Hayat – Büyük Gizem

Hayat nedir?

Hayatın tanımı, hem bilim insanları hem de filozoflar için zorlayıcı bir konu olmaya devam etmektedir. Hayatın gerçek doğası, hala büyük ölçüde kafaları zonklatan bir gizem olarak durmaktadır. “Hayat Nedir?” sorusunun halen tatmin edici bir cevabı yoktur. Hayat, ne olduğundan tam olarak emin olmadığımız, ancak gördüğümüzde tanıdığımız şeylerden biridir. Örneğin, bizler insan olarak canlıyız. Kediler gibi hayvanlar, portakal ağaçları gibi bitkiler ve bizi hasta eden bakteriler de canlıdır. Ancak mobilya, TV cihazları, robotlar, büyüyen silikon kristalleri ve kar taneleri canlı değildir. Dolayısıyla, hayatın tanımlanması yerine genellikle tarif edilmesi hiç şaşırtıcı değildir. Çünkü hayat, canlı varlıkların somut bir özelliği olmak yerine, soyut yani sübjektif bir özellik veya niteliktir. Biz, canlı olmanın ne demek olduğu ve canlı varlıkları cansız olanlardan ayırt edebilme konusunda içten gelen sezgisel bir anlayışa sahibiz. Bunu, canlı varlıkların karakteristik özelliklerinin varlığını kontrol ederek yaparız.

Hayat, genellikle sürekli değişim ve büyüme kapasitesi, fonksiyonel aktiviteler ve üreme ile karakterize edilir. Hayatı tanımlamak için, “hayat kendi kendini idame ettirme ve kendini kopyalama özellikleri olan moleküler bir dizilimdir” den “en iyi durumunda hayat aktif, duygulu, düşünen, amaca yönelik, değerlendiren, sosyal, başkalarına saygı gösteren, ilişki kuran ve umursayan bir ruhtur” a kadar uzanan, birçok öneriler yapılmıştır[1]. Ontolojik olarak, canlı ve cansız şeylerin varlığı ve arasındaki bariz fark, tüm insanlığın “hayat” olarak adlandırdığı bir şeyin var olduğunu gösterir. Hayat, bazen, organizmada değişime ve faaliyete sebep olan görülmeyen bir enerji veya bir ışık olarak nitelendirilir. Canlı varlıkların aksine, hayatın kendisi, fiziksel bir varoluş değildir. Çünkü, onunla etkileşime girdiğinde veya birleştiğinde cansız bir şeyi canlı bir varlığa dönüştüren bir “hayat maddesi”, “hayat enerjisi” veya fiziksel bir “hayat alanı” gözlemlenmemiştir. Bu nedenle hayat, madde-dışı ve fizik-ötesidir. Başka bir deyişle, hayat manadır.

Bir insan öldüğünde, fiziksel bedeninden hiçbir kütle veya enerji kaybı olmaz. Her ne kadar hücrelerdeki biyokimyasal reaksiyonlar büyük ölçüde rastgele bir biçimde devam ediyor olsa da, sanki görülmez hayat ışığının bedendeki parlaması bir şekilde söner. Kişiyi, kanın yapay olarak dolaşmasını, akciğerlerin çalışmasını ve beslenmeyi sağlayan hayat destek makinelerine bağlamak, sonucu değiştirmez. Bu yüzden, yapay hayat yaratma amaçlı tüm iddialı proje ve projeksiyonların başarısızlıkla sonuçlanmış olması pek de şaşırtıcı değildir. Öyle görülüyor ki bizim yeni bir başlangıçla önyargısız bir şekilde hayatı daha iyi anlamaya çalışmamız gerekmektedir.

Canlı varlıkların karakteristik özelliklerinden biri, birlik ya da bütünlüktür. Hayat, çokluk üzerinde birliğin tezahür etmesinin bir şeklidir. Hayat, çokluğu birliğe dönüştürür; bütünün bileşenlerini adeta görünmez bağlarla birbirleriyle ve bütünle ilişkilendirir. Ne kadar büyük ya da karmaşık olursa olsun, canlı bir organizma, belirgin sınırları içinde, bir ‘bir’ olarak işlev görür – bir otomobilin binlerce parçasının bir sürücünün komutu altında (ya da şoförsüz araçlarda sürücü yazılımının kontrolünde) tek bir varlık olarak birlikte hareket etmesi gibi. Canlı sistemlerin bir diğer içsel özelliği de parçalar ile bütün arasında kesin bir ilişki olmasını gerektiren, organizmadaki bileşenlerin bölünmezliğidir.[2]

Hayat, bütün bileşenlerin derinliklerine işleyen görünmez bir tutkal gibidir. Canlı bir organizmanın bedenini bir arada tutar ve net hatlarla belirlenmiş bütünlüğünü korur. Öyle görülüyor ki canlı bir organizmadaki bütün faaliyetler hayata hizmet eder ve hayatı sürdürmeye ve bütünlüğünü korumaya yöneliktir. Bir organizma öldüğünde, dağılmaya başlar ve bütünlüğünü yitirir. Ölü bir beden, o görünmez tutkal buharlaşmış ve parçalar birbirinden çözülmüş gibi ayrışmaya başlar. Bu yüzden, canlı bir organizma, kimyasal açıdan aktif bir moleküller kümesinden çok daha fazlasıdır. Kimyasal reaksiyonlar, ölü bir organizmanın ayrışan bedeni içerisinde meydana gelmeye devam eder. Ancak birbirinden kopuk başıboş kimyasal reaksiyonlar, cansız bütünü, diğer canlı organizmaların inşasında yapı taşları olarak tekrar kullanılmak üzere, parçalarına ayrıştırırlar. Bu nedenle, kimyasal reaksiyonlar, canlı varlıklarda hayatı desteklemek için gayet düzenli ve koordineli bir biçimde oluşurken, ölü organizmalarda, cesetleri bileşenlerine ayrıştırmak için rastgele ve koordinasyonsuz bir tarzda meydana gelirler.

Hayat olmadan algılama olamaz. Ve algılama olmadan, hiçbir şeyin varlığı bilinemez ve dolayısıyla hiçbir şey var olamaz. Bu durunda realite diye bir şey olamaz. Eğer evrende hayat (ve dolayısıyla bilinç) olmasaydı, evren bilinmeyen bir şey olurdu ve tüm evrenin hiçbir değeri ve anlamı olmazdı. Evrenin var olup olmaması hiçbir anlam ifade etmezdi, çünkü hiçbir bilinçli zihin onun hakkında bir şey bilmeyecekti. Yani bir bakıma evren adeta hiç var olmamış gibi olacaktı. Kimsenin varlığından haberi olmadığı bir yer altı definesi, var olmayan bir define gibidir. Hayatla tüm evren canlanır ve bilinir hale gelir – karanlıkta yokluğa bürünmüş bir şehrin, ışıkları yandığında yokluktan varoluşa çıkıvermesi gibi. Bildiğimiz fiziksel ışık, fiziksel varlıkları görünür hale getirir; fizik-dışı olan hayat ışığı ise, fiziksel olan ve olmayan şeylerin bilinmesini sağlar. Varoluş, bilinçli gözlemcilerin varlığı ile önem kazanır ve anlamlı hale gelir, çünkü ancak bu sayede gözlemlenebilir ve algılanabilir hale gelir. Bu yüzden denebilir ki canlı küçük bir arı, cansız büyük bir dağdan daha büyüktür. Çünkü bütün dağ, arı tarafından gözlemlenebilir ve algılanabilir ve arının varlık aleminin bir parçası olur. Arı, dağdaki her şeyle etkileşim içindedir ve tüm dağın sahibi ve onun efendisi gibi davranabilir. Öte yandan, ölü bir arı, yalnızca temas halinde olduğu toprak ve hava ile sınırlı bir etkileşim içindedir.

Fiziksel varoluş, ayırt edici özelliği hayat olan iki geniş kategoride ele alınabilir: (1) canlı varlıklar ve (2) cansız varlıklar. Canlı varlıklar, daha yüksek bir varoluş seviyesini oluştururlar; cansız varlıklar ise canlı varlıklara destek olarak onların ihtiyaçlarını karşılarlar. Canlılar aleminde, insanlar, üst düzey bir bilince sahip oldukları için, en üst varoluş formudur. Bitkiler ise, hiçbir bilinç emaresi sergilemedikleri için, en alt varoluş formlarını oluşturur. İnsanlara kıyasla hayvanların içgüdüyle desteklenen zayıf bir bilince sahip oldukları görülür – yiyecek, habitat, yavrularını ve tehlikeleri fark etmek gibi. Cansız hiçbir şeyin bilinç sahibi olmadığı gözleminden hareketle denebilir ki, hayatın varlığı, bilinç sahibi olmak için bir önkoşuldur. Eğer durum gerçekten böyle ise, son zamanlarda gelecekteki akıllı makinelerin bilinç kazanıp insanlığa varoluşsal bir tehdit oluşturacağı ile ilgili tartışmalar ve telaşlar, yapay hayat üretilmediği sürece, bir fanteziden ibarettir.

“A Guide for the Perplexed (Kafası Karışmışlara Rehber)” adlı kitabında, E. F. Schumacher, gerçekliğin bir haritası olarak, maddesel determinizmin ve bilimsel dünya görüşünün yetersizliklerine dikkat çeker. Ayrıca, varoluşun, niteliksel olarak farklı dört seviyeden oluştuğunu öne sürer: mineraller, bitkiler, hayvanlar ve insanlar. Schumacher sadece mineral seviyesinin tamamen dışsal ve görünebilir olduğunu ve dolayısıyla modern bilim tarafından tam olarak bilinebileceğini belirtir. Diğer üç seviye, dışsal beş duyumuz yoluyla bilimsel gözlemlemeler için tam olarak uygun olmayan, gittikçe artan oranda içsel ve görünmez nitelikler içerir. O, devamla, minerallerin cansız olduğunu, bitkilerin hayat ek özelliğine, hayvanların bilinç ek özelliğine, ve insanların da öz farkındalık ek özelliğine sahip olduğunu öne sürer. Aynı zamanda, bu dört varlık seviyesi arasında birbirine geçişin, hiçbir maddi sebebe atfedilemeyeceğini iddia eder:

Hayatın, atomların bazı özel tuhaf kombinasyonlarının bir özelliğinden başka bir şey olmadığını söylemek, Shakespeare’in Hamlet’inin, harflerin özel tuhaf bir kombinasyonunun bir özelliğinden başka bir şey olmadığını söylemek gibidir. Gerçek şudur ki, tuhaf harfler kombinasyonu, Shakespeare’in Hamlet’inin bir özelliğinden başka bir şey değildir. Oyunun Fransızca veya Almanca versiyonları, harflerin farklı kombinasyonlarına sahiptirler.”[3]

Ayrıca, büyük bir harf yığınının, bir milyar yıl beklense bile, kendiliğinden anlamlı kitaplar oluşturacak şekilde dizilme olasılığı nedir? Benzer şekilde, büyük bir atom yığınının, bir milyar yıl beklense bile, amaç, kasıt, bilgi ve beceri sahibi olmayan doğal nedenlerin rastgele etkisi altında, kendiliğinden harika canlı varlıklara dönüştürme olasılığı nedir?

Fiziksel bir ‘hayat maddesi’ olmadığından, hayat, canlı varlıkların fiziksel olmayan bir özelliğidir. Hayat, bir insan bedeninde tezahür ettiğinde, bedende birlik sağlar, bedeni insan özellikleriyle bütünleştirir ve ona zekâ, bilinç, duygu ve arzu gibi sübjektif nitelikler kazandırır. Bir şekilde aklını, bilincini ve duygularını yitiren bir kimse, hala hayata sahip olabilir ve hatta koma halinde olsa bile yaşamaya devam edebilir. Ama hayatını kaybeden bir kişi akıl, bilinç, duygu ve arzu gibi bütün sübjektif niteliklerini yitirir. Bu nedenle hayat, canlı varlıkların en temel özelliği olmak zorundadır. Hayat olmadan, bir kimse akıl, bilinç ve duygu sahibi olamaz. Geleceğin cansız süper-zeki yapay-zekâ (AI) makinelerinin bir gün insanları köleleştireceğinden ve insan ırkının sonunu getireceğinden tedirgin olanlar, cansız varlıklar bilinç, duygu ve arzu sahibi olamayacağından, rahat nefes alabilirler.

Canlı organizmalar, ister birçok hücreden oluşan çok hücreliler olsun ister sadece tek bir hücreden oluşan tek hücreliler olsun, yüksek düzeyde yapılandırılmış ve organize edilmişlerdir. Her bir hücre, karmaşık biyokimyasal proseslerin mükemmel bir düzen içinde ve uyum içinde gerçekleştiği bir birim gibi çalışır. Canlı bir hücre kimliğini, anlamını ve işlevselliğini onu oluşturan akılsız moleküllerden ve hücredeki kör kimyasal reaksiyonlardan edinmez. Hücrenin bileşenleri, hücrenin ne yaptığı hakkında hiçbir fikre sahip değildir. Tüm hücreye tek başına ve diğer hücrelerle birlikte önem ve anlam kazandıran, hücrenin amaç ve işlevselliği ile iç içe girmiş olan hayattır.

Bu, bir bütün olarak bir otomobilin kimliğini, işlevselliğini ve hareketlerinin anlamını, otomobili oluşturan parçalardan ya da motorundaki kimyasal reaksiyonlardan edinmemesi gibidir. Eğer arabanın parçalarının içinde ve kimyasal reaksiyona giren moleküllerde bilinçli periler olsaydı, o perilerin arabanın ne olduğu ve ne yaptığı hakkında hiçbir fikirleri olmayacaktı. Cansız otomobil, değerini, amacını ve anlamını, kendini oluşturan parçalardan değil, canlı sürücüsünden edinir. Sürücüsüz hareket eden bir otomobil, olmayı bekleyen bir kaza demektir. Çünkü direksiyondan frenlere ve motora kadar otomobilin hiçbir parçası aracın ne yaptığını ve hangi amaçla nereye gideceğini bilmez.

Hücreler, içinde hayatın şifresi olarak adlandırılan genetik malzemenin bulunduğu temel ünite veya birimlerdir. Hücreler, canlı organizmaların yapı taşlarıdır. Bütün canlı organizmalar bir veya daha fazla hücreden oluşur. En basit hayat formları, bakteriler ve virüsler gibi tek hücreli organizmalardır. Görünürdeki basitliklerine rağmen, bir bakteri veya virüs, kendisini, yarı geçirgen bir zardan oluşan bir torba içindeki bir kimyasallar çorbasında, neyi niçin yaptıklarından habersiz olarak çok sayıda kimyasal reaksiyona giren moleküllerden ayıran, kendine has bir kimliğe, karaktere ve işlevselliğe sahiptir. Canlı bir hücre, aynı kimyasal içeriğe sahip ve aynı kimyasal reaksiyonlara sahne olan cansız bir kimyasal çorba kâsesinden çok daha fazlasıdır. Fark, gizemli hayattır. İşte bu gizemli hayattır ki o bir kâse kimyasal çorbasına birlik, kimlik ve kolektif bir şekilde hücrenin fonksiyonlarını yerine getirme yeteneği bahşeder. Ölü bir bakteri ya da virüs, içinde kimyasal reaksiyonlar meydana gelmeye devam etse de, canlı bir bakteri ya da virüse kıyasla, bir hiçtir.

Bir kitaptaki her bir kelime, anlamlı olacak şekilde, belirli bir sırada dizilmiş harflerden oluşur. Ancak bireysel harflerin hiçbir anlamı yoktur, ve belli ki bir kelimenin anlamı, onu oluşturan harflerden kaynaklanmaz. Anlam, dışsal olarak edinilir; ve bir ruh gibi kelimeye nüfuz eder. Örneğin “Elma” kelimesi, e, l, m ve a harflerinin özel bir dizinidir; öyle ki, akla belirli bir meyveyi getirir. Aynı şekilde, cümle, anlamlı olacak şekilde, kelimelerin bir araya getirilmesinden oluşur. Ancak bir cümlenin anlamı, onu oluşturan kelimelerin anlamlarının toplamı değildir. Örneğin, “Ben çay değil kahve severim” cümlesinde “kahve” ve “çay” kelimelerinin yerlerini değiştirince, cümlenin anlamı tamamen değişir. Belli ki, bir cümlenin kazandığı anlam, onu oluşturmada kullanılan kelimelerin yanı sıra, kelimelerin konumuna da bağlıdır. Aynı şekilde, eğer bir kitaptaki paragraflar – ki her biri cümleler topluluğudur – karıştırıldığında, kitabın içeriği aynı kalır ancak kitap tutarlılığını yitirir ve anlamsız hale gelir. Belli ki bir kitaptaki her bir kelime ve cümle, kitabın kendisi gibi, bir anlam bütünlüğüne sahiptir.

Bileşik bir kümenin anlamı, bileşenlerinin anlamlarıyla ilintilidir ama bileşenlerinin anlamlarının toplamı değildir. Yani, anlam kazanılır, üretilmez; ve anlam her seviyede tezahürsel bir olgudur. Eğer bir cümledeki kelimeler karıştırılırsa, cümle hiçbir anlam edinmez ve anlamsız hale gelir. Kelimeleri rastgele dizilmiş bir cümle, anlamsız bir kelime yığını olur ve artık o kelimeler kümesine cümle bile denemez. Tabi ki eğer cümlede yer alan kelimeler çıkarılırsa, cümlenin anlamı yok olacaktır. Ancak bu, anlamın kaynağının kelimeler olduğunu göstermez (kaldı ki kelimelerin kendileri sadece harfler, semboller veya sesler topluluğudur). Bu durum, kelimelerin veya cümlelerin sadece “anlam taşıyıcılar” olduğu gerçeğini değiştirmez.

Yukarıda verilen argümanlar elbette ki hayatın gizemini çözmekten uzaktır; ama doğru yönü işaret etmektedir. Burada dikkat çekilen, hayatın sırları ile ilgili cevapları atomlar ve moleküller içinde arama yaklaşımının bizi hiçbir yere götürmeyeceği ve bunun ötesine bakmanın gerekliliğidir. Hayat, doğru bir şekilde fizik-dışı bir özellik olarak karakterize edildikten sonra, maddi ve madde-dışı şeylerin nasıl etkileştiklerine ve sürecin nasıl kontrol edilebileceğine odaklanabiliriz.

 

Canlı varlıkların ortak özellikleri

Çalışma alanı canlı ya da yaşayan varlıklar olan temel bilim Biyolojidir. Biyokimya, biyolojik sistemlerdeki kimyasal reaksiyonlarla ilgilenen bilim dalıdır. Canlı varlıkları cansız varlıklardan ayıran karakteristik özellik, gizemli hayattır. Hayatın, üzerinde herkesin mutabık kaldığı açık bir tanımı yoktur. Onun yerine, canlı varlıklar genellikle şu yedi özelliğe sahip organizmalar olarak tarif edilirler: hücrelerden oluşmak, metabolizmaya sahip olmak, büyümek, üremek, homeostazi (vücut sıcaklığını) korumak, çevredeki uyarıcılara cevap vermek ve değişen çevresel şartlara uyum sağlamak için değişmek.

Hayatlarını idame ettirmek amacıyla gerekli biyokimyasal reaksiyonları gerçekleştirmek için, canlı organizmaların besin ve enerji tüketmeleri gerekir. Bir organizmada meydana gelen biyokimyasal reaksiyonların toplamına metabolizma denir. Metabolizma, ya enerji tüketerek daha basit moleküllerden DNA ve proteinler gibi karmaşık moleküller inşa etmekten (anabolizma) veya kompleks molekülleri daha küçük moleküllere parçalamaktan (katabolizma) ibarettir. Büyüyen organizmalar, katabolizmaya kıyasla daha yüksek oranda anabolizmaya sahiptir. Değişen çevresel koşullarda bile, canlı organizmalar fizyolojik işlevlerini yerine getirmek için, sinyal ve kontrol mekanizması yoluyla kararlı iç koşulları (örneğin insanlar için yaklaşık 37°C’lik bir sıcaklık) koruyabilir. Buna homeostazi denir.

Canlı bir organizmadaki hücreler, düzenli ve dengeli büyümeye tabi tutulurlar ve organizma bedenen büyür. Örneğin, insan vücudu tek bir hücreyle başlar ve trilyonlarca hücreye ulaşır. Çok hücreli organizmalarda hücre sayısı, hücre bölünmesi yoluyla artar. Büyüme, maddenin, bedenin rastgele yerlerinde rastgele birikimi değildir. Tersine, büyümenin bütüncül bir tarzda gayet koordineli bir süreç olduğu görülür. Adeta yeni bir genel şekil edinirken organizmanın içine büyüdüğü görünmeyen dış kalıplar vardır. Ve sanki her bir uzuv, organizmanın bir bütün olarak ne yaptığından haberdardır. Ayrıca, çiçekler, kuşlar ve kelebekler gibi canlıların üzerinde sergilenen büyüleyici ince ve rengârenk sanata bakılırsa, tüm hücreleri kontrolü altında tutan dışsal bir yönetim mekanizmasının iş başında olması gerektiği kanaati oluşur. Belli ki bu mekanizma doğa kanunları olamaz, çünkü her canlı varlık birçok yönden kendine özeldir.

Bütün canlı organizmalar, genel olarak, ya tek bir ebeveynden veya iki ebeveynden üreyerek türünü devam ettirme yeteneğine sahiptir. Bu kuralın açık bir istisnası, dişi bir at ile erkek bir eşeğin çiftleşmesi sonucu doğan ancak kendisi üreyemeyen katırdır. Katırların canlı olduğuna dair bir şüphe söz konusu değildir. Bakteriler gibi tek hücreli organizmalar, basitçe ikiye bölünerek ürerler. İnsanlar gibi karmaşık çok hücreli organizmalarda bir yavrunun hayatı da ikiye bölünerek kendinin kopyalarını üreten tek bir hücre (döllenmiş yumurta) ile başlar. Sonra bölünen hücreler, tüm organizmaya hükmeden dışsal bir ajan tarafından yönlendiriliyormuş gibi, doğru yerlerde, doğru şekilde değişmeye başlar. İlginçtir ki, bakteriler gibi tek hücreli organizmalar, hücre bölünmesi yoluyla ürediklerinde, hücre kolonileri oluşur ve her hücre kendi başına hayatta kalma kabiliyetine sahiptir. Yani, tek hücreli bir organizma “tek” olarak faaliyet gösteren, bağımsız ve kendine yeten bir hayat formudur.

