İnsanın Gerçek Mahiyetini Anlamaya Doğru
Müsbet bilimler gözleme dayanır ve sorgulama ile gelişir. İlmin gelişmesinin önündeki en büyük engel ise şartlanmadır. Onun da kaynağı zamanla oluşan alışkanlıktır. İki şeyi her zaman birlikte görmeye alışan bir insan, zamanla bu iki şeyi birbirinin parçası veya birini diğerinin kaynağı olarak algılar, biri olmadan diğerinin olamayacağı hissine kapılır. Bu his zamanla ülfet peydâ ederek, gaflet perdesi altında iyice kalınlaşır. Ve Hazreti Bediüzzaman’ın ‘iktiran’ olarak nitelendirdiği bu kaskatı önyargıları kırmak, gerçekten çok zor olur.
Biz, kuvvet, sevgi, öfke ve hatta hayat, görme, işitme, vs. gibi çok şeyi ancak etkileri maddede görülünce algılayabiliyoruz. Ve tabii olarak, her şeyin kaynağının madde olduğu vehmine kapılıyoruz. Pek de sorgulamadan kendimizi içinde bulduğumuz bu önyargı, günümüzde de bilimlerin üzerine kurulduğu platformu oluşturmaktadır.
Bu makalede, evren ve içindeki varlıkların sadece madde (veya enerji)’den oluşmayıp, maddî ve mânevî (madde-dışı) pek çok unsurun karışımından meydana geldiğini, evrende bildiğimiz madde-enerji katmanı ile beraber çok sayıda madde-dışı katmanın bulunduğunu, tek katmanlı bakışın eşyayı –özellikle insan ve mahiyetini– anlamada yetersiz kalacağını gözlemlere dayanarak ortaya konulmaktadır. Gözlemlere dayanarak tüm varlıkların madde ve madde-dışı (mânâ) unsurlar karışımı olduğu izah edilmekte, ve evrenin aslında bildiğimiz madde-enerji katmanı ile beraber çok sayıda madde-dışı katmandan oluştuğu gösterilmektedir.
Madde, mânânın elbisesidir
Çevremizi ve varlıkları algılamamızda genellikle hepsi de maddeyle ilişkili olan beş temel duyumuza dayanırız. Maddesi olmayan bir şeyi (akıl ve sevgi gibi) göremeyiz ve yine maddesi olmayan şeylere dokunamayız. Bunun sonucu olarak maddeyi gerçek varlık, maddesi olmayan şeyleri de âdeta hayalî varlıklar veya maddî etkileşimlerin tezahürleri olarak görürüz. Aslında –atomaltı parçacıklardan galaksilere, mikroplardan insanlara kadar– madde olarak algıladığımız her şey, madde ve madde dışı olan mânâ karışımıdır. Her şey âdeta cisimleşmiş bir mânâlı kelime veya madde ve mânâ iplikleriyle dokunmuş bir kumaştır. Ve esas olan madde değil, mânâdır. Madde, mânâların aslında kendileri de mânâ olan beş duyumuz tarafından algılanmasını mümkün kılan kılıf veya elbisedir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Âlem-i cismânî bir tenteneli perde gibi, şûle-feşân gaybî avâlim üzerinde.”[1] “Mücessem lafz-ı manidardır âlemde her mevcut”[2] ve “Şu âlem-i maddiyat ve şehâdet ise, âlem-i melekût ve ervâh üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.”[3] Yani mânâ öz, madde ise kabuktur. Mânâ zaman ve mekân üstü, madde ise zaman ve mekâna ve dolayısıyla fizik kanunlarına tâbidir.
Maddenin temel yapıtaşında hayat, irade, şuur, görme, sevgi, ve güzellik gibi şeyler yoktur, ve temel yapıtaşlarında olmayan bütününde olamaz. Eğer varsa, bu başka yerden geliyor demektir. Elmasın hakikatı, ancak pırıltıların karbon atomlarından değil elmas dışındaki bir ışık kaynağından geldiği farkedilince anlaşılır. Varlıkların, bilhassa insanın, da hakikatı maddedeki hayat gibi onlarca madde-dışı pırıltıların maddenin parçacıklarından değil madde-dışı katmanlardan geldiği farkedilince anlaşılacaktır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Hakikî hakaik-i eşya, Esmâ-i İlahiyedir”[4].
Geçmişten günümüze “insan” problemi ve asıl çözüm
Yirminci yüzyılda bilimdeki büyük gelişmelere ve içinde bulunduğumuz zaman dilimine bilgi çağı denmesine rağmen “insan” büyük bir muamma olmaya devam etmektedir. İnsanların geçmiş davranışlarını anlamanın ve gelecek davranışlarını öngörmenin yolu, insanı ve âdeta büyük bir insan olan toplumu anlamaktan geçer. Bireylerin ve toplumların tepkileri öngörülenden ciddi farklılık arzediyor ve bizi şaşırtmaya devam ediyorsa, bu bizim insan ve insan topluluklarını tanımaktan hâlâ çok uzak olduğumuzu gösterir. Tıpta nasıl teşhis yanlış veya eksik olunca tedavi bir fayda sağlamıyor ve hastaların dertlerine bir çare bulunamıyorsa, özel ve sosyal hayatta da insanı yeterince tanımadan bireysel ve toplumsal problemleri çözmek mümkün değildir. O yüzden insan ve toplumların problemlerini çözmek ve onlara kalıcı huzur ve saadet sağlamanın başlangıç noktası, insanın mahiyetini doğru anlamak olmalıdır. Yoksa önerilen tüm çözümler ve yazılan reçeteler faydasız kalacak, hayal kırıklığı devam edecektir.
Geçtiğimiz asır biyolojik bilimlerde büyük gelişmelere sahne oldu. Biyoteknoloji bugün küresel ekonominin önemli lokomotiflerinden biri haline geldi. Bunun sonucu olarak artık insan bedenini çok daha iyi tanıyor, rahatsızlıklarını daha mükemmel teşhis ve tedavi edebiliyoruz. Hatta laboratuvarlarda bireylerin kendi genetik yapılarına uygun doku ve organların imal edilebileceği günler pek de uzak değildir. Ama kendini davranışlarla gösteren insan ruhu için aynı parlak tabloyu çizmemiz hiç mümkün görülmüyor. Yani insanın bedeni veya maddî yapısı ile ilgili bilimler hızla gelişip parlak bir gelecek tablosu çizerlerken, insanın ruhu veya manevî yapısı ile ilgili bilimler bu gelişmeleri geriden takip etmişlerdir. Bu manzara bile açıkça göstermektedir ki insanın manevî yapısı ile ilgili mevcut bilgiler büyük etapta eksik, yetersiz ve hatta geçersizdir. Yapılması gereken ilk şey, insanın mahiyetini kemikleşmiş önyargılardan ve ezberlerden arındırarak insanı doğru anlamaya çalışmaktır. Bunu da müsbet bilimin kaynağı olan gözlemlere dayanarak yapmalı ve bu konuda Bediüzzaman gibi keskin bakışlı düşünürlerin akıl süzgecinden geçmiş fikirlerinden istifade etmelidir.
Çağımızın temel problemi madde bağımlılığıdır. Ve temel yanılgısı da her şeyin kaynağının madde olduğu önyargısıdır. Mevcut bilimsel yaklaşımın da temelini oluşturan bu maddecilik fikri, bilimden ziyade bir inanç ve ideolojidir. İnsanı temelde bir madde külçesi olarak gören.. hâl, hareket ve hislerinin kaynağını maddenin etkileşimlerinin tezahürlerinde arayan bir yaklaşım, insanı anlamaktan uzaktır. İnsanı bir tesadüfler zinciri sonucu evrimleşerek teşekkül eden gelişkin bir hayvan türü olarak gören ve üzerine “bilimsel” kılıfı geçirerek koruma altına alınan bir bakış açısının da insanlığa sunabileceği pek bir şey yoktur. İnsanın bir hayvan türü olarak görüldüğü bir platformda insanlığın ulaşabileceği en yüksek nokta, “mutlu hayvan” noktasıdır. Bu da bedenin sağlıklı ve rahat olduğu, tüm ihtiyaçlarının giderildiği ve arzu edilen her şeye mümkün olduğunca ulaşıldığı bir duruma karşılık gelir. Bu mutluluk reçetesinin insanlar için ne derece geçerli olduğu tartışmalara açıktır.
İnsanın farklılığı ve gerçek kıymeti
Beden olarak bakıldığında insan ile hayvan arasında gerçekten de fazla bir fark yoktur. Hayvana nisbeten insan çok daha zekidir, birlikte yaşamaya muhtaçtır ve ihtiyaçlarını birbiriyle alış-veriş yaparak karşılar. O yüzden insanlar genellikle “akıllı hayvan”, “sosyal hayvan” ve “ekonomik hayvan” olarak tanımlanmışlardır. İnsanların hayvanlardan dikkat çekici diğer bir farkı da âlet kullanması ve bir şey yapmaya başlamadan önce gerekli tüm malzemeleri bir araya getirmesidir ki bu da hayal gücünü gösterir. Ancak insan ile hayvan arasındaki farklar bunlarla sınırlı değildir. Mesela insan geçmiş ve gelecek ile yakından ilgilidir. Ve idraki yani anlayış ve algılayışı tüm zamanları kapsayacak genişliktedir. Bedenen bulunduğu yerde içinde olduğu anı yaşarken hayalen, aklen veya kalben tüm zaman ve zeminlerde gezebilir, geçmiş ve gelecekten elem ve zevk alabilir, âdeta ruhen çok geniş bir zaman diliminde yaşayabilir. O yüzden bedenen cennet gibi bir hayat yaşıyorken, geçmişten gelen elemler ve gelecekten gelen korkularla, hayvandan farklı olarak, ruhen cehennem azabı çekiyor olabilir. Veya kendisi her bakımdan rahat ve mutlu iken, empati ile, başka insanların, bilhassa yakınlarının ızdırabı onun hazır keyfini kaçırır ve onların acısıyla gözyaşı döker. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “İnsan, her bir zîhayatla alâkadardır. Bu itibarla insan, her zîhayatın saadeti ile saidleşir ve elemleri ile müteessir olur. … Annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette vâlidelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur.”[5] Hayvanlar ise –şefkat hissiyle donandıkları annelik dönemleri hariç– acı içindeki hemcinsleriyle hemhal olmazlar, hayatlarını normal seyrinde devam ettirirler.
Maddesi itibariyle dünya evren içinde, insan da dünya içinde bir nokta bile değildir. Ama mânâsı yani ruhu itibariyle ve akıl, hayal, kalb ve istidat gibi manevî latîfe ve hisleriyle insanın öyle bir büyüklüğü vardır ki koca dünya, hayalinde bir nokta gibi kalır. İnsanın mânevî duyularıyla aldığı lezzetler de, elemler de –gelişmişliklerine bağlı olarak– bu büyüklükleriyle orantılıdır. İnsan ile hayvan arasındaki farkın büyüklüğü de maddede değil, mânâdadır. Bediüzzaman’ın ifadesi ile, “İnsanın her ferdi, birer nev’ gibidir. Zira nur-u fikir onun âmâline öyle bir vüs’at vermiş ki, bütün ezmanı [zamanları] yutsa tok olmaz. Sair envâın efradlarının mahiyeti, kıymeti, nazarı, kemâli, lezzeti, elemi ise cüz’î ve şahsî ve mahdud ve mahsur ve ânidir. Beşerin ise ulvî, küllî, sermedîdir.”[6]
Maddî uzuv veya organ olarak insanlar arasında pek bir fark yoktur. Hepsi âdeta birbirinin aynıdır. Kişilerin boy ve kiloları bir miktar farklılık arzetse de, bir insanın kıymeti ve hayattan aldığı lezzet ve elemlerin büyüklüğünün bedeninin büyüklüğü ile pek fazla bir alakası yoktur. Birisi için “büyük insan” dendiği zaman herhâlde akla kişinin boy veya kilosunun büyüklüğü gelmez. Manevî uzuvlar açısından ise iki insan arasındaki fark dünyalar kadar büyük olabilir. Mesela yavrusu için hayatını tehlikeye atan bir anne şefkat kahramanı olarak göklere çıkarılırken, masum bir yavruyu öldüren bir kişi de canavar olarak yerin dibine indirilir. Bir insan yüksek ahlâkî değerleriyle âdeta ilaç gibi topluma şifa olurken, bir diğeri hırs ve gadabıyla insanlığa zehir olabilir. Kısacası iki insan arasındaki fark iki hayvan türü arasındaki farktan çok daha fazla olabilir. Ve bu fark maddede değil, tamamen mânâda yani ruhtadır.
İnsan ile hayvan arasındaki en çarpıcı fark, sahip oldukları midelerin sayısındadır. Hayvanlarda bir, insanlarda ise birçok mide vardır. Acıktığımız zaman yediklerimizi öğüten hepimizin bildiği maddî mide, insanlarda da hayvanlarda da esas olarak aynıdır. Bu maddî midenin gıdası yeryüzünü âdeta müstesna bir sofraya çeviren envaı çeşit yiyeceklerdir. İnsanlardaki diğer mideler insan olmakla ilgili olup, hepsi mânevîdir. Mesela akıl bir midedir; gıdası bilgidir. Sevme hissi bir midedir; gıdası sevgidir. Cömertlik veya ikram hissi bir midedir; gıdası ikram etmek veya edilmektir. Maddî veya manevî tüm mideler beslendikçe büyür, aç kaldıkça da cılızlaşır. Tüm midelerin açlıkları azap, doymaları ise hazdır.
Bildiğimiz mideden beslenen maddî uzuvların büyümelerinde bir sınır vardır. Ama manevî uzuvlar için böyle bir sınır söz konusu değildir. Bazen hırs veya düşmanlık gibi tek bir his o kadar gelişir ve kök salar ki âdeta tüm insana hükmeder. Bedendeki maddî uzuvların hepsi iyidir ve bir faydaya yöneliktir. İstidat ve kabiliyet tohumları olarak insan fıtratına ekilen manevî uzuvlar için de iyilik esastır. Fakat bunların terbiyesi insanın iradesine tâbidir ve bunlardan hangileri sulanıp beslenirse ancak onlar gelişir. Diğerleri kuru bir tohum gibi uyumaya devam eder. Hatta suistimal edilip yanlış yönlendirilirse zehirli meyveler verir. İnsan bedeni bir bahçenin toprağı gibidir. Bahçenin kıymeti toprağından ziyade üzerinde büyüyen bitkilerin kıymeti ile orantılıdır.
Madde-odaklı ve esmâ-odaklı bakış açıları
Materyalist dünya görüşü insan dahil her şeyin büyük patlama ile başlayan bir tesadüfler zinciri sonunda meydana geldiğini ve madde-enerjiden ibaret mânâsız varlıklar olduğunu iddia eder. Bediüzzaman ise maddenin mânâ âlemleri üzerine serpilmiş bir tül olduğunu ifade eder ve eşyanın hakikatinin esmâ-i ilâhiyeye dayandığını söyler. Kâinata bir kitap yerine mürekkepli kâğıt yığını olarak bakarak varlık âleminin mahiyetini anlamak mümkün değildir. Bediüzzaman’a göre gerçek marifet, kâğıt ve mürekkebi aşıp yazıları anlamaktır.
Bediüzzaman, materyalist felsefe ve Kur’ân odaklı felsefenin bakış açılarını On İkinci Söz’de bir san’at harikası olan kâinatı mücevherlerle yazılmış bir Kur’ân’a benzeterek izah eder. Bu risalede varlıkların kâinat sayfalarında kudret (madde-enerji) kalemiyle yazılmış âyetler olduklarından bahseder ve her bir varlığın o sayfalarda mânâlı bir harf olduğunu ifade eder. Varlıklara da mânâ-yı harfî nazarıyla yani sanatkârları hesabına bakmanın önemine vurgu yapar. Bediüzzaman’a göre varlıklara mânâ-yı ismî nazarıyla yani kendi hesaplarına bakmak, mânâsız şeylerle iştigaldir ve ilim değil cehildir.
Bilimde en yaygın önkabullerden biri, her şeyin kaynağının madde olduğu görüşüdür. Bu görüş milattan öncesine Stoik filozoflara dayanır ve içinde bulunduğumuz modern çağda doğruluğu sorgulanmayan gerçeklerin başında gelir. Hayret verici olan şudur ki bu fikir hiçbir zaman test edilmemiştir; o yüzden bilimsel bile değildir. Büyük patlama teorisi de bilimden ziyade inanç olan bu “sırf madde” evren fikrinin kök salmasına yardımcı olmuştur.
Bilimsel tezlerde ilk şart, tezin gözlemler ve mevcut bilimsel deliller ile uyumlu olması ve gerekli testleri geçmesidir. Fakat her şeyin madde ve sadece maddeden yapılmış olduğu fikri en basit testleri bile geçemez. Mesela birbirinin aynı olan iki gül, birisi ezilip çamur hâline getirildikten sonra bile madde olarak birbirinin aynıdır. Ama bu ikisi çok farklıdır. Ve güzellik, sanat ve düzen gibi bütün bu farklar madde olmadığına göre madde dışı yani mânâdır.
Bediüzzaman, kâinat ve varlıklar hakkındaki madde (veya enerji)’den oluşan tek boyutlu görüşe hiç rağbet etmemiş, edenleri de eleştirmiştir. Kendisine yöneltilen “Sen necisin, bu meşâhîre karşı meydana çıkıyorsun? Sen, bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına karışıyorsun!” itirazına da “Onları gark eden madde, ayağımı da ıslatamadı.”[7] karşılığını vermiştir. Bediüzzaman’a göre madde-enerji, sadece “Kadîr” isminin bir tecellisidir. Madde-dışı tüm vasıflar ise diğer mukaddes isimlerin yansımalarından ibarettir. Mesela canlılık “Hay” isminin, karakter “Ferd” isminin, şefkat “Rahîm” isminin, faydalılık ve bir gayeye yönelik olma “Hakîm” isminin tecellileridir. Bediüzzaman böylelikle tüm mevcudatı esmâ-i ilâhiye ve dolayısıyla Allah ile irtibatlandırır:
“Her şeyden Cenâb-ı Hakk’a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcudatın hakâiki, bütün kâinatın hakikati; esmâ-i ilâhiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmâya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, sanatlar dahi, her biri birer isme dayanıyor. Hattâ hakikî fenn-i hikmet, “Hakîm” ismine ve hakikatli fenn-i tıb “Şâfî” ismine ve fenn-i hendese “Mukaddir” ismine ve hâkezâ her bir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünûn ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insâniyenin hakikatleri, esmâ-i ilâhiyeye istinad eder. Hattâ muhakkikîn-i evliyânın bir kısmı demişler: “Hakikî hakâik-i eşya, esmâ-i ilâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakâikin gölgeleridir. Hatta bir tek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i ilâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir.”[8]
Bediüzzaman, tüm varlıkların Allah’ın isimlerini yansıtan aynalar olduklarını, esmayı en kapsamlı ve en parlak tarzda gösteren aynanın da insan olduğunu söyler. Ve insanları kendilerini okumaya davet eder:
“İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-yı ilâhiyeye aynadarlık eder. Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’nın başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Meselâ: Yaratılışından Sâni’, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Latîf isimlerini ve hâkezâ… Bütün âzâ ve âlâtı ile, cihâzât ve cevârihi ile, letâif ve mâneviyatı ile, havâs ve hissiyatı ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmâda bir ism-i âzam var, öyle de o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.
Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku… Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var![9]
Bu ifade, bazen yanlış anlamalara sebep olan “Allah insanı Rahmân suretinde yaratmıştır.” hadisini ve Hristiyan âlemindeki karşılığı “İnsan Allah’ın imajında yaratılmıştır.” sözünü de izah etmektedir.
Varlıklara yeni bir bakış
Mânâ veya madde-dışı varlıklara ışık tutmak için bir çok basit zihinsel deneyler yapabiliriz. Mesela 99 gram kâğıt ve 1 gram mürekkepten oluşan 100 gramlık bir kitabı göz önüne alalım, ve bunu üzerine rasgele 1 gram mürekkep dökülmüş 99 gram kağıt ile karşılaştıralım. Madde olarak, 100 gramlık bir kitap ile 100 gramlık mürekkepli kağıt arasında hiçbir fark yoktur. Bunları madde tahlili yapan bir laboratuvara göndersek, her ikisi de aynı tahlille geri gelir. 100 gramlık kitap ile 100 gramlık mürekkepli kağıt madde olarak aynı olduğuna göre, bunların aralarındaki her fark mânâ ile alakalıdır, ve dolayesi ile manevîdir. İşte kitap için mânâ denen şey, kağıt ve mürekkep dışındaki herşeydir. Kitap görünüşte mürekkep ve kağıttan oluşan, gözle görülen ve elle tutulan maddî bir varlıktır. Ama aslında kitabı kitap yapan içindeki mânâlardır, ve kitabın maddesi manevî varlığı olan mânâsı yanında bir hiç gibi kalır. Zaten son yıllarda gittikçe yaygınlaşan ve onlarcası bir tek CD’ye veya flashcarda sığan elektronik eKitapların ne kağıdı vardır, ne de mürekkebi. Kelimeler adeta ekran sahifelerinde ışığa dönüştürülen elektrik enerjisiyle istenilen renkte yazılıp bozulabilmektedir. Hatta denilebilir ki kitap denen şey mânâların sahifelerde görünmesini sağlayan bir perdedir, bir ekrandır, bir kılıftır, bir dürbündür.
Madde ve mânâ ilişkisini anlamaya yardımcı olacak diğer bir örnek de güldür. Şöyle ki: birbirinin tamamen aynı olan iki gül alalım. Bunlardan birisini iyice ezerek çamur haline getirelim. Sonra da bu iki gül arasında bir fark olup olmadığını soralım. Herhâlde böyle bir soru çok tuhaf bulunur. Ve gülün bir parça çamur ile mukayese edilemeyeceği söylenir. Ancak gül ile onun çamur ikizi bir kimya laboratuvarına gönderilecek olursa, her ikisinin eşdeğer olduğu raporu gelecektır. Yani madde olarak, bir gül ile onun ezilmesinden oluşan çamur arasında hiçbir fark yoktur. Ama bunlar farklıdır ve aralarındaki fark madde olmadığına göre tamamen mânâdır. (Hiç kimse herhâlde bunlar madde olarak aynı şeydir diye gül yerine gül çamuru vermeyi düşünmez). Demek gülün çamurunda olmayan her özellik ve hasiyet mânâ ile alâkalıdır. Ve mânâsı yanında gülün maddesinin kıymeti neredeyse bir hiçtir. Yani gülü gül yapan maddesi değil, o maddede tezahür eden mânâdır. Gül âdeta bir mânâ taşıyıcısıdır. Ve güzel mânâlar göndermek istendiğinde akla gelen ilk şey güldür. Gülü alan kişi de gülün maddesini değil, gönderilen güzel mânâları alır ve hisleriyle masseder ve zevkeder. Tabi yanlışlıkla, gözü maddeden başka bir şey görmeyen, mânâdan habersiz birilerinin eline geçmezse (inek veya eşek gibi)… İşte insan ile hayvan arasındaki en temel fark, bu tür yüzlerce manevî hisler ve midelerdir. Yani hayvanda bir, insanda ise yüzlerce mide vardır. Ve bunların biri hariç hepsi mânâ ile alakalıdır. O yüzden yemek için yaşamak, aslında insanlıktan istifa etmektir.
Gülü güzel yapan herhâlde atomlarındaki güzellik değildir. Zira canlı bir güldeki bir hidrojen veya azot atomu ile ezilip çamur hâline getirilmiş bir güldeki hidrojen veya azot atomu tamamen aynıdır (elmas ile grafitteki karbon atomlarının aynı olması gibi)… Parçalarında olmayan bir şey bütününde olamayacağına göre (korunum kanunu), gülün güzelliği kendisinden yani maddesinden değil, dışarıdan gelir (aynen elmasın göz kamaştıran pırıltılarının dısarıdaki bir ışık kaynağından geldiği gibi). Gül ve diğer güzel şeylerin özelliği, bu güzelliği alıp yansıtabilmeleridir (aynen elmasın özelliğinin ışığı alıp büyüleyici bir şekilde yansıtabilmesi olduğu gibi). Bu da evrende madde (ve zaman) ile ilgisi olmayan yaygın bir güzelliğin ve dolayısıyla bir güzellik katmanının olmasını gerektirir. Eski Yunanlılar bile bu mânâyı hissetmişler ki bu katmanı “güzellik tanrıçası” Venüs veya Aphrodite olarak kutsallaştırmışlardır.
Başka bir örnek olarak da bir sineği gözlemleyelim. Diğer canlılar gibi, sineğin de temel yapıtaşları hidrojen, oksijen, azot ve karbon atomlarıdır. Bunlar da diğer atomlar gibi elektron, proton ve nötronlardan oluşur. Yani tüm varlıklar, canlı olsun cansız olsun, atomlardan (veya elektron, proton ve nötronlardan) yapılmışlardır. Ve bu temel yapıtaşlarını bir arada tutan harç da kuvvetlerdir. Şimdi yeni ölmüş bir sineği canlı bir ikizi ile yan yana koyup karşılaştıralım. Ölümle madde kaybı veya kazancı olmadığı için, bu iki sinek madde olarak birbirinin aynıdır. Hatta eğer canlı sinek hareketsizse, canlıyı ölüden ayırmak epey zordur. O zaman diyebiliriz ki canlı ve ölü sinek arasındaki her fark, –hayat, görme, işitme, nizam, güzellik, şuur, sevgi, vs.– madde-dışıdır, yani mânâdır.
Şimdi “esmâ” odaklı bakışın delilleri olan veya eşyanın esas kaynağı da diyebileceğimiz mânevî pırıltı ve katmanlardan birkaç örnek verelim:
Hayat
Canlıların temel yapıtaşı olan atom veya moleküllerde “hayat” diye bir unsur yoktur. Yapıtaşında olmayanın bütününde olamayacağına göre, hayat, madde olamaz. O halde hayat, madde-dışı bir şeydir, yani mânâdır, zaman ve mekâna tâbi değildir. O zaman evrende yaygın bir “hayat” katmanı vardır. Ve bu hayat ışığını alabilen her şey, –maddî vücudu olsun veya olmasın– canlıdır.
Gözlemler, dünyadaki tüm canlıların ortak vasfının su içermeleri olduğunu gösteriyor. Bu yüzden başka gezegenlerde hayat aramak, su arayarak yapılır. Ama su, hayatın kaynağı değildir ve olamaz. Çünkü iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşan su molekülünde hayat diye bir şey yoktur. Ve suyun kendisinde olmayan bir şeyin kaynağı olduğu iddiası abestir (aynen rengârenk pırıltılarıyla göz kamaştıran elmasın, ışık kaynağı olduğu iddiası gibi veya televizyon âletinin, ekranında görülen görüntülerin kaynağı olduğu iddiası gibi).
İrade
Büyük patlama ile öngörülen maddî evrende her şey fizik kanunlarına tâbidir ve dolayısıyla canlı veya cansız her şeyin hangi hareketi yapacağı önceden bellidir. “Determinizm” olarak bilinen bu felsefik görüşe göre fizik kanunlarını ihlal anlamına gelen “irade” diye bir şey olamaz. Zaten maddenin yapıtaşlarında irade diye bir unsur yoktur. Ancak iradenin varlığı gözlemlerle sabittir, ispatlanabilir ve dolayısıyla bilimsel bir gerçektir. Cansızlarda fizik kanunları tam hâkimdir ve cansız maddelerin bir etkiye nasıl tepki vereceği önceden bellidir. Ancak kast ve irade sahibi canlılarda durum böyle değildir. Bu gözlem bile tek başına evrenin yalın madde-enerjiden oluştuğu önkabulünü yıkmaya yeterlidir. Zaten madde-dışı bir irade boyutu olmasaydı, gelecek net olarak bilinecekti ve insanlar âdeta şuursuz robotlar gibi olacaktı. Ve de yaptıklarından sorumlu olmayacaklardı (aynen arızalanan bir robotun sebep olduğu zarardan sorumlu tutulamayacağı gibi).
Maddeye olan bu çakılmışlık önde gelen birçok düşünürü zor durumda bırakmıştır. Mesela Albert Einstein fiziğe olan kesin inancı yüzünden katı bir determinist oldu ve insanların bile serbest iradesinin olmaması gerektiğini ifade etti: “İnsanların hareketleri bilardo topu, gezegenler ve yıldızların hareketleri kadar önceden bellidir. İnsanların hareketleri kontrolleri dışında fizik ve psikolojik kanunlarca belirlenir. Bir böcek için de belirlenmiştir, bir yıldız için de. Hepimiz –insanlar, bitkiler veya kozmik toz– görülmez bir müzisyenin uzaklarda ahenkle çaldığı esrarengiz bir nağmeye dansediyoruz.”[10] Esmâ açısından bakılınca irade, şuur sahibi canlılarda madde-dışı “Mürid” isminin bir tecellisi olarak görülür ve problem kendiliğinden hallolur.
Fizik kanunları
Kanun ve kurallar tüm dünyada düzen ve huzurun temelleridir. Ve bu, evrende de böyledir. Mesela sadece yerçekimi kanunu iptal oluverse her şey havada uçuşmaya başlar ve tam bir kaos olur. Bir ülkedeki kanunlar o ülkede yaşayanların genel iradesini, evrendeki kanunlar da tüm evrende hükümferma olan evrensel iradeyi yansıtır. Ülkelerde polisiye kuvvetler bireylerin kanunlara itaatini sağlar. Evrende ise bu işi evrensel kuvvetler ve etkiler yapar (yer çekimi kuvvetinin dünyada her şeyin yerçekimi kanununa itaatini sağlaması gibi).
Kanunlar, madde değildir. Ve o yüzden de zaman ve mekân sınırlamalarına tâbi değildir. Böylelikle her yerde geçerlidir ama hiçbir yerde değildir. Einstein’in ifadesiyle “Evrenin kanunlarında bir ruh tezahür eder.”[11] Maddenin her zerresinin tüm kanunlara tam itaati ve kanunların ancak maddedeki tezahürüyle görülüp bilinmesi, kuvvet gibi, kanunların da kaynağının madde olduğu önyargısını oluşturmuştur. Ama maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya dalgalarda kanun diye bir unsur yoktur (aynen kanunlara itaat eden insanların vücutlarında “kanun” maddesi diye bir unsur olmaması gibi). Hatta denebilir ki evrendeki tüm kütle yok olsa da kütlelerin çekim kanunu; hiçbir ısı iletimi olmasa da (tüm evrenin aynı sıcaklıkta olması durumu gibi) ısının iletimi kanunu geçerlidir (aynen bir ülkede belli bir yılda hiç gelir vergisi toplanmamış olsa bile vergi kanununun gelirin veya gelir üreten insanların parçası olmamasından dolayı o ülkenin tamamında hâlâ geçerli olması gibi).
“Değişik Bir Evren” adlı kitabında, 1998 Fizik Nobel Ödülü sahibi Robert Lauglin, fizik kanunlarının kaynağının mikro âlemde olmadığını, makro âlemde hiç yoktan tezahür ediverdiğini ifade eder: “Fiziğin en temel kanunları (Newton’un hareket kanunları ve Kuantum mekâniği gibi) aslında tezahürseldir. Bu kanunlar büyük madde yığınlarının özellikleridir. Ve onların kesinliği çok yakından tetkik edildiğinde, hiçlik içine kayboluverirler.”[12] Başka bir ifadeyle, fizik kanunları hükmettikleri maddeden kaynaklanmazlar; onlar dışarıdan bir yerden geliverirler (yani bildiğimiz madde-enerji evreni dışından). Hava durumu gibi bazı basit organizasyon fenomenlerini inceledikten sonra şu kanaate varır: “Bu basit durumlarda biz ispat edebiliyoruz ki organizasyon kendine has bir mânâ ve hayat kazanabilir ve kendisini oluşturan parçalarına nüfuz etmeye başlayabilir. O yüzden fizik biliminin bize söylemesi gereken şey bütünün parçalarının toplamından fazla olmasının sadece bir kavram değil fiziksel bir fenomen (hâdise) olduğudur. Tabiat sadece mikroskopik kurallar tabanı tarafından değil, aynı zamanda güçlü ve genel organizasyon prensipleriyle düzenlenmektedir.”[13], “Fizik kanunu genellikle yalın düşünceyle öngörülemez, deneysel olarak keşfedilmesi lazımdır.”[14] Bunlar, gözlemlere dayalı olarak, bütünün Büyük Patlama kaynaklı madde-enerjiden oluşan parçalarının toplamından daha fazla olduğunu tesis eden çok kuvvetli ifadelerdir. Bediüzzaman da buna şöyle işaret eder: “Evet, mecmûda bir hüküm bulunur, ferdde bulunmaz.”[15] O hâlde bütündeki “fazla”lar madde-dışı veya mânâ olmak ve Bediüzzaman’ın “esmâ” olarak tabir ettiği madde-dışı evrenlerden gelmek zorundadır.
Karakter ve ferdiyet
Elementlerin temel yapı taşı olan atomlar, elektron, proton ve nötronlerdan oluşur. Ve evrende bir kısmı tabii olarak bulunan, bir kısmı da laboratuvarda füzyon ile üretilebilen 100’den fazla element vardır. Bu elementlerin temel farkı çekirdeklerindeki proton sayısıdır. Mesela hidrojen atomunda 1, karbonda 6, demirde 26, altında 79 proton vardır. Ama tüm protonlar birbirinin aynıdır (aynen pirinç taneleri gibi). Şimdi düşünelim: Eğer 6 pirinç tanesini birlikte sıkı sıkı bağlayınca 6’lık bir pirinç dizesi yerine bir mısır tanesi, 26 tanesini bağlayınca bir bakla ve 79 tanesini bağlayınca bir fındık oluyorsa, bunda bir iş var demektir. Veya 6 beyaz adam bir araya gelip kenetlenince dev bir zenci adama ve ayrıldıkları zaman da tekrar 6 beyaz adama dönüyorlarsa… Daha da acaibi, iki mühendis kenetlenince bir tıp doktoruna ve üç mühendis kenetlenince bir avukata dönüyorlarsa… Herhalde “pes” deriz.
Karbon, demir ve altının karakterleri birbirinden çok farklıdır. Ama belli ki bu karakterler protonların kendilerinden gelmiyor. Çünkü protonlarda ne karbon karakteri vardır, ne demir, ne de altın. Hatta öyle görülüyor ki karbon veya demiri altına çevirmek gayet mümkün. Bunun için yapmamız gereken tek şey, nükleer santrallerde uranyum atomunu parçaladığımız gibi karbon veya demir atomlarını parçalayıp açığa çıkan protonları 79’luk gruplar hâlinde bir araya getirmek.
Benzer şekilde, iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomu bir araya getirilirse, bu bir gaz karışımı olur ve karışım hidrojