron, proton ve nötronlardan oluşan maddî varlıklar kesiftir ve uzayda yer kaplarlar – hava, elma ve insan bedeni gibi. Maddesi olmayan ve enerjiden oluşan varlıklar ise yarı-latif veya yarı-nuranidir ve uzayda yer kaplamazlar – ses, ışık ve elektromanyetik dalgalar gibi. Örneğin lamba maddî bir varlıktır ve lambanın kapladığı alana başka bir cisim konamaz. Ancak lambadan çıkan ışık, odada her yerde var olmasına rağmen hiçbir yer kaplamaz ve ışık ile dolu olan bir yere başka şeyler yerleştirilebilir. Hatta odanın her noktasında aynı anda binlerce cep telefonu sinyali, uydu TV ve internet yayını birlikte vardırlar ve yer tutma konusunda bir kargaşa yaşanmamaktadır. Elektromanyetik cep telefonu dalgaları telefonun kulaklığında ses dalgalarına, onlar da nihayetinde ısı enerjisine dönüşmektedir. Isı enerjisi de elektromanyetik dalgalar olarak uzaya atılmaktadır (aksi takdirde dünya giderek ısınacak ve yeryüzü kısa bir sürede yaşanmaz bir hale gelecekti).

Maddesi olmasa da yarı-nurani olarak vasıflandırılan ve enerjinin korunumu kanununa tabi olan enerji fiziksel bir olgudur ve varlığı, miktarı ve şiddeti aletlerle ölçülebilir. Ruh, akıl ve vicdan (ve hatta adalet, sevgi, şefkat ve güzellik) gibi fizik-ötesi yani tam nurani şeyler ise bazılarının zannettiği gibi bir çeşit ‘enerji’ değildir ve fiziksel bir varlıkları yoktur. O yüzden, varlıklarının, enerji uzmanı doğa bilimciler tarafından gözlemlere veya ölçümlere dayalı olarak belirlenmesi ve teyit edilmesi söz konusu değildir. Bu konuda doğa bilimcilerin söyleyebileceği tek şey ‘fizik âleminde böyle şeyler gözlemlenmemiştir’ – ki doğru bir ifadedir. Ruh enerji değildir; hele madde hiç değildir. ‘İnsan ölünce ağırlığı şu kadar gram azalmaktadır ve bu da ruhun varlığını gösterir’ gibi ifadeler safsatadır. Ruh gibi maddeye nüfuz eden şeylerin varlığı muhakeme yoluyla çıkarım ve vicdani kanaat ile bilinir. Ve maddî olmadıkları için, madde-dışı yani nuranidirler ve dolayısı ile doğaları gereği zaman ve mekân üstüdürler.

Ölmüş bir insan bedeninin canlısıyla aynı maddi organlara sahip olmakla beraber hayat, görme, işitme ve bilinç gibi özelliklerinin olmadığı kolaylıkla gözlemlenebilir. Yeni ölmüş bir insanın cesediyle az önceki canlı bedeni arasında madde olarak hiçbir fark olmadığına göre, canlı bir insan ile ölü cesedi arasındaki her farkın madde-dışı yani mana olması mantık gereğidir. O zaman akla uygun ve mantıken tutarlı bir yaklaşım, insana ‘İnsan = Beden + Ruh’ olarak bakmak ve ruhu da ‘canlı bir insanda olup da ölü cesette olmayan her özellik’ olarak tanımlamaktır. Yani ruh, maddî beden veya ceset dışındaki her şeydir. Görünen fizik âleminin parçası olmayan bir şey evrendeki fizik kanunlarına tabi olmayacağına göre, ruhun zaman veya mekân kısıtı olamaz. Yani ruh, zaman ve mekân üstü ve dolayısı ile ölümsüzdür. Ruhun bu özelliğinden dolayı, insan hayalen geçmişe gidip güzel bir anısını zevkli bir şekilde tekrar yaşayabilir veya geleceğe gidip onu bugünden şekillendirebilir. Uyku esnasında fizik alemini algılama mekanizmaları olan beş duyu devre dışı iken, fizik-ötesi rüya aleminde zaman ve mekân kısıtları olmadan en lezzetli yemekleri yiyebilir ve en güzel manzaraları seyredebilir.

Aslında maddî olmadığı halde, madde üzerindeki etkilerinden hareketle, tüm maddeye nüfuz eden ve ona tam hükmeden yerçekimi gibi fizik kanunlarını kabulde zorlanmayan ve hatta bunu bir bilimsel zorunluluk olarak gören doğa bilimcilerin, bir madde külçesinden ibaret olan insan bedenine nüfuz eden ve ona tam hükmeden çok boyutlu bir kanunlar yumağı olan ruhun varlığını da kabulde hiç zorlanmamaları gerekir.

İnandıkları materyalist dünya görüşünün bir gereği olarak, gözlemlenen fizik âlemi ile sınırladıkları varlık anlayışları yüzünden madde-dışı bir ruhun varlığını bilimsel kimliklerine yakıştıramayan kişiler, aslında hiç farkında olmadan kör, sağır, dilsiz, akılsız, ilimsiz, şuursuz, gayesiz olan atom ve moleküllere, dâhilerde bile olmayan harika vasıflar vermek çelişkisine düşmektedirler. Elmastaki büyüleyici rengârenk pırıltıları, elmasın kendisi dışında bir ışık âleminin varlığını kabul etmeden izah etmeye çalışan kişinin işi gerçekten zordur – ruhun varlığını kabul etmeden, büyük çoğunluğu su moleküllerinden oluşan beynin harikalığını anlamaya çalışmanın zorluğu gibi veya uzaktan kumanda ile uçurulan bir uçağın sevk ve idaresini pilot kabinindeki gösterge ışıklarının yanıp sönmesiyle izah etmeye çalışmanın çıkmazlığı gibi.

İnsan bedeninin bir ‘bir’ olarak tam bir koordinasyon içinde hareket etmesi, ruhun da bir ‘bir’ olmasını ve tek bir merkezden sevk ve idare edilmesini gerektirir. İnsan, vicdanen varlığındaki birliği ve bütünlüğü hisseder. Hatta madde-dışı olan ve bedene nüfuz eden o ‘bir’dir ki bedendeki 37 trilyon bağımsız hücrenin, hepsi birbirinden haberdar tek bir ‘bir’ gibi davranmasını sağlar. Yine ondandır ki insan ölüp birliği sağlayan o ‘bir’ gidince, beden dağılır. O ‘bir’e verilen isim de farklı dillerde farklı kelimelerle ifade edilse de tüm dünyada ‘ruh’tur. Aynı kişinin baba, koca, öğretmen, başkan, katil gibi birçok farklı kimliği olabilir. Ancak kişinin ülkesinde tek bir resmi ismi ve vatandaşlık numarası vardır; farklı kişilere göre olan farklı kimlikler sadece vasıflardır.

İçten gelen bir sezgi ile teyit edildiği gibi, ruh bölünmez basit bir ‘bir’dir. Hatta bedene nüfuz eden ruhun birliğidir ki bedeni bir ‘bir’ olarak bir arada tutar. Ruh fizik-dışı olduğundan, zaman ve mekân kısıtlarına tabi değildir ve doğası icabı ölümsüz olmalıdır. O yüzden ölüm, ruhun ceset kafesinden çıkıp başka bir yere gitmesinden ibaret olmalıdır. Madde âleminden olan beden, parçalarının toplamından ibarettir (beden = kol + bacak + mide + beyin + …). Bu, maddenin korunumu kanununun da bir gereğidir.

Ruh ise madde-dışı yani nurani olduğu için maddî bir sınır veya kaplanan bir mekân söz konusu değildir. Fizik âleminden olmayan bir şeyin fizik kanunlarına tabiiyeti de söz konusu olamaz. Dolayısı ile ruhun her bir kısmı, bütünün farklı yansımalarından ibarettir ve bütün ile aynıdır. Beden-dışı diğer şeyler (akıl, kalp, vicdan, nefis, hayat, bilinç, his, …) ruhun değişik yönleri yani yüzleridir. Söz konusu o yüz olunca, bazen ön plana çıkarmak için ‘ruh’ yerine o yüzün ismi kullanılır. Örneğin ‘nefis’ kelimesi ruhun beden yani maddeyle ilgili zevk, his ve heveslere yönelik yüzünü ifade etmesine rağmen, çok defa ‘ruh’ veya insan yerine kullanılır. Yani bir bakıma, ruh = kalp = nefis = akıl = vicdan = his = … vs. Fark, öne çıkan yüzde yani yansımalardadır. Madde-dışı şeylerde ‘parça’ diye bir şey söz konusu değildir. Başkasına kan veren kişideki kan miktarı azalır ama sevgi veya şefkat veren kişinin sevgi veya şefkatinde bir azalma söz konusu değildir.  

Tüm maddeye nüfuz eden fizik kanunlarının menşei evrensel bir iradedir ve bu kanunlar hükümlerini ‘kuvvet’ ile icra ederler – yerçekimi kuvvetinin dayanağının yerçekimi kanunu olması gibi. Bir şekilde materyalist ideoloji ile özdeşleştirilen fen bilimleri madde-dışı bir şeyi kabul etmediği için yerçekimi kanunu ve yerçekimi kuvveti dâhil her şeyi hâlâ maddede aramakta ve çıkmaza düşmektedir. Madde-dışı olup maddede tezahür eden ve maddeye nüfuz eden her şey, eğer ferdiyeti yani kendine has bir kimliği var ise, ruhtur. O yüzden atomun da o atoma karakterini veren ve fiziki varlığına nüfuz eden genel anlamda bir ruhu vardır. İç içe girmiş birkaç doğa kanun ve prensibinden ibaret olan bu ruh, hayat, akıl, irade ve duygularla donanımlı karmaşık insan ruhuna kıyasla çok basittir. İrade sıfatından gelen ve hükümlerini tüm madde âleminde icra eden, ancak gözle görülür elle tutulur bir varlığı olmayan, yerçekimi gibi doğa kanunlarının sabitliği, değişmezliği ve daimiliği, yine aynı sıfattan gelen ve tüm bedene hükmeden çok daha donanımlı ruhun da daimiliğine bir delildir.

Canlı bakterilerden cansız firmalara, bir bütün olarak hareket eden bir organizma veya kurumun birliğini ve kimliğini temsil eden ve o birlik adına muhatap olunan bir makam vardır.  Bu makam firmalarda CEO tarafından temsil edilen ‘üst yönetim’ ve onun organlarıdır. Kurum adına yazışmalar üst yönetime gelir ve üst yönetimden çıkar. Alt birimlerden gelen talepler üst yönetim tarafından değerlendirilir ve gereği yapılır. Üst yönetim tarafından verilen görevler da alt birimler tarafından yerine getirilir. Elektrik, su, doğalgaz ve internet hatları da tek bir noktadan firmaya bağlanır, oradan da iç bağlantılarla tüm birimlere dağıtılır. Her canlıda da canlının birliğini ve benliğini temsil eden ve muhatap olunan bir makam olmalıdır. Bedende böyle bir makam olmadığına (ve olamayacağına) göre, bu makam madde-dışı olmalıdır ve ruhta bulunmalıdır. Bu üst düzey yönetim makamında oturan ‘ene’ veya ‘ben,’ o canlının CEO’su gibi görev yapar ve yetkiler kullanır. Bedenin organlarını ve ruhun unsurlarını yönetir. Ancak o ‘ben’in gerçek bir varlığı yoktur; olsa olsa evrensel vücut, karakter, hayat, irade, bilinç ve sevgi gibi vasıfları modem gibi alıp yansıtan bir manevi ayna veya santraldır. Tasavvufta bu manevi ayna veya santrala, yaratıcı ile olan bağlantı merkezini temsil manasında latife-i rabbaniye denir. Bu santralda ukde-i hayatiye denen hayat düğümü gibi merkezler de bulunur.

Ruhla ilgili soyut kavramların anlaşılması, bugünkü internet ağı ve bulut işletim sistemleri ile daha kolay hale gelmiştir. Örneğin bu yazı bilgisayarda Windows platformu altında çalışan WORD programı ile yazılmaktadır. Tuşa basmak gibi dış etkilerle oluşturulan tüm sinyaller WORD programının yüklü olduğu hafızadaki kural ve komutlar doğrultusunda işlemcide işlenmekte ve çıktılar ekrana yansıtılmaktadır. Hızlı, ucuz ve güvenilir internet bağlantılarının olduğu yerlerde artık bu tür programların bilgisayara yüklenmesine de gerek yoktur. İnternete bağlanarak, bulut sistemindeki bir WORD programı ile aynı şeyler yapılabilir. Bu durumda bilgisayarda bulut sistemi ile modem üzerinden haberleşecek bir alıcı-verici merkezine, yani bulut sisteminin bilgisayarda işlevsel olduğu bir platforma ihtiyaç vardır.

Bilişim ve iletişim teknolojilerinden ve bilhassa bulut sistemlerinden pek haberi olmayan bir kişi, bilgisayarda WORD programı yüklü olmadan WORD’ün bütün işlemlerini yapıyor olmasına akıl erdiremeyecektir – bizim beyindeki görme merkezi denen ve silikon atomları yerine çoğunlukla su moleküllerinden oluşan atom yumağına gelen bir elektrik sinyalinin imaj haline gelivermesini bir türlü anlayamadığımız gibi (Beyine bu yüzden hâlâ hayret ve acizlik içinde sırları çözülemeyen gizemli bir organ olarak bakılmaktadır). İnternet ve bulut işletim sistemlerinin varlığı inkâr edildiği sürece nasıl yazılımsız bir bilgisayarın yazılım gerektiren işleri yapması anlaşılamazsa, madde-dışı âlemlerin ve madde-mana etkileşimlerinin varlığı inkâr edildiği sürece de varlık âlemi ve bilhassa insanın işlevselliği anlaşılamaz.

Bir şeyin yoktan var olması için ilim, irade ve kudret gerekir. Bu da ilim sahibi, tercih kullanıcı ve güç sahibi bir sanatkarı gerektirir. Cep telefonu yapmaya yetecek tüm parçalardan oluşan bir malzeme yığını, cep telefonu ile aynı şey değildir. Telefonun var olması yani vücut bulup varlık âlemine gelmesi için, önce o telefonun tüm detaylarıyla bir tasarımı yani ilmi bir varlığı olması gerekir. Bu da sayısız ihtimaller arasından, hassas ölçü, şekil ve hesaplarla, kullanıcıyı ve verici istasyonlarını da dikkate alarak, bilerek ve özenerek yapılmış bir cep telefonu tasarımı tercihini gösterir. Yani cep telefonu, fizik âleminde vücut bulmadan önce, bir yapımcının ilminde ve zihninde var olmalıdır. Sonra onu fiziki olarak var etmenin irade edilmesi, yani yapma kararının verilmesi gerekir. Daha sonra da bu iradenin hayata geçirilmesi lazımdır ki bu da işgücü kullanmayı gerektirir. Parça yığınından farklı olarak, cep telefonun, telefona manevi bir kalıp oluşturan ve tüm parçalarının içine yerleşecekleri yuvalarını ve telefonun şeklini içeren ve ona bir kimlik kazandıran bir dış gerçekliği vardır.

Cep telefonu veya başka bir elektronik aletin parçalarının bir düzen içinde yerli yerine konması ve birbirine bağlanarak bütün bir ‘bir’ haline getirilmesi ile telefonun cesedi veya donanımı (hardware) ortaya çıkar. Bu cesede işlevlik kazandıran ise, komutlar silsilesinden oluşan ve adeta telefonun tüm parçalarına hükmeden bir ruhu andıran sürücüsü yani yazılımıdır (software). Elektronik aletlere benzer şekilde, yüzlerce farklı organdan oluşan ancak bir bütün olarak bir araya konmuş olan beden nasıl ‘bir’ ise, insanın bedene hangi durumlarda nasıl davranacağına tam hükmeden emirlerden oluşan madde-dışı varlığı için de bir ‘bir’in olması gerekir ki o ‘bir’ de ruhtur.

2. RUHUN UNSURLARI

Diş ağrısı ve tatma gibi bedenden ve dış dünyadan algılanıp sinir ağı üzerinden beyne iletilen sinyaller beyinde işlendiği için, hissetmenin beyinde oluşması beklenir. Ancak herkesin deneyimleriyle gayet iyi bildiği gibi, bu öyle olmamaktadır. Diş ağrısı ağrıyan dişte, yenen bir biberin acılığı da ağızda hissedilmektedir. Bu durum, sübjektif bir beden veya avatarın varlığına yönelik kuvvetli bir delil oluşturmaktadır. Her türlü duygularla donanmış ve bedenin tüm uzuvlarına nüfuz eden fizik-dışı bu avatara dünyanın her yerinde ruh denir. Materyalist dünya görüşünü benimseyenler ise, gözlemlerle uyumluluk için, beynin, bir şekilde, tüm uzuvların içinde yer aldığı bedenle iç içe girmiş hologram gibi 3-boyutlu sübjektif bir beden imajı oluşturduğu görüşünü öne sürerler. Adına ne denirse densin, maddi bedenle iç içe girmiş manevi bir bedenin varlığı konusunda genel bir görüş birliği vardır. Böyle olunca, bedendeki maddi kalp ile iç içe girmiş bir manevi kalp, maddi beyin ile de iç içe girmiş dimağ denen bir manevi beyin olmalıdır. Zaten bundandır ki sevgi, mutluluk, inanç ve hüsran gibi hisleri göğsümüzde, ama düşünce, akıl yürütme ve fikir fırtınalarını da kafamızda hissederiz. Uçakların kontrol merkezi olan kokpit beyin ise, pilot dimağdır. Kendisi bir et parçasından ibaret olan beyin, yine et ve kemikten oluşan bedeni kontrol edemez ve fikir üretemez.

Bir apartman binasında farklı daireler olduğu gibi, ruhta da akıl, kalp, nefis, zihin, dimağ, hayal, hafıza, beş duyu, his, vicdan, vs. gibi farklı daireler vardır. Ancak ayrı ayrı olan apartman dairelerinden farklı olarak ruhtaki bu daireler iç içedir. Yani, ruh, fiziki bir varlık olmadığı ve bir yer kaplamadığı için, ruhun öğeleri olan bu daireler de bir yer tutmazlar ve onlara bir yer isnat edilmez. Bu daireler ruhun farklı yönleri veya yüzleridir. Bununla birlikte dimağ, zihin, akıl, fikir, hayal ve hafıza kafada sezilirken, kalp, vicdan, nefis ve diğer duygular ve arzular sinede yani göğüste hissedilir. Yüz, kalbin aynasıdır ve insanın duygularını yansıtır. Dil de dimağın tercümanıdır ve düşünceleri ifade ederek başkalarının anlamasını sağlar. Ruh zaman ve mekân üstü olduğundan, insanın umutları sonsuzluğa uzanmakta, fikirleri evreni kuşatmakta ve arzuları bitmeyen mutluluklara yayılmaktadır.

Konuşma, sindirim ve yürüme gibi bedensel (motor) fonksiyonları sevk ve idare etmekten, düşünme gibi zihinsel faaliyetlere kadar, beyin üzerinden yapılan ve beynin yaptığı zannedilen her şeyi ruh adına yapan, dimağdır. Dimağın düşünmek, hayal etmek, fikir geliştirmek, hafızaya kaydetmek ve akıl yürütmek gibi beden-dışı faaliyetler ile ilgili kısmına da zihin denir. Yani zihin dediğimiz şey akıl, hayal, hafıza ve fikirden ibarettir.  O yüzden hayal, hatıra, düşünce ve fikir alemleri, zihin aleminin parçasıdır ve bu alemlerde olup biten her şeye zihni faaliyetler denir. Keza, zihin faaliyetleri ile ilgili kalıplaşmış mekanizmalara zihniyet denir. Zihnin kıvraklığı, fikir üretme ve işleme kapasitesi, etkinliği ve kapsamlılığına zekâ denir. Zeki insanlar, yüksek işlem hızlı mikroişlemciler gibi, akıl, fikir, hayal, bilgi, hafıza ve ifade güçleri kuvvetli olan ve olaylar arasında iyi ilişki kuran kişilerdir. Zihin ve kalp sürekli iletişim ve etkileşim halindedir. Maddi ve manevi kalp, aynen ruh ve beden gibi, iç içedir. Manevi kalp zaman-mekân üstü olduğu için belli bir fiziki mekâna hasredilemez; ancak etkisi etki alanına giren her yerde hissedilebilir – yerçekimi kanununun etkisinin tüm evrende hissedilmesi gibi.

Duygu ve düşünceler birbirinden faklıdır. Bu iki farklı olgu için insanların da içsel olarak varlığını hissettiği, iki farklı sübjektif merkez tanımlanmıştır. Beş-duyu dışındaki hislerin sezildiği manevi merkeze kalp, düşüncülerin sezildiği merkeze de zihin denmiştir. İnançların hissedildiği yer de yine kalptir. Kalpteki önemli bir duygu merkezi, yaratılışa uygunluğun, yerli yerindeliğin ve doğruluk ve adaletin mihengi olan vicdandır. Kalpteki duygular ve inançlar ile vicdandaki değerler zihindeki fikirleri etkilediği gibi, zihne gelen farklı fikir, düşünce ve vehimler de kalpteki duygu ve inançları etkiler. Örneğin karamsar düşünceler kişinin ümitsizlik duygusuna kapılmasına sebep olur. Karamsar bir bakış açısı takınanlar, bunun kaynağını rağbet ettikleri karamsar fikirlerde aramalıdır. Ve fikirler mevcut inançların sorgulanmasına ve yenileriyle değiştirilmesine sebep olabilir. Yani zihin, insanda farklı fikirlerin mücadele alanıdır. Fikirler dıştan gelebileceği gibi, insanın iç alemine ilham olarak da doğabilir. Baskın olup benimsenen fikirler, insanın manevi varlığının ve dolayısıyla kişiliğinin bir parçası olur.

İnsan duygusal bir varlıktır ve insan ruhu sınırsız lezzetlere iştahlıdır, sınırsız ihtiyaçları ve hülyaları vardır ve sınırsız elemlerle karşı karşıyadır. İnsan fıtratı veya yaratılışında tapma derecesinde güzelliğe düşkünlük ve mükemmeliyete hayranlık vardır. Hatta ‘Güzellik odur ki irade elden gider’ sözünde ifadesini bulduğu gibi, bazen güzellik kişiyi adeta büyüleyip iradesini devre dışı bırakabilir. Ancak bu güzellik ve mükemmelliklerin yerinde durmaması ve yok olup gitmesi, bilhassa bu hisleri gelişmiş kişilerin ruhunda derin yaralar açmaktadır. Yine insanın yaratılışında güzelliklerini ve marifetlerini sergileyerek sevilme, taktir edilme, yüceltilme ve hayran olunma meyilleri vardır. Yaratılıştan gelen meyillere uygun davranışlarla bu potansiyellerin fiiliyata geçirilmesi de insanda bir ferahlık ve zevk hissi uyandırır. Fıtri meyilleri engellemek zordur ve hatta mümkün olmayabilir. Ancak meyiller, irade ile, zararlı alanlardan sakındırılıp faydalı mecralara yönlendirilebilir.

Yine insanın fıtratında sevilme, beğenilme ve takdir edilme meyilleri vardır. Bunun delili, beğeni ve takdir ifade eden tavır, söz ve hareketlerin kişinin içinde huzur ve memnuniyet hissi uyandırması, aksinin ise kişide huzursuzluk ve rahatsızlık yaratmasıdır. Bu hislerin gelişmişliği derecesinde insan güzellik ve mükemmellikten haz alır; çirkinlik, eksiklik ve kusurluluktan da rahatsızlık duyar. Sanat ve güzellik hissi son derece gelişkin bir kişi, güzellik şahikası bir şeyi seyrederken mest olup adeta kendinden geçerken, bu hissi hiç gelişmemiş bir kişi o güzellik abidesine duyarsız kalır. Güzellik hissi henüz uyanmamış küçük bir çocuk ile merada otlamakta olan bir at veya koyun ise o güzel şeyi fak etmezler bile. Çocuk büyürken sanat, güzellik ve mükemmellik gibi insanlara has yüzlerce hissi yeşerip kabiliyetine göre gelişirken, hayvanlar sadece bedenen gelişir ve hayatlarını korumaya ve devam ettirmeye yönelik yeme, içme, üreme, yavrularını gözetme ve koruma, menfaatlere koşma ve tehlikelerden kaçma gibi temel his ve içgüdüleriyle hareket ederler.

Bir ülke ile bir şehirler kümesi veya topluluğu arasındaki fark, ülkelerde birlik ve bütünlüğü temsil eden merkezi bir yönetimin varlığıdır. Merkezi yönetimin lağvedilmesi ve şehirleri birbirine bağlayan idari bağların çözülmesi durumunda ülkedeki her bir şehir, birer şehir-devlete yani derebeyliğe döner. Derebeylikler arasında da işbirliğinin yerini rekabet ve hatta çatışma alır. Bir ülkede şehirlerden biri başşehir olarak belirlenir ve tüm ülke için bağlayıcı kararları alan ve uygulayan merkezi yönetim orada yer alır. Yani başşehir, ülkenin ortak iradesinin yansıdığı yerdir. Meclis kanun şeklinde kuralları koyar ve kararları alır, hükümet bu kararları uygular ve hayata geçirir, yargı da sistemin adil ve sağlıklı işlemesini sağlar. Düzgün işleyen bir demokraside meclis, ülke halkının genel iradesini yansıtır. Bunun dışında başşehrin diğer şehirlere, yasama, yürütme ve yargı üyesi kişilerin de diğer ülke vatandaşlarına bir üstünlüğü yoktur. Ülkenin genel gidişatını yöneticiler belirlediğinden, yönetime getirilenlerin genel eğilimleri ve hedefleri önemlidir.

İnsanın ruh ülkesi de akıl, kalp, hayal, nefis ve hisler gibi şehirlerden yani unsurlardan oluşur. İnsan ruhundaki ve dolayısı ile insandaki birlik, bu manevi şehirlerden birinin başşehir olmasını gerektirir. İnsan rasyonel olduğu kadar duygusal bir varlıktır ve içten gelen bir seziş ile o başşehrin kalp olduğu hissedilir. Akıldan gelen değerlendirmeler de kalbe gelen girdilerden biridir. Zaten bu yüzden kalp ve ruh terimleri çok defa eşanlamlı olarak birbiri yerine kullanılır. Kalp, özelde manevi hislerin ve vicdanın mahalli olduğu gibi, genelde ruhun tüm unsur veya uzuvlarının da merkezidir. Akıl, nefis ve hisler arasındaki etki mücadelesi sonunda, ruh adına kararları kalp verir. Dolayısı ile kişi, kalbidir. Akıl, nefis ve vicdan, diğer hislerle birlikte, kalp makamına girdi sağlayan birer histir. Ağır basan hisler kalbe hâkim olur ve kişinin hal, söz ve hareketlerinde belirleyici rol oynar.

3. ZİHİN, AKIL ve FİKİR

Fikir (ide veya idea), gökyüzünde aniden çakan şimşek veya şimşekler gibi, zihin aynasında bir anda hiç yoktan beliren ham bir olgu veya eylem (aksiyon) önerisidir – yazılımlardaki bir komut satırı gibi veya ‘aklıma bir fikir geldi’ ifadesinde olduğu gibi. İnsan gibi zihin sahibi bir varlık ile özdeşleşen ve zihinde bir miktar işlenip bir yer edinen fikirlere düşünce denir. Ancak fikir ve düşünce çoğu kez eş anlamlı olarak kullanılır. Düşünmek, fizik aleminde karşılığı olan veya olmayan kavram veya olgularla yapılan zihinsel bir faaliyettir. Zihinde fikirlerin yansıdığı, düşünme mekanizması ile işlendiği ve şekillendirildiği bölüme de yine fikir denir. Bu anlamda fikir, zihindeki tartma ve değerlendirme merkezi olan aklın bekleme salonu ve tedarik deposu gibidir. Fizik-dışı hayal aleminde fikirlerin yansıdığı kısma fikirler alemi veya düşünce alemi denir. Fikirler, bir bakıma düşünce aleminde sahnelenen senaryo ve simülasyonlardır. Benimsenip hayata geçirilmedikçe, fikirlerin bir yaptırım gücü veya fizik aleminde bir karşılığı yoktur.

Toplumda karşılık bulan ufuk açıcı fikirler ortaya koyan bilge kişilere düşünür veya mütefekkir denir. Alışılmışın dışında fikirler üreten ve fikir aleminin sınırlarını zorlayan kişilerin yaratıcı zihni olduğu söylenir. Zihni yaratıcılık (creativity), özellikle sanat tasarım, mimarlık ve mühendislikte aranan değerli bir niteliktir. İçinde bulunduğumuz bilgi çağında, kişilerin neye inanacağına ve nasıl davranacağına ışık tutan ve kritik düşünce (critical thinking) de denen eleştirel düşünce önde gelen bir 21nci yüzyıl becerisi olarak sıkça karşımıza çıkmaktadır. Kritik düşünce gözlem, tecrübe, düşünme, iletişim ve akıl yürütme yoluyla elde edilen fikir ve bilgileri doğruluk, netlik, tutarlılık, ilgililik, güvenirlik ve mantıklılık açısından değerlendirme, derecelendirme, tartma, ayıklama, irdeleme, analiz etme, sentezleme, yorumlama, çıkarımlar yapma ve ifade etmeyi kapsar. Görüldüğü gibi, kritik düşünce, ezberleme yani bellekte çok bilgi depolama ile ilişkili değildir; aksine, gerekince ilgili bilgilere erişme ve bilinenlerden duruma uygun rasyonel çıkarımlar yapma ve ikna edici argümanlar geliştirme becerisidir.

Akıl muhakeme etme, tartma, sorgulama ve sorulara cevap bulma yeridir. Akıl, dimağdadır ve zihnin bir unsurudur. Akıl, adeta fikirlerin öğütülüp ayrıştırıldığı bir manevi değirmendir. Hayal etme ve anlama akılda olur, ama yeni bir bilgiyi derinlemesine anlama ve anlam kazandırma, benimseme ve inanma kalpte olur. Bir destek birimi olan hayal, akılda tartışılan fikirleri ve kalpten gelen manaları resimler ve onları zihnen görünür hale getirir. Hafıza ise biyolojik göz ile fizik aleminde, hayal gözü ile hayal aleminde veya rüyada, akıl gözü ile de fikir aleminde görülen şeyleri ses, görüntü, tat, koku ve sertlik gibi özellikleriyle birlikte kaydeder. Kasıt ve irade ile dikkati hafızadaki belli kayıtlara yönlendirip o pasif kayıtları hayalen görünür hale getirmek, hatırlamaktır. Bu işlemin kişinin iradesi dışında kasıtsız olarak yapılması veya düşünürken yani fikirler aleminde hayalen gezinirken bir fikrin akıl ekranında belirmesi ise akla gelmek olarak tabir edilir.

Akıl, hafızadaki teorik ve pratik bilgiler, birikimler ve deliller ışığında ve mantık kuralları çerçevesinde fikirleri irdeler ve kapsamlı bir fayda-zarar analizi veya tahlili yapar. Tabi bu analiz, hafızada dikkate alınan bilgi ve birikimin miktar, sıhhat ve kapsamlılığına, aklın bilgi işleme kapasitesine (zekâ), mantık altyapısının sağlamlığına, hayal gücüne ve zihinde mevcut önyargı çukurlarına bağlı olarak farklı şekiller alır. O yüzden, bilhassa bu bilgi çağında, fikir değerlendirmelerinin uzman bir ekip tarafından yapılması veya en azından konu hakkında bilgili ve birikimli kişilerle istişare edilmesi, zararlardan sakınıp en faydalı çözümün bulunmasında önemli rol oynar.

Bilinç (veya şuur) akıl ile ilişkilidir, ama akıldan farklıdır. Bilinç, kişinin kendi varlığının ve dış dünyanın farkında olması ve tecrübe etme, hissetme, algılama ve bilme yeteneğidir. Bilinçli bir varlıkta benlik duyusu ile birlikte kendi varlığının, iç aleminin ve dış dünyanın farkında olma hissi vardır. Belli bir andaki bilinç alemimizi, o anda farkında olduğumuz ve beş duyu organımızla algıladığımız fizik alemiyle ilgili şeyler ile, düşünceler, fikirler, duygular ve arzular gibi fizik-dışı alemle ilgili şeyler oluşturur. Örneğin su içmek istemek, su içme arzumuzun bilincine varmamızın doğal bir sonucudur. Bilinç, bilme ve farkında olma ile ilgilidir. Akıl, bilincinde olduğumuz bazı şeyleri tartar, biçer, muhakeme eder ve yorumlar. Yani akıl, bilinç veya şuurdan daha üst düzey bir manevi unsurdur.

Kişi farkında olsun veya olmasın, fikirler zihin aleminde bir sel gibi sürekli akar durur. Kişi, dikkat ile, ilgilendiği fikirleri belirler ve irade ile onları sahiplenir. Diğer fikirlere kayıtsız kalır ve onları gözrmezden gelir.  Alışverişe giden bir kişi nasıl bilmediği ve ilgisini çekmeyen şeylerin varlığını bile fark etmezse, zihnen fikir aleminde gezen bir kişi de sadece ilgi alanına giren fikirleri görür ve onlarla ilgilenir. Diğer fikirleri fark etmez bile. O yüzden kişinin bakış açısı, ilgi alanı ve zevkleri, müşteri olacağı fikirleri büyük etapta gelirler. İyimser bir kimsenin zihninde çoğunlukla olumlu fikirler yansırken, kötümser bir kişinin zihnine kötü fikirler misafir olur. Güzel bakış açısı, kişiye her şeyin güzel yüzünü gösterir ve zihin alemini güzel çiçeklerin açtığı nezih bir bahçeye çevirir. Kötü bakış açısı ise kişiyi fikirlerin bile kötüsüne yöneltir. Fizik aleminde kirli şeylerle haşir neşir olanın üstü başı kirlendiği gibi, zihin aleminde de kirli fikirlerle meşgul olanların zihni kirlenir. Eğer iyi bir zihin banyosu alınmazsa, bu kir zamanla ruhun akıl ve kalp dahil tüm unsurlarına sirayet eder.

Düşünen bir kişi bazen da dikkatini ilgi duyduğu bir konuya yöneltip o konudaki fikirlerin zihin aynasında belirmesini bekler – arama motoruyla internette bir konu ile ilgili arama yapmak gibi. Biriyle konuşarak, kitap karıştırarak veya sanal alemde dolaşarak edindiği bilgilerden fikirler de edinebilir. Sonra da belleğindeki bilgi ve birikimini de kullanıma açarak, kişi, düşünce mekanizmasıyla her şeyi harmanlayıp yeni fikirler üretebilir. Artık zihninin bir ürünü olan bu fikirleri de kendi düşünceleri olarak dil ile ifade ederek başka zihinlere sunabilir. Gelişkin bir zihin için fikir alemlerinde dolaşmak, fizik veya internet aleminde dolaşmaktan daha zengin ve doyurucu bir deneyimdir.  Kişinin zihni, adeta çok kanallı fikir yayını yapan bir merkeze yönelik bir alıcı gibidir. Bu alıcının iyi çalışmadığı zamanlarda kişi fikirsizlikten ve zihnin kuraklığından yakınır. Yazarlar bu zihin kabızlığını ‘yazar blokajı’ olarak tanımlarlar. Zihin yerine kalpte yansıyan ve dolayısı ile kafa yerine göğüste hissedilen bilgilere ise ilham veya 6. his denir.

Kişi, iradesiyle, olmayan şeyleri zihninde var eder ve onları zihin gözüyle izler.  Var olan şeyleri de zihin eliyle istediği şekilde evirip çevirir. Sonunda fizik aleminde karşılığı olan (yeni bir ev veya araba gibi) veya olmayan (bir roman, teori veya iş modeli gibi) bir zihni ürün ortaya koyar. Ticari değeri olan zihni ürünler patentlerle koruma altına alınır ve bu ürünler fiziki bir ürün gibi alınıp satılabilir veya lisanslama yoluyla kiralanabilir. Düşüncede akla uygunluk, mantıki tutarlılık ve gözlem ve bilimsel gerçeklerle uyumluluk, yani objektiflik veya rasyonellik, aranan bir unsurdur. Aksi taktirde düşünceler hezeyan ve saçmalık olarak nitelendirilir ve çöpe atılır. Önyargılı, çarpıtılmış, taraflı ve tam ve sağlam bilgiye dayanmayan düşünce, kalitesiz düşüncedir ve zihinlerde müşteri bulmaz.

Kişi, fikir alemlerinde gezerken bazı baskın arzu ve hevesleri karşısına çıkar ve onları düşünce ile karıştırır. O yüzden bazen düşünce olarak sunulan şeyler aslında kişinin gerçekleşmesini istediği arzulardır. Keza, kişinin dış aleme yönelik beş duyusu ile sevgi, merak ve kıskançlık gibi içsel duyguları da düşünceleri etkiler. Zihinde iz bırakmış geçmişteki bazı olumsuz düşünceler de bazen irade dışı olarak zihin aynasında tekrar belirir ve bir türlü gitmez. Kişi lakayt kalıp zihnini başka şeye yöneltmek yerine o düşünceden kurtulma çabasına girerse, o düşüncenin zihninde daha da kökleşmesine ve ruh halinin bozulmasına sebep olur.

Hislerin terazisi vicdan, fikirlerin terazisi is mantıktır. Akıl, fikirleri mantık süzgecinden, kalp de hisleri vicdan süzgecinden geçirerek değerlendirir. Eleştirel düşünce ile fikirler fayda, zarar ve tehlike gibi farklı yönleriyle mantık terazisinde etkin bir şekilde tartılır ve irdelenir. Etiklik, hak ve doğruluğu referans alarak, olgu ve eylemleri vicdan terazisiyle tartmayı gerektirir. Tabi bütün bu işlemler hayalde yapılır ve zihnen hayal gözü ile görülür. Hayal, hem akıl hem de kalp için ruhun dimağdaki atölyesidir. Beynin manevi ikizi olan dimağda yer alan ve yansımaları beyinde hissedilen hafıza da ruhun tüm unsurlarının veri deposudur.

Hayal, aklım becerikli ressamı gibi, akıldaki faaliyetleri görsel hale getirir ve akıl gözüne gösterir. Akıl da rasyonel bir analizin sonunda fikirleri kabul veya ret eder. Ancak kişi adına son kararı akıl vermez. İnsani, siyasi ve etik boyutu olan konularda nasıl yapay zekâ ile donanımlı bilgisayarların kararları insanlar için sadece bir girdidir ve son kararı insanlar verir. Aynı şekilde, kişi, akıldan gelen rasyonel analiz sonucu ile birlikte, vicdan ve nefisten gelen değerlendirmeleri de alır ve kalp kişi adına eyleme dönüşecek olan nihai kararı etkilerin ağırlıklı bileşkesine göre verir. Akıl gözü sönmüş ve sağlıklı fayda-zarar analizi yapamayan kişilerin kararlarında rasyonellik beklenemeyeceği gibi, vicdanları cılızlaşmış ve kalp gözü kapanmış kişilerin de kararlarında, ‘vahşi kapitalizm’ ibaresinde anlamını bulduğu gibi, erdemi öne çıkaran insani bir boyut beklenmez.

Alışveriş merkezlerinde müşterilerin beğenisine sunulan ürünler gibi, fikir âleminde insanların kabulüne sunulan gerçeklik fikirleri de ilgi duyan kişiler tarafından değerlendirme sistemlerinden geçirilerek irdelenir. Sonunda fikirler ya kabul görüp benimsenir, ya da red edilir. Kabul edilip benimsenen, içselleştirilip sahiplenilen ve kişinin kendi iç âleminde bir yapıtaşına dönüştürülen fikirler, o kişinin inanç sisteminin bir parçası olur. Bu fikir yapıtaşlarının sonradan sökülüp atılması ve yerine yenilerinin konması zordur. O yüzden küçük yaşlarda henüz muhakeme mekanizmaları gelişmeden zihinlerde inşa edilen gerçeklik kolon ve kirişleri, bu serbestlik ve eleştirel düşünce zamanında bile kalıcı ve belirleyici olabilmektedir.

Eski devirlerde eğitim fırsatları sınırlı olduğundan, aklen ve fikren gelişmişlik geri kalmıştı ve kararlar kişisel ve toplumsal bazda duygusal mülahazalarla alınıyordu. Bunun sonucu olarak da fikirler ve ortak akıl yerine kişilikler ve hevesler ön plana çıkıyordu. Ve uzlaşı yerine çatışma kültürü hakimdi. İçinde bulunduğumuz bilgi çağında ise eğitimin yaygınlaşması ve aklen ve fikren gelişmişlik sonucu ortak akıl ön plana çıkmaya başladı. Artık kararlar, demokratik toplumlarda artan oranda, bilgi zemininde ve akli müzakerelerle alınmaktadır. İnsanlar ancak adil bir zeminde uzlaşı sağlayabileceğinden, bu uygulama, ileride genel adaletin ve barışın yaygınlaşacağı ve insanlığın yükseleceğinin göstergesidir.

Fikirlerin Zihin ve Kalp Süreçleri

Fikirlerin, zihinde tahayyül yani hayal etmekle başlayıp kalpte inanca dönüşmekle sona eren süreçlerinde, birbirleriyle çok karıştırılan ve farklı kurallara tabi olan farklı aşamalar vardır. Göz veya kulak vasıtasıyla zihne giren veya aniden içe doğarak hayalde arzı endam eden soyut bir fikir, dikkatin üzerine çevrilmesi ile, imajlar veya görüntüler aleminin insan zihnindeki bir yansıması olan hafızadaki imajlar gardırobundan giyinerek, zihinde şekillenir. Zihne gelen fikirlerde iradenin rolü sınırlıdır. Buna karşın, kişinin maddi beş duyusu ile algıladıkları, manevi duyguları ile sezdikleri, okudukları, işittikleri, seyrettikleri, meyilleri ve hayalen düşündükleri şeyler ile ilgisini çeken konular önemli rol oynar. Hayalde canlandırılan ham fikirleri hiçbir teste ve işleme tabi tutmadan ve muhakeme etmeden gerçek olarak sunmaktan, yani hayal ile hakikati karıştırmaktan, safsata yani hezeyan doğar.

İlgi çekici ve faydalı görünen ve ümit vadeden fikirler hayalde evrilir, çevrilir, çeşnilendirilir, işlenir, yeniden şekillendirilir ve kişileştirilir. Fikir, zihinde bir bakıma içselleştirilip dört başı mamur bir kişisel düşünce haline dönüştürülür. Hayalde bunlar olup biterken, yine kişinin hafızada yer alan geçmiş bilgi ve birikimi belirleyici ve sınırlayıcı rol oynar. Kişisel düşünce veya tasavvur aşamasından ileriye geçmeyen fikirler, aynen prototip aşamasında kalmış ürünler gibi, sahibine hiçbir fayda sağlamaz.

Tasavvurdan sonra sıra taakkül denen akıl erdirme ve eleştirel düşünce mekanizmalarının devreye girdiği muhakeme veya tartmaya gelir. Hayalde belli bir olgunluğa getirilmiş ve görücüye çıkmaya ve eleştirel bir bakış açısıyla kritik edilmeye hazır fikirler, hayalden alınıp akılda misafir edilir ve orada her türlü objektif ve tarafsız değerlendirmeye tabi tutulur. Bu da ağırlıklı olarak akla uygunluk, gözlemlerle uyumluluk ve mantıki tutarlılık ölçütlerine göre yapılır. Bu testlerden geçen fikirlere akla uygunluk yani ‘makul bulunmuş olma’ damgası vurulur. Yani fikir, değerlendirme sonucu ‘makul’ olarak tescillenmiştir. Ancak zihinde hala tarafsızlık ve fikre mesafeli durma vardır; fikri sahiplenme veya kabullenme söz konusu değildir. Standartlara uygunluğu tescillenmiş bir ürün gibi, ortada akıl tarafından makul bulunmuş kabule şayan bir fikir vardır. Akla uygunluk testinden geçemeyen fikirleri akıl çöpe atar; ama akla uygun bulunmuş fikirlere taraftar olma zorunluluğu yoktur. Kişi, makul fikirlere tarafsız veya lakayt kalabilir – aynen standartlara uygunluğu tescillenmiş bir ürüne potansiyel müşterilerin kayıtsız kalabileceği veya faydalı olduğu tescillenmiş bir dergiye illa abone olmanın gerekmediği gibi.

Kişi hür iradesiyle bir tercih kullanıp aklen o fikri onaylarsa, aklen o fikre katılıp iltizam etmiş ve o fikre abone veya taraftar olmuş olur. Bu aşamada kişi kalben bir şey hissetmese de aklen doğru bilgi olarak tasdik ettiği o fikrin avukatlığını yapar. Yani kişi, akıl seviyesinde o fikre inanmış olur.

Şu ana kadar tüm süreç akıl, fikir, hayal ve hafızanın da yer aldığı zihin zemininde süregelmiştir. Duygular ve duyguların merkezi olan kalp, sürece seyirci konumunda kalmıştır. Eğer söz konusu birisiyle evlenme fikri olsaydı ve bu sürecin sonunda tarafların ‘evet’ demesiyle evlilik vuku bulsaydı, bu evliliğe ‘mantık evliliği’ adı verilirdi. Çünkü olaya kalp müdahil değildir ve bir aşk söz konusu olmamıştır. Taraflar bu fikrin ‘aklen doğru’ olduğunu onaylamışlar ve bu doğru fikri tasdik ederek hür iradeleriyle evlilik birliğine ilk adımlarını atmışlardır. Tabi sevginin söz konusu edilmediği evliliğin kalitesi ve sürekliliği soru işaretlerini beraberinde getirmektedir.

Zihindeki muhakeme işlemlerinden geçtikten sonra veya hiç geçmeden, kalbe damlayan bir fikir, kalpte kabul görerek duygusal boyutta sezilip bir anlam kazanırsa, buna kalbin anlaması, idrak etmesi veya kısaca iz’an denir. Kalbe intikal eden fikirlerin tartı terazisi, doğru ve yanlışı birbirinden ayıran ve sadece doğruyu söyleyen ve adeta kalbin müftüsü olan vicdandır. Kalbi fıtrat balansında tutmaya ve yaratılışla gelen fabrika ayarlarına döndürmeye çalışan vicdan terazisinin tartı sonuçları da manevi kalp gözü olan basiret ile görülür ve okunur. İz’an, aklın tasdik etiğini kalbin önemli bir unsuru olan vicdanın doğrulamasıdır. Dolayısıyla iz’an, zihinsel anlayışı teyit eden ve pekiştiren, ona derinlik katan ve kalbî kanaat oluşturan içsel bir anlayıştır. Kalbî iz’an olmadan, zihinsel tasdik fikir bombardımanlarına ve şüphelerin hücumuna karşı korumasızdır ve her an yaralanıp tereddüte düşebilir. Ruhun sevk ve idare merkezi ve en korumalı makamı olan kalp ise, neşrettiği feyiz ile tüm bu hasarlarıı tedavi edebilir.

Kalpleri kararmış ve vicdanları paslanmış kişilerin kalp gözleri yani basiretleri de bozulmuştur. Bu durumda içsel bir anlayış oluşamayacağından, idrak veya anlayış kalbe inemez ve sadece zihinsel boyutta kalır. Böyle bir kişi kalbine marifet nurları yağsa bile fark edip idrak edemeyeceğinden onları akim bırakır ve abesiyete çevirir. Akılda tasdik seviyesinde kalan fikirlerden iltizam yani zihnen tabi olma ve taraftarlık doğduğu gibi, kalpte iz’an seviyesinde kalan fikirlerden de imtisal yani kalben bağlılık ve taraftarlık çıkar.

Kalpte iz’an veya idrakten sonraki aşama, doğruluğuna kalben kanaat getirilen fikri iradenin de müdahil olmasıyla benimseme, sahiplenme, rehber edinme ve hatta ona sarılma ve kendine lâzım kılma yani iltizamdır.            İltizam, bir bakıma teslimiyet ve tabiiyettir. O yüzden davranışları şekillendirmede önemli bir rol oynayan iltizam edilen fikirlere dikkat edilmesi lazımdır. İltizam edilip adet haline gelen davranışlar, akılda tasdik ve kalpte iz’an edilen içselleşmiş fikirleri besler ve kökleştirir, ve kişinin manevi varlığının ve karakterinin parçası haline getirir. İltizam edilen fikirler, kişinin bakış açısını da değiştirir.

Aklî muhakeme ile takviye edilerek muhkem bir hal alan iltizam, sağlam bir inanç veya itikate yol açar. Zihinde hayal ile başlayıp kalpte inanç ile biten bu zincirleme sağlıklı sürecin sonucu olarak oluşan itikattan ise salabet yani metanet, ciddiyet ve sebat çıkar ve vicdanın tatmini olan huzur doğar. Bu doğru inanç (true belief), felsefenin bilgi ve bilme ile ilgili kolu epistemolojide bilgi (knowledge) olarak tanımlanır. Ancak epistemolojide genellikle inançtan kastedilen, zihin seviyesindeki onaydır. Zihindeki aşamaları baypas edip eleştirel düşünceyi ve muhakemeyi devre dışı bırakarak, fikirlere iltizam edip körü körüne takip etmekten taassup doğar. Taassup ise dengesiz, ölçüsüz ve radikal davranışlara zemin oluşturur ve suiistimallere kapı açar.

4. NEFİS

Canlılar denince akla ilk olarak bitkiler, hayvanlar ve insanlar gelir. En gelişkin canlı türü olan insan, diğer canlı türlerinin de bazı özelliklerini taşır. Örneğin beyin ölümü gerçekleşmiş ve organları hayat destek makineleriyle canlı tutulan insanların, bitkisel hayatta olduğu söylenir. Bitkisel hayattaki insanların kan dolaşımı, teneffüs ve gıda ihtiyaçları suni olarak giderilir. Ve bitkilerde olduğu gibi, beden hücre ve organlarının yaşamaya devam etmesi sağlanır. Bitkisel hayat seviyesi, insan hayat seviyesine kıyasla adeta bir hiçtir. Bu yüzden beyin ölümü gerçekleşmiş kişiler, dünyanın neredeyse her yerinde hukuken ölü sayılır. Hayvanlar, hayatları boyunca yeme-içme, üreyip nesillerini devam ettirme, korunma ve barınma gibi bedensel istek ve ihtiyaçlarını temin etme peşinde koşarlar. Bu koşuşturmanın öncesinde içten gelen bir iştah duygusu ve sonrasında da lezzet gibi bir ödül olması, yer yüzünü işlek bir panayıra ve zevkli bir şölene çevirir. Bedenle ilgili bu hayvansal hayat seviyesi tüm insanlarda da vardır ve alt baz oluşturur.

Maddi hayatın devamını sağlamak, ihtiyaçlarını gidermek ve en zevkli bir şekilde rahat ve menfaatini temin etmek ile ilgili arzu, istek, iştah ve heves gibi duyguların hepsine birden nefis veya nefsani duygular denir. Bu duyguların doyurulması sonucu oluşan lezzete de maddi zevk veya nefsani haz denir. Dünya, nefis için envaı çeşit nimetlerin yer aldığı büyük bir sofra gibidir. Ve nefis, dünya nimetlerinden zevk alır. Yemek-içmek gibi maddi zevkler, bedenle ve dolayısıyla fizik alemiyle ilgili olduğu ve zaman ve mekân kısıtlarına tabi olduğu için anlıktır ve geçicidir. İnsanlarda kalp ve akıl ile ilgili zevkler ise manevidir. Dolayısıyla geçmişe de gider, geleceğe de uzanır.

İnsanlar, lezzet ve menfaatlerin zevkine düşkündür. Nefis, maddi bedene direk olarak hitap eden lezzet ve menfaatlerin kaynağı ve santralıdır. Ruhun temel unsurlarından biri olan nefis, beş duyu gibi, dış alem yani fizik alemi ile bağlantılıdır. İnsanları maddi lezzetlere yönelten itici güç veya kamçı da kendini güçlü bir arzu ve heves olarak gösteren iştah duygusudur. Hür iradesiyle, içten gelen bu güçlü iştah dalgasına binen kişi de anlık nefsi arzu ve heveslerinin peşinde koşar. İştahlı bir nefis, insanlar gibi hayvanlarda da vardır. Ancak hayvanlardan farklı olarak insanlarda manevi zevk ve elemlerin kaynağı olan manevi bir kalp, doğrulara yönlendirip yanlışlardan sakındıran bir vicdan ve uzun vadeli fayda-zarar analizleriyle rehberlik eden bir akıl vardır. Kalbin yüksek hazlarına ilgisiz kalıp akıl ve vicdanın seslerine kulağını tıkayan ve benliği nefsine tam tabi olan kişi, doğru-yanlış demeden ve gelecekteki sonuçlarını düşünmeden anlık maddi zevk ve menfaatleri peşinde koşan vahşi bir hayvan gibidir. Bilge ve erdemli kişiler ise nefislerini dizginleyip akıl ve vicdanlarıyla hareket ederler. İnsanların çoğu ise bu iki uç davranış arasında gidip gelirler ve sürdürülebilir bir denge kurmaya çalışırlar.

İştahı yerinde olan bir nefis insanı zinde tutar ve uyuz uyuz oturmak yerine bir şeyler yapmaya sevk eder. Nefisten gelen kuvvetli iç zorlama ile sosyal, kültürel ve ekonomik hayata canlılık gelir ve dünya şenlenir. Alışveriş merkezleri bu canlılığın barometresidir. Nefsani dürtüleri takip ve tatmin etme hürriyetine genel toplumsal menfaatler doğrultusunda makul kısıtlamalar koymak yerine, sert yasaklamaların getirildiği dayatmacı toplumlarda bu cıvıl cıvıllık gider ve yerini dinamizmini kaybetmiş depresif bir havaya bırakır. İnsanlar, nefse ağır gelen bu yasakçı ortamdan kurtulup hak ve hürriyetlerin en geniş olduğu ülkelere gitmek için fırsat kollamaya başlar. Aynı şey aileler için de geçerlidir. Yemeği lezzetli yapan iştahtır. İnsanı hırsla çalışmaya sevk eden, dünya nimetlerine ve dolayısı ile satın alma gücüne ulaşma iştahıdır. Nefsani iştahlarını bir şekilde törpülemiş veya yitirmiş olan bir kişi, hayattan zevk almayan ve bir varlık gösteremeyen depresif bir kişidir.

İnsanın nefsini şımartması ve iyi-kötü, serbest-yasak, helal-haram demeden hırsla nefsani arzu ve heveslerinin peşinde koşması, istenmeyen ve toplumlarda kanun ve kurallarla engellenmeye çalışılan bir durumdur. Bu tür kontrolsüz içgüdüsel davranış sergileyenlere hayvan gözüyle bakılır ve onlardan kaçılır. Ancak bunun zıddı olan hiçbir maddi lezzet ve menfaatlere ilgi duymama durumu da istenmeyen bir şeydir. İnsanın yaratılışından murat, hayvan gibi davranması olmadığı gibi, melek gibi olması da değildir. İlaç ile zehir arasındaki fark dozajıdır. İnsandan beklenen, benliğinin direksiyonu olan hür iradesini nefsinin emrine amade etmek değil, iradesiyle nefsinin hareket alanını akıl ve vicdanının belirlediği hatlarla sınırlamaktır. Ağırlık merkezini de nefis odaklı anlık maddi lezzetlerden, kalp odaklı sürekli manevi zevklere kaydırmaya çalışmaktır. Önceleri zahmetli olup nefse ağır da gelse, insanlık seviyelerinde yükselme ve yüksek hazlara erişmenin yolu budur.

İnsanın varlığının ve kişisel aleminin merkezinde bir ‘ben’ vardır ve kişi dış dünyaya o ‘ben’in bakış açısıyla bakar ve taktığı o gözlüğe göre görür. O yüzden ham insanın ‘ben’cil olması, öncelikle kendini sevmesi, kendini merkeze koyması, her şeyi kendine yontması, kendine fayda sağlayan ve hoşuna giden şeylere değer vermesi ve zevklere düşkün olması hiç de şaşırtıcı değildir ve gayet doğaldır. Yani yontulmamış insan, doğası veya fıtratı gereği, hayvanlar gibi, nefisperesttir ve ‘ben’ odaklıdır. İnsanın hazır lezzetlere düşkünlüğü bazen iradesini de aşar ve bağımlılık derecesine varır – içki, kumar, sigara, madde ve oyun bağımlılığı gibi. Yani nefis, akıl ve vicdanı bir kenara iterek kişinin benliğine hâkim olur ve kontrolünü eline geçirir. Arzu ve heveslerini adeta ilah edinerek canının istediği her şeyi yapabilen kişi, hürriyetin zirvesinde olduğunu zanneder. Ama aslında nefsinin ücretli bir ırgatı ve esiri olmuştur ve bunun farkında bile değildir. Böyle bir kişi, insan olarak akıl ve kalp boyutlarında bir varlık gösteremez ve beden yani hayvanlık seviyesini aşamaz. Aklını da nefsin emrine verip, yüksek gerçekliklere ulaşmak yerine, kendisine en yüksek maddi fayda ve lezzetleri sağlamasında bir araç olarak kullanır. Sonunda ‘insan, düşünen bir hayvandır’ sözünü yaşamıyla doğrulamış olur. ‘Akıllı’ bir akıl, nefsin hizmetine girmek yerine nefsini ikna edip onu hizmetine alır.

İnsanlarda nefsin doğru konumu, arabalarda motorun konumu gibidir: benzinini içip şarkısını söyler, ama şoföre itaat eder. Asla arabaya hâkim olmaya kalkmaz. Arabanın varoluş sebebi motorun keyfine göre hareket ve motora keyif yaşatmak değil, araba sahibinin konforlu bir şekilde, gideceği yere ulaşmasını sağlamaktır. İnsanda da nefsin doğru rolü, kendi sığ ajandasını uygulamak yerine, sahibinin insaniyeten gelişmesi için, akıl ve kalbe köstek değil destek olmaktır. Zihin aleminde büyüleyici keşiflerin ve manevi duygu alemlerinde mest edici nezih gezintilerin zevkine varan kişi, nefsin âşık olduğu maddi lezzetlerin büyüsünün yavaş yavaş dağıldığını ve kendisinin baskılardan kurtulup ferahladığını hisseder. Belki bağımlılığın kalıcı tedavisinin de sağlıklı yolu budur. Yani insan gibi insan olmaya dönüştür. Rotayı anlık bayağı lezzetlerden, kalıcı yüksek zevklere çevirmektir. Şımarık bir çocuktan zorla oyuncağını almaya kalkmak zordur ve travmatik bir olaydır. Ama eline daha güzel bir oyuncak verilirse, çocuk eski oyuncağını kendisi bırakır.

İnsan vücudu, farklı duyguların mücadele meydanı gibidir. İnsan benliğinin tahtında oturan ve hükümdar konumunda olan iradenin dizginlerini ele geçirmek için akıl, nefis, vicdan ve kalpten gelen diğer duygular sürekli mücadele halindedir. Örneğin yolda para dolu bir cüzdan bulan bir kişi, ruhun bu farklı unsurlarından gelen zıt mesajlarla adeta bunalır. Nefis o parayla giderilebilecek ihtiyaçlar ve alınabilecek zevkleri dikkate sunarken, vicdan başkasına ait olan bir şeyi sahiplenmenin yanlışlığını nazara verir ve kişiye cüzdanı polise teslim etmesini telkin eder. Akıl da her iki taraf için ikna edici argümanlar hazırlar.

İçimden bir ses dedi ki …,” “sonra başka bir ses dedi ki …” türü hepimizin kullandığı ifadelerden de anlaşıldığı gibi, herkes içinde farklı ilham vericilerin varlığını sezer ve konuşmalarını manevi kalp kulağıyla işitir. Hatta bazen vehimli insanlar ‘yeter’ diye bağırarak içlerinde asılsız korkular fısıldayıp duran bu dili susturmaya çalışırlar. Kalp kulağına fısıldayan bu dillerden birisi nefis adına konuşur ve kişiyi geçici arzu ve heveslerine yani o anda kendisine menfaat sağlayıp zevk verecek şeylere teşvik eder. O yüzden bu sesin sahibinin şeytan olduğu söylenir. Melek denen diğeri de akıl ve vicdanın vekili olarak kişiyi doğru olanı yapmaya teşvik ve telkin eder. Kalp de birbiri ile çatışan bu iki zıt akıl hocası arasında bocalar durur. Sonunda kişi eğilimine uygun olan ses yönünde tercihini yapar ve tercihinin sonuçlarına katlanır. Yanlış tercihin kötü sonuçlarıyla karşılaşan kişi çok defa ‘şeytana uydum’ bahanesiyle sorumluluğu üzerinden atmaya kalkar.

Nefis, bir çocuk gibidir. İstek ve heveslerinin peşinde koşar ve hoşuna giden her şeye elini uzatır. Tercihlerinin gelecekteki sonuçlarını düşünmez, fayda-zarar analizi yapmaz, doğru-yanlış muhasebesi nedir bilmez, sorumluluk üstlenmez. Bu eksiklikleri akıl ve vicdan sahibi anne-babalar doldurur ve çocuğun akla zıt ve vicdana aykırı hareketlerine engel olarak onu terbiye ederler. İtaatkâr bir çocuk, istediği ve canının çektiği her şeyi yapamayacağını öğrenir ve ailede huzur içinde yaşar. Anne babasının başını sıkıntıya sokmaz. Akıl ve kalbe itaat eden terbiyeli bir nefis de ait olduğu bedende huzur içinde olur ve sahibinin başını belaya sokmaz. Çocuklar anne baba için nasıl bir hayat ve sevinç kaynağı ise, nefis de çocuksu istekleriyle kişiler için bir yaşam sevinci ve lezzet kaynağıdır ve kişinin çalışma ve zorluklarla mücadele ve şevkini ve gücünü arttırır. Akşama gidilecek olan bir ziyafetin heyecanı, günün yorgunluğunu hissettirmez. Nefis, maddi lezzetleriyle insana bu dünyada da bir cennet hayatı yaşatır ve tüm sıkıntılarına rağmen hayatı ölüme tercih ettirir.

Nefis, dürtüsel olarak hazır lezzetlere düşkündür; geleceği görmez ve hareketlerinin sonuçlarını düşünmez. Şimdiki hazır bir gramlık bir menfaati, ilerideki olası bir tonluk bir menfaate tercih eder. Keza, şu andaki küçük bir zarardan kaçmak için ilerideki çok daha büyük zararlara girmeyi tercih eder. İleriyi görmeyen heves ve korkuların hâkim olduğu insanlar, aklın muhakemesini ve vicdanın sesini pek dinlemezler. Akıl ve kalpleri his ve heveslerine mağlup olan kişiler, bir dakikalık bir gurur veya intikam zevki için geleceğini riske atar, bazen yıllarca hapiste yatar. Örneğin insandaki gazap duygusu, içten gelen tahripkâr mesajlara duyarlıdır ve alıcı konumundadır. Canavarlaşmış bir ruhun bir anlık gazabı, milyonlarca insanın hayatını zehir edebilir. Çağımızda yüksek gelir düzeyi, hürriyetlerin yaygınlığı, anında doyum sağlayan maddi zevklere düşkünlük, dünya hayatının ve şatafatın cazibesi, bencilliğin ön plana çıkması, şöhret ve popülerliğin revaç bulması, reklamlarla isteklerin sürekli şırıngalanması ve istenilen şeylere erişimin kolaylığı, nefisleri sürekli kendine çekmekte ve adeta büyülemektedir. Bu durum da nefisleri akıl ve vicdan ile kontrol altına almayı zorlaştırmaktadır.

5. KALP

Kalp denince akla sevgi gelir ve sevginin sembolü tüm dünyada kalptir. İnsanın beden dediğimiz maddi varlığı için çam kozalağı şeklindeki maddi kalp ne ise, ruh dediğimiz manevi varlığı için de manevi kalp odur. Birincisi hayat suyunu sürekli olarak bedenin her tarafına dağıtan ve onu canlı tutan bir hayat makinesi ve merkezidir. Maddi hayat, onun çalışması ile mümkündür. Kalp makinesi durduğu zaman, bedendeki tüm faaliyetler durur ve maddi hayat sona erer. İkincisi olan manevi kalp ise, insanların ve tüm varlıkların bütün hal, his ve hareketlerine anlam kazandıran bir mana tezgâhı ve merkezidir. Bu kalp, adeta varlıkların hal ve hareket kalıplarına canlılık ve zindelik veren ve onları ışıldatan manevi bir lambadır. Kalp, sürekli değişen ve ruhun halini belirleyen bir manevi merkezdir. Altıncı his gibi içe doğmalar kalpte olur.

Kalp, ruhun duygu merkezi ve santralıdır. Tüm duygular kalpte doğar, kalpten çıkar, kalbe gelir, kalpte birleşir ve kalp aynasında yansır. Kalp, ruhun farklı yerlerinden gelen duyguları sentezleyerek birleştirir ve onlardan mana birliği oluşturur. O yüzden kalp, çokluktan birlik oluşturan bir merkezdir. Fikirler zihinde, duygular is kalpte doğar. Kalp de akıl ve zihin gibi sürekli işler. Evrensel gerçekliklerin tezahür ettiği yer de yine kalptir. Aklın fark etmediği birçok ince gerçeklik, ilham yoluyla kalpte hissedilir. İnsanlar birçok gerçekliği ilim ışığında akıl gözüyle gördükleri gibi, içe doğan duygularla kalp gözüyle de görür. Mana merkezi olan kalp, çikolata gibi maddi değil, sevgi gibi manevi şeylerle gıdalanır ve zevklenir. Bebeklerin, kalplerinde hissettikleri anne şefkatinin hazzı, ağızlarında hissettikleri anne sütünün tadından muhtemelen çok daha hoş, tatlı ve süreklidir.

Daha önce bahsedildiği gibi, insan ruhunda dimağ dışındaki iki önemli merkez, ruhun fizik yani madde âlemine dönük yüzü olan nefis ile fizik-dışı manevi âlemlere dönük yüzü olan kalptir. Nefis bedendeki görme, işitme, dokunma, koklama ve tatma beş duyusu ile algılanan görünen madde âlemi, kalp ise beş duyu ile algılanmayan âlem-i gayb da denilen mana âlemleriyle ilişkilidir. Zaman ve mekân ile sınırlı arzu ve heveslerle varlığını belli eden nefis, yeme içme, gezip yeni yerler görme ve konforlu mekânlarda rahat içinde yaşama gibi anlık bedensel yani maddi haz ve heyecanların santralidir. Altıncı his, adalet, şefkat, sevgi ve ihsan gibi zaman ve mekân üstü hislerle kendini belli eden kalp ise ruhi veya manevi haz ve heyecanların santralidir.

Nefis, hem insanlarda hem de hayvanlarda maddi menfaat ve lezzet sağlayan şeylerin peşinden koşar; zarar ve acı veren şeylerden ise kaçar. Madde-dışı duyguların santralı ve değirmeni olan kalp ise insana mahsus bir manevî uzuvdur ve insanı insan yapan ve diğer hayvanlardan ayrıştıran temel unsurdur. Nefsini merkeze koyup bedensel lezzetleri hayatının gayesi yapan ve kalbini ihmal edip aklını da nefsin hizmetine sokan bir kişi ancak akıllı bir üst düzey hayvan olur. İnsanlık, kalbî gelişmişlikle orantılıdır. Kalp boyutu olmayan kişilerin insanlıkları sorgulanır. Hayvanlık boyutunu aşıp kalp boyutunu yani insanlık yönünü geliştirmiş kişilere büyük insan denir.

Hediye edilen bir çikolatayı yerken tat alma duygusuyla alınan haz nefiste, hediye verme ile gösterilen düşünme, ikram etme, iltifat etme ve sevme hislerinden alınan lezzet kalpte hissedilir. Düşünce ile deşilip hediye hatırlandıkça kalpteki manevi lezzet tazelenir. Ama çikolata yeme olayı hatırlandığında ağızda tat veren maddi bir şey olmadığı için nefiste boşluk ve burukluk hissedilir. Nefsi kalbine baskın olan kişi en yüksek hazzı yemek yemekten, kalbi nefsine baskın olan kişi ise başkalarına yemek ikram etmekten alır. Dini ve din-dışı tüm inançların yer aldığı merkez, yine kalptir. Örneğin mistisizmde en gerçek, en yüksek ve en sürekli lezzet, yaratıcının nuraniyetinin kalpte yansımasıyla kendini gösteren rabbini bilmek ve sevmekten hâsıl olan yüksek neşedir ki bu duygu Mevlâna ve Yunus Emre gibi tasavvuf ehlini mest edip kendinden geçirmiş ve dünya nimetlerinden yüzlereini çevirmiştir.

Nefis kişiye yöneliktir ve kişinin çıkarlarını gözetir. Kendisi kazandığı sürece, başkalarının kaybetmesi, nefis ağırlıklı kişilerin umurunda bile değildir. Kendinin küçük bir menfaatini, başkalarının büyük bir menfaati için feda etmez. Onların zarara girmesinden üzüntü duymaz; hatta sinsi bir lezzet alır. Kalp ise sadece kendi duygularının değil, başkalarının ve bilhassa sevdiklerinin de duygularının yansıdığı bir merkezdir. Bozulmamış bir kalp, empati yapabilen ve başkalarının duyguları ile de duygulanabilen kalptir. Yani kalp, başkalarının sevinçleri ile de sevinir, hüzünleri ile de üzülür. Örneğin annesini kaybetmiş aç bir çocuğun ağlamasından müteessir olan ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette annelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun olur ve haz alır. İnsan sosyal bir varlıktır. Aile üyelerinden iş ortaklarına ve arkadaş gruplarına çok kişi ile ilişkiler ağı içinde olduğundan, kişi kalbi ile aynı anda çok kişinin sevinçlerini yaşayabilir ve hüzünlerini paylaşabilir. O yüzden gerçek insan, kalben gelişkin olan ve kalbî zevk ve acıları, nefsani zevk ve acılarına kıyasla çok yüksek olan insandır. Manevi kalp attıkça, ruha manevi zevk veya hüzün pompalar. Nefis odaklı bir kişi bir bedenle, kalp odaklı bir kişi ise bin bedenle zevk alır ve elem duyar. Sevinç ve üzüntüleriyle adeta bin kişinin hayatını yaşayarak cüziyetten çıkıp külliyet kesbeder.

Nefis insanın hayvan mahiyetini, kalp ise melek mahiyetini temsil eder. Çocuklarının duygularını kendi özel duygularından çok daha yoğun yaşayan anneleri yüce varlık yapan ve ‘benim annem bir melek’ dedirten, herhalde bu duygusal yani kalbî gelişmişliktir. Şefkat yani karşılık beklemeden sevmek duygusunu duyguların şahı yapan, herhalde şefkatin zevk ve acı kapasitesinin büyüklüğüdür. Kişinin hayat serüveni, nefis ve kalp arasındaki rekabet ve mücadele serüvenidir. Her isteği yerine getirilip şımartılan bir çocuk nasıl kontrolü zor bir canavara dönüşüp ailesine bir tehdit oluşturuyorsa, her arzu ve hevesi yerine getirilip azdırılan bir nefis de sahibine biner ve adeta onu esir alır. Onun geleceği için de bir tehdir oluşturur. Terbiye denen şey, aslında nefsi zararlı heveslerden menedip aşırılıklardan sakındırarak uslandırmaktır – yırtıcı hayvanları terbiye ederek uysal bir mahluk haline getirmek ve hatta onlara binmek gibi. Güzel yemekler ve oyun ve eğlenceler gibi nefsin isteklerine verilen her evet cevabı, nefsi dik başlığa yaklaştıran ve onu kontrolden uzaklaştıran bir adımdır. İnsan olarak yücelmenin ve hayvanlığı aşıp melekleşmenin yolu, nefsi gemleyip kalbi kanatlandırmaktan geçer. Nefislerin üzerinde yükselmiş kalplere sahip insanların cezbedici ve hayranlık uyandırıcı halleri vardır.

İnsan, dost ve akrabaları ile birlikte diğer insanların halleri ile de yakından ilgilidir ve empati kurar. Kalbindeki şefkat hissi, sevdiği herkesin sevinçleriyle sevinir, mutlulukları ile mutlu olur. Ve menfaatlendiklerinde kendisi menfaatlenmiş hisseder. Ancak aynı şefkat duygusu yüzünden, sevdiklerinin acıları, tatlı hayatını acılaştırmakta ve keyfini kaçırmaktadır. Meraklı bir araştırmacı olması gereken ve gizli sırları açığa çıkarmaktan zevk alan aklı da geçmişin hüzünlerini ve geleceğin korkularını şimdiye taşıyarak kişinin hazır lezzetini daha da bozabilmektedir. O kadar ki çok kişi rahatsızlık veren aklını geçici olarak iptal etmek için içki ve eğlenceye yönelmektedir.

İyilikler ve kötülükler, sanki içlerinde teşvik edici bir ödül ve caydırıcı bir ceza ile birlikte paketlenmiş olarak gelmektedirler. Bu da yaratılışta hayır, iyilik, güzellik, mutluluk, ihsan ve adaletin esas olduğunu göstermektedir. Kişi iyilik yapınca sanki o ödül kalbine dökülmekte ve manevi bir lezzet hissetmektedir. Kötülük yapınca da cezasını anında hissetmekte ve kalbi manevi azap çekmektedir. Yani iyilik yapan kişinin içinde adeta sanal bir cennet, kötülük yapanın içinde de sanal bir cehennem vardır. Kişi sanki öldükten sonra gideceği yeri içinde taşımaktadır.

Örneğin başkalarına sevgi göstermek ve güler yüzle davranmak bir iyiliktir. Böyle olumlu davranan kişiler manevi peşin bir ücret olarak kalplerinde bir sevgi, sevinç, ferahlık ve zevk hisseder. Keza, başkalarını mutlu eden kişiler aynı mutluluğun kendi kalp aynalarında yansıdığını hissederler. Hatta araştırmalar, en mutlu insanların kendileri yerine başkalarını mutlu etmeye çalışan insanlar olduğunu göstermektedir. Başkalarına kin, kıskançlık, haset ve düşmanlık beslemek ve düşmanca tavırlar sergilemek ise bir kötülüktür. Böyle olumsuz davranan kişiler de içlerine baksalar vicdanlarının azap içinde olduğunu göreceklerdir. Yani bu kişiler aslında kötülükle gelen peşin ceza ile en başta kendilerine ceza vermekte ve manevi azap çekmektedirler. Eğer vicdanları körelmemişse bunu içlerinde hissederler. Zaten ‘haset, önce haset edeni yakar’ sözü meşhurdur.

Zayıflara merhamet etmek ve aciz yavrulara şefkat ve hizmet etmek yaratılıştan gelen bir eğilimdir ve bir iyiliktir. Bedene zahmet verse de kişiye verdiği manevi zevk ile kalbe bayram ettirir. Hatta bir anne çocuğuna karşı beslediği şefkatinin sevk etmesiyle yavrusunu kurtarmak için hayatını bile feda edebilir. Demek sevgi, şefkat ve merhamette öyle büyük bir peşin ödül ve lezzet var ki yüksek ruhlu kişileri kahraman bir cengavere dönüştürür. Vahşi hayvanlar bile kendileri aç iken önce yavrularını beslerler. Demek acizleri yedirme iyi hareketinin içinde yemektekinden daha fazla bir lezzet vardır. Yavru yemek yer, karnı doyar; annesi sevgi yer; kalbi doyar. Biri bedenen zevk alır, diğeri ruhen mest olur. Anneleri kalplerin sultanı yapan herhalde bu ruh yüceliğidir.

Benzer şekilde kanaat, fedakârlık, memnuniyet, şükür, tevazu ve iyi niyet gibi iyi ahlak davranışları peşin ücretleriyle birlikte gelir ve kalbe zevk damlatır. Ancak hırs, israf, bencillik, gurur, kibir, enaniyet, suizan ve kötü niyet gibi kötü ahlak davranışları peşin cezalarıyla birlikte gelir ve kalbe azap akıtır. O yüzden insanın içindeki burukluk veya ferahlık hisleri, adeta bir pusula veya navigatör gibi, kişinin doğru yolda mı yoksa ters yönde mi gittiğini kendi dilleriyle kalp kulağına söylerler.

İnsanın maddi kalbi bozukluk ve hastalıklardan ari olmadığı gibi, manevi kalbi de bozukluk ve hastalıklardan ırak değildir. Ciddi bir maddi kalp krizi insan hayatının sona ermesine sebep olabilir ve olmaktadır da. Manevi kalpte kin, garaz, düşmanlık ve intikam gibi fena duyguların isyan edip kalbe hâkim olması, kalbin adeta kanserli hücrelerin eline geçmesi ve sağlıklı hücrelerin tahrip olmaya başlaması demektir. Bu mahvedici manevi kanser tedavi edilmezse, kalpteki yüksek insani duygular susmaya ve yok olmaya başlar. Fena duyguların kontrolüne giren bozulmuş kalpte fenalığa bir meyil ve zevk oluşmaya başlar. O meylin büyümesiyle o kişi bütün lezzetini ve zevkini kötülükte ve yıkıcılıkta bulur. O zaman o kişi tam anlamıyla dünyada bir vahşi hayvan, insanların başına bir bela ve topluma da bozgunculukla gıdalanan bir afet olur. Kalbi kötü olan bir insan, kötü bir insandır.

6. FITRAT VE VİCDAN

Fıtrat, yaratılış yani doğuştan gelen ve varoluş gayesine uygun olan hal, eğilim ve davranışlardır. Başka bir ifadeyle fıtrat, varlıklara var edilme gayelerine uygun duygular, meyiller ve kabiliyet tohumları olarak verilen manevi donanımdır. O yüzden fıtrat veya yaratılış, varlıkların doğuştan gelen doğası, karakteri ve hüviyetini oluşturur. İçten gelen itici güç veya meyiller doğrultusundaki içgüdüsel sevk hissi, kişiye doğuştan gelen eğilimlerini tanımasını sağlar. Kabiliyet tohumlarının suyu ve gıdası da şevk veya motivasyon duygusudur. Bu duygunun kuvvetine ve çevresel faktörlerin etkisine göre kabiliyet tohumları, bodur bir çalı veya dev bir çınar ağacı olur. Fıtrat, manevi duyguların merkezi olan vicdan için bir skala gibidir.

Geniş manada adalet, bozulmamış fıtrata yani varoluş gayesine uyumluluktur. Varlıkların doğuştan gelen meyil ve kabiliyetleriyle var ediliş gayelerine uyumlu hareket etmelerinden güzellik doğar. Güzellik de mükemmellik gibi bizzat sevilir ve bir lezzet kaynağıdır. Adaletsizlik ise güzelliğin yokluğu yani çirkinliktir ve lezzet yerine rahatsızlık verir. İnsanlarda eğilimleri doğrultusunda fıtrata uygun hal ve hareketler vicdanda ferahlık, memnuniyet ve sükûnet olarak yansır ve kendini iyi hissetmekten doğan içsel bir hazzı netice verir. Vicdanın en büyük memnuniyet ve haz kaynağı da erdemli yani faziletli davranışlardır. Buna zıt hareketler ise vicdanda can sıkıntısı denen iç darlık, rahatsızlık ve sinirlilik hali olarak yansır ve kendini kötü hissetmekten doğan vicdan azabını netice verir. Bu iç azap bazen dayanılmaz boyutlara erişir ve ıstırabı dindirmek için kişiyi sakinleştirici ve uyuşturucu arayışına iter.

Fıtratlara nakış gibi işlenen eğilimlerin pusulası da kalbin bir unsuru olan ve ‘fıtrat-ı zîşuur’ yani ‘bilinçle donanmış yaratılış’ olarak tarif edilen vicdandır. Yani vicdan bilinçaltı bir duygu değil, bilinçle ilişkili olan ve varlığını kalpte fark ettiren bir duygular yumağıdır. Vicdan, akıl ve nefise doğru fıtratı ders veren, duygu ağırlıklı hassas bir terazi ve bir pusuladır. Moral felsefe ve etik değerlerin kaynağı da insanlığın ortak vicdanıdır ki tüm insanların vicdanlarının kesişimidir. Sağlam akıl, vicdana destek olur ve tasdik eder. Vicdanın varlığı, yaratılışta adaletin bir esas olduğunu gösterir. Adaletin varlığı, güzelliği ve sevilmesi de yaratılışa uygun hareketin güzel, sevimli ve dolayısıyla zevkli olduğunu gösterir. O yüzden denebilir ki tüm varlıklar yaratılışlarından memnundurlar ve yaratılış amaçları doğrultusunda gelişmek onların mutluluk reçetesidir. Kedi, kedi olmanın keyfini çıkarır; köpek de köpek olmanın. Başka bir varlık olmak istemeyen, ama bazen kendini de beğenmeyen tek varlık herhalde insandır.

Bir canlının tüm bedensel özellikleri, yapısal planları ve gelişim aşamaları, tüm detaylarıyla, her hücresinin çekirdeğinde bulunan DNA’sında yazılıdır.  O yüzden bir canlının gen haritası ya da genomu, o canlının biyolojik varlığı olan bedeninin fıtratıdır. Herkesin varlığını göğsünde hissettiği ve yanlış davranışlarda sahibini rahatsız eden vicdan, sanki kişinin manevi DNA’sı ve ruhunun fıtratıdır. Bozulmamış bir vicdan, hep kuzeyi gösteren bir pusula gibi, hep doğruyu gösterir. İç huzurlarını kaybetmek istemeyenler de vicdanın sesine kulak verir ve ona uyarlar. ‘Bu bana pek doğru gelmiyor’ diyen bir sağlam vicdan sahibi aslında vicdanın sesini işitmektedir. Çocukluğumuzdaki o tatlı saflığı ve temizliği büyüyünce kısmen kaybediyorsak, belki DNA’mız gibi vicdanımız da zamanla hasar görüyor ve heveslerimize yenik düşüyor demektir. Sanki fıtrat veya yaratılışta öyle bir hazne var ki ona uygun davranınca içimize hoş bir bal akıtıyor, yaratılışa aykırı davranınca ise içimize sanki acı bir zehir dökülüyor.

Bir gül çekirdeğinin fıtratı yani DNA’sında emirname gibi yer alan var oluş gayesi, sümbüllenip bir gül fidanı olmak ve insanların hayranlıkla seyredip bülbüllerin de âşık olacağı güller açmaktır. Bir tavus kuşu yumurtasının da yaratılış gayesi, kuluçka sürecinden geçip fıtratının cazibesiyle meyillerine uygun olarak süslü bir tavus kuşu olmak ve güzelliğiyle arz-ı endam etmektir. Gülün sıhhati ve tavus kuşunun lezzzeti, fıtratlarına uygun harekettedir.

Huzurlu bir vicdan, hem ruha hem de bedene mutluluk verir. Hatta vicdanda adeta sanal bir cennet ve cehenneme açılan kapılar vardır. Her güzel hareket sanki peşin bir manevi ücret olarak o sanal cennetin kapısını açmakta, ve kişiye zevkli bir cennet havası teneffüs ettirmektedir. Her çirkin hareket de çabuk bir ceza olarak o sanal cehennemin kapısını açmakta ve kişiyi bu dünyada yakmaya başlamaktadır. Güzel veya çirkin hareketleri düşünmek ise onları deşmek gibidir ve kişiyi o sanal cennet veya cehennemde tekrar tekrar yaşatır. Bedeni cennette ama vicdanı cehennemde olan bir kişiye nasıl mutlu denmezse, bedeni cehennemde bile olsa vicdanı cennette olan bir kişiye de mutsuz denemez.

Vicdanın direksiyonu veya navigatörü, kalpte hissedilen ruhsal veya manevi lezzet ve iç huzurudur. Fıtrata yani var ediliş gayesine uygun davranış, vicdanda tatlı bir ferahlık hissi ve manevi bir lezzet oluştururken, fıtrata zıt davranışlar vicdanda sıkıntı ve ıstırap hislerini tahrik ederek irade sahibi varlıkları huzur bulmak için fıtri rotalarına dönmeye zorlar. Vicdanın gıdası, fıtrata uygun hal, söz ve hareketlerdir. Aksi davranışlar hassas vicdan terazisinin ayarını bozar. Fıtrata aykırı hal ve hareketler, hak ve adaletin yansıdığı vicdan aynasında karanlık bir nokta olarak yerini alır. Temizlenmeyen bu kara noktalar zaman içinde o yansıma alanını karartarak hak ve adalet feyizlerini alamaz hale getirir – aynen paslanan bir TV uydu çanağının uydu yayınlarını alamaz hale gelmesi gibi. Bu, vicdanın sesinin gittikçe kısılması, hassasiyetini kaybetmesi ve en nihayet ölümüdür. Vicdanın etkisiz hale gelip devre dışı bırakıldığı durumlarda, nefisten gelen menfaat ve hazır lezzet hisleri hükmeder ve artık kişinin hal ve hareketlerinin referans noktası fazilet yerine menfaat ve hazlar olur.

7. BEŞ DUYU

Hisler veya duygular, kaynaklandığı yere göre içsel ve dışsal olmak üzere iki türlüdür. Dış fizik alemini algılama araçları olan dışsal hisler görme, işitme, dokunma, koklama ve tatma olarak bilinen beş duyudur. Bu beş duyuyla ilişkili beş duyu organı da sırasıyla göz, kulak, cilt, burun ve dildir. Hepsi maddeyle ilgili olduğu için de beş duyuya bedensel veya maddi hisler de denir. Her bir duyu bir alem veya dünya ile ilgilidir ve bize o alemden haber verir.

İç dünyamızdan kaynaklanan sevme, şefkat, kin, nefret, düşmanlık, intikam, adalet, temizlik, güzellik, estetik, irade, merak, heyecan, ikram, cömertlik, şevk, empati ve hayal etme gibi binlerce içsel duygu, insanları diğer varlıklardan farklı kılan temel niteliklerdir. Görünen fizik alemi ile direk ilintili dışsal veya maddi hisler hayvanlarda da vardır. Ancak içsel veya manevi hisler, insanlara kıyasla hayvanlarda yok denecek kadar zayıftır ve insanla hayvan arasındaki temel farkı bu manevi boyut oluşturur.

Örneğin sesler alemi, madde aleminde atom ve moleküllerin titreşmesi ile oluşan dalgalarla ilintilidir. İnsan kulağı, havadaki 20 ile 20 bin Hertz frekanslı (saniyedeki titreşim sayısı) dalgalara karşı duyarlıdır. Bu ses dalgaları, kulak zarı ve bağlantılı kemikler aracılığıyla iç kulak sıvısında dalgalanmalara sebep olur. O dalgalanmalar da elektrik yüklü iyonların hareketini tetikler ve oluşan elektrik sinyalleri işitme sinirleri aracılığıyla beynin ilgili bölgelerine yani işitme merkezine iletilip işlenir. Ve bu elektrik sinyalleri, sihirli bir şekilde, ses olarak algılanır. İlginçtir ki, beyinde, telefon kulaklıklarındaki gibi, gelen elektromanyetik sinyalleri titreyerek ses dalgalarına çeviren diyafram türü cihazlar yoktur. Yani beyne ulaşan şey, ses dalgaları değil sadece elektrik akımıdır – aynen evlerdeki elektrik tesisatında akan elektrik akımı gibi. Ayrıca, bir atom yığınından ibaret olan diyaframın işitme özelliği olmadığı gibi, yine bir atom yığınından ibaret olan beyindeki işitme ile ilgili bölgenin de işitme özelliği olamaz. Çünkü işitme bir his, duyu veya ‘algı’dır ve his, duyu veya algı madde ile bir şekilde ilintili olsa da madde-dışı bir olgu veya gerçekliktir. Uyumlu seslerden oluşan güzel bir müzikten alınan haz ile rahatsız edici bir gürültü veya uğultudan duyulan ıstırap, bu algının kalpteki yansımalarıdır. Sadece insan ve hayvan gibi duygusal canlı varlıklar algı yeteneğine sahiptir.

Zaten işitme merkezi, görüntüleme teknikleriyle belirlendiği haliyle, işitme sırasında beynin daha çok glikoz yakan ve dolayısıyla metabolik olarak daha aktif olan bölgesinin adıdır. Öyle görülüyor ki işitme merkezi denen şey, telefonlarda dıştan gelen elektromanyetik sinyalleri ses dalgalarına ve ses dalgalarını da elektromanyetik sinyallere dönüştüren modemler gibi, beyinde kulaklardan gelen fiziki elektrik sinyallerini fizik-dışı ruhun yine fizik-dışı sesler alemiyle karşılıklı iletişimini sağlayan bir ara yüz, adaptör veya köprüdür. İlginçtir ki beyindeki işitme ve konuşma ile ilgili kısımlar ‘dil merkezi’ olarak adlandırılan genel bölgenin alt kısımlarıdır. Hatta konuşulan kelimeler, ilk olarak beynin işitme bölgesinde şekillendirilmektedir. [1]

Benzer şekilde, görme duyusu görüntüler alemiyle ilintilidir. Dışarıdaki bir ağaca baktığımızda göz o ağacı gördüğünü zanneder. Aslında görülen şey, o ağacın fizik-dışı görüntüler alemindeki yansımasıdır ki ruh onu görür. Sağlıklı kişiler bir şeye baktıklarında, göz bozukluklarından kaynaklanan farklılıklar hariç, aynı şeyi görür. Bu da bir şeye baktığımızda o şeyin kendisini gördüğümüz zannını pekiştirir. Aslında aynı ağacı gözlerimizi kapatıp hayal ederken de görebiliriz, bedenimizin ölüme en yakın olduğu bir halde rüya görüyorken de. Rüyada, aynada veya hayal ederken görülen şeyler fiziki gerçekliğin dışında olduğuna göre, alem-i misal da denen fizik-dışı bir görüntüler aleminin varlığı gözlemler ve deneyimlerle sabittir. Fiziki bir varlık fizik-dışı bir şeyi göremeyeceğine göre o görüntüler alemi ile iletişim halinde olan fizik-dışı bir gerçeklik vardır ki o da bedene beyin üzerinden nüfuz eden ruhtur.

Telefon modemindeki bir arıza nasıl bağlantıların karışmasına ve kişinin bağlandığını sandığı kişi yerine başka bir konuşmacının sesini duymasına sebep oluyorsa, şizofreni gibi hastalıklarda beynin işitme merkezi denen işitme ara yüzü veya modeminde oluşan arızalar da hayal aleminden gelen sinyallerin fizik aleminden gelen görüntü sinyalleri ile karışmasına ve kişinin hayal ettiği şeylerin fiziki gerçeklik olduğunu zannetmesine sebep olmaktadır. Görüntüler aleminin bir alt grubu da renkler alemidir. Tatma duyusu tatlar alemiyle, koklama duyusu kokular alemiyle, dokunma duygusu da sıcaklık, sertlik, pürüzlülük, kayganlık, basınç, vs. alemleri ile ilintilidir.

Beş duyu gibi fiziki gerçeklik yani fizik alemiyle ilintili dışsal hisler, fiziki varlıklardan kaynaklanır ve fiziki beden aracılığıyla algılanır. Bu hisler, tüm insan ve hatta hayvanların ortak vasfıdır. Dışsal veya maddi hislerin karakteristik özellikleri (1) görünen fizik alemine yönelik olmaları, (2) fiziki varlıklardan kaynaklanan uyarıcıların bedendeki ilgili sinir uçlarındaki hücreleri uyarması, (3) bu uyarı etkisiyle üretilen elektrik sinyallerinin sinirlerle beyne iletilip orada işlenmesi ve (4) hissedilen şeyin beynin manevi ikizi ve ruhun bir öğesi olan dimağda algılanması ve anlamdırılmasıdır. Yani, fiziki varlıktan beyne kadar dış duygularla algılama sürecinin tamamı herkes tarafından gözlemlenebilir ve takip edilebilir. Süreçte oluşan bir arızanın da yeri ve sebebi belirlenip gerekli düzeltmeler yapılabilir. Örneğin dışarıdaki bir ağaca bakan sağlıklı herkes aynı yerde aynı fiziki varlığı görür. Gözün yapısından kaynaklanan miyopluk gibi görme kusurları da gözlük veya ameliyatla düzeltilebilir. Buza dokunan herkes de aynı soğukluğu hisseder. Hissetme dereceleri farklı olsa da dışsal hisler açısından insanlar ve hayvanlar arasında temelde fark yoktur.

Bedendeki sinirler aracılığıyla algılananlar dışındaki tüm duygular içsel yani manevidir. Bu duyguların kaynağı fizik-dışı gerçeklik yani mana alemleridir. Bu duyguları algılama, işleme ve yorumlama merkezi de yine ruhun bir öğesi olan manevi kalptir. Beş duyu dışında en meşhur duygu, tüm dünyada 6. his olarak bilinen bir bilgi (ki geleceğe ait de olabilir), duygu veya düşüncenin içe doğması hissidir. Sanki insanın kalbi bir uydu alıcısı gibi gayp alemlerinden sinyaller almakta ve o sinyalleri işleyip anlamlandırmaktadır. İnsan bazen, sanki 6. his yoluyla kalp hissetmiş ama akla haber vermemiş gibi, güzel bir haber öncesi içinde sebebini bilmediği bir sevinç hisseder. Keza, herkes kendi için motivasyon denen şevk duygusunun itici gücünü hisseder. O kadar ki bir konuda motive olmuş ve şevk damarı kabarmış olan bir kişi, o konuyu derhal gerçekleştirmek için harekete geçer. Ayrıca, insanlarda ve hayvanlarda içgüdü denen ve bir şeye doğru çekilip yönlendiriliyormuş hissini veren bir sevk duygusu vardır. Merak, bilme isteğiyle ilgili bir duygudur ve insanı öğrenmeye sevk eder. İnsanın, içinden geldiğini hissettiği istek ve hevesleri, ayrı bir duygu kategorisi oluşturur.

8. HİSLER veya DUYULAR

Yukarıda bahsedildiği gibi, insan ruhunun fikirlerle ilgili kısmı, varlığını kafatasında hissettiren zihindir. Duygularla ilgili kısmı ise, varlığını göğüste hissettiren kalptir. Yani zihin düşünme ve akıl yürütme, kalp ise sezme ve hissetme merkezidir. Ruhun temel unsurlarından olan akıl, nefis ve vicdan, aslında birer duygu demeti ve güçlü birer his damarıdır. Keza, gençlik çağında yeni yeni uyanan ve yeşermeye başlayan duygular da kalın bir gençlik damarı oluşturur. Bu damar, anne-babaların çok iyi bildiği gibi, akıldan ziyade sadece yaşanan anı gören kör hisleri dinler. Bu da gençlik çağında ileride telafisi zor hatalara düşülmesine yol açar.

Nasıl insan bedeninin her tarafından beyne giden binlerce fiziksel sinir ve kalbe giden binlerce fiziksel damar varsa, insan ruhunda da manevi kalbe giden binlerce fizik-dışı his vardır. Aşk, hırs ve mutluluk gibi bu hislerin varlığı yine fizik-dışı içsel bir sezgi ile fark edilir ve bilinir. Bilinçaltının varlığı, insanın farkında olmadığı ve dolayısıyla teşhis ve tarif edemediği birçok hissin de varlığını gösterir. Ruhun en üst düzey karar mercii, yine kalpte olan ve benlik, kişilik ve iradeyi de içeren bir üst yönetim makamıdır. Kendisi de bir duygu olan ve kişinin birliğini ve kimliğini temsil eden bu makam, adeta ruh ülkesinin şahıdır. Tüm hisler bir bütün olarak o makamda işlenir, anlamlandırılır ve beden üzerinden aksiyona dönüştürülür. Örneğin utanma hissi, kendini sıkılan kişinin yüzünün kızarmasıyla belli eder. Keza, çalışma ve iş zamanında sessiz duran rekabet ve kıskançlık duyguları, ücret ve ödüller dağıtılacağı zaman birdenbire şahlanıverir ve kişiyi ön safa iter.

Her canlıda, hayatını koruma ve idame ettirme hissi vardır. Bu zamanda dünya hayatının cazibesinin artması ve yükselen hayat standardı sonucu ihtiyaçların çoğalması ile bu damar, insan hayatının merkezine yerleşmiş ve diğer hisleri ikinci plana itmiştir. O kadar ki daha zevkli bir dünya hayatı ile ilgili bir konu, aslında çok daha önemli olan konuların önüne geçebilmektedir. Eskiden önem sırasında başlarda yer alan ölüm sonrası ebedi mutluluk, artık az kişinin öncelikler sırasında yer almaktadır. İnsanlar küçük de olsa şimdiki bir lezzeti, ilerideki büyük olası bir lezzete tercih etmektedir.

İsteme ve ihtiyaç hissetme ile ilgili yemek, içmek, evlenmek, giyinmek, barınmak, konuşmak, uyumak ve varlıklı olmak gibi duygulara arzular veya şehvetler denir. Kişiye fayda ve menfaat sağlayan bu duyguların şiddeti de iştah ile ifade edilir. Dünya hayatının motoru olan iştahın itici gücüyle istek ve ihtiyaçların karşılanması, kişiye kendini iyi hissettiren zevk duygusunu doğurur. Sağlıklı iştah, aşırılıklardan uzak vasat derecesinde olan iştahtır. İştahın olmayışı ve seviyesinin düşüklüğü bir eksikliktir ve canlılığı olumsuz etkiler. İştahın aşırılığı ile arzuların kişide baskın olması ise mağduriyetlere ve adaletsizliklere yol açar. Kontrolden çıkıp iradeyi zorlayan arzu ve istekler, kişinin de huzurunu kaçırıp başını belaya sokar.

Faydalı şeylerin ve zevklerin cazibesine kapılan ve onlara koşan insan, acı veren ve zararlı olan şeylerden korkar ve kaçar. Zevk ve iştah hisleri gibi, ağrı ve korku hislerinin de amacı hayatı korumak ve devamını sağlamaktır. Örneğin ülseri haber veren mide ağrısı olmasaydı, çok kişinin hayatı ülser kanamasından tehlikeye girecekti. Yılandan korku olmasaydı, çok kişi yılan ısırmasından ölecekti. Korku hissinin de sağlıklı seviyesi vasat derecesidir ki kişi ciddi tehdit oluşturmayan şeylerden korkmaz, ancak tehlikeleri önlemek için gerekirse hayatını bile vermekten çekinmez. Korkulmayacak şeylerden bile korkmak hayatı zehir ettiği gibi, hiçbir şeyden korkmamak da hayatı tehlikeye atar. Korkusuzluk, aynı zamanda terörün, zulümlerin ve baskı ve dayatmaların kaynağıdır.

Peşinden koşulacak faydalı şeyler ile, kendilerinden kaçılacak zararlı şeyleri birbirinden ayırt eden his de akıldır. Ahmaklık seviyesindeki akıl sahibi kişiler hayal ile hakikati ayırt edemez ve menfaatlerini koruyup zararlardan sakınamaz. Aşırı zekiler de doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterebilir ve çok kişinin hakkına tecqvüz edebilir. Aklın vasat derecesi ise gerçekçi fayda-zarar analizi yapan ve eleştirel düşünen akıldır. İnsanları akıl, arzular ve hayatı idame ettirme gibi hislerin taşkınlıklarından korumak ve genel toplum menfaatini sağlamak için ortak bir akla ihtiyaç vardır. Kanunlar, bilhassa bilgi toplumlarında, bu ortak aklı temsil eder. Verdiği hizmetlerin karşılığı olarak akıl hissinin ödülü, hikmetli veya ‘akıllı’ analizler, sentezler ve üretilen çözümlerden alınan zevktir.

Kişi, yediğidir. Duygular da göz, kulak ve hatta hayal yoluyla gıdalanmalarına bağlı olarak gelişir veya cılız kalır. Sağlıklı yiyeceklerle beslenen beden nasıl sağlıklı olursa, güzel manalar şırınga edilen duygu damarları ve dolayısı ile insan ruhu da sağlıklı gelişir. Kötü yiyecekler bedeni hasta ettiği gibi, duygulara zerk edilen kötü manalar da ruhu zehirler. Toplumsal değişimlerin öncülüğünü yapan kişiler, toplumda milliyetçilik, kardeşlik, sevgi ve hürriyet gibi genel hisleri uyarıp besleyerek toplumları harekete geçirebilirler. Kötü liderler sevgi, dostluk, affetme ve yardımlaşma gibi pozitif ve yapıcı hisler yerine, kin, nefret, düşmanlık ve intikam gibi negatif ve yıkıcı hisleri beslerler.

Duygusal bir varlık olan insan çoğu zaman aklıyla değil, duygularıyla karar verir. İnsanın binlerce duygularla donanmış karmaşık bir ruhu olduğunu ve bu ruhun akıl, fikir, kalp, nefis, vicdan ve hisler gibi farklı unsurları arasında bir rekabet ve güç mücadelesi olduğunu göz ardı etmek büyük hatalara yol açabilmektedir. Akıllı bir varlık olan insanın, uzun vadeli menfaatini düşünüp, aklıyla rasyonel kararlar vereceğini öngörmek, insanı yeterince iyi tanımamaktır. Örneğin sigara paketleri üzerindeki bilimsel gerçeklere dayalı ikazlar, sigara içenleri alışkanlıklarından vaz geçirememekte ve yeni başlayanlara da engel olamamaktadır. Yani insanlar akıllarıyla değil, duygularıyla hareket etmektedir. Keza, ilköğretim çağındaki çocukların cinselliğe erken başlamalarını önlemek için başlatılan bilgilendirme seansları tam tersi sonuçlar vermiştir. Belli ki daha erken uyandırılan ve işlenen hisler, merak duygusunun da teşvikiyle, cinsellik yaşını ileriye atma yerine geriye çekmiştir. Hatta bazen, iyi niyetli bazıları, belli yerlerdeki çılgınca eğlenmenin kötülüğünden, zararlarından ve insana yakışmadığından bahsedip insanları oralardan uzak tutmaya çalışırlar. Ama oradaki güya insana yakışmayan çılgınlıkları öyle bir detayla tasvir ederler ki, dinleyenin ağzı sulanır ve iştahı kabarır. Galeyana gelen his ve hevesleri akıl kontrol edemez ve söz geçiremez. Aklı ikaz ederek insanların aklın gereğini yapacağını zanneden iyi niyetli ikazcı da umduğunun tersini bulur.

Zihin, bilhassa henüz kötü girdileri iyilerden ayrıştırıp izale etme mekanizmalarını geliştirmemiş olan saf zihin, iyi kötü demeden kendisine göz, kulak ve içe doğma vasıtasıyla gelen fikir ve bilgi girdilerini içine alır ve onları adeta ‘yer.’ İzale edilmeyen kötü içerikli girdiler, bozuk gıdaların mideyi bozması gibi, zihni zehirler ve bozar. Cenap Şehabettin’in ifadesiyle, “Mide için lokma ne ise, beyin için fikir odur. Hepsi beslemez, bazıları zehirler.” Zihne yerleşen her bir fikir, bilhassa ayrıntılarıyla güzelce tasvir edilenler, zihin binasını ve düşünce mekanizmasını oluşturan birer yapıtaşı gibidir. O yüzden, anne babaların henüz iyiyi kötüden ayırma becerileri gelişmemiş çocuklarının seyrederek veya dinleyerek zihinlerini neyle beslendiklerine dikkat etmeleri gerekir – aynen beden sağlıkları için yiyecek ve içeceklerine dikkat ettikleri gibi. Yani çocukların ruhsal gelişimlerine en az bedensel gelişimleri kadar özen göstermek gerekir. Bu da öncelikle beden gibi ruhsal yapıyı, ruhtaki farklı duyguları ve beden-ruh etkileşimlerini dikkate almayı gerektirir.

[1] http://www.hearingreview.com/2015/02/scientists-say-brains-speech-center-turns-speech/ . Accessed Nov. 19, 2017.