Canlı organizmaların diğer bir ortak özelliği, çevrelerindeki değişikliklere veya uyarıcılara duyarlı olmalarıdır. Örneğin, birçok ağacın yaprakları güneşe doğru döner; bakteriler besin kaynaklarına doğru göç eder ve hayvanlar sıcak havalarda bir yandan iç serinleme mekanizmalarını harekete geçirirken diğer yandan da gölgelik yerler ararlar. Canlı organizmalar, ayrıca, genetik kodlarındaki değişikliklerle ve dolayısıyla kalıtım yoluyla yeni çevrelere uyum sağlarlar. Örneğin, oksijenin az olduğu yüksek yerlerde yaşayan insanlar, daha büyük akciğerleri barındıracak daha büyük göğüs kafesi geliştirirler.

Yukarıda listelenen hayat özellikleri hiçbir şekilde eksiksiz ya da tartışılamaz değildir. Alternatif özellik listeleri her zaman teklif edilebilir. Ama bu özellikler, canlı ve cansız varlıkları ayırt edebilmek için makul bir genel özellikler seti oluşturmaktadır. İlginçtir ki bakteriler canlılık için bütün kriterleri sağlarlar, ama virüsler sağlamazlar. Bir virüs, belirgin bir çekirdek olmadan, içeride bir nükleik asit genomundan ve onu dışarıdan çevreleyen bir protein kabuğundan oluşur. Virüslerin hücresel bir yapısı yoktur, metabolizma yapmazlar ve üremek için taşıyıcı bir hücreye gerek duyarlar. Ancak genleri vardır, uyarılara tepki verirler, çevrelerine uyum sağlarlar, değişime uğrarlar ve taşıyıcı hücrelerde kendi kopyalarını üreterek çoğalırlar. Bu nedenle, bazıları virüsleri canlı kabul ederken, başkaları etmezler

Belki de hayat için gri bölgelerdeki görüş ayrılıklarını gidermek için tezahür olgusu devreye konabilir: Eğer bir organizma, ‘bir’ olarak hareket etme ve sadece bütün tarafından yapılabilen işlevleri yapabilme gibi, fiziksel parçalarının ve proseslerinin toplamından fazla ise, o organizma canlıdır. Bunun sebebi, görünmez hayat tutkalının bileşenler arasındaki birliği ve koordinasyonu sağlamasıdır. Bu tanıma göre virüs canlıdır, çünkü bir virüsün hiçbir bileşeni tüm virüsün bir bütün olarak yapabildiğini yapamaz. Ayrıca, klinik olarak ölü ilan edilen bir kişi, bazı organları ve hücreleri hayat fonksiyonları sergiliyor olmasına rağmen, bu tanımlamaya göre canlı değildir. Bu bakış açısı, hilomorfizm denen her şeyin maddi ve madde-dışı varoluş veya formların birleşimi olduğu felsefesi ile uyumludur. Ama her şeyin madde ve enerji gibi fiziksel şeylerden ibaret olduğu felsefesi ile (fizikalizm) uyumlu değildir.

 

Biyomerkezcilik (Biocentrisim)

Hayatın varoluşun odak noktası olması ve hayat olmadan hiçbir varlığın bilinemeyeceği görüşü, evrenin hayat merkezli olduğunu ifade eden biyomerkezcilik fikrinin doğmasına yol açmıştır.   Tüm varoluş hayatın etrafında döner ve her şey hayata hizmet eder. Evrenin merkez sahnesi hayata aittir. Hayatın en yüksek formu bilinçli hayattır ve insanlar evrendeki üstünlüklerini en yüksek düzeyde bilince sahip olmalarına borçludurlar. Hatta denebilir ki hayat varlığın özüdür; bilinç de hayatın özüdür. Bu nedenle, bilinçlilik tüm varoluşa hükmeder ve yaradılış ağacının zirvesidir.

Evreni dikkatle gözlemleyenlerin fark ettiği gibi, doğa kanunlarının, evrende hayatın mümkün olabilmesi için hassas bir şekilde ayarlanmış olduğu görünüyor. Yerçekimi kuvvetinden evrensel sabitlere kadar, 200’den fazla değerleri hassas bir şekilde ayarlanmış fiziksel parametre mevcuttur. Eğer onlardan sadece biri mevcut değerinden yüzde birin bir kesri kadar bile sapmış olsaydı, evrende hayat oluşamayacaktı. Örneğin güçlü nükleer kuvvet birazcık daha zayıf olsaydı, protonlar atomların çekirdeğinde bir arada tutunamayacaklar ve karbon ve oksijen gibi elementler oluşamayacaktı. Sonuç olarak, ne karbon ne de aşina olduğumuz karbon temelli hayat var olacaktı. Öyle görülüyor ki atom altı parçacıklardan galaksilere her şey hayat için, bilhassa bilinçli hayat için, itinayla tasarlanmıştır.

Eğer evren bir ağaç olsaydı, onun meyveleri canlı varlıklar, en kıymetli meyve de insanlar olurdu. Ve topraktaki köklerinden havadaki yapraklarına kadar, tüm evren ağacı kendini yavruları olan meyvelerine, bilhassa en kıymetli meyvelerine, hizmet etmeye adardı. Evrende mümkün olan sonsuz sayıdaki kombinasyonlar arasından, mevcut koşulların, hayatı desteklemek ve evrenin insan merkezli olmasını sağlamak için ince-ayar yapılmış olduğu tarzındaki gözlemlenen gerçekliğe antropik prensip ya da Goldilocks prensibi adı verilmiştir.

200’ü aşkın fiziksel parametrenin mevcut ‘doğru’ değerlere sahip olması ile ilgili olasılığın düşüklüğünü takdir etmek için, hesap numaralarının bir kutuya atılmış olduğu sonsuz yerine sadece bir milyon müşterisi olan bir banka düşünelim. Kutudan belli bir müşterinin hesap numarasını çekme ihtimali, milyonda birdir. Başka bir müşterinin hesap numarasını çekme olasılığı da aynı şekilde milyonda birdir.  Bu sebeple, kutudan çekilen iki hesap numarasının, isimleri önceden belirlenen iki müşteriyle eşleşme ihtimali milyon çarpı milyonda birdir. Dolayısıyla, kutudan, isimleri önceden belirlenmiş iki müşterinin hesap numarası çekme şansı milyon kere milyonda birdir. O halde isimleri önceden belirlenmiş 200 müşterinin hesap numaralarını çekme şansı pratik olarak sıfırdır (1 bölü 1200 sıfırlı bir sayı) ve dolayısıyla imkânsızdır. Bu düşünce çizgisini takip ederek, her sorusunda 5 yerine bir milyon cevap seçeneğinin bulunduğu 200 sorulu çoktan seçmeli bir testte, cevapları rastgele işaretleyerek tüm sorulara doğru cevap verme şansı nedir?

Fizikteki tüm parametrelerin ‘tam doğru’ değerlere sahip oldukları gözlemi, yaratılışın arkasında gaye, bilgi ve güç sahibi gizemli büyük bir tasarımcı olması gerektiği düşüncesini yansıtan akıllı tasarım görüşünün mantıksal zeminini oluşturur. Temelsiz ‘kör tesadüf’ iddiasıyla kolayca çürütülemeyeceği belli olan akıllı tasarım teorisine karşı çıkmak için paralel evrenler teorisi olarak da adlandırılan çoklu evren teorisi ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre, her birinde farklı bir fizik kanunları ve sabitleri seti olan, birbirlerine paralel, sonsuz sayıda evren vardır ve böylelikle istatistiksel olarak bazı ‘şanslı’ evrenlerde koşullar setinin hayat için ‘tam doğru’ değerlere denk gelmesi mümkündür.

Çoklu evren teorisi, aslında bir olasılıklar okyanusuna dalıp can simidi gibi kozmik bir piyangoya sarılarak, olası tek bir gizemli tasarımcı fikrine kulakları kapatmak çabasıdır. Ancak bunu yaparken, hiçbir gözlemsel dayanak ve makul delil sunmadan, sonsuz sayıda gizemli evren-üreticisi icat edilmektedir. Eğer fizik kanunları ve sabitleri zaman içerisinde değişiyor olsaydı, değerlerin hayatı mümkün kılacak şekilde olgunlaşması, muhtemelen milyarlarca yıl süren evrimsel bir sürece atfedilecekti ve paralel evrenler teorisini icat etmeye gerek kalmayacaktı.

 

Hayatın kökeni

Varlıklar içinde hayat, belki de en gizemli ve akıllara durgunluk veren ve araştırmacıları aciz ve çaresiz bırakan şeydir. O kadar ki, bazı bilim insanlarının öne sürdüğü hayat teorilerinden biri, hayatın bilinemez olduğu ve büyük ihtimalle gelecekte de o şekilde kalacağıdır. Bu teoriye göre, hayat tam bir gizemdir ve böyle olmayı da sürdürecektir, çünkü hiçbir ümit ışığının olmadığı görünmektedir. Bu nedenle, hayatın kökeni ve ilk organizmanın yeryüzünde ortaya çıkması, bilim insanlarından çok filozoflar ve teologların ilgi alanı haline gelmiştir.  Bu, bilimsel araştırmalar için uygun bir konu olmadığından, büyük patlamadan önce var olduğuna inanılan sonsuz yoğunluklu nokta kütlenin kaynağının fizikçilerden çok felsefecilerin ilgisini çekiyor olması gibidir. Diğer bazı bilim insanları ise, hayatın evrende yaygın olduğu düşüncesinden hareketle, hayatın yeryüzünde başlamak yerine ilk organizmanın dünyaya uzaydan meteorlar yoluyla gelmiş olmasının daha olası olduğu teorisini geliştirmişlerdir.

Daha önce belirtildiği gibi, hem bilim insanları hem de filozoflar hayatı tarif etmede zorlanmaktadır ve dolayısıyla hayatın herkesçe kabul gören bir tanımı yoktur. Bu yüzden, çalışmalar, daha çok hayatın özelliklerinin yeryüzünde canlı varlıklarda gözlemlendiği şekilde tarif edilmesine yöneliktir. Tüm biyolojik sistemlerin yoğun kimyasal reaksiyonlara sahne olmalarından hareketle, bilim camiasında hayatın doğası hakkında öne çıkan görüş, hayatın güzel bir kimyasal reaksiyonlar kombinasyonu olduğudur. Ancak bu görüşe, haklı olarak hiçbir kimyasal reaksiyonun hiçbir zaman hiçbir formda hayata yol açmadığı argümanıyla karşı çıkılmaktadır. İki şeyin hep bir arada ortaya çıkması, bunlardan birinin diğerinin kaynağı olmasını gerektirmez. Bunun gibi, canlı organizmalarda kimyasal reaksiyonların varlığı, hayatın kimyasal reaksiyonlardan kaynaklandığını göstermez. Bütün biyolojik sistemler çoğunlukla karbon, hidrojen ve oksijen atomlarından oluşurlar. Ancak bu durum, atomların (ve onların su veya DNA gibi bileşenlerinin) hayatın kaynağı olduğunu göstermez. Gözlerdeki lenslerin kataraktla buğulanması sonucu görme duyusunu yitiren bir kişi, buğulu doğal lensler ameliyatla yapaylarıyla değiştirildikten sonra görme özelliğini tekrar kazanabilir. Ama bu, uygun olarak şekillendirilmiş saydam bir plastik parçası olan lenslerin görmenin kaynağı oldukları anlamına gelmez.

Gözlemler, dünyevi hayatın sıvı suya dayalı olduğunu göstermektedir. Her nerede bir enerji kaynağı ile birlikte su varsa, bizim anladığımız tarzda çeşitli hayat formları vardır. Bu gözlem, birçok kimsenin suyu hayatla bağdaştırmasına ve hatta suyu hayatın kaynağı olarak görmesine sebep olmuştur. Sonuç olarak, NASA’nın güneş sisteminde hayat arama misyonu, su olup olmadığı araştırmasına dönmüştür ve bir gezegende suyun varlığına işaret eden herhangi bir bulgu, dünya dışında hayatın var olma olasılığı hakkında heyecan yaratmıştır. Bizim gibi canlı organizmalar karbon bazlı olduğu, oksijen soluduğu ve %60 sudan oluştuğu için, bu yaklaşım hiç de şaşırtıcı değildir.

2007’de ABD Ulusal Bilimler Akademisi tarafından yayınlanan bir raporda, dünya-dışı hayatın bizim bildiğimizden farklı olabileceğine vurgu yapıldı ve NASA’yı güneş sisteminin başka yerlerinde hayat ararken suya bu kadar odaklanmaktan sakınması konusunda uyardı.[4] Rapor, hayat için genel olarak bilinen temel ihtiyaçları sıvı su biyoçözücü (organizma içinde maddelerin çözündüğü sıvı), karbon bazlı metabolizma, değişebilen moleküler sistem ve çevre ile enerji alışverişi yapabilme olarak listeledi. Ancak rapor, bunların hayat olarak bilinen olguyu desteklemenin tek yolu olmadığını da ekledi. Komitenin başkanı olan John Baross, “Yeryüzündekinden farklı formlarda hayat mümkündür” dedi. “Şu ana kadar yapılmış araştırmalar yeryüzündekine benzer bir hayata odaklandılar, çünkü bildiğimiz tek hayat formu bu. Ancak, farklı yerlerde ortaya çıkan hayat, buradakine kıyasla bizim için tanınamaz olabilir. Son on yıl boyunca biyoloji ve biyokimyadaki gelişmeler, hayat için temel gereksinimlerin düşündüğümüz kadar somut olamayabileceğini gösterdi.”

Rapor, en yaygın varsayım olan “hayat için su olmalıdır” varsayımını kısıtlı düşünme olarak görmekte ve dünya dışı hayat araştırmaları yapan bilim insanlarını hayatın olası formları hakkındaki görüşlerini genişletmeye teşvik etmektedir. Kaldı ki, genellikle yeryüzündeki hayatın belkemiği olarak adlandırılan karbon ve tüm canlılarda bol miktarda gördüğümüz suyun – hayvanlar ve bitkiler tarafından dışarıya salgılanan su molekülleri de dahil – kendileri canlı değildir. Örneğin, sıcak ve nemli havada yüzümüzden akıp giden ter damlaları canlı değildir. Sıvı su, yalnızca hücrede kimyasal reaksiyona giren moleküller için mükemmel bir çözücü olarak işlev görmektedir.

Su, hayatın kaynağı değildir ve olamaz. Su olmadan hayatın olmaması, hayatın sudan kaynaklandığının kanıtı değildir. Çünkü iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşan su molekülünde hayat diye bir şey yoktur. Suyun, kendisinde olmayan bir şeyin kaynağı olduğu iddiası, tıpkı elmasın etrafa yaydığı ışık parıltılarının ya da televizyon cihazının ekranında yansıyan resimlerin kaynağı olduğu iddiaları gibi, saçmadır. Hayatın kaynağını araştırırken, organizmaların temel yapı taşlarına yönelik indirgemeci yaklaşım da bizi hiçbir yere götürmez. Kaldı ki, bütün canlı organizmaların bedenlerinin inşa edildiği atom veya moleküllerde (ya da atom altı seviyede parçacık ve dalgalarda) hayat diye bir unsur veya bileşen yoktur. Maddi varlıklarda, parçalarında olmayan bir şey bütününde olamayacağına göre, hayat madde-dışı ya da mana olmalıdır ve dolayısıyla zaman ve mekân kısıtlarına tabi olmamalıdır. O halde, gözle görünmeyen hayat ışığını yayan yaygın bir fizik-dışı hayat alanı veya boyutu olmalıdır ve bu görünmeyen hayat ışığını alma kabiliyetine sahip her şey – fiziksel bedeni olsun veya olmasın – canlı olmalıdır.

Onlarca yıldır yapılan araştırmalar, sırlarının dünyanın ilk oluşum aşamalarındaki detaylarda saklı olduğu düşünülen hayatın yeryüzünde nasıl başladığı konusunda kayda değer bir ilerleme sağlamamıştır. Hala hayatın yeryüzünde nasıl ortaya çıktığı sorusunu tatmin edici bir cevap vermekten çok uzağız. Bunun bir sebebi, hayatın şartları ve oluşum mekanizmaları hakkında kesin bir bilgiye sahip olmayışımızdır. Bugünkü yeryüzü, hayatın başladığı düşünülen 3.5 milyar yıl önceki yeryüzünün hasımca ortamına kıyasla, hayata çok daha elverişlidir. Bu olumlu ortama rağmen, günümüzde canlı bir varlığın cansız maddeden ortaya çıktığına dair hiçbir gözlem olmaması düşündürücüdür.

Yıllar boyunca hayatın kökeni hakkında birçok teori öne sürülmüştür. Ancak bunların hiçbiri geniş çapta destek bulamamıştır. Bazı araştırmacılar, yeryüzündeki hayatın evrenin başka bir yerinde başladığı tezini öne sürmüşlerdir. Fakat bu tez, hayatın nasıl başladığı sorusunu cevap vermemekte; onu sadece uzak bir noktaya göndermektedir. İlkel dünyada önce ‘kendini kopyalayan moleküller’ in oluştuğu, bunun hayat mekanizmasını başlattığı ve sonrasında bu moleküllerin birbirleriyle etkileşmeye başladığı iddiası hiç de inandırıcı değildir ve dayanaktan yoksundur. Çünkü hayat şartlarının çok daha elverişli olduğu bugünün dünyasında böyle kendini kopyalayabilen hiçbir molekül asla gözlemlenmemiştir.

Kalıtsal bilginin aktarılmasının ve dolayısıyla RNA molekülünün hayattan önce oluşmuş olması gerektiğinin ve RNA’nın ilkel bir formunun kendi gelişim safhaları boyunca hayatın ortaya çıkışına rehberlik eden geçici bir kök molekülü olarak işlev gördüğünü savunan ve önce-RNA olarak adlandırılan saygın bir teori de vardır. Ancak RNA’nın kendisi belirli bir dizilimle birbirine bağlı binlerce daha küçük molekülden oluşan karmaşık bir moleküldür ve bu teori RNA’nın kendisinin ilk olarak nasıl sentezlendiğini açıklayamamaktadır. Bir diğer teori, kil parçacıklarının katalitik etkisiyle basit organik moleküllerin daha karmaşık moleküllere dönüştüğünü ve böylelikle hayatın ortaya çıkması ve canlı hücrelerin evirilmesi için zemin hazırladığını öne sürer. Karşıt bir teori de, hayat ortaya çıkmadan önce, dünyanın yüzeyi yerine okyanusların dibinde oluşan cansız inorganik hücrelerin oluştuğunu iddia eder. Bu teori, hidrojen, siyanür, sülfür ve karbon monoksit içeriği bakımından zengin sıvıların okyanus tabanında dünya kabuğundan açığa çıktığını ve demir sülfür oyuklarında reaksiyona girdiğini, ve böylelikle kimyasal reaksiyonların başlaması ve hayatın ortaya çıkması için gerekli olan yeterli konsantrasyonu korumak için uygun bir ortam sağladığını öne sürer. Ancak bu iddialar hiçbir zaman bilimsel bulgularla desteklenmemiş ve doğrulanmamıştır ve dolayısıyla hiçbir bilimsel değeri yoktur.

Hayatın kökeni hakkındaki tartışma, hayatın ”ilkel çorba” (primordial soup) denen sığ su göletlerinde doğduğunu öne süren Charles Darwin’e (1809-1882) kadar dayanır. Bu iddiaya göre ilkel çorbada basit kimyasallar ısı, ışık ve yıldırımlardan gelen elektriğin aktive etmesiyle kendiliğinden reaksiyona girdiler ve amino asit denilen ve hayatın kimyasal öncüleri olan organik bileşikleri ürettiler. Zamanla bu amino asitler gizemli bir şekilde birleşerek kompleks moleküllere dönüştüler ve en sonunda bu kimyasal çorbada hayat ortaya çıkıverdi. Bu küçük gölet hayat teorisi, Şikago Üniversitesinden Harold Urey ve Stanley Miller’in laboratuvarda şimşeği elektrik arklarıyla simüle etmek dahil yeryüzünün ilkel atmosferinin varsayılan şartlarını deneysel olarak yeniden oluşturmasıyla, 1953’de güçlü bir deneysel destek almıştır. Bir haftalık deney sürecinin sonunda, Urey ve Miller, sistemdeki bazı karbonların organik bileşenlere dönüştüğünü ve bu bileşenlerden bir kısmının canlı hücrelerin proteinlerinde görülen amino asitler olduğunu gözlemledi.

Bu klasik deney sırasında protein moleküllerinin temel yapı taşları olarak basit organik moleküllerin kendiliğinden oluşması, hayatın kökeni hakkında tartışmayı bitirmekten uzaktır. Her şeyin ötesinde, sıkça işaret edildiği üzere, amino asitler ile hayatın en ilkel formu arasında büyük bir uçurum vardır. Çünkü bir amino asit 100’den az atom içerirken, en basit bir tek hücreli bakteri, bünyesinde oldukça spesifik bir tarzda düzenlenmiş yaklaşık 100 milyar atom barındırır. Ayrıca, sıklıkla hayatın yapı taşları olarak gösterilen amino asitler, cansız varlıklarda da mevcutturlar. Ama ne amino asitlerin kendileri, ne de amino asitlerden yapılmış olan proteinler canlıdır. Urey-Miller deneyi başlangıçta bilimsel çevrelerde bir miktar heyecan yarattı, ama bıraktığı boşluklar ve eksiklikler yüzünden daha sonra gözden düştü. Daha inandırıcı bir teori olmadığından, Urey-Miller deneyi uzun süre ilkel dünyadaki küçük ılık su kaynaklarında hayatın ortaya çıkmasının bir ispatı olarak sunuldu.

Sonraları, hiçbir bilimsel kanıt olmadan, bu basit moleküllerin spontane bir şekilde kendilerini kopyalayan daha karmaşık moleküllere – kendi kopyalarını yapma yeteneğine sahip büyük moleküler yapılara – dönüştürdükleri ileri sürüldü. Bu moleküllerin de en basit bakteriden en karmaşık insana kadar, yeryüzündeki tüm canlılar için hayatı ateşleyici kıvılcım olarak işlev gördüğü iddia edildi. Ancak, kimyanın rastgele biyolojiye dönüştüğü iddiasını destekleyen hiçbir kanıt sunulmamıştır. Kimyasalların kendilerini rastgele kendini-kopyalayan bir moleküle dönüştürdükleri iddiası, bilimle hiç alakası olmayan sihirbazlık iddiası gibidir. Hayat olgusunun kimyanın bir formu olduğu görüşü, bilimsel değil felsefidir. Çünkü ne doğada ne de laboratuvar ortamında kimyadan biyolojiye geçiş hiç gözlemlenmemiştir.

Gözlemlenen gerçekliğe dayalı bir teoriden ziyade bilim-kurgu bir peri masalını anımsatan bu ılık gölet teorisi, destekleyici kanıttan yoksundur. O yüzden, hayat üzerinde çalışan araştırmacıları tatmin etmemiş olması şaşırtıcı değildir. Örnek olarak, doğada metal tozları, cam parçaları, petrol damlaları içeren bir miktar çamur keşfedilmesi, mikroişlemcisi çalışan ve yazılımı yüklü bir akıllı telefonun ilk olarak nasıl ortaya çıktığını açıklamaktan çok uzaktır. Bir akıllı telefonun montajı ve tasarlandığı gibi işlemesi, doğa kanunlarıyla tam uyumludur. Ama kör, bilgisiz ve amaçsız doğa kanunları ya da nedensellik etkileri, bir trilyon yıl da beklense, akıllı bir telefon meydana getiremezler.

1960’larda amino asitlerin, deneysel olarak “proteinoids” denen kısa proteinlere dönüştürülmesi, ham maddelerden yapay hayat yaratmaya yakın olduğumuz konusunda ciddi bir heyecan uyandırdı. Ancak üretilen bu karmaşık moleküller kendi kendilerini kopyalayamadıklarından, umutlar hızla söndü ve çalışma hayal kırıklığı ile sona erdi. Bu yüzden, hayatın kökeni ve kendisi hakkında daha iyi bir teori arayışları devam etmekte, ve sürekli yeni teoriler geliştirilmekte ve önerilmektedir. Ancak, her yeni teori, kendi sorunlar kümesiyle ve yanıtlanmamış sorularıyla birlikte gelmektedir. Neticede bizler, hayatı anlamaya ve hayatın kökenini keşfetmeye yaklaşabilmiş değiliz.

Hayata ‘kimya’ olarak baktığımız ve hayatın inceliklerini maddede ve kimyasal reaksiyonların detaylarında aramaya devam ettiğimiz sürece, bu karamsar görünüm pek değişeceğe benzememektedir. Büyük eksikliklerine rağmen, küçük ılık gölet teorisi (little warm pond theory), sadece daha tatminkar teorilerin olmamasından dolayı, hayatın kökeni hakkında en çok atıf yapılan teori olmaya devam etmektedir. Hayatı anlama arayışlarındaki en büyük engel, kimyasal reaksiyonlar ile kendini kopyalama arasındaki eksik halkadır. Kimyasal bir bileşen olmaktan, kendini kopyalayabilen biyolojik bir varlığa geçiş, akılları zorlayan bir gizem olmaya devam etmektedir. Sonunda, bir torba kimyasal madde, bir torba kimyasal maddedir – daha fazlası değil.

‘Kimya’ bilimi bakımından, bir su havuzunda yüzüp duran amino asitler, şekerler ve yağ asitleri yapmak oldukça kolaydır. Zor olan, bütün bu farklı bileşenlerin, faaliyetteki bir kimya fabrikasında olduğu gibi, birlikte çalışmasını ve koordineli bir şekilde işlev görmesini sağlamaktır. Sonuçta, bir tuğla yığını ve içleri kimyasal dolu bir dizi kazan, bir kimya fabrikası değildir. Bir molekül grubunun ikinci bir molekül grubuna bir araya gelmeleri için direktifler vermesi, onların da üçüncü bir molekül grubuna canlı bir hücrede belirli görevleri yerine getirmek için direktifler vermesi, kesinlikle kimyasalların öyle yapıverdiği şeyler değildir. Belli ki hayatta, biyolojik bir gözün gördüğünden çok daha fazlası vardır – aynen bir kimya fabrikasında binadaki tuğlalar ve üretim hatlarındaki kimyasallardan çok daha fazlası olduğu gibi.

Hayatın kökenini arayış ve onun doğasını anlama teşebbüslerinin, belli ki çok büyük ticari sonuçları da vardır. Kimyasallardan yapılmış tek bir hücreyle başlayarak, sıfırdan sentetik hayat yapma gayretleri içinde olan bazı özel şirketlerin, hayatın sırrının çözülmesinde, büyük çıkarları söz konusudur. Bu şirketler, eninde sonunda yapay bir DNA yapmayı başaracaklarını ve DNA’nın temel yapı taşları olan nükleotidleri doğru oranlarda bir kaba ekleyerek, çalışan bir genetik sistem oluşturacaklarını ümit etmektedirler. Bütün malzemeler bir araya getirildiğinde, evrimin sihirli gücüyle kontrolü ele alacağını ve hayatın ortaya çıkacağını ummaktadırlar. Sonra yapılacak tek şey, sadece ne olup bittiğini anlamak olacaktır. Ne yazık ki yapay hayatın yaratılışı için ilan edilen tarihlerin hepsi geçmiştir ve şu ana kadar bu tür tüm girişimler başarısız olmuştur. Gelecek de pek parlak görünmemektedir.

Uygun bir fizik (veya doğa) kanunları seti ile tam ve doğru değerlere sahip fizik sabitlerinin olması, hayatın ortaya çıkması için gereklidir; ama yeterli olmaktan uzaktır. Hayatın doğa kanunlarından kaynaklandığına dair bir belirti yoktur, ve hayatın varlığı, bütün doğal olguları yönettiği varsayılan doğa kanunlarına indirgenemez. Geliştirilmesine çalışılan kapsamlı ‘her şeyin teorisi’ nin bile, hayat (ve bilinç) için makul bir açıklama getirmesi pek olası değildir. Ve hayat, fizikçilerin, hayatın fizik kanunlarıyla nasıl bir ilişkisi olduğuna dair en küçük bir fikirleri olmadığı için, büyük ölçüde bir gizem olarak kalmaya devam edecektir. ‘A Different Universe (Farklı Bir Evren)” adlı kitabında, 1998 Nobel Fizik ödülü sahibi Robert Laughlin, canlı şeylerin bilinmezliğinin aslında fiziksel bir fenomen olabileceği argümanını sunar:

‘’Bilim kurumunun, potansiyel olarak hayatta mevcut olan tezahür prensiplerine dik başlı tepkisi, doğal olarak, onun indirgemeci inançlara bağımlılığının göze çarpan bir belirtisidir – ki sektörleriyle alakalı detay işlerin vergi mükelleflerinin harcamalarıyla yapılmasından oldukça memnun olan ilaç endüstrisi tarafından memnuniyetle teşvik edilmektedir. Tezahür (yani maddi bir şey üzerinde hiç yoktan beliriverme) görüşünün reddedilmesi, bilimi mistisizme karşı savunmak olarak haklı gösterilmeye çalışılmaktadır. Görünürdeki bilimsel görüş, hayatın kimyasal reaksiyonlar olduğudur; ve yapılacak cesur ve erkekçe şey, devasa ölçekte para ve süper bilgisayarlarla, o reaksiyonları belirlemek ve manipüle etmektir. Buna karşı mistik görüş, hayatın, bütün paraları ve bilgisayar çevrimleriyle sadece insanlar tarafından berbat edilebilecek, gayet güzel bilinemeyen bir şey olduğudur. Bu karşıt uçlar arasında, son derece önemli fakat pek az anlaşılmış olan ‘canlı varlıkların bilinemezliği, aslında fiziksel bir fenomen olabilir’ fikri vardır. Bu, hayatı daha az harika yapmaz; sadece basitçe onun ulaşılmazlığının indirgemeci kanunla nasıl tam uyumlu olabileceğini ortaya koyar. Bilinemezlik, cansız dünyada her zaman gördüğümüz bir şeydir ve bu aslında hiç de gizemli değildir. Bu karakteristiği sergileyen daha ilkel diğer sistemler, şu ana kadar bilgisayar çözümlerinde ortaya çıkmayarak kaçmayı başardılar. Ve bazılarımız, onların her zaman kaçmayı başaracaklarından eminiz. Benzer etkilerin biyolojide meydana gelip gelmeyeceğini bekleyip göreceğiz. Ancak kesinlikle doğru olan şey, tepeden bakarak kibirli bir tavırla bu ihtimali göz ardı etmenin, sonu gelmeyen ve hayal edilemeyecek derecede pahalı kötü deneyler bataklığına gidiş olduğudur.’’[5]

PBS (ABD Kamu Yayın Servisi)’nin Bilimsel Programının bir parçası olan NOVA ile yapılan bir röportajda, Harvard Üniversitesi’nden Profesör Andrew Knoll hayatla ilgili derin gizeme dikkat çeker: ‘’Gezegenimizin ilk devresinin bir aşamasında meydana gelen cansızdan canlıya sıçrayış ile ilgili incelikler derin bir muammadır ve muhtemelen gelecekte bir süre daha böyle olmaya devam edecektir.” Profesör Knoll, bu bulmacanın gelecekte tamamen çözüleceğine dair fazla umut ışığı görmemektedir: ’’Torunlarımın hala ortalıkta dolanıp hayatın büyük bir gizem olduğunu söyleyeceklerini hayal edebiliyorum; ancak, onlar bu gizemi, bizim bugün idrak edemeyeceğimiz seviyede anlayacaklardır.[6]

Bu karamsarlığın nedeni, bilim insanlarının yapabildiği tek şeyin, laboratuvarda farklı elementleri kimyasal reaksiyona sokup arzu edilen bileşenleri elde ederek, maddeyi manipüle etmek olmasıdır. Ama, hayat fonksiyonlarının, kimyasal reaksiyonların çok ötesinde olduğu görünmektedir. Profesör Knoll’ün belirttiği gibi: “DNA’nın tek tek parçalarının yapılması pek zor olmayabilir. Ancak DNA’nın, proteinleri, önemli hayat fonksiyonlarını gerçekleştirmek için direktifler vermeye başladığı noktaya gelmek – bu sıçrama, kahredici bir şekilde, gizemini korumaktadır.’’[7]

Hayat, hiç şüphe yok ki, canlı varlıkların en ilginç ve cezbedici özelliğidir. Bütün canlı varlıklar kimyasal reaksiyonlar içerdiği için, hayat, genelde, kimyasal reaksiyonlar olarak izah edilir. Ancak, daha önce belirtildiği gibi, hiçbir kimyasal reaksiyon ya da kimyasal reaksiyonlar zinciri hiçbir zaman hayat üretmemiştir. Bu nedenle, “kimyasal reaksiyonlar hayatın kaynağıdır’’ önermesinin ya da ‘’hayat kimyasal reaksiyonlardır’’ basitleştirmesinin geçerli hiçbir dayanağı veya gerekçesi yoktur. Hayat da, bilinç gibi, hayatı mümkün ve sürdürülebilir kılmaya uygun maddi yapılarda ışıldayan görünmez bir ışık gibi, fiziksel olmayan bir olgu olarak tanınmalıdır – aynen elmastaki kristal bir yapıda birbirlerine bağlanan maddi karbon atomlarının, maddi olmayan ışığı alma, kırma ve yansıtmayı mümkün kılması gibi. Öyle görünüyor ki, hayat, maddeden değil, maddede oluşur.

 

Ölüm – Hayatı ispat eden olgu

Canlı varlıkların ayırt edici bir özelliği, hayatın sona ermesi olarak tanımlanan, ölümü tecrübe edebilmesidir. Her canlı ölür, ölen her şey canlıdır. Hayatın tanımı, ölümü otomatik olarak karakterize eder. İnsanlarda, canlı bir kişi, ölü bir kişinin olmadığı her şeydir. Sadece canlı varlıklar ölebilir. Robotlar, kar taneleri, akıllı telefonlar ve televizyon setleri gibi canlı olmayan şeyler, ölümü tecrübe edemezler.  Bu tür şeyler için bazen ‘öldü’  ifadesini mecazi olarak kullanırız.

Canlı ve cansız arasındaki temel fark, tüm canlı varlıkların doğması, büyümesi ve en sonunda ölmesidir. Canlı varlıkların belirgin bir başlangıçları ve kesin bir sonları vardır. Bu yüzden, canlı bir varlık, ölme kapasitesi olan ve sonunda ölecek olan bir varlık olarak tanımlanabilir. Ve öldükleri kesin olarak teyit edilen canlı varlıklar, artık hayata döndürülemezler. Bu tanıma göre, canlı olup olmadıkları tartışmalı olan virüsler kesinlikle canlıdır; çünkü öldürülerek işlevsiz hale getirilebilirler. Virüsler, bakteriler ve diğer canlı varlıklar kimyasallarla, ısıyla, radyasyonla ya da sadece aç bırakılarak yeniden hayata dönme ihtimali olmayacak şekilde öldürülebilirler. Yani bir canlının bedeni, hayatın barınmasını imkansız kılacak bir hale getirilebilir. Öte yandan robotlar bozulabilir ve iş yapamaz hale gelebilirler. Ama, yıllarca adeta ‘ölü’ kalmış olsalar bile, ekonomik olduğu sürece, her zaman tamir edilebilirler ve çalışır hale getirilebilirler. Hatta gerektiğinde, mikroişlemcileri bile değiştirilebilir ve yazılımları tekrar yüklenebilir.

Hayat ve ölüm tanımlarının, biri diğeri açısından tanımlanabildiği ve ölümü tartışmak hayatı anlamaya çok bir şey katmadığı için, döngüsel olduğu iddia edilebilir. Hayatın tanımı üzerine fikir birliği olmadığı göz önüne alındığında, hayatın sonu yani ölümün tanımının da, hem bilimsel hem de hukuksal açıdan, tartışmalı olması pek de şaşırtıcı değildir. Ama ölü üzerinde yapılan dikkatli gözlemler, aynı varlığın canlı ve cansız hallerini karşılaştırarak, dolaylı olarak hayatın anlaşılması için bulunmaz bir fırsat sunar.

İnsanlar için ölüm, bir zamanlar sadece kalp atışının ve nefes alışverişinin durması olarak tanımlanıyordu. Fakat sonraları bu hayat göstergelerinin kaybının genellikle geçici ölüm olduğu ortaya çıktı. Çünkü kalp atışının ve nefes alıp vermenin CPR ve hayat destek cihazlarıyla sürdürülebildiği ve devam ettirilebildiği görüldü. Bugün insanlarda ölüm, genellikle ‘geri döndürülemez koma’ olarak da adlandırılan ‘beyin ölümü’ ile özdeşleşmiştir. Beyin ölümü, başa takılan sensörlerle (elektrotlar) kullanılarak elektroansefalogram (EEG) testiyle ölçülerek belirlenen, beyindeki bütün elektriksel aktivitenin kalıcı olarak durmasıdır. Beyin aktivitesinin yokluğu, bilincin yokluğu olarak kabul edilmektedir. Beyin ölümü geçekleşmiş bir kişide sinir refleksleri yoktur, acıya tepki vermez ve EEG grafiği düz bir çizgiden ibarettir.

Fakat, ölümün bu modern tanımına bile, ‘beyin ölümü’ gerçekleşmiş insanların organlarının uzun süre makinelerle canlı tutulduğu gözleminden hareketle, bazı bilim insanları tarafından itiraz edilmiştir. Besbelli bitkisel hayat modunda olan bu ‘beyin ölümü’ gerçekleşmiş insanların organları çalışmaya devam etmektedir. Hatta beyin ölümü gerçekleşmiş hamile kadınların bebekleri bile, doğum zamanı gelinceye kadar gelişmeye devam etmektedir. Beyni kesin olarak ölü olan bir kişi, kalp atışı, nefes alışverişi ve bedenin metabolik işlemleri hayat destek cihazlarıyla sürdürülse bile, dünyadaki çoğu hukuk sisteminde ‘yasal olarak ölü’ kabul edilir. Beyin ölümü gerçekleşmiş insanların bağışlanmış organları cerrahi olarak alınabilir ve organ naklinde kullanılabilir. Bir kişinin beyin ölümünün gerçekleştiğinin ilan edildiği tarih, organların hangi tarihte alındığına ve hayat destek ünitesinin fişinin ne zaman çekildiğine bakılmaksızın, resmi ölüm tarihi olarak işlem görür.

Beyin-ölü insanların bedensel hayat fonksiyonlarını yapay olarak sürdürebilmesi, tüm organların kontrolü ve çalışmaya devam etmesi beyinle ilişkilendirildiği için, başta inanılmaz gelebilir. Herhalde çoğumuz, mucizevi beyin oyun dışı kaldığından, mekanik hayat destek ünitesine bağlı olan bilinçsiz bir insanın bedensel organlarında tam bir kargaşa bekleriz. Özellikle beyin ölümü gerçekleşmiş (ve dolayısıyla hukuken ölü) hamile kadının rahminde bebeğini geliştirmeye devam etmesine şaşırıp kalırız. O zaman haklı olarak şu soruyu sorabiliriz: ‘Eğer hamile bayan ölü ise, her gün doğru şekilde doğru yerlerde milyonlarca yeni hücrenin oluşturulmasını içeren bebeğini nasıl büyütüyor? Ve o beyin-ölü hamile bayan eğer bebeğini tıpkı canlı bir hamile bayan gibi büyütmeye devam ediyorsa, nasıl ölü ilan edilebilir?’

Bu tür haklı sorular, ölümü beyin ölümüyle özdeşleştiren mevcut anlayışın geçerliliğinin sorgulanmasına yol açmaktadır. Belli ki biz burada bazı temel fenomenleri kaçırıyoruz. Hali hazırdaki hayatı anlama durumumuz da fena halde tutarsız ve yetersiz görünmektedir. İnsan, mekanik veya elektrikli bir cihazdan farklı olarak, bedensel organlarının toplamından daha fazla göründüğü için, özellikle insanı anlayışımızın tekrar gözden geçirilmesi lazımdır. Ve o ‘daha fazla’ gittiğinde, bedensel organlarda her şey yerli yerinde görünmesine rağmen, insan olmak şöyle dursun, artık canlı bir varlık bile değildir.

Şimdi geriye dönüp tekrar baktığımızda, bitkisel hayat halindeki beyin ölümü gerçekleşmiş bir kadının, bütün bedensel aktivitelerinin kumanda merkezi olan beyninden destek almadan bebeğini rahminde büyütmesi, aslında bu kadar şaşırtıcı olmamalıdır. Çünkü biz zaten beyinsiz bitkilerin, bebekleri olan elma, portakal ve patates gibi kendi meyve ve sebzelerini yetiştirdiğini görmeye alışkın değil miyiz? Bu yüzden, beyin ölümü gerçekleşmiş insanlar için kullanılan “bitkisel hayat halinde” ifadesi çok uygun düşmektedir.  Bütün bitkilerin canlı olduğunu ve canlılığı bitkilerin canlılığı seviyesine indirgenmiş insanların ölü kabul edildiği dikkate alınırsa, bu demektir ki hayatın farklı formları, normları ve seviyeleri vardır. Ve organizma seviyesindeki hayat ona erince, insan hayatı sona ermektedir – daha düşük seviyelerde hayat devam etmesine rağmen. Bu nedenle, hayatın özü aynı kalsa bile, tüm canlılara uyan tek bir hayat formu yoktur. Ve hayat bulmacasının çözülmesine yardımcı olması için, basit bir hücre veya bakteriden tutun, birlikte birbirleriyle uyumlu çalışan trilyonlarca hücreye sahip insan gibi karmaşık organizmaya kadar, çok çeşitli hayat formlarının dikkatle gözlemlenmesine dayalı olarak, hayatın farklı formları farklı bir şekilde tanımlanmalı ve tarif edilmelidir.

 

Hücre seviyesinde hayat

Hücreler, en küçük canlı varlıklardır. Hücreler, bitkiler ve hayvanlar gibi çok hücreli organizmaların temel yapı taşlarıdır. Bakteri gibi tek hücreli organizmalar durumunda, tek bir hücre organizmanın tamamını oluşturur. Bakteriler kendi başlarına hayatlarını idame ettirebilseler bile, birbirlerini desteklemek için genellikle çok iyi yapılandırılmış bir koloni halinde yaşarlar. Bir bakteri ile çok hücreli organizmalardaki bir hücresinin temel biyokimyasal mekanizmaları çoğunlukla birbirlerinin aynıdır.

Bütün hücreler üç kısımdan oluşur: hücrenin içeriğini dış dünyadan net hatlarla ayıran zar (veya membran), bir su banyosu içinde proteinler ve nükleik asitler gibi biyomolekülleri içeren jöle kıvamında bir sıvı olan sitoplazma ve hücrenin genetik malzemesi olan DNA. Bir hücrenin boyu, yaklaşık 1 ila 100 mikrometre arasında değişir (1 mikrometre = bir metrenin milyonda 1’i) ve çoğu hücre ancak mikroskop altında görülebilir. Tipik bir hücrenin içerdiği maddenin miktarı, yaklaşık olarak bir gramın milyarda biri kadardır. Bir hücrenin kütlesinin yaklaşık yüzde 70’i sudur. Ortalama insan bedeni, ortalama çapı 12 mikrometre olan 37 trilyon hücreden (artı, yaklaşık aynı sayıda bağımsız mikrop) oluşur. Ortalama bir insan hücresinde yaklaşık 70 trilyon atom vardır. Tipik bir insan bedeninde hücre bölünmesi yoluyla saniyede yaklaşık 50 milyon yeni hücre üretilir.

Dışarıdan bakıldığında, hücre, karmaşık kimyasal reaksiyonların yoğun olarak meydana geldiği ve çok işlek bir ortamda moleküllerin sürekli birbirleriyle etkileştiği, bir torba suda yüzen bir yığın molekülü andırır. Daha yakından incelendiğinde ise, hücre, karmaşık işlemlerin yüksek bir hassasiyetle gerçekleştirildiği ve gerekli bileşenlerin itinayla sentezlendiği iyi yönetilen modern bir kimyasal fabrikaya benzer. Örneğin zarlar, farklı birçok işlevi yerine getirebilen çeşitli moleküllere ev sahipliği yapar. Bu moleküllerden bir kısmı zardan girilmesine veya çıkılmasına izin verilen maddeleri tanımlayan bekçiler gibi hareket ederken, diğer bir kısmı da hücrenin yerli ya da yabancı olduğunu tanımlayan işaretçiler gibi hareket eder. Bazı moleküller de hücrelerin bir birlik olarak davranmalarını sağlamak için onları bir arada tutan bağlama elemanları olarak işlev görür. Diğer bazı moleküller ise, sinyalleri ileten ve alan telefon santralleri olarak hizmet verirler.

Hücrenin ana gövdesini oluşturan sitoplazma, malzemeleri ihtiyaç duyulan yerlere taşıyan forkliftler de dâhil, tam koordinasyon içinde çalışan çeşitli tezgah ve makineleri de barındıran bir fabrika üretim alanını hatırlatır. Sitoplazma, proteinler, karbonhidratlar ve lipitler gibi çeşitli organik molekülleri içerir. Proteinler, birbirlerine zincirleme bağlanmış daha basit amino asit moleküllerinden oluşur ve hücre atıklarını dışarıya pompalamak dahil çeşitli işlevleri yerine getirirler. Karbonhidratlar, hücrelerin enerji ihtiyacını karşılamak için kullanılırlar. Lipitler ya da yağ molekülleri, enerjiyi kimyasal olarak depolama ve sinyal aktarmada kullanılır. Bazı hücreler, ayrıca belirlenmiş kısımlarda özel işlevler gerçekleştiren ve organel denen küçük organlar gibi hareket eden uzmanlaşmış kısımlar içerirler. Örneğin, mitokondriye bileşikleri parçalar ve enerji üretir; adeta hücrenin güç santralı gibi çalışır. DNA ve RNA molekülleri gibi nükleik asitler, genetik mirası korurken, hücreye hangi fonksiyonları ve nasıl yerine getireceğini dikte eder.

Tipik bir hücre, çoğunluğu su molekülleri olan, birkaç trilyon molekül içerir. Sadece protein moleküllerinin sayısı, E. coli bakterisinde birkaç milyondan insanlarda birkaç milyara kadar değişir. DNA da dâhil tüm moleküller, kimyasal bağlarla birbirine bağlı ve bir üzüm salkımını andıran ve çoğunlukla karbon (C), hidrojen (H) ve nitrojen (N) olan atom yığınlarıdır.

Biraz kimya çalışmış olan herkes bilir ki, tüm atomlar görme, işitme, konuşma ve düşünme yetenekleri olmayan hayatsız, bilgisiz, iradesiz, amaçsız, zekâsız ve bilinçsiz temel parçacıklardır. Atomlardan oluşan moleküller de bu özelliklerin hiçbirine sahip değillerdir. Bu nedenle, bir hücredeki hiçbir molekül, komşu hücreler ve organizmanın bütünü şöyle dursun, içinde bulunduğu hücrede neler olup bittiğinin farkında değildir ve olamaz. Hatta hiçbir molekül kendi varlığından bile haberdar değildir. Bu moleküller arasındaki meydana gelen herhangi bir kimyasal reaksiyon, yine sadece hayatsız, bilgisiz, amaçsız, bilinçsiz, görme vb. özellikleri olmayan yeni moleküller üretecektir. Ve hücrelerin farklı bölümlerindeki işlevler arasında hiçbir alaka olmayacaktır. Zaten ölü bir hücrede olan aynen budur.

Cansız yani ölü bir hücreyi dikkate alalım. Cansız bir hücrede görebileceğimiz yegane şey, çöp kutularında meydana gelen pis kokulu kimyasal reaksiyonlar gibi, hiçbir amacı olmayan ve bütüncül fonksiyonların yerine getirilmediği, bazı rastgele başıboş kimyasal reaksiyonlardır. Bu amaçsız kör kimyasal aktivite, sonunda hücrenin parçalarına ayrılmasına ve temel yapı taşlarına ayrışmasına yol açar. Bu durum, bir endüstriyel tesisinin üretim hattında çalışan işçilerin bir anda kör, sağır ve sarhoş olması gibidir. Tahmin edilebileceği gibi, bu üretim hattından birbirlerine çarpan ve çevrelerindeki donanımı ve birbirlerini deviren işçiler dışında hiçbir şey çıkmaz ve dolayısıyla üretim hattı durma noktasına getirir.

Ancak hücre canlı olduğunda yani hücreye o gizemli hayat geldiğinde, muhteşem şeyler meydana gelir: Tüm hücre, birbirleriyle tam koordineli olarak ve tam bir işbirliği içinde çalışan milyarlarca molekül ile tek bir entegre varlık gibi davranır. Hayat ile birlikte, sağlam bir organize yapı, sıkı bir organizasyon ve hücrenin bileşenleri için iyi tanımlanmış roller ve ilişkiler ağı gelir. Sanki tüm o aptal moleküller, aniden, bütün hücrenin ne yaptığını, hücrenin genel işlevinin ve kendi bireysel rollerinin ne olduğunu ve görevlerini nasıl yapacaklarını biliyor gibi davranmaya başlarlar. Hatta moleküller, bir bütün olarak, hücreyle ve hücrenin tüm öğeleriyle iletişim kurmalarını sağlayan gelişmiş görünmeyen sinyal işleme merkezleri varmış gibi davranırlar. Bir futbol takımı gibi, her oyuncu tüm oyuncuları ve rollerini bilir, ve bir takım olarak gol atmak ve oyunu kazanmak için takım ruhuyla birlikte çalışırlar.

İlginçtir ki canlı hücrelerde de, DNA gibi mega moleküller dâhil, tüm moleküller cansızdır – tıpkı vücudumuzdaki hücrelerde bulunup terle dışarı salgılanan su moleküllerinin cansız olması gibi. Ama öyle görünüyor ki, hücre tarafından edinilen ve her şeyi kuşatan görünmez hayat ışığı, hücreyi oluşturan tüm parçalara nüfuz eder, ve hücrenin içeriği, hayat bulup hayatla gelen özellikleri sergiler. Bu, bir manyetik alana sokulduğunda demir parçacıklarının mıknatıslanması ve manyetik kuvvet çizgileri boyunca sıraya dizilmesi gibidir. Hayat da bunun gibi, ancak fizik-dışı bir alan olarak düşünülebilir.

Hayat ışığı artık hücrede parlamadığında ve o birleştirici ruh gittiğinde, hücrenin bütün bileşenleri, birbirleriyle hiçbir ilişkisi kalmamış ve birbirlerinden kopmuş kimyasal bileşenler haline gelirler. Ve bu durumda hücrenin öldüğü söylenir. Hücre hayatı, hayatın en düşük seviyesi olduğu için, hücre öldüğünde, bütün parçaları ve bileşenleri de aynı zamanda ölür. Çünkü onlar artık herhangi bir hayat emaresi göstermezler (bu bileşenler zaten tek başlarına canlı hücrede bile canlı değildir ve hücre dışına çıktıklarında cansız bir kimyasal gibi dururlar – hücreye girip çıkan su veya glikoz molekülleri gibi). Yani, hücre, öldüğünde, bir membran torbası içinde yer alan tek tek birbirinden kopuk moleküller yığınına dönüşür. Ve DNA dahil o harika biyomoleküller, hayat ışığıyla bağlantıları kesilir kesilmez, sıradan kimyasal bileşenlere dönüşürler.

Hayat, varoluşun bilinmesini ve fark edilmesini mümkün kılan gizemli bir görünmez ışıktır. Canlı varlığı karakterize eden bir nitelikler sepeti de gizemli hayata eşlik eder. Örneğin, insanlarda hayat, tipik olarak zeka, bilinç, irade, hayal gücü, arzu, acı ve zevk ile birlikte, aşk, nefret, korku ve merak gibi duygular ve de görme gibi beş duyuyla birlikte paketlenmiş olarak gelir. Bu, renklerle paketlenmiş olarak gelen ve varlıklara renk özelliklerini veren güneş ışığı gibidir. Hayat gidip kişi öldüğünde, bizi biz yapan tüm bu özellikler de gider. Geriye, bütün beden parçaları bir arada olarak, gömülüp yok olmaya terkedilecek değersiz bir maddi kılıfı bırakır.

Daha önce de belirtildiği gibi, hayatın beraberinde getirdiği en temel özellik birleştirme ya da tek bütün içinde entegre etmedir. Sonunda canlı bir varlık bir ’bir’ olarak hareket eder ve müstakil bir varlık olarak davranır. Örneğin, bir kâse kimyasal çorbasından farklı olarak, canlı bir hücrede, moleküller rastgele ve birbirlerinden bağımsız olarak hareket etmezler. Aksine, hücrenin varoluş misyonu ve genel amacı doğrultusunda, moleküller, emirleri uygulayan ve verilen görevleri yerine getiren bilinç ve sorumluluk sahibi işçiler gibidirler. Bu yüzden, hayatla birlikte gelen bir diğer temel özellik, bütün bileşenlere empoze edilen bir üst iradedir. Bütün bu bileşenlere söz geçirip dikte eden ve her şeyi kuşatan irade ile birlikte, amaç ve işlevsellik gelir. Sanki hücredeki tüm bileşenler ve moleküller, hayatla birlikte gelen kapsamlı irade gücüne boyun eğiyorlar ve bir ekip ruhuyla tam bir itaatle emirleri yerine getiriyorlar. Hücredeki birlik içinde hareketi sağlayan merkezi idareden habersiz bir dış gözlemci için, bir hücredeki bütün moleküller (1) iradeleri var, (2) ne yapacaklarını ve kiminle etkileşime gireceklerini biliyorlar ve (3) bunu yapabilecek yetenekleri var gibi davranmaktadırlar – ki bu davranışlar kör, sağır, bilgisiz ve bilinçsiz atom yığınları için gerçekten şaşırtıcıdır. En hayret verici olan şey de, bir hücredeki milyarlarca molekül ve organelin, içinde olduğu hücrenin amaçlanan makroskopik misyonunu yerine getirmek için, tam bir koordinasyon içinde hareket etmesidir. Bu gözlem tek başına, hücrenin tüm bileşenleri üzerinde tam kontrol sağlayabilen ve hücre ruhu da adlandırılabilecek olan görünmez bir kumanda merkezinin olması gerektiği tespitini yapmak için yeterlidir.

Bu, bir düşman hedefine saldırmak için tam bir işbirliği içinde hareket eden milyonlarca askerden teşkil edilmişi olan bir ordunun, tüm birimler için görevleri belirleyen, koordinasyonu sağlayan ve mühimmatın doğru yerlere iletilmesini emreden bir komuta merkezinin olması gerektiği sonucuna varılması gibidir – görünürde öyle bir komuta merkezi olmasa bile. Ordudaki belirli bir birimin iradesi, açıkça merkezi komutanlığın kapsamlı iradesinin o birimin görev tanımıyla alakalı yansımasından ibarettir. Alternatif tez, savaş uçaklarında, donanma gemilerinde, füze mevzilerinde, tanklarda ve makineli tüfeklere sahip milyonlarca askeri personelin birbirleriyle sürekli iletişim halinde olduklarını, tüm savaş alanını net bir şekilde görebildiklerini, birbirlerine emirler verip emirler aldıklarını ve dolayısıyla aynı zamanda hiçbir hiyerarşi olmadan hem bir komutan hem bir er olduklarını farz etmektir – ki bu, aklı başında hiç kimsenin kabul edebileceği bir şey değildir. Eğer görme, işitme, düşünme ve emir verme ve emirleri yerine getirme yeteneğine sahip milyonlarca bilinç sahibi askerin bir komuta merkezi olmadan tek bir ordu olarak hareket etmesi mümkün değilse, görünmez bir kontrol merkezi olmadan, bu üst düzey insani özelliklere sahip olmayan milyarlarca hatta trilyonlarca molekülün, tek bir hücre olarak hareket etmesi hiç mümkün değildir. Bir savaş sırasında öncelikli hedefin düşmanın kumanda merkezini bulmak ve yok etmek olması, düşman ordusunda kargaşa, koordinesizlik ve sonunda yenilgi getireceği için, hiç de şaşırtıcı değildir.

 

Otonom fabrikalar ve biyoteknoloji

Canlı ve cansız hücreler hakkında daha net bir bakış açısı ve hayat hakkında daha kolay bir anlayış geliştirmek için, üretim alanında hiçbir insan olmadan, tamamen endüstriyel robotlarla çalışan ve “akıllı” makinelerle donatılmış tam otomatik bir modern fabrikayı dikkate alalım. Tesis, nesnelerin interneti ve büyük veri kullanmakta ve robottan robota, makineden makineye ve robottan makineye iletişim dahil tüm makineler ve ekipmanlar arasında sürekli gerçek-zamanlı iletişim ve bilgi akışı sağlamaktadır. Bütün operasyonlar tam otomatiktir. Stok miktarı belirli bir seviyenin altına düşünce, bir kapı açılmakta ve forkliftler ihtiyaç duyulan malzemeleri  gerekli yerlere taşımaktadırlar. Bir taşıyıcı bant, atıkları, kamyonların alıp götürmesi için çöp alanına taşımaktadır. Yapımı tamamlanmış bütün ürünler, başka bir kapıdan çıkarılmakta ve ürünler bayilere sevk edilmek üzere tırlara yüklenmektedir.

Şimdi Ford otomotiv şirketinin kurucusu ve ünlü T-model arabayla otomotiv endüstrisinde üretim hattının mucidi olan Henry Ford’un (1863-1947) aniden dirildiğini ve bu modern fabrikaya – bir otomotiv üretim tesisi diyelim – 1940’ların dünyasındaki anlayış ve bilgilerle girdiğini farz edelim. Yani, hiç elektronik ve veri merkezleri, yazılım, bilgisayar kontrollü makineler, internet, makine vizyonu, kendi kendileriyle ve diğer makinelerle iletişim ve işbirliği içinde çalışan robotların olmadığı ve bilginin dijitalleşmediği bir dünya. Herhalde Ford’un şaşkınlığını hayal edebiliyorsunuzdur. Ford herhalde rüya gördüğünü düşünecekti ve canlı, zeki, bilinçli, duyarlı, gören, konuşan, işiten, düşünen, iletişim kuran, ne yaptığını ve üretim katındaki rollerinin ne olduğunu bilen yüzlerce işçiyle 1940’ların gerçekliğine dönmek için kendini çimdikleyecekti.

Ford, ilk şokun ardından, etrafta soru soracak insan olmadığından işleyişi anlamak için işletmeyi daha yakından gözlemlemeye başlar. Üretim makinelerinin kendi fabrikasındakilere çok benzediğini ve benzer işleri yaptıklarını çabucak fark eder. Ancak makineleri yöneten hiçbir insan operatörün olmamasına çok şaşırır. Ayrıca, kaynak yapmaktan boyamaya, birçok görevi yerine getiren robotların parçalardan yapıldığını ve canlı olmadığını da fark eder.  Çelik, plastik, alüminyum ve boya (ve ayrıca enerji için yakıt ve elektrik) gibi ham maddelerin fabrikanın bir ucundan girerken, montajı tamamlanış araçların diğer uçtan çıktığını; ve bütün bunların, kendileri de parçalarının montajlanmış birleşimi olan ve uyum içinde çalışan gözsüz, kulaksız, cansız, bilinçsiz, düşüncesiz ve amaçsız makineler tarafından yapılıyor olduğunu görür.

Ford, bu gizemli işletmenin sırlarını umutsuzca çözmeye çalışırken, fabrikadaki tüm operasyonları tüm ayrıntılarıyla anlatan bir işletme kılavuzu kitabını keşfeder. Ford, fabrikadaki her şeyin kitaptaki direktiflere tam uygun olarak çalıştığını görür. Bir an için bu harika insansız araba fabrikasının sırlarını keşfettiğini düşünür. Ancak, basılı tüm kitaplar gibi, bu kitabın da kağıt üzerinde mürekkepten fazla bir şey olmadığını ve bu işletme kılavuzu kitabının bu operasyonu yönetme gücünün, bir yemek kitabının yemek yapma gücünden daha fazla olmadığını fark ettiğinde, heyecanı çabucak söner. Neticede işletme kılavuzu kendi varlığının bile farkında değildir, çünkü ne hayatı ve ne de bilinci vardır. Ve dolayısıyla emir vererek etraftaki diğer varlıkları sevk ve idare etmesi söz konusu değildir. (Neyse ki, hücrelerden farklı olarak, makineler ve bütün diğer donanımlar ve de işletme kılavuzu Ford’un ziyareti sırasında kendilerinin kopyasını yapıp bölünerek bir fabrikayı iki fabrikaya çevirmediler ve Ford’un akıl sağlığını tehlikeye atmadılar).

Ford’un merakı, ancak fabrikanın üst kattaki kontrol odasına gidip teknik ekiple tanışmasıyla ve bu bilgi ve iletişim çağının olağanüstü teknolojik gelişmeleri üzerine hızlandırılmış bir ders almasıyla giderildi. Ford, elektronik, programlama, yazılım, internet, uzaktan kontrol, sensörler, makineden makineye ve insandan makineye iletişim ve akıllı cihazlar bilgisi ile hayretten hayrete girdi. Üretim merkezindeki tüm makinelerin hayret verici özelliklere sahipmiş gibi davranmasını sağlayan şeyin, kontrol odasındaki teknik ekibin hayat, bilinç, zekâ, bilgi, amaç, irade ve iletişim yeteneği ile, hiç yer tutmayan ve her yerde var olan elektromanyetik dalgalar olduğunu anladı. Eğer kontrol odasını keşfetmeseydi, endüstriyel dahi Henry Ford, mezarına tamamen kafası karışmış ve şaşırmış bir şekilde dönecekti ve mezardaki çağdaşlarına dünyadaki yeni fabrikaların akıllara durgunluk veren gizemlerini anlatacaktı.

Öte yandan, bu fütüristtik fabrikayı ziyaret eden günümüzdeki bir sanayici, daha kendileriyle tanışmadan teknik ekibe yüksek taktirlerini ve hayranlığını ifade edecekti. Çünkü,  üretim tesisindeki ilgi çekici faaliyetler, o ekipteki akıllı ve bilgili insanların takdire şayan çalışmalarının ve yeteneklerinin üretim alanındaki yansımasından ibarettir. Cansız, akılsız ve bilinçsiz cihazların, üretim alanında sergiledikleri tüm akıllı davranışlar, tüm cihaz ve makineleri tam kontrol eden akıllı ve bilinçli insanlardan kaynaklanmaktadır. Eğer robotlar ve makineler, ana yazılımı devre dışı bırakılarak ve merkezi kontrol odasıyla iletişimi keserek serbest bırakılacak olsaydı, üretim tesisi kısa bir süre içinde harabeye dönecekti.

Bir hücrenin işleyişi, yukarıda bahsedilen modern fabrikadan çok farklı değildir. Hücredeki bütün parçalar tam bir uyum içerisinde bir ‘bir’ olarak çalışırken, hücre de ham maddeleri içeri alır ve mamul ürünleri dışarı verir. Ancak bu bütüncül operasyonun, hücredeki her şeyi bilen, her şeyi gören ve her şeyin üzerinde sıkı bir kontrol tesis eden güçlü bir kumanda merkezi olması gerekir. Ama hücrede, böyle belirgin bir merkez görülmemektedir. DNA molekülü, böyle bir pozisyona aday bile değildir, çünkü DNA kelimeler yerine atomlarla yazılmış bilinçsiz bir ‘talimatlar kitabı’dır. Hücredeki milyarlarca bağımsız ajana talimatlar empoze etmek şöyle dursun, kendi üzerinde yazılı talimatları bile bilme ve anlama yeteneğine sahip değildir. Bu nedenle, uçaklarda kokpitteki pilot gibi, canlı hücre üzerinde tam kontrole sahip olan madde-dışı görünmez bir kumanda merkezi veya ’ruh’ olmalıdır – aynen madde-dışı doğa kanunlarının, kendileri madde olmadıkları halde, tüm maddeye nüfuz ederek, fiziksel dünyadaki bütün doğa olaylarını sıkı bir kontrol altında tutması gibi. Einstein’ın deyimiyle, ‘’Evrenin kanunlarında bir ruh tezahür eder’’. Alfred Montapert’in ifadesiyle, ‘’Doğa kanunları, dünyanın görünmeyen hükümetidir’’. Bu, etrafta hiç insan olmayan tam otomatik bir fabrikayı ziyaret ederken, düşünen bir kişinin varabileceği basit sonuca benzer.

Bir şeyin varlığını bilmek, o şeyin doğasını veya özelliklerini bilmekle karıştırılmamalıdır. Bir şeyin doğasını bilmemek o şeyin varlığını reddetmeyi gerektirmez. Örneğin fizikte karanlık maddenin varlığını, onun yerçekimi üzerindeki etkisinden dolayı biliyoruz; ama onun doğası hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Bu nedenle, önerilen ‘hücre ruhu’nun doğası hakkında en temel özelliğinin hayat olması dışında hiçbir şey bilmemek, gözlemlerin varlığına işaret ettiği böyle bir görünmez bir şeyin inkarını gerektirmez.

Bir başka örnek olarak, biyoteknolojinin çok geliştiğini, ve DNA gibi karmaşık mega moleküller dâhil, atomlardan molekül yapma kabiliyetimizi arttırdığımızı ve moleküllerden de tam hücreler yapabilecek teknoloji seviyesine ulaştığımızı farz edelim. Bu durumda, karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve az miktarda diğer atomları temel yapı taşları olarak kullanarak, gerekli tüm molekülleri yapabilmemiz, zarlar gibi dokular üretebilmemiz ve E. coli bakterisi gibi bir hücreyi yapay olarak yapmamız pek ala mümkündür. O kadar ki, yaptığımız yapay hücre, kopya ettiğimiz canlı hücreyle kimyasal ve yapısal olarak tamamen özdeş olabilir. (Ya da alternatif olarak, bakteri gibi tek hücreli canlı bir organizmayı bazı hayati yapılarına zarar vererek öldürebilir, sonra canlı bir hücreyle kimyasal ve yapısal olarak tıpatıp aynı olacak şekilde hasar gören yapıları tamir edebiliriz). Hatta ilk startı vermek için, yapay hücrede kimyasal reaksiyonları bile başlatabiliriz. Ama, çok şaşırsak da, yapay hücrede hiç bir hayat fonksiyonunun meydana gelmediğini göreceğiz. Hiçbir koordinasyon olmayan bazı amaçsız başıboş kimyasal reaksiyonlardan sonra kimyasal aktivite duracak ve elimizde bir zar torbası içinde bir yığın cansız molekülle kala kalacağız. Son yıllardaki “yapay hayat yapma” girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması, bu değerlendirmeyi teyit etmektedir.

Yukarıda verilen argümanlar, canlı bir hücredeki hayatın, hücrenin maddesinden yani maddi içeriğinden kaynaklanmadığını ikna edici bir şekilde göstermektedir. Zaten, su molekülleri dâhil, bir hücredeki tüm moleküller cansızdır – tıpkı bir bardak içme suyundaki su molekülleri gibi. Bütün su molekülleri, sadece H2O kimyasal bileşiğidir. Aynı şey bir hücredeki protein, yağ ve şeker molekülleri için de geçerlidir, çünkü hepsi cansız atomlardan oluşmuş cansız kimyasal bileşiklerdir. E. coli bakterisi gibi tam işlevsel bir hücre ile onun yapay cansız ikizi arasındaki her fark hayattır ve hayatla ilişkilidir. Canlı hücre ile onun cansız yapay ikizi maddesel ve yapısal olarak aynı olduğunu dikkate alacak olursak, hayatın madde olmadığı ve dolayısıyla madde-dışı bir varlık olduğu ortaya çıkar.

Hayat, canlı olma donanımına haiz fiziki yapılara derinlemesine nüfuz edip yansıyan görünmez fizik-dışı bir ışık olarak görülebilir. Canlılığa uygun fiziki yapılar, hayat ışığını alır, onunla etkileşir ve onu yansıtır. Bu, karbon atomlarının, ışığı soğurup yok eden grafit yerine, ışığı yansıtan elmas şeklinde dizilmesine benzer. Elmas, bildiğimiz ışığı içine alma, kırma ve yansıtma için uygun bir yapıya sahiptir. Elmas durumunda, gözleri kamaştıran ışıltı ve büyüleyici parıltı ile ilgili bir gizem yoktur. Çünkü bildiğimiz ışık fiziksel bir varlıktır ve şeffaf katılara nüfuz eden ışığın yansıma, kırılma ve iletme mekanizmaları çok iyi bilinmektedir. Hayatın kafaları zonklatıcı büyük bir gizem olmaya devam etmesinin nedeni, fiziksel olmaması ve dolayısıyla zaman ve mekânın üstü olması ve fiziğin çalışma alanının dışında kalmasıdır. Ve bu sebeple, neyi nerede aramamız gerektiği hakkında elimizde hiçbir ipucu olmamasıdır. Öyle görünüyor ki hayat bilmecesini çözebilmemiz için, kutu dışında düşünmemiz ve bütün önyargılardan sıyrılmamız gerekmektedir. Belki de zihinsel olarak, hayatı alan ve onu yansıtan görünmez bir ayna icat etmemiz ve bu gizemli ayna ile böyle bir aynaya sahip olduğu görünen canlı varlıklar arasındaki bağlantıyı keşfetmemiz gerekmektedir.

 

Organ ve organizma seviyelerinde hayat

Hücreler, belli değişim aşamalarından geçip kümeleşerek spesifik kullanıma uygun dokuları oluşturur – kas dokusu gibi. Dokular, belli görevleri yerine getirme amaçlı olarak tüm organizmaya hizmet eden organları yapmada kullanılır – böbrek, kalp ve karaciğer gibi. Organlar da organizmayı oluşturur. Örneğin canlı bir organizma olan insan, gözler, eller, akciğer ve kalp gibi birlikte koordine içinde çalışan organlardan oluşur. Ve her bir organ birbirleriyle uyum içinde çalışan çok sayıda hücreden oluşur. Yani, bir organizmanın bedeninin bir bütün olarak bir araya getirilmesinde, bileşenlerin her seviyede birlikte çalıştığı, iyi tanımlanmış bir hiyerarşi vardır.

Son derece karmaşık bir organizma olan insan vücudu, yaklaşık 37 trilyon hücreden oluşur; ancak salt 37 trilyon hücrenin bir araya getirilmesi ile insan oluşmaz. Bireysel hücrelerin tüm organizma hakkında – organizasyonu, işlevselliği, genel kontrolü, arzuları ve eğilimleri gibi – bir farkındalığa sahip olması mümkün değildir. Hatta ilgili hücreler baş başa verip insanların yürüme ve konuşma gibi işlevlerini yerine getiremezler. Bir organizmanın manası, onun içeriklerinin manalarının toplamı değildir – belli ki fazlası vardır. Üst düzey bir canlı varlıkta ise çok daha fazlası vardır. Sadece birbiriyle bağlantılı 37 trilyon hücreden ibaret olan bir organizma, ancak bireysel hücrelerin teker teker ürettiğini üretebilir – tabi ki çok daha büyük ölçekte. Çünkü bir suda yüzen bir moleküller yığını olan hücreler, üst düzey çıktılar ortaya koyabilmek için, organlar veya organizmalar olarak bir birlik oluşturacak bilgiye, iradeye, amaca ve güce sahip görünmemektedirler. İnsan vücudunda en az bir o kadar daha bağımsız hücre (mikrop) vardır. Ancak bu ikinci grup hücre, birbirlerinden bağımsız oldukları ve tek bir organizma olarak organize olmadıkları için, sadece tek bir hücrenin yapabildiklerini çok daha yüksek ölçekte yapabilmektedirler.

İnsanı insan yapan, bütün organ ve hücrelerin en ücra köşelerine kadar nüfuz edip onları kontrol atına alan, makro seviyedeki üst düzey insan nitelikleri ve kolektif hayattır. Yani, insanda fiziksel olmayan ama fiziksel bedene hükmedip onu yöneten üst düzey bir varlık olmalıdır. Bu, yerçekimi kanununun evrenin her yerinde maddeye hükmedip onu yönetmesi ve fiziksel varlıkların o görünmeyen tüm doğa kanunlarına itirazsız itaat etmesi gibidir. İnsanlar için bu üst düzey görünmeyen varlık, insan hayatı ve hayatla paketlenmiş olarak gelen görme, konuşma, işitme, bilme, hissetme ve eyleme geçme gibi niteliklerdir. Bedeni kontrol ve idare eden ve bilinç sahibi olan bu üst düzey varlık, dünyanın her yerinde ruh olarak bilinir.

İlginçtir ki tipik bir insan bedeni, çoğunluğu bağırsaklarda bulunan, yaklaşık 40 trilyon mikrop denen tek hücreli canlı organizmaların da evidir. Ama bu mikroplar insan bedeninin yapısal bir elemanı veya parçası değildir. Çünkü mikroplar, insan bedenindeki birbirine entegre olmuş hücreler gibi değil, bağımsız bireysel ajanlar olarak çalışırlar. Yani, insan hayatı ve hayatla gelen nitelikler, mikrop hücrelerine nüfuz edip onları hakimiyetleri altına almazlar. Bu nedenle, insan bedeni hücrelerinin aksine, mikroplar insanın kontrol merkezi tarafından kontrol edilmezler. Belli ki mikropların hayatı, insan hayatının bir parçası değildir ve onunla bir ilişkisi yoktur. İnsan vücudundaki 37 trilyon hücrenin, mikroplar gibi bağımsız ajanlar olarak değil de, bir komuta altında birlik halinde hareket ediyor olması gerçeği, organizma seviyesinde birleştirici, fiziksel olmayan, kuşatıcı bir hayat ve hayatla gelen tüm insan niteliklerine sahip, üst-düzey bir varoluşun yeterli kanıtıdır. Keza, kanser hücreleri, sonradan isyancıya dönen asker kaçakları gibi, bu her şeyi kuşatıcı ve birleştirici üst düzey hayatla olan emir-komuta ilişkisini kesip başına buyruk olan hücrelerdir.

Gözlemler, tek hücreliler dışındaki organizmalarda, farklı hayat seviyeleri olduğunu ve bu seviyeler arasında bir hiyerarşi ve bağlantılar bulunduğunu göstermektedir. Daha üst düzey bir hayat, tüm nitelikleriyle birlikte, daha alt düzey hayatları kuşatır ve onlara kendi üst kimliğini ve niteliklerini empoze eder. Hücrelerdeki hayat, hayatın en düşük ve en basit seviyesidir. Ancak insanlar gibi çok hücreli karmaşık organizmalarda hayat, en üst seviyededir ve kapsamlıdır. Bu kapsamlı hayatla birlikte demetlenmiş olarak gelen görme, işitme, konuşma, bilme, hissetme ve eyleme geçme gibi pek çok nitelik vardır. Bu, akıllı telefon gibi cihazların işletim sistemlerinin, mikrofon gibi komponentlerin sürücü yazılımlarına kıyasla, çok daha kapsamlı olması gibidir.

Tipleri ne olursa olsun, tüm canlı hücrelerde hayat vardır. Ancak, belli bir hücre tipindeki hayat, o hücre tipine kimlik ve karakterini veren farklı nitelikler seti eşliğinde gelir. Bir hücre öldüğü zaman, geriye hiçbir hayat eseri kalmaz, çünkü moleküller ve organeller gibi hücrenin tüm bileşenleri zaten cansızdır. Yani bir hücrenin bütün bileşenleri cansız kimyasallardır. Ama canlı bir hücrenin içinde yer aldıklarında, bileşenler, hayat dahil hücrenin kuşatıcı kimliği ve niteliklerini edinirler ve hayata ve hayatla gelen niteliklere sahipmiş gibi davranırlar – tıpkı, ışıklı bir ortamda, elmastaki mat karbon atomlarının, üzerlerinde yansıyan rengarenk ışığın kaynağı olarak görünmesi gibi. Bakteri gibi tek hücreli organizmalarda hayat hücre içinde bir bütünlük gösterir ve kendi kendini idame ettirir. Bu yüzden, bakteriler, diğer bakterilerle iş birliği yaparken de kendi bireyselliklerini ve bağımsızlıklarını korurlar. Daha üst düzey hayatla bağlantı kurmazlar, daha büyük bir şeyin parçası olmazlar ve daha üst bir kimlik edinmezler. Ancak çok hücreli organizmalarda, hücreler daha üst seviyelerde hayatla bağlantı kurarlar ve baskın karakter olarak daha üst bir kimlik edinirler.

Örneğin ordudaki bir asker, kendi bireysel kişiliği yerine, ordunun nitelikleriyle ve topçu bölüğü gibi spesifik bir alt birimin özelliğiyle karakterize edilir. Bu nedenle, bu askerin farklı seviyelerde farklı kimlikleri vardır: kendi öz kişiliği, topçu birimindeki rolü ve ordunun bir üyesi olarak genel asker kimliği. Asker ordudan ayrıldığında, ordunun bir mensubu olmaktan gelen tüm üst kimliklerini bırakır ve kendi kişisel kimliğini sergiler.

Aynı şekilde, örneğin insan karaciğerindeki bir hücrenin, bir bireysel hücre olarak, bir hayatı, kimliği ve nitelikleri vardır (hücre seviyesinde hayat). Bu, daha üst düzey bir yapı olan karaciğerin hayatı, kimliği ve nitelikleri ile bağlantılıdır ve bu üst karakteristik hükmeder (organ seviyesinde hayat). Bu da, en üst düzey yapı olan insanın hayatı, kimliği ve nitelikleri ile bağlantılıdır ve bu en üst karakteristik en otoriter konumdadır (organizma seviyesinde hayat). Bu nedenle, bir hücrenin hayatı, iç içe girmiş hücre hayatı, organ hayatı ve organizma hayatının hiyerarşik kombinasyonunu yansıtır. Hatta, bir türün ortak özellikleriyle kümelenmiş olarak gelen ve o türün tüm üyelerini birbirine bağlayan daha yüksek bir ‘tür düzeyinde hayat’ olduğu dahi düşünülebilir. Bu, ülkelerdeki ilçe, il ve merkezi yönetimler arasındaki ilişkiye benzer. İlçe yönetimleri il yönetiminden ve il yönetimleri de merkezi hükümetten bağımsız hareket edemez. Merkezi hükümetin kararları, tüm il ve ilçeleri bağlar. Eğer merkezi hükümet lağvedilirse, o ülke haritadan silinir ve yerine bir sürü bağımsız küçük şehir devletçikler kurulur. Eğer il ve ilçe yönetimleri de lağvedilirse, artık o ülkedeki insanları arasındaki tüm yönetim bağları kopmuş olur ve herkes bireysel olarak istediği gibi hareket eder.

Bir kişi öldüğünde, yani beyin ölümü gerçekleştiğinde, organizma seviyesindeki hayat gider ama organ seviyesindeki hayat devam eder – aynen eyalet sistemindeki bir ülkede, merkezi hükümet kendini lağvettiği zaman, her bir eyaletin bağımsız bir yönetim birimi olarak varlığını devam ettirmesi gibi. Bu nedenle, yeni ölmüş bir kişinin organları canlıdır ve naklediklerinde başkalarının vücutlarında bir birim olarak faaliyetini sürdürebilir. Ölü organizmaların organlarının canlı kalması ve birlik ve bütünlüklerini koruması, organ düzeyinde hayatın varlığı hakkında ciddi bir delil oluşturmaktadır. Ayrıca, organ düzeyindeki hayattan dolayı, bir organda organı oluşturan hücrelerin hayatlarının toplamından çok daha fazla hayat vardır.

Örneğin, insanın böbrek gibi bir organının düzgün çalışması için, böbreği oluşturan milyarlarca hücre koordineli bir biçimde birlikte çalışmak zorundadır. Böbrekteki milyarlarca hücre yığını, her hücrenin birbirinden bağımsız hareket etmek yerine, bir “bir” olarak hareket eder – tıpkı bütün parçaları birlikte tek bir bütün olarak hareket eden bir diyaliz makinesi gibi. Böbrek hücreleri, bağımsızlıklarından ve kimliklerinden kısmen vaz geçmekle, hiçbir hücre veya hücre grubunun kendi başına yapamayacağı görevleri gerçekleştirebilen üst düzey bir varlığın bileşenleri olarak üst düzey bir kimlik kazanırlar. Öyle görünüyor ki, bir atomun çekirdeğindeki quark ve protonları birlikte tutan gluon gibi, bu hücre yığınını bir “bir” olarak bir arada tutan ve kimliğini onların özüne işleten görünmez bir ‘birlik tutkalı’ vardır. Bu görünmez tutkal, organın hayatıdır.

Organ hayatıyla birlikte gelen nitelikler, adeta organın ruhu gibi, organın kimliğini ve karakteristiğini oluşturur. Bir organdaki canlı hücreler, organın fonksiyonlarını desteklemek için koordineli bir şekilde hareket ederler – aynen bir hücredeki molekül ve organellerin hücrenin fonksiyonlarını desteklemek için tam bir koordinasyon içinde hareket etmeleri gibi. O yüzden, bir organın herhangi bir hücresi, o organın karakterini yansıtır. Bir organizmanın herhangi bir organı da o organizmanın karakterini yansıtır. Böyle olunca, bir organizma öldüğü zaman, organizmanın karakter veya ruhunun organlar üzerinde izlerinin kalması oldukça mümkündür. Kalp nakil ameliyatlarından sonra, organ alıcılarının, çok defa organ vericinin duyguları, arzuları ve meyilleri gibi ‘kalp karakterlerini’ göstermelerinin sebebi bu kalıcı izler olabilir.

Beyin ölümü gerçekleşen bir kişiden alınan ve başka bir kişiye nakledilen bir organ, alıcı kişinin üst düzey hayatına monte olur, onun kimliğini edinir ve o kişinin hayatını idame ettirmek için işlevlerini yerine getirir. Bu, bir bilgisayarın ana işletim sisteminin, bilgisayarı oluşturan tüm komponentleri birlikte çalıştırması ve onları kontrol altında tutması gibidir. Eğer bilgisayar bir şekilde ölürse, o bilgisayarın ekran, CD oynatıcı, mikrofon ve hoparlör gibi bileşenleri, kendi bileşen sürücü yazılımıyla birlikte, aynı üst düzey işletim sistemine (Windows gibi) sahip diğer bilgisayarlarda kullanılabilirler.

Bir organ öldüğü zaman, organ seviyesindeki hayatın görünmez tutkalı adeta yok olur, ve organdaki hücreler artık koordineli olarak birlikte hareket etmezler. Sanki ölen organın hücreleri birbirlerinden çözülüvermiştir. Bunun sonucu olarak, organ, artık görevlerini yerine getiremez. Organdaki hücreler hala canlı olabilirler ve bir süre bireysel hücreler olarak yaşamlarını sürdürebilirler. Hatta uygun koşullarda besin bakımından zengin bir çözeltide korunarak, hücrelerin hayatları uzatılabilir. Bir hücre öldüğünde ise, ortada söz konusu olabilecek bir hayat yoktur ve elimizde sadece hücrenin bedenini oluşturan cansız kimyasal maddeler kalır. Hücre seviyesindeki hayatın en düşük düzeyli hayat olarak nitelenmesinin sebebi de zaten budur.

 

Şoförsüz araçların sürücü yazılımı

Daha önce bahsedildiği gibi, milyarlarca aktif moleküllerden oluşan bir hücre, varlığı aşikar olan ama görünmeyen bir komuta merkezinin sıkı kontrolü ve direktifi altında, hücre seviyesinde makroskopik işlevleri yerine getirmek için iyi organize edilmiş ve etkin yönetilen bir birim gibi çalışır. Bu merkez, fiziksel olmayan hayat ve irade, amaç, bilgi ve güç gibi hayatla beraber gelen niteliklerden oluşur. Yani hücre, maddi bir beden ile tüm bedene nüfuz eden hayat etrafında kümelenmiş madde-dışı bir sürücü veya kontrolörün bir kombinasyonu olarak görülebilir. Bu, bir bilgisayar, yazıcı veya akıllı telefon gibi bir elektronik cihazın, maddi parçalardan oluşan donanım ve maddi olmayan komutlardan oluşan yazılımın birleşimi olması ve yazılımın donanım üzerinde sıkı bir kontrolü olması gibidir. Zaten bu sebepledir ki cihazların yazılımları genelde sürücü olarak adlandırılmakta ve sürücülerin yüklendiği elektronik kartlara da kontrol kartları denmektedir. Sürücünün elbette ki hayatı yoktur; ama cihazın tüm parçalarını algılama ve tamamen kontrol ve idare etme için gerekli tüm özelliklerle donatılmıştır.

Örneğin, şoförsüz araçların yolu gören, direksiyonu kontrol eden, hızı ayarlayan, kazaları önlemek için frene basan ve gideceği yere varınca arabayı durduran insan sürücüleri yoktur. Fakat bütün bu akıllı hareketleri gerçekleştiren sensörlerle desteklenmiş görünmez bir sürücü yazılımları vardır. Sürücü yazılımını görmesek ve aracın neresinde olduğunu konusunda hiçbir fikrimiz olmasa bile, onun varlığından ve yeteneklerinden kuşku duymayız. Çünkü, direksiyon, fren ve gaz pedalı gibi, bir aracın fiziksel parçalarının bir şoförün hiçbir özelliğine sahip olmadığını ve bu parçaların, değişken trafik koşullarını takip ederken aracın yolda gitmesini sağlamak için, kendi hareketlerini koordine etme yeteneğine sahip olmadıklarını gayet iyi biliriz.

Aslında, sürücü yazılımının fiziksel olarak araçta olması gerekmez; büyük veri depolama sistemleri olan ‘bulut’ ta da konumlanmış olabilir. Bu tarz uzaktan kontrol edilen şoförsüz araçlarda, aracın ihtiyacı olan tek şey, ‘gökyüzünde’ olan sanal sürücüyle iletişim kurmasını mümkün kılan bir sinyal alma/gönderme/işleme merkezidir. Otonom araç teknolojisine aşina olmayanlar ve trafikte onları geçen sürücüsüz araçları görüp hayrete düşen ve hatta korkuya kapılanlar, düşüncelerinde maddi araba parçalarını aşmalıdırlar. Şoförsüz araçların gizemini çözmek isteyenler, araçta sürücü yazılımının yüklenmiş olduğu kontrol çipini veya sinyal alma/gönderme/işleme merkezini aramalıdırlar ve iletilen sinyalleri çözmeye çalışmalıdırlar.

Birinde kendi kendine gitme özelliği bulunan diğerinde ise bulunmayan birbirinin aynı iki araç düşünelim. Veya, birinin kendi kendine gitme özelliği devre dışı bırakılmış olan birbirinin aynı iki şoförsüz araç düşünelim. Şimdi her iki aracı çalıştırıp onlara belirli bir yere gitmeleri komutunu verelim. Kendi kendine gitme özelliği olan araç direksiyonu, frenleri ve hızı kontrol ederek bu komutu yerine getirirken, fiziksel olarak aynı olan diğer aracın olduğu yerde duracaktır. Öyle görünüyor ki kendi kendine gitme özelliği devreye girdiğinde, araç, sanki bütün parçalarıyla birlikte canlanır. Ve görünmez hayali sürücü, arabanın bütün parçalarının idaresini ele alır ve onu istenilen varış noktasına yönlendirir. Ancak kendi kendine gitme özelliği devre dışı bırakılınca, aracın bu yeteneği yok olur, ve parçaları sapa sağlam olmasına rağmen, araç adeta bir ölü gibi hareketiz durur. Belli ki aracın gitme yeteneği, parçalarından ya da torpido gözündeki sürücü el kitabından gelmemektedir.

Komut satırlarından oluşan sürücü yazılımı hakkında hiçbir şey bilmesek bile, birbirinin aynı iki aracı gözlemleyerek, hangi aracın kendi kendine gitme özelliği olduğunu ve hangisinin olmadığını kolayca söyleyebiliriz. Bu yüzden, sürücü yazılımı, otonom aracın bütün parçalarına hükmeden bir ruhu gibi davranır. Benzer şekilde, herkes ölü bir insan ile onun tıpatıp aynısı canlı ikizi arasındaki farkı görebilir; ve bu fark, fiziksel değildir. Ölü kişi durumunda, öyle görünüyor ki, bedenin kontrol merkezindeki görünmez hayat ve hayatla gelen özelliklerin düğmesi kapatılmıştır ve beden üzerindeki o ittirici güç artık gitmiştir. Otonom araçların aksine, biyolojik sistemlerin sürücüleri (ya da biyo-sürücüler), fiziksel olmadığı ve dolayısıyla erişilemez olduğu için, biyolojik sistemlerdeki sürücü yazılımını yeniden yükleyerek onları hayata geri döndürme şansımız yoktur. Bizim hayat niteliğine sahip olan görünmez biyo-sürücüler üzerinde hiçbir kontrolümüz yoktur. Otonom araçların sanal sürücüleri hakkında, araçların trafikteki hareketlerini ve tepkilerini gözlemleyerek bilgi sahibi olabildiğimiz gibi, biyo-sürücüler hakkında da biyolojik sistemlerin bedenleri üzerindeki yansımalardan bilgi sahibi olabiliriz.

 

DNA – Canlı varlıkların kodu

İnsan genomu bizim fiziksel olarak kim olduğumuzu belirleyen yaklaşık 20 bin genin tamamını kapsar. Kandaki alyuvarlar hücreleri hariç, insan bedenindeki 37 trilyon hücrenin her biri, çekirdeğinde 23 çift kromozomdan oluşan (her bir çift X harfini andırır) eksiksiz insan genomunu taşır. Her bir kromozom, tüm kalıtsal bilgileri içeren ve bir dizi stabilize edici proteinlerle kaplanmış, bütün bir makro-molekül DNA’dan oluşur. Bu sebeple, kromozom, giyinmiş bir DNA olarak; DNA da, soyunmuş bir kromozom olarak görülebilir. Spiral bir merdiveni andıran DNA molekülüne, başka isimlerle beraber, hayatın kodu, hayatın yazılımı, canlı varlıkların yapım planları ve hatta hayatın reçetesi adları verilmiştir. Bu tarz isimler pek şaşırtıcı değildir, çünkü DNA, bir hücrede sentezlenen ve üretilen her şey için gerekli kod ya da talimatları içerir. Bütün canlı varlıkların ortak bir özelliği, büyüme, çalışma ve üreme için gerekli olan direktifleri içeren DNA’ya sahip olmalarıdır.

DNA’nın, bir protein veya protein grubunu amino asit moleküllerinden yapmak için gerekli olan kodun tamamını içeren bir bölümüne, gen denir. Her bir genin, belirli bir kromozom veya DNA üzerinde kendine özgü belirli bir yeri vardır. Genler, gördükleri işlevin karmaşıklık derecesine bağlı olarak, basit veya karmaşık olabilir. Örneğin, bir insanın gözlerinin mavi ya da kahverengi olması, göz rengini kontrol eden gende ne yazılı olduğuna bağlıdır. Tek bir insan geninin uzunluğu, yüz ila birkaç milyon DNA basamağı arasında değişebilir.

DNA, bir çifte sarmal oluşturmak üzere birbirine sarılmış iki uzun şeritten oluşur. DNA’nın yapısı, isimleri adenin (A), guanin (G), sitozin (C) ve timin (T) olan 4 baz molekülünden 2’sinin merdivenin yatay basamaklarını oluşturduğu ve şeker ve fosfat moleküllerinin de, baz moleküllerinin bağlandığı dikey yan parçaları oluşturduğu, bükülmüş bir merdiveni andırır. DNA’nın temel yapı taşı, bir ucu bir şeker ve fosfat molekülüne bağlı bir baz molekülü olan ve yaklaşık 30 atomdan oluşan nükleotiddir. Bu yüzden, en sonunda, bu uzun, spiral büyük mucizevi DNA molekülü, tıpkı diğer kimyasal bileşikler gibi, birbirlerine kenetlenmiş bir atom yığınından ibarettir. Tek bir molekülün, karmaşık bir canlı varlığın inşa edilme kodu ve tarifi rolü oynaması, gerçekten olağanüstüdür.

Baz çiftleri oluşturmak üzere, baz molekülü A her zaman T ile, ve baz molekülü C ise her zaman G ile eşleşir. Bu nedenle, DNA merdiveninin H şeklindeki her bir biriminin yatay basamağı bir baz çiftinden ve her bir dikey yan kolu da şeker-fosfat çiftinden oluşur. Bu ‘H’ şeklindeki birimlerin birbirine art arda eklenmesiyle DNA merdivenini oluşturur. Bir düzine kadar basamak içeren bildiğimiz merdivenden farklı olarak, insan genomundaki DNA molekülleri, yaklaşık 3 milyar basamak ya da baz çiftinden oluşur (en büyük insan DNA’sı yaklaşık 220 milyon baz çifti içerir). Bu demektir ki insan genomunda iki DNA sarmalının her biri, 3 milyar harf içermektedir. Büyük bir cilt kitapta yaklaşık 3 milyon harf vardır. Bu yüzden, eğer kitaplar bildiğimiz harfler yerine aynı font büyüklüğünde DNA’daki A, C, G ve T molekül harfleriyle yazılmış olsaydı, bir hücredeki insan genomunun bir sarmalındaki harfleri sığdırabilmek için 1000 büyük cilt kitap (tüm genom için 2000 büyük cilt kitap) gerekecekti. İnsan bedeninde her saniye yaklaşık 50 milyon yeni hücre üretildiğini ve her bir hücrenin eksiksiz bir genom setini içerdiği düşünüldüğünde, insan vücudunda sessizce gerçekleşen 100 milyar büyük cilt kitap uzunluğundaki kodlama ve derleme, gerçekten akıllara durgunluk verecek büyüklüktedir. Bu yüksek bilgi depolama kapasitesiyle, DNA’dan yapılmış 2 mm çapındaki bir toplu iğne başında, bir trilyon büyük cilt kitap depolanabilir.

İnsan genomundaki 3 milyar baz çiftinin dökümünün çıkarılması devasa bir proje ve bunun başarılmış olması insanlık için önemli bir dönüm noktasıdır. DNA’nın her bir kolundaki A, C, G ve T baz moleküllerinin sıralanma düzeni, yapısı, kontrolü ve bakımı dâhil organizmanın karakteristiğini belirler. Bu, bir kitaptaki alfabetik harflerin sıralanma tarzının kelimelerin, cümlelerin ve kitabın içeriğini ve ilettiği mesajları belirlemesi gibidir. DNA spiralinin sağ ya da sol koluna baktığımızda A, C, G ve T molekül harflerinin daima gen kodlarında kullanılan ACC, TAG ve CGT gibi triplet denen üç harfli kelimeleri oluşturmak için kullanıldığını görürüz. Her bir triplet, bir protein sentezlenmesi sırasında tutularak monte edilen belirli bir amino asidin etiketidir. DNA’nın yaklaşık yüzde 2’sinin kodlar ya da direktiflerden oluştuğu tahmin edilmektedir. DNA’nın geri kalan kısmı, genler arasında mesafe oluşturmada ve genleri aktif veya pasif hale getirerek kontrol etmede kullanılır.

DNA’nın önemli bir karakteristiği, kendini kopyalayabilmesi yani kendi ikizini üretebilmesidir. Kopyalama sırasında, DNA’nın çift sarmalını oluşturan iki şerit, merkez çizgisi boyunca, bir fermuarın açılması gibi, ayrılır ve her bir şerit, ikizinin üretiminde bir şablon görevi görür. Bu iki DNA şeridi, dizilimlerinin zıt yönlerde olması dışında, birbirinin aynıdır. Bu nedenle, her bir DNA şeridi (veya kolu) aynı genetik bilgiyi içerir. Ve her bir şerit kendini kopyaladığında, hücre bölündüğünde oluşan iki yeni hücrenin çekirdeklerini oluştururlar. Böylelikle, yeni oluşan her bir hücre, kaynak hücrenin DNA’sının tam bir kopyasını içerir.

Hücre büyüklükleri hücreden hücreye değişmesine rağmen, DNA’nın ve bütün genomun evi olan hücre çekirdeğinin eni, insan saçının 2000’de biri, uzunluğu ise saç kalınlığının küçük bir kesri kadardır. Bir organizmanın tüm genetik materyali, her bir hücrede bir gramın milyarda biri kütlesiyle yaklaşık 1 cc’nin (santilitre) milyarda biri hacmine sığar. Bu sebeple, DNA çıplak gözle görünemeyecek kadar küçük bir nokta gibidir ve o dar hacme sığmak için eğrilir, bükülür ve dolanır. Sarılmış bir yay gibi olan DNA’nın uçlarından tutup çekerek düz bir ip haline gelecek şekilde açıldığında ve uzatıldığında, insan DNA’sı yaklaşık 2 metre uzunluğa ulaşır.

DNA, hayatın kodu olarak, belki haklı olarak hücre çekirdeğinde taht kurabilir. Ama hücrede yaşamın hayati işlevlerini yerine getirenler, çekirdeğin dışındaki amino asitlerdir. Bu nedenle, amino asitler çoğu zaman hayatın yapı taşları olarak adlandırılırlar. Aslında amino asitler, tüm organizmaların temel biyomolekülleri olan proteinlerin yapı taşlarıdır. Amino asitler, karbon (C), hidrojen (H), oksijen (O), nitrojen (N) ve kükürt (S) elementlerinin farklı kombinasyonlarından yapılmışlardır. Bu 5 elementin tüm olası kombinasyonlardan, her biri kendine özgü bir şekle haiz, sadece 20 amino asit, bütün organizmalardaki daha büyük protein çeşitlerinin yapı taşları olarak kullanılmak üzere sentezlenmiştir – aynen legoların birbirine farklı tarzlarda bağlanarak farklı oyuncakların yapımında kullanılması gibi.

Amino asit molekülleri, haliyle atom kümelerinden başka şeyler değildir. Ve bu moleküllerin baş başa verip proteinler inşa etmek için doğru yerlere hareket etmeye karar vermeleri söz konusu değildir – aynen lego parçalarının belli bir oyuncağı oluşturacak şekilde kendi kendilerini organize etmelerinin söz konusu olmadığı gibi. Bu iş için, doğru amino asitleri doğru miktarlarda bir araya getirme, ve onlarla doğru bir şekilde doğru proteini inşa etme bilgisine ve yapma gücüne sahip olan aktif bir ajana ihtiyaç vardır. Belli ki hücrede bu aktif ajanın niteliklerine haiz bir kontrol merkezi olmalıdır. Görünüşe bakılırsa, hücredeki bu aktif kontrol merkezi pozisyonu için akla gelen ilk aday, DNA’dır. Ancak DNA, hücre çekirdeğinden çıkıp bütün aksiyonun sergilendiği sitoplazmaya girmez. Ayrıca, DNA moleküllerinin bir şey yapma ve yaptırma güçleri yoktur. O yüzden, hücredeki aktif ajan pozisyonu esas olarak boştur. Kuşkusuz ki DNA de tıpkı amino asitler gibi, sadece bir atom yığınıdır. Ve hücredeki baş döndürücü hızdaki dinamizm adeta sihirbazlık gibi görünür. Neyse, biz konumuza geri dönelim.

Fermuar gibi DNA’nın iki tarafını oluşturan iki şerit incelendiğinde, her bir şeridin, dört moleküler harf A, C, G ve T’den ibaret bir alfabe ile DNA dilinde yazılmış kimyasal kodları oluşturan uzun dikey bir metin dizisi olduğunu görürüz. Tipik bir DNA şeridi, milyonlarca harf uzunluğundadır ve bu harfler sıradan bir kitap olarak basılacak olsaydı, bir çok ciltlik büyük bir ansiklopedi oluştururdu. Bu kodu icra etmek ve hücrede proteinleri inşa etmeye başlamak için, çekirdeğin içinde DNA’nın bir tarafının kısmi kopyaları olan RNA denilen küçük moleküller üretilir. RNA, hücre çekirdeği zarındaki küçük deliklerden sitoplazmaya geçer ve moleküler protein üretme makinesi olan ribozoma bağlanır. Ribozom donanımı, RNA yazılımını her seferinde 3 harfli gruplar halinde okur; 20 amino asit listesinden bu kodlara karşılık gelen amino asitleri sırasıyla bulup getirir; bu amino asitleri doğrusal bir zincir halinde artarda dizer ve onları istenilen proteini uygun şekilde inşa etmek için katlar.

Bu sofistike proseslerin sonunda yeni inşa edilmiş proteinler, fabrika üretim alanındaki robotlar gibi, kendilerine verilen hayati fonksiyonları yerine getirmeye başlarlar. Örneğin, kanda alyuvarlardaki hemoglobin proteini, akciğerlerde oksijen moleküllerini yakalayıp onları dokularda serbest bırakmak için gerekli hassas şekil ve boyuta haizdir.[8] Öyle görünüyor ki RNA, DNA yemek kitabından alınan protein yapma tarifi, ribozom da tarifteki talimatlara göre proteinleri yapan aşçıdır.

Yukarıda detayları verilen süreç, hem bitkilerde hem de hayvanlarda aynı şekilde işler. Canlı varlıklarda kendini belli eden özelliklerin, genlerde kodlanan talimatlarla bire bir uyumlu olduğunun ve biyolojik yapıların tam bu DNA kitabındaki talimatlar doğrultusunda inşa edildiğinin anlaşılması, arzu edilen özellikleri elde etmek için bitkilerin ve hayvanların genetik kodlarını manipüle etme fikrini uyandırmıştır. Bu da genetik mühendisliği branşının doğmasına zemin hazırlamıştır. Günümüzde artık DNA’daki bazı genleri, hastalıklara, böceklere ve yaşlanmaya dirençli olma gibi çok daha cazip özelliklere sahip benzer genlerle değiştirebiliyoruz. Zaten her bir gen, adeta bir protein veya protein grubunun nasıl yapılacağı talimatlarını içeren bir tarifnamedir – aynen bir yemek tarifi gibi.

Hücrelerdeki protein yapma makinelerinin, her ikisi de A, C, G ve T molekül harflerinden oluşan aynı moleküler DNA alfabesini kullandıkları için, doğal genler ile nakledilmiş yapay genler arasında bir ayırım yapmaması, bizim için büyük bir şanstır. Yeni bir protein yaparken yapay direktifler de, orijinal doğal direktifler gibi, aynı şekilde okunur, işlenir ve icra edilirler. Bu, bir yemek kitabındaki bir tarifte, bir malzemenin kendisinde veya miktarında bir değişiklik yapmamız durumunda, o yemek bir dahaki sefer pişirilirken, artık eskisi yerine yeni tarifteki bilgiler takip edilerek pişirilecek olması gibidir.

Keza, 1980’lerden beri biyoteknoloji, belirli bir proteini üretmek için, verici (donör) bir organizmanın DNA’sındaki belirli bir geni alıp onu alıcı (taşıyıcı) bir organizmanın DNA’sıyla yeniden birleştirmede yaygın olarak kullanılmaktadır. Sentetik insan insülini bu şekilde insan DNA’sından ilgili geni çıkartıp onu bir E. coli bakterisinin çekirdeğine yerleştirerek, bakteriler tarafından üretilmektedir. Böylelikle bakteri kolonileri, diyabetli milyonlarca insan tarafından kullanılmak üzere, insülin üreten bir biyolojik makine ordusuna dönüştürülmektedir. İlginçtir ki, canlı bir varlığın bünyesindeyken, proteinler robotlar gibi belirli işlevleri yerine getirmelerine rağmen, üretilip şişelenmiş proteinler (bu durumda insülin proteini) canlı değildir.

Yukarıda açıklandığı gibi, bir protein, gen üzerinde o spesifik proteinin kodu takip edilerek üretilir. Ama bir protein, kendileri atom kümeleri olan bir amino asitler kümesidir. Bu sebeple, hem proteinler hem de amino asitler, belirli kimyasal formüllerle ifade edilebilen kimyasallardan başka şeyler değildir. Aynı şey, DNA ve DNA’nın belirli kısımları olan genler için de geçerlidir. Yani, muhteşem DNA molekülü de, oldukça büyük bir molekül olsa da, sonunda daha küçük A, C, G ve T baz moleküllerinin bir dizilimi olarak düzenlenmiş milyonlarca atomdan oluşan bir kimyasal moleküldür. Bu dört baz harften binlercesinin ve hatta milyonlarcasının bir DNA şeridi boyunca dizilimine baktığımızda, gördüğümüz şey, hayat kodunun hayat dilinde yazılmış olan halidir. Yani DNA da uzun bir talimatlar setidir – tıpkı elektronik aletlerin çalışmasını sağlayan bir yazılım ya da işletim sisteminin bir talimatlar seti olması gibi.

Bilgisayarlarda veya akıllı telefonlarda kullandığımız yazılımın canlı olmadığını biliyoruz. Peki, hücreyi sevk ve idare eden ve tüm hayati fonksiyonları kontrol eden DNA yazılımına ne demek gerekir? Acaba, canlı mıdır? Eğer DNA canlı değilse ve dolayısıyla sadece bir kimyasal bileşen ise, bizim onu yapay olarak sentezleyebiliyor olmamız gerekir. Sonuçta, atomları küçük moleküller halinde birleştirmek ve bu molekülleri büyük moleküller olarak sentezlemek, kimya laboratuvarlarında rutin olarak yapılan işlerdendir.

Yapay bir DNA ve kromozom yapma girişimi, ilk kez Craig Venter Merkezi’ndeki bilim insanları tarafından teşebbüs edildi. Yapay bir DNA parçası, laboratuvarda, başarılı bir şekilde sentezlendi, doğruluğu kontrol edildi ve bir E. coli bakterisine nakledildi. Yapay DNA, bakteri tarafından tanındı; üzerinde yazılan yapay genetik kod doğru bir şekilde okundu ve talimatlar yerine getirildi. J. Craig Venter’in 2012 de bir konferansta açıkladığı gibi:[9]

 ‘Dijital kodla başlayarak, bazı DNA kısımlarını sentezledik ve genomla birleştirdik. Hataları düzelttik ve sonunda sentetik 5,386 çift baz parçasını içeren DNA’yı E. Coli bakterisinin içine yerleştirdik. … E. Coli, sentetik DNA kısmını doğal DNA gibi algıladı ve canlıların robotları olan proteinler, derhal sentetik genetik kodu okumaya başladılar – çünkü onların yapmaya programlandığı şey budur.  DNA kodu onlara ne yapmasını söylediyse, onu yani virüs proteinlerini yaptılar. Virüs proteinleri kendi kendilerine bir araya geldiler ve işlevsel bir virüs oluşturdular. Virüs, hücreleri öldürerek minnettarlığını gösterdi, ki bu, bakteri hücreleri deryasında, bu berrak plakları böyle etkin bir şekilde elde etmenin yoludur. Ben bu duruma ‘yazılımın kendi donanımını inşa etmesi’ diyorum. Bütün yaptığımız şey, hücrenin içine bir parça DNA yazılımı koymaktı ve sonunda DNA çekirdekli bir protein virüsü elde ettik.’

Sentetik bir DNA bir hücrenin içine konulduğunda, sentetik DNA’da kodlanmış proteinlerin üretildiği ve bunun da hücresel karakteri tamamen değiştirdiği gösterilmiştir. Kimyasal olarak sentezlenmiş kromozomların canlı hücrelere naklini içeren genom naklindeki başarılar, genetikte yeni bir alan olan ‘sentetik genom bilimi’nin doğmasına yol açmıştır. Bu gelişme, insülin-üreten bakteri mühendisliği gibi, tıpta, enerjide ve tarımda kullanılmak üzere, mikroorganizma tasarlanmasını ve üretilmesini mümkün kılma potansiyeline sahiptir.

Sıradan bir gözlemci için, canlı bir hücre, DNA üzerindeki kodlara göre üretilmiş olan binlerce ve hatta milyonlarca protein robotlarıyla, DNA yazılımıyla çalışan bir fütüristtik makine gibi görünebilir. Bu nano-robotlar ordusu, kolektif olarak tam bir koordinasyon içinde, hücredeki son derece hassas hayati fonksiyonları yerine getirir. Fakat dikkatli bir gözlemci, her bir hücrenin, hiçbir makinenin yapamadığı şeyi yapabildiğini – DNA yazılımının kopyasını çıkardığını ve kendini kopyalayabildiğini – de fark eder. Bu farkı yaratan, yine gizemli hayattır.

İlginçtir ki, kendini kopyalama işleminin gerçekleşebilmesi için, sentetik DNA’nın mutlaka canlı bir hücreye nakledilmesi gerekir. Bu nedenle, şu anda genom nakilleriyle üretilen sentetik hücrelerdeki hayat, doğal hücrelerden kaynaklanmaktadır. Yani, canlılık için, doğal bir hayatın etki alanına girmek veya mevcut bir hayat ağına katılmak gerekmektedir. Sentetik bir DNA genomunu, insan eliyle yapılmış bir enzimler, ribozomlar ve gerekli kimyasallar kokteyline koymak, herhangi bir hayat aktivitesi oluşturmamaktadır. Sonuçta, insan eliyle yapılmış tamamen yapay olan bir hücre, kimyasal olarak canlı bir hücreyle tıpatıp aynı bile olsa, sadece cansız bir kimyasallar torbasıdır. Tek başına bu gözlem, hayatın basitçe kimya olmadığını, kimyada bulunmadığını ve dahasının olduğunu göstermektedir. Öyle görünüyor ki gizemli hayat maddeye nüfuz eder, madde üzerinde kontrol kurar, ama madde değildir. Varoluşun bu maddi olmayan boyutu tanınmadığı ve çözümlenmediği sürece, laboratuvarlarda tüm yapay hayat üretme çabaları, şu ana kadar olduğu gibi, bundan sonra da başarısız olmaya mahkûm görünmektedir.

Burada karşılaştığımız ikilem, hayatı sadece fiziksel bedenlerde tezahür ettiğinde görebiliyor olmamızdadır – tıpkı yerçekimi kuvvetini ancak madde üzerindeki etkisinden bilebildiğimiz gibi. Yani hayat ile fiziki beden arasında çetrefilli bir etkileşim vardır. Örneğin elmasta, ışık ile karbon atomları arasındaki etkileşim mekanizması gayet iyi bilinmektedir. Ancak canlı varlıklar, fiziksel ışık yerine, müphem hayat ışığı ile etkileşmektedir ve bu etkileşim mekanizmasını tespit etmek ve ortaya çıkarmak hiç de kolay değildir. Örneğin, bir pusulanın iğnesi, pusula maddi olmasa da fiziksel olan bir manyetik alan etkisi altına girdiğinde, hareket etmeye başlar. Biz iğnenin hareketini gözlemleyerek, manyetik alanın gücü ve yönü hakkında çok şey söyleyebiliriz.

Benzer şekilde, DNA veya protein molekülü gibi bir kimyasal, bir hücrenin içeriğiyle tıpatıp aynı olan bir kimyasal çorbaya konulduğunda, hiçbir şey olmaz. Ama DNA ya da protein molekülü, canlı bir hücre gibi bir hayat alanına girerse, o cansız kimyasal molekül aniden hayata kenetlenerek bir biyokimyasal moleküle dönüşür ve hayatın etkisi altında hareket etmeye başlar. Bu sebeple, manyetik alan gibi, hayat da bir alan olgusu olmalıdır. Ancak manyetik alandan farklı olarak, bu fiziksel bir alan değildir ve dolayısıyla fiziksel aletlerle hissedilemez ve tespit edilemez. Zaten hayatı kafa zonklatıcı bir olgu veya büyük bir gizem yapan da budur. Eğer bir gün hayat gizemini çözme şansını yakalayacaksak, var olan her şey fizikseldir ve hayat kimyadır gibi bütün önyargılarımızı bir kenara itmemiz ve, kuantum mekaniğinde olduğu gibi, akılların anlamakta zorlandığı her türlü tuhaf ihtimallere açık olmamız gerekmektedir. Aksi taktirde hayat şaşırtıcı bir gizem olarak kalmaya devam edecektir.

Organizmalar hakkında ilgi çekici bir diğer gözlem de, bakterilerden insanlara tüm canlılarda pek çok ortak yanının olması ve hepsinin A, C, G ve T molekül harflerinden oluşan ortak alfabesinde yazılan aynı temel DNA kodunu kullanmasıdır. Hatta birçok yaratık pek çok ortak gene sahiptir. Örneğin minicik bir meyve sineğindeki genlerin yaklaşık yarısı, insanlarda da bulunur. Bu, dünyadaki tüm hayat formlarının aynı kökeni paylaştığını gösterir. Irkları ne olursa olsun, genlerin yüzde 99’undan fazlası bütün insanlarda ortaktır. Tek yumurta ikizleri dâhil farklı kişilerin DNA baz molekülü dizilişlerinde az da olsa farklılıklar vardır; ve bu farklılık, her bir bireyi bir bakıma özel yapar. Ayrıca, DNA, bazı etkenlerin yıkıcı etkileri altında zarar görebilir ve nükleotidlerin dizilişlerinde mutasyon denen değişiklikler oluşabilir.

DNA ile, bildiğimiz basılı bir kitap arasında iyi bir benzerlik veya analoji vardır. Hatta insan genomuna bazen hayatın genetik kitabı denir. Eğer genlere proteinlerin tarifi gözüyle bakılırsa – ki öyledir – o zaman insan genomu bedenlerimizdeki hücrelerin tarif kitabı olur. Kromozomlar (veya DNA, çünkü her bir kromozom esasen bir DNA molekülünden oluşur) bu genetik kitabın bölümlerini oluştururken, genler kodlama sayfalarına karşılık gelir. Hayat kitabının alfabesi 4 kimyasal harften (her biri yaklaşık 30 atomdan meydana gelen A, C, G ve T harfleri) ibarettir. Ve bu kitaptaki kelimeler, her biri 20 amino asitten birine karşılık gelecek şekilde ACC gibi 3 harften oluşur. Buna karşılık telgraf alfabesi, 0’lar ve 1’lerden oluşan dijital dünyanın alfabesi gibi, sadece 2 harften (nokta ve çizgi) oluşmaktadır.

Hayatın büyüleyici gerçekliğini takdir etmek için, bir araba veya evin yapım projeleri ile portakal ağacı gibi bir bitkinin tohumundaki hayatın yapım projesini yani DNA’yı göz önüne alalım. Yapım projeleri bir ev, araba veya bitkinin yapımı için gerekli tüm bilgileri ve direktifler setini içerebilir; ancak, bu projelerin bir yaptırım gücü, kontrol altına alma yetkisi ve yapma becerisi yoktur. Bu nedenle, bir evin mimari planlarını inşaat malzemeleri yönünden zengin bir toprağa gömmekle veya bir arabanın detaylı teknik çizimlerini araba yapımında kullanılan hammaddeler bakımından zengin bir havuza koymakla, hiçbir şey olmayacaktır. Yani yerden bir ev yükselmeyecek ve havuzdan bir araba çıkmayacaktır.

İlginçtir ki, yapay olarak portakal tohumunun tam bir kopyasını yaparak toprağa gömdüğümüzde, yine hiçbir şey olmayacaktır. İnsan yapımı yapay tohum, atom ve molekülüne kadar doğal tohumun bire bir kopyası olabilir; ancak, her iki tohum da toprağa gömüldüğünde, doğal tohum yeşerip filizlenirken, yapay tohum konulduğu yerde durur. Öyle görülüyor ki doğal tohumda (hasarlı olmadığını varsayarsak), gözlemlerle teyit edildiği gibi, hayat vardır; yapay olanda ise yoktur. Ve hayat madde-dışı olduğu için, yer kaplamaz ve dolayısı ile tohum içinde belirli bir yeri yoktur. Yine ilginçtir ki, canlı bitkilerin dışarıya verdiği su ve karbon dioksit molekülleri, havadaki su ve karbondioksit molekülleri gibi, cansızdır; ancak, meyvelerindeki tohumlar canlıdır. Tohum, fiziksel beden veya cüsse olarak küçüktür, ancak yerine getirdiği işlevler bakımından büyüktür. Tohum, DNA’sında, bitkinin şekli, yapısı, rengi, görünümü ve çıktıları gibi özelliklerle ilgili tüm bilgilerle birlikte dal, yaprak ve meyvelerin yapımı ile ilgili talimatlar ile donatılmıştır. Bitki, ayrıca, her şeyi inşa etmek için gerekli tüm moleküler makina ve ustalıkla birlikte, bitkinin DNA’sını her tohuma yazacak yazıcılar ile de donatılmıştır. Bitkinin tüm bünyesi, oldukça yoğun faaliyetleriyle, iyi çalışan bir fabrikayı andırmaktadır.

Hiç kimse akıllı bir telefonun yapım projelerini içeren bir flaş belleği silikon, metal ve organik materyal yönünden zengin bir toprağa gömüp bir süre bekleyerek yerden bir akıllı telefon çıkmasını beklemez. Eğer portakal çekirdeği canlı değilse, kod ya da yapım projeleri aktif ajanlar olmadığı için, çekirdeği besin maddeleri ve su yönünden zengin bir toprağa gömdüğümüzde de yine hiçbir şey olmaz. Ama eğer nemli ve gübreli toprağa gömülen portakal çekirdeği canlıysa, etrafındaki topraktaki su ve besinleri emerek yeşerecek ve filizlenmeye başlayacaktır. Portakal meyvelerinin oluşması ve yeni çekirdeklerde kod yazımı da dâhil olmak üzere, portakal ağacının, molekül molekül gözümüzün önünde inşa edilmesine ve büyümesine şahit oluruz. Özetlemek gerekirse, çekirdekteki yazılım, direktifler verip ağaç donanımının inşasını düzenlemekte; ağaç donanımı da çekirdek yazılımını yeniden yazıp paketlemektedir – ki bunlar akıllı cihazlar gibi cansız şeyler için bile düşünülemez bir dizi çarpıcı işlemlerdir. Belli ki bir şeyi inşa etmek için verilen bir dizi talimat ile, fiziksel olarak o şeyi bütün temel yapı taşları üzerinde tam kontrol sağlayarak talimatlara uygun olarak inşa etmek arasındaki fark, gizemli fizik-dışı hayattır. Tekrar edecek olursak, yaptırıcı güç ile bağlantılı olan şey, görünmez hayattır. Hayat olmadan, bir DNA molekülü, sıradan bir kitapta dizili harfler gibi, amaç, irade, bilgi ve güç sahibi aktif bir ajan olarak hareket etme gücü olmayan, milyonlarca harften oluşan bir harf yığınıdır.

 

Sihirli yemek kitabı

Daha önce bahsedildiği gibi, bir yemek kitabı ile ‘hayat kitabı’ olan DNA arasında hayatı anlamamıza yardımcı olacak güzel bir benzerlik vardır. DNA üzerindeki müstakil genler, amino asit molekülleri malzemelerinden protein üretmek için tarifler veya ‘yazılı talimatlar’dır. DNA da bütün bu protein yapma tariflerini içine alan büyük yemek kitabıdır. Dolayısıyla, hem bildiğimiz yemek kitabı, hem de DNA yazıdır: birincisi tanıdık bir alfabe kullanarak mürekkeple, ikincisi ise kimyasal bir alfabe kullanarak atomlarla yazılıdır. Mürekkebin de bir atom yığını olduğunu düşünürsek, hem yemek kitabının hem de DNA’nın önce harf şekillerinde kalıplanmış atomlarla yazılmış olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca, yemek kitabı gibi, DNA da canlı değildir. Bunun delili, kimya laboratuvarlarında dizilen insan yapımı sentetik DNA’ların canlı bir hücreye nakledildiklerinde işlev görmeleri, ama cansız sentetik bir hücreye nakledildiklerinde ise donuk işlevsiz bir kimyasal olarak kalmalarıdır. Aynı şey DNA’ların bölümleri olan genler ve genlerin kopyası olan RNA molekülleri için de söylenebilir.

Bu nedenle, canlı bir hücredeki DNA, genler, RNA ve ribozom moleküllerinin akıllara durgunluk veren tüm muhteşem hareketleri – kendilerinin tam ya da kısmi kopyalarını yapmak, talimatları okumak, belirtilen malzemeleri tanımak ve yakalamak, bu malzemeleri doğru pozisyonlarda doğru yerlere götürmek, birleştirme talimatlarını takip ederek görev-odaklı biyorobotlar inşa etmek, ve biyorobotlara spesifik görevler vermek ve bu görevlerin başarıyla tamamlanmasını sağlamak gibi – bu kabiliyetsiz biyomoleküllerden değil, mahiyeti muğlak hayattan kaynaklanmalıdır. Yani, canlı bir hücre ve onun kimyasal olarak aynısı olan cansız ikizi arasındaki fark, hayat ve hayatla gelen özelliklerdir. Hayatın niteliği hakkında hiçbir fikrimiz olmasa da, bu gözlem, fiziksel olmayan hayat ve hayatla beraber gelen özelliklerin varlığı için yeterli bir delildir. Bu, fizikte karanlık madde ve karanlık enerjinin mahiyetinin ve birçok özelliğinin hala bir gizem olmasına rağmen, karanlık madden ve karanlık enerjinin varlığının yaygın olarak kabul edilmesine benzerdir.

Bir düşünce deneyi olarak, ikisi de başlangıçta aynı yiyecek malzemeleri, aynı mutfak aletleri ve aynı yemek kitabıyla donatılmış tıpatıp aynı iki mutfağa girdiğimizi düşünelim. Bir süre sonra ilk mutfağı bir daha ziyaret ettiğimizi hayal edelim ve her şeyin bıraktığınız gibi yerli yerinde olduğunu ve hiçbir şeyin değişmediğini görelim. Burada şaşılacak hiçbir şeyin olmadığı açıktır. Ardından ikinci mutfağı ziyaret edelim, ve hoş bir sürpriz olarak, yemek kitabındaki bazı tariflerin kelimesi kelimesine takip edilerek, mevcut yiyecek malzemelerinden bazı lezzetli yemeklerin hazırlanmış olduğunu görelim.

Herhalde akla gelen ilk düşünce, yemek tariflerini görme, okuma ve anlama yeteneğine sahip; yiyecek malzemelerini tanıma, hareket ettirme, ölçme ve manipüle etme bilgisi ve becerisi olan, ve yemekleri hazırlama arzusu olan canlı bir insanın ikinci mutfağa girdiği, bütün pişirme işini yaptığı ve hatta çöpleri de dışarı attığıdır. Eğer gerçekten de böyle olduysa, burada da şaşılacak bir şey yoktur. Ama ya ikinci mutfağa hiç kimse girmemişse? Ya mutfakta görünmez bir şef varmış gibi, yemek kitabının kendi kendine tarifin olduğu sayfa görülecek şekilde açıldığı, ilgili yiyecek malzemelerinin tarifte belirtilen miktarda ayrışıp masada sıralandığı, mutfak alet ve tavalarının doğru yerlere hareket ettiği ve ocak ve fırınların kendi kendilerine açılıp kapandığı gözlemlenip kameraya kaydedilmişse? Herhalde olup bitenlere çok şaşırırız ve anlamakta zorlanırız. Hatta birisi bize kamera şakası yapıyor diye düşünüp gördüklerimize inanmayız.

İkinci mutfakta olan olağanüstü şeyleri bir çok kez gördükten sonra, herhalde gördüklerimizi artık yadırgamazdık ve o mutfağa ‘gizemli mutfak’ gibi bir isim verirdik. Yemek kitabına da ‘sihirli kitap’ adını koyardık. Sonra da bu mutfağın sırrını çözmek için daha dikkatli gözlemler ve deneyler yapmaya başlardık. Örneğin yemek kitabındaki bazı yemek tariflerini yenileriyle değiştirdiğimizde, yeni tariflerin okunduğunu ve yeni yemekler yapılırken son talimatların takip edildiğini şaşkınlık ve memnuniyetle izlerdik. Tabi ki, sihirli mutfağa hangi yemekleri hangi tarife göre yapmasını söyleyebildiğimiz için, kendimizle gurur duyar ve kendimizi güçlü hissederdik. Fakat, tüm yemek kitabını yenisiyle değiştirdiğimizde, mutfaktaki bütün aktivitelerin durduğunu ve görünmeyen şefin yemek yapmayı bıraktığını gördüğümüzde de şaşırırdık. Gizemli sihir etkisinin, yemek kitabının bir yerlerinde olduğundan şüphelenecektik, ama tam da nerede olduğunu bilemeyecektik.

Mutfaktaki sihirli faaliyetleri tanımlamak için, ‘yemek kitabı tavaya şunu yapmasını söylüyor’, ‘yiyecek malzemeleri yemek tarifini okuyor’ ve ‘tava malzemeleri tutup içine alıyor’ gibi kulağımıza tuhaf gelen bir dil geliştirecektik. Beceri sahibi olası bir görünmez şefin varlığını hiç dikkate almaksızın, tüm cevapları fiziksel sihirli yemek kitabı içinde aradığımız sürece, gizemi çözmede kayda değer bir ilerleme kaydedemeyecektik. Belli ki, yemek tariflerini görme, okuma ve anlama yeteneğine sahip, yiyecek malzemelerini tanıma, hareket ettirme, ölçme ve manipüle etme bilgisi ve becerisi olan, ve yemekleri pişirebilen bir şef ile ikinci mutfağı bir ‘sihirli mutfağa’ dönüştüren gizemli bir şey vardır. Hücrede, hayat tam olarak bu görünmez şef gibi davranır – DNA’daki  talimatları okumaktan, DNA’nın talimatları doğrultusunda doğru amino asitleri doğru miktarda yakalamaya ve robotlar gibi hareket eden proteinler yapmaya kadar. Aynı şey organlar ve tüm organizmalar için de geçerlidir. Belki de gerçek muğlak varlık, maddeye kumanda eden görünmeyen dirayetli şef yerine, gayet sağlam görünen maddedir.

 

Hayat alan teorisi

Alan teorileri, ilgili fenomenlerin üzerine kurulduğu fiziksel veya fiziksel olmayan anlamda temel platformları belirlemek için matematik, fizik bilimleri ve sosyal bilimlerde yaygın olarak kullanılmaktadır. Fiziksel alanlar, zaman ve zeminde ‘şartlar’ olarak düşünülebilir. Alanların yapısal özellikleri, alanlarla ilişkili nitelikler için ortak bir çerçeve oluşturmaktadır ve bu, ilgili nitelikleri bir grup olarak incelemeyi mümkün kılmaktadır. Matematikte, reel sayı alanı, karmaşık sayı alanı ve vektör alanı gibi çok sayıda alan vardır ve birçok alan teorisi bu alanlar üzerine kurulmuştur. Fizikte, atom altı parçacıkların ortaya çıkıvermesi ve yok oluvermesi gibi birçok fiziksel fenomen, kuantum alan teorisine göre açıklanmaktadır. Psikolojide, bireyler ve çevreleri arasındaki etkileşim paternleri üzerine kurulan teoriler, psikolojik alan teorileri olarak adlandırılmaktadır.

Matematikte, alanlar varsayımsal yapılardır ve dolayısıyla fiziksel olmayan varlıklardır. Aslında, bir bilim dalı olarak tüm matematik, zihinsel yapılarla ilgilidir ve o yüzden matematik, STEM (science, technology, engineering and mathematics) ibaresinin ima ettiği gibi, bir fen bilimi olarak sınıflandırılmaz. Psikoloji ve sosyolojideki alanlar için de aynı şey söylenebilir. Fakat fizikte, gözlemlenebilir, test edilebilir ve ölçülebilir oldukları için, alanlar fiziksel varlıklardır. Fiziksel bir alan, uzay ve zamandaki her bir noktada bir değere sahiptir. Hız gibi vektörel varlıklarda, alanların her noktada büyüklük ile birlikte yönü de vardır. Alanların çoğunun şiddeti mesafeyle azalır, ve belli bir mesafeden sonra pratik olarak sıfır olur. Örneğin hem yer çekim alanının hem de elektromanyetik alanın şiddeti, kaynaktan olan mesafe ile ters orantılıdır. Elektron veya proton gibi elektrik yüklü bir parçacık, parçacıktan çıkan ve teorik olarak tüm uzaya uzanan bir elektrik alanı veya etki alanı oluşturur. Bu alanın kaynağı veya sebebi tamamen bir muammadır. Elektrik yüklü bir parçacık bu alana girdiğinde, parçacık bu alanın etkisiyle bir kuvvete maruz kalır. Rölativisttik alan teorilerinde, elektron gibi temel parçacıklar birincil veya temel nesneler olarak, alanlar ise ikincil veya türetilmiş nesneler olarak alınır. Kuantum alan teorisinde ise, alan temel nesne olarak, elektron gibi parçacıklar ise arka plandaki alanın uyarılmış halleri olarak dikkate alınır. Kuantum alan teorisi, evrendeki her parçacık veya dalganın, tüm uzay ve zamana uzanan bir kuantum alanının uyarılmış hali olduğunu öne sürer.

Fizikte, kütleyi, tüm maddi varlıkların öznel bir niteliği olarak görüp hiç kanıksamayız. Aynı şekilde biyolojide de hayatı, tüm canlı varlıkların öznel bir niteliği olarak, pek de umursamayız. Ama aslında ne kütle ne de hayat varlıkların temel yapı taşlarından kaynaklanan öznel bir niteliktir. Örneğin, elektronlar gibi kütle sahibi parçacıklar, bazen kütlesiz dalgalar gibi davranırlar – aynen ışık dalgaları gibi. Parçacıkların ikili doğası, kütlenin niteliği hakkında on yıllardır tartışılan zorlu soruları gündeme getirmiştir. 2012’de CERN’de gerçekleştirilen deneyler sayesinde, artık kütle sahibi parçacıklara bu özelliği veren şeyin Higgs parçacığı olduğundan oldukça eminiz.

Fiziksel modellerin gözlemlenen fiziksel gerçeklikle uyumlu hale gelmesi için, fizikçiler yarım yüzyıl önce tüm evrene nüfuz eden ve bazı parçacıkların kitle kazanmasından sorumlu olan yeni bir enerji alanı icat etmenin gerekli olduğu öngörüsüne vardılar. Böyle bir alanın varlığını kuramsallaştıran ilk makale 1964 yılında Peter Higgs tarafından yayımlandı ve bunu aynı yıl başkaları da takip etti. O yüzden bu alana “Higgs alanı” adı verildi. Kuantum alanları, kendilerini tipik olarak parçacıklar tarzında gösterirler. Bu durumda eğer Higgs alanı gerçekten var ise, o zaman bu alanla ilişkili bir parçacığın da var olabileceği argümanı öne sürüldü. Dört temel kuvvet olan güçlü kuvvet, zayıf kuvvet, elektromanyetik kuvvet ve yerçekimi kuvveti, sırasıyla, güç taşıyıcı gluon, W ve Z bozonları, foton ve graviton parçacıklarıyla ilişkilidir. Benzer şekilde, Higgs alanıyla ilişkili parçacığa da Higgs bozonu adı verildi. Higgs parçacıkları, Higgs alanının yerel uyarılmalarıdır – aynen fotonların evrensel elektromanyetik alanın yerel uyarılmaları olmaları gibi. Kütlesi olan parçacıklar, Higgs bozonları ile etkileşerek kütlelerini kazandı. Her ne kadar Higgs bozonunun ve dolayısı ile öngörülen Higgs alanının varlığı 2012’de CERN’de deneysel olarak doğrulanmış olsa da, hala Higgs parçacıklarının doğasını anlamaktan çok uzağız. Kütle-edinme işleminde Higgs mekanizmasının anlaşılmasına yönelik çalışmalar devam etmektedir. Ayrıca, evrenin yüzde 25’ini oluşturduğu düşünülen gizemli karanlık maddenin varlığı, bu maddenin normal madde ile yerçekimi kuvveti yoluyla etkileşimi ile bilinir. Higgs parçacığı, karanlık maddenin gizemini de çözmek için ümit vaat etmektedir.

Tıp alanında, fizikten alınan ‘alan’ kavramına dayalı olarak, çeşitli bilinç alan teorileri geliştirilmiştir.[10] Bu teorilerin çoğunda, bilinç, uzay ve zaman içinde uzanan bir fiziksel alan ile tanımlanır, ve bilinç, uzay-zamanın bir özelliği olarak görülür. Bununla birlikte, bazı alan teorilerinde, bilinç, uzaya yayılmış ama fiziksel olmayan farazi bir alan olarak düşünülür. Örneğin, elektromanyetik alan bilinç teorileri, bilinci, doğrudan nöron aktivitesiyle ilişkilendirmek yerine, beynin elektromanyetik alanının bir şekilde bir tezahürü ve dolayısıyla bir elektromanyetik olgu olarak görür.

Bilinçli elektromanyetik bilgi (cemi) alan teorisinde, beyindeki nöron aktivitesi sonucu üretilen elektromanyetik alana ait bilgilerin, beyinde bir cemi alanı oluşturmak üzere birleştirildiği tezi ileri sürülür. Bu teoride, bilinç, düşünce ve özgür irade gibi sübjektif özelliklerin, bu cemi alanının, nöronlara geri iletilen farklı deneyimleri olduğu iddia edilir. Cemi alanının, beyin işlevlerini etkilediği ve milyarlarca nöronun her birinde kodlanan bilgileri birleştirdiği ve böylece bilinçle ilgili ‘birleştirme problemi’ne bir açıklama getirdiği savunulmaktadır. Bilinç alan teorileri genelde meşru bir bilimsel araştırma konusu olarak görülmekle birlikte, bilinci tatmin edici bir şekilde açıklamaktan ve yaygın kabul görmekten uzaktırlar. Hem bilinç hem de hayat canlı varlıkların sübjektif niteliklerindendir. Mevcut bilinç alanı teorileri ve burada önerilen hayat alan teorisi, bazı ortak özellikleri paylaşmakla birlikte, birincisi beyindeki nöron aktivitesi ile bağlantılı iken, ikincisi tüm bedendeki kimyasal aktivite ile ilişkilidir.

Mevcut hayat teorilerindeki eksiklikler ve gidilecek yön hakkındaki belirsizlik, hayatı farklı bakış açısı ve hareket noktalarına sahip yeni teorilere açık hale getirmektedir. Herhangi bir başarı şansına sahip olmaları için, yeni teorilerin yeni bir düşünce tarzına sahip olmaları ve yeni düşünceleri teşvik etmeleri gerekir. Örneğin fizikte şimdiye kadar geliştirilen en başarılı teori olan Kuantum Teorisi, önceleri genel sezgiye zıt (ki hâlâ öyle), garip ve hatta saçma olarak görüldü ve Einstein gibi önde gelen fizikçilerin sert tepkisiyle karşılaştı. Bir elektronun bir anda her yerde olması ve aynı anda iki yarıktan birden geçmesi kolay kolay kabul edilebilecek şeyler değildir. Ama zaman testinden geçti, ve kurucularından Richard Feynman’ın hala geçerli olan “kimse kuantum mekaniğini anlamıyor” tespitine rağmen, doğal dünyaya bakışımızı değiştirdi.

Farklı bilim dallarının birbirlerinden öğrenmeleri ve birbirlerinden kavram ve terminoloji almaları yaygındır. Ne de olsa, tek bir evren var ve varoluşta tutarlılık vardır. Hayatın yeryüzünde yaygın olduğu ve her yerde ortaya çıkıverdiği göz önüne alınırsa, fizikte oldukça başarılı olan ‘alan’ konseptini ödünç alarak hayata uygulamak mantığa gayet uygun bir yaklaşımdır. Bu nedenle, burada bir hayat alanının varlığı önerilmektedir ve bu önermeye ‘hayat alan teorisi’ adı verilmektedir. Hayat alanının, canlılarda görüp tanıdığımız hayat niteliğinden sorumlu olduğu varsayılmaktadır. Canlı varlıklar, farz olunan hayat alanıyla başarılı bir şekilde etkileşime giren varlıklardır. Etkileşim mekanizması, canlılardaki hayat özelliğinin ortaya çıkmasını ve ortadan kaybolmasını dikkatlice gözlemleyerek anlaşılabilir. Dolayısıyla, önerilen yaşam alanı teorisi, tezahür teorileri gibi, maddi yapılar üzerinde hiç yoktan var olan ve var iken yok olan özellikleri içerir. Bu nedenle, muhtemelen, önerilen yaşam alanı fiziksel değildir ve doğrudan gözlemlenmesi pek olası değildir. Hayat alanı, sadece fiziksel varlıklar üzerindeki hayat emarelerinin tezahürleriyle tanınabilir. Hayatın kendisinin fiziksel varlıkların temel yapı taşlarına indirgenemez olduğuna bakılırsa, bu seçimin gayet makul olduğu görülür. Hayat alanının varlığı, hayatla ilgili farklı etkiler altında canlı ve cansız varlıkların ortak özelliklerinden çıkarılabilir. Bu, karbon atomlarından yapılmış yapıların dışarıdaki ışık alanıyla olan etkileşimlerini araştırarak, elmas ve grafit özelliklerinden hareketle, ışığın özelliklerini belirlemek gibidir. Bu, aynı zamanda, Higgs bozon’unun diğer parçacıklarla etkileşimine dayalı olarak, Higgs alanının varlığını teyit etmek ve onu karakterize etmek gibidir. Hayat olgusunun sübjektif doğası, onu bu tür araştırmalar için zor bir aday yapmaktadır; ancak, hayatın kolayca gözlemlenebilmesi ve ayırt edici niteliklerinin olması, umut vericidir.

Hayat alan teorisi, doğal fenomenlerin modellemesi ve açıklanmasında, kuantum alan teorisi gibi, fizikteki oldukça başarılı alan teorilerinden esinlenmiştir. Bu bölümde, canlı varlıkların hayat özelliği kazanmalarından sorumlu olduğu varsayılan bir ‘hayat alanı’nın varlığı hipotezi öne sürülmüştür. Hayat alanının, canlı varlıkların hayat sahibi olmalarından sorumlu olduğu varsayılmıştır. Hayat alanıyla ilişkili sanal parçacığa, temel parçacıklar bozon ve gluona benzer şekilde, ‘lifeon’ adı verilmiştir. Lifeon, yaşam alanının yerel tezahürleri olarak tanımlanmıştır – aynen fotonların elektromanyetik alanın yerel uyarılmaları ve Higgs parçacığının Higgs alanının yerel uyarılmaları olarak tanımlandığı gibi. Lifeon, etkileşmelerini mümkün kılmak için fiziksel beden ile hayat alanı arasındaki ara yüz, modem veya köprü olarak işlev gören sanal bir yapı olarak tasarlanmıştır. Organizmalara hayat veren şeyin hayat alanı ile ilişkili olan lifeon olduğu varsayılmıştır – aynen elmasa parıltı veren şeyin, elektromanyetik alanla ilişkili fotonun olması gibi.

Lifeon vasıtasıyla, hayat alanıyla etkileşimini devam ettirmeye uygunluğunu koruyacak tarzda doğru kompozisyona ve konfigürasyona sahip olan bir kimyasal yapı veya organizma canlıdır; aksi taktirde cansız veya ölüdür. Hayat alanı ve lifeon önermesinin bir sonucu olarak, canlı organizmalar, ölmeleri mümkün olan organizmalar olarak tanımlanabilir (ölüm hali test ve gözlemlerle pozitif olarak teyit edilebilir). Bu tanıma göre virüsler canlıdır çünkü, bakteriler gibi, ölmeleri veya öldürülmeleri mümkündür. Kimyasal yapılar ile hayat alanı arasındaki etkileşimlerin henüz keşfedilmemiş doğası ve detaylarına hayat mekanizması adı verilmiştir.

Hayat alan teorisiyle öngörülen lifeon, fiziksel beden ile fiziksel olmayan hayat alanı arasındaki ara yüz olarak düşünülebilir. Yani, beden ve hayat alanı, gizemli lifeon aracılığıyla etkileşir. Lifeonun fiziksel yüzü canlının kontrol merkezidir; fiziksel olmayan yüzü ise, canlıya nüfuz eden ve kendisini tüm fiziksel bedene empoze eden sübjektif aktif ajan veya kontrolördür. Bu, tüm kontrol düğmeleri ve kolları ile cansız kokpitin uçağın kontrol merkezi olması, ve canlı pilotun uçağın kontrolörü ve canlı ajanı olması gibidir. Lifeonun varlığının delili, canlı varlıkların birliği ve bir bütün olarak üst düzey işlevleri yerine getirebilmeleri için gerekli yüksek seviye organizasyonlarıdır. Lifeon’un fiziksel olmadığına dair delil, canlılarda bu tanıma uyan fiziksel bir şey olmaması ve maddede başka maddelere hükmetme güç ve kabiliyetinin olmamasıdır. Hayatla ilişkili büyüleyici nitelikleri kimyasallara ve kimyasal reaksiyonlara atfetmek, hayatın gizemini derinleştirir ve kapıyı yeni fikirlere kapatır. Bu noktada, kendisi de gizemli olan lifeon aktif bir ara yüz olarak doğru bir şekilde konumlandırıldığında, onun birincil işlevi, fiziksel beden ile hayat alanı arasında hayat ile ilgili sinyalleri almak, işlemek ve iletmek için sanal bir santral, modem veya köprü olarak görev yapmak olur.

Parçacıkların kütle kazanmasının sırrını çözmek amacıyla Higgs alanının ve onunla ilişkili Higgs parçacığının varlığı ilgili teori 1964’te ileri sürüldü. Ancak, bu teorinin deneysel olarak CERN’de teyit edilmesi neredeyse yarım yüzyıl aldı. Hayat alanının ve ilgili sanal lifeon parçacığının varlığının teyidi, daha da uzun alabilir – henüz keşfedilmemiş olan kuantum yerçekimi alanı ile ilişkili temel parçacık olan ve yaygın olarak kullanılan graviton gibi. Ancak önerilen hayat alanı, hayat mekanizmasını araştırmak ve anlamak ve de hayatı manipüle etmeye yönelik gerekli mekanizmaları geliştirmek için uygun bir çerçeve oluşturabilir. Hatta fizikte alanlarla ilgili devasa bilgi birikimine erişerek ve onu iyi kullanıma koyarak, hayat gizemini çözmeye yönelik önemli ilerlemeler sağlanabilir. Önerilen teori, varlıkların bazı sübjektif niteliklerinin, maddenin yapı taşlarından kaynaklanmak yerine, varlıklar üzerinde hiç yoktan beliriverdiklerini ifade eden tezahür teorileri ile aynı kategoride yer almaktadır. Bazı kimyasal reaksiyonların hayat üretmeye yönelik nedensel güce sahip olduğunun gösterilmesi halinde yanlışlığı ortaya çıkacağından, bu teori ‘yanlışlanabilme’ şartını da yerine getirmektedir.

Hayat, canlı varlıkların atom ve molekülleriyle doğrudan ilintili değildir. Bu, elmasın göz alıcı parlaklığının karbon atomlarının kendileri ile değil, dizilimleri ile ilintili olması gibidir. Büyük bir grafit kütlesinin matlığı da bunu göstermektedir. Işığın elmasın kendisinden değil de bir lamba veya güneşten kaynaklandığına bakılırsa, elmastaki parlaklığın kaynağının, onun kristal yapısı olmadığı da açıktır. Bir karbon yapı, ancak karbon atomları ışığın art arda yansımasını ve kırılmasını mümkün kılacak şekilde dizilince rengarenk parıldayabilmektedir. Bu akıl yürütme, birçok önde gelen fen bilimci ve felsefeci tarafından savunulan ‘tezahür’ teorisiyle uyumludur. Bu teoriye göre, parçalarda mevcut olmayan ancak bütünde olan nitelikler, bütün tarafından edinilen tezahürsel niteliklerdir. Yani, bütünün, parçalarının toplamından daha büyük olması, sayısız gözlemlerle teyit edildiği gibi, geçerli bir fiziksel olgudur.

Hayat ve akıl sübjektif varlıklardır ve ikisinin arasında iyi bir benzeşim vardır. Filozof J.R. Searle, tezahür olgusunun akıl ile nasıl ilişkilendirildiğini şöyle açıklar: ‘Akılsız madde parçaları, kümelenmeleri nedeniyle akıl üretebilirler. Akılsız madde parçaları belirli dinamik yollarla organize olmuşlardır ve aklı oluşturan bu dinamik organizasyondur. Gerçekten de insan, aklın ortaya çıkmasını mümkün kılan dinamik organizasyonun yapısını suni olarak yapabilir.[11]

Akıl edinmede organizasyonun kilit rol oynadığı iddiası akla yakındır, ancak organizasyonu aklın kaynağı olarak görmek, akılsız maddeyi aklın kaynağı olarak görmek kadar sorunludur. Organizasyon, aklın dışardan edinilmesi için gerekli şartları oluşturabilir. Ama, akıl üretme konusunda, organizasyon, akılsız maddenin yapamadığını hiç yapamaz.

“Değişik Bir Evren” adlı kitabında, 1998 Fizik Nobel Ödülü sahibi Robert Laughlin, fizik kanunlarının kaynağının mikro âlemde yani atom altı dünyada olmadığını, makro âlemde hiç yoktan tezahür ediverdiğini ifade eder: “Fiziğin en temel kanunları (Newton’un hareket kanunları ve Kuantum mekaniği gibi) aslında tezahürseldir. Bu kanunlar büyük madde yığınlarının özellikleridir. Ve onların kesinliği, çok yakından tetkik edildiğinde, hiçlik içine kayboluverirler.[12] Laughlin hava durumu gibi bazı basit organizasyon fenomenlerini inceledikten sonra şu iddiayı dile getirir: “Bu basit durumlarda biz ispat edebiliyoruz ki organizasyon kendine has bir mana ve hayat kazanabilir ve kendisini oluşturan parçalarına nüfuz etmeye başlayabilir.[13] Ve bir bütünün parçalarının bazı görünür özelliklerinin kökeninin bütünde hükmünü icra etmekte olan organizasyon prensibi olduğu argümanını öne sürer. O kadar ki bütünün mahiyeti, parçalarının mahiyetlerinden bağımsızdır: ‘Eğer basit bir fiziksel hadise efektif olarak kendisinin gelmiş olduğu daha temel kanunlardan bağımsız olabiliyorsa, biz de olabiliriz. Ben karbonum, ama öyle olmak zorunda değilim. Benim yapılmış olduğum atomlara nüfuz eden bir manam var.’[14]

Fizikteki alan teorilerinin aksine, bu dahil tüm hayat teorilerinin başarı şansları belirsizdir; çünkü hayat, hiç şüphesiz, canlı varlıkların en çetrefilli ve gizemli özniteliğidir. Tüm canlılar yoğun kimyasal faaliyetlere sahne olduğu için, hayat genellikle kimyasal reaksiyonlar olarak tanımlanır. Ancak, daha önce de belirtildiği gibi, hiçbir kimyasal reaksiyonun ya da kimyasal reaksiyonlar zincirinin hayat ürettiği görülmemiştir. Bu nedenle, ‘kimyasal reaksiyonlar hayatın kaynağıdır’ önermesi veya ‘hayat kimyasal reaksiyonlardır’ basitleştirmesinin geçerli hiçbir dayanağı ve dolayısı ile geçerliliği yoktur. O yüzden, muğlaklığı ve riski daha fazla olan sıra dışı teorilerin başarı şansı daha yüksektir. Hayat, bilinç gibi, varlığını mümkün ve sürdürülebilir kılan uygun bir konfigürasyondaki maddi yapılarla etkileşime giren sübjektif bir alan olgusu olarak tanınmalı ve tanımlanmalıdır – aynen karbon atomlarının kristal bir konfigürasyonda dizilmelerinin ışığın içeri alınmasını, kırılmasını ve yayılmasını mümkün kılması gibi. Öyle görünüyor ki, hayat maddenin içinden değil, dışından kaynaklanmakta ve tezahür etmektedir; ve bu durum, varsayımsal bir hayat alanının varlığını kuramsallaştırmaya haklı bir gerekçe oluşturmaktadır. Hayat alan teorisi, yine sübjektif bir olgu olan bilinç alan teorisi ile ilgili araştırmalara da yardımcı olacaktır. Bu iki teori, karşılıklı olarak, birbirlerinin başarılarından yararlanacaklardır.

Büyük patlama gibi teorilerle bağlantılı belirsizlik, anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü büyük patlama koşulları yeniden oluşturulamaz ve bu teorileri kesin olarak doğrulama veya yanlışlamanın bir yolu yoktur. Gözlemlere uyumlu olduğu ve önerilen alternatifler daha makul olmadığı sürece, bu tür teorilerin geçerliliği devam edecektir. Ancak, evrenin genişlemesi gibi süregelen olgularla ilişkili teoriler, gözlem ve ölçümlerle teyit edilmeleri mümkün olduğu için, kesin olarak doğrulanma ve yanlışlanmaya açıktırlar. 1919’da Arthur Eddington’ın ölçümleriyle teyit edilen Einstein’ın genel izafiyet teorisi, buna bir örnektir. Benzer şekilde, yaygın hayat süregelen bir olgudur ve yeni canlı varlıklar sürekli olarak var olurken, mevcut bazı canlı varlıklar da hayatlarını kaybetmektedir. Bu nedenle, hayatı fiziksel gerçeklik içinde nedensel ilişkilere bağlayan teoriler, test etme ve gözlemleme yoluyla doğrulamaya tabidir.

Bu durumda, hayatın kimyasal reaksiyonlar olduğu iddialarının geçerliliğinin şimdiye kadar hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde doğrulanmış olması gerekirdi. Ancak, her türlü kontrollü veya kontrolsüz kimyasal reaksiyonlar yeryüzünün her tarafında olagelmelerine rağmen, hiçbir kimyasal reaksiyonun hiçbir formda hayat oluşturduğu görülmemiştir. Ve bu, hayatın kimyasal reaksiyonlar olduğu iddiasını reddetmek için yeterli gözlemsel delildir. Artık düşünceyi madde kutusu içinde sınırlamadan, yeni hayat teorileri geliştirme zamanı gelmiştir. Eğer kimyasal reaksiyonlar hayatın kaynağı olsaydı – oksijen ve hidrojen reaksiyonlarının suyun kaynağı olduğu gibi – hayat meydana getirmek akıllara durgunluk veren bir gizem olarak kalmak yerine, şimdiye kadar bir çocuk oyuncağı olurdu. Akla uygunluk, mantıksal tutarlılık ve gözlemlerle uyumluluk rehber alınmalıdır. Kayıp araba anahtarlarının hala evde bir yerde olabileceği umudunu sürdürmek mantığa uygundur ve anahtarları bir süre evde aramaya devam etmek anlaşılabilir bir durumdur. Ancak defalarca kapsamlı aramalarından sonra anahtarları hala yıllarca evde aramaya devam etmek, anlaşılabilir bir durum değildir. Artık gerçeklikle yüzleşmek ve anahtarların evin dışında bir yerde olabileceği düşüncesini ciddiye almak zamanı gelmiştir.

 

Kapanış

Dikkatli gözlemler göstermektedir ki: (1) Canlı varlıkları cansız olanlardan ayıran ‘hayat’ denilen bir şey vardır. (2) Canlı hücrelerin temel yapı taşları proteinlerdir ve proteinlerin temel yapı taşları 20 amino asittir. (3) Amino asitler H, O, N, C ve S atomlarından oluşurlar ve (4) H, O, N, C  ve S atomlarında ve kimyasal bağlarda ‘hayat’ diye bir bileşen yoktur. Ayrıca, bütün canlı varlıklar çoğunlukla sudan oluşur, ama su da hayat içermez. Gözlemlenen bu gerçeklere dayanarak çıkarılabilecek en mantıklı sonuç şudur: Elmasta parlayan ışığın elmastan kaynaklanmaması gibi, hayat, maddede parlayan fakat maddeden kaynaklanmayan fiziksel olmayan bir ışıktır. Benzer şekilde, TV ekranlarındaki şovlar, TV cihazından değil, görünmeyen elektromanyetik dalgalar olarak cihaza gelen yayından kaynaklanır.

Bir kişinin bedeninin maddi yapısının ölümden hemen önce ve hemen sonra aynı olduğu dikkate alınırsa, ’hayat nerededir?’ sorusu gayet makul ve haklı bir sorudur. Kutunun dışında, yani ‘varlık maddedir ve madde varlıktır’ şeklindeki dar materyalist dünya görüşünün dayattığı sınırların dışında düşünme cesaretini göstermediğimiz sürece, hayatın gizeminin çözülmesi pek mümkün değildir. Canlı organizmaların fiziksel bedenleri kimya laboratuvarlarında inşa edilebilir; ancak hayatın edinilmesi tamamen başka bir şeydir. Tüm gözlemlerin teyit ettiği gibi, hayatın kimya olmadığı ve kimyasal bileşenlerin içinde bulunmadığı kesin olarak ifade edilmelidir. Bunun aksini gösterme teşebbüsleri feci bir şekilde başarısız olmuştur. ‘Hayat kendi kendini organize eden kimyadır ve kendi kopyasını üretir’ gibi tanımlar, moleküllere sahip olmadıkları özellikleri bahşeden ve kimyasalları yüce olmadıkları halde yüce varlıklarmış gibi gösteren umutsuz girişimlerdir. Gelecekte hayatın ve bilinç gibi diğer maddi olmayan olguların gizemini çözme başarısı, maddi olan ve olmayan varoluş arasındaki etkileşimlerin sırlarını anlamakta yatmaktadır.

Bir gökkuşağındaki renk bantlarının kaynağı, havada asılı halde duran su damlacıklarının kendileri değil, su damlacıkları ile etkileşen güneş ışınlarıdır,. Ancak, su damlacıklarının oluşturduğu kümenin konfigürasyonu ve hizalanması o şekildedir ki, damlacıklarda kırılıp renklerine ayrışan güneş ışınlarının bileşenleri, gökyüzünde düzgün ve uyumlu renk bantları oluşturmaktadırlar. Su damlacıkları bir şekilde rüzgar ya da buharlaşmaya bağlı olarak doğru konfigürasyonlarını kaybedince, o muhteşem gökkuşağı yavaş yavaş dağılmaya ve silinmeye başlar ve sonunda ortadan kaybolur. Güneş bulutların arkasına saklandığında da ay şey olur. Benzer şekilde, güneş ışığını direk olarak ve doğru bir açı ile alan bir nehir yüzeyi, dev bir elmas gibi parlar. Nehrin yüzeyindeki su damlacıklarının güneşli bölgeye girerken parlamaya başlaması, dışsal bir ışık kaynağının varlığını gösterirken, su damlacıklarının güneşli bölgeden ayrıldıktan sonra parlamalarının sona ermesi, o ışık kaynağının sürekliliğini gösterir.

[1] Talley, J., https://philosophynow.org/issues/101/What_Is_Life,  Erişim Tarihi: 1 Eylül 2017.

[2] Rosen, R. (1991). Life Itself: A Comprehensive Inquiry into the Nature, Origin, and Fabrication of Life. ISBN 978-0-231-07565-7.

[3] Schumacher, E. M., A Guide for the Perplexed, Harper & Row, New York, 1977, s. 19.

[4] National Academy of Sciences, HTTP://NATIONAL-ACADEMIES.ORG.

[5] Laughlin, R. B., A Different Universe – Reinventing Physics from the Bottom Down, Basic Books, New York, 2005, s. 173.

[6] How Did Life Begin: An Interview with Andy Knoll,” NOVA Science Programming, PBS, http://www.pbs.org/wgbh/nova/origins/knoll.html

[7] A.g.e.

[8] [8]http://statedclearly.com/videos/what-is-dna/ Erişim tarihi:1 Ekim 2017.

[9] https://www.edge.org/conversation/j_craig_venter-what-is-life-a-21st-century-perspective, Erişim Tarihi: 7 Temmuz 2017.

[10] John, E. R. (2001 June). A Field Theory of Consciousness, Consciousness and Cognition, 10 (2): 184-213. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/11414714

[11] Searle, J. R., The Rediscovery of the Mind, The MIT Press, Cambridge, MA, 9th basım, 2002, s. 32.

[12] Laughlin, R. B., A Different Universe – Reinventing Physics from the Bottom Down, Basic Books, (New York, 2005), arka kapak sayfası.

[13] A.g.e., Önsöz, s. xiv.

[14] A.g.e., Önsöz, s. xv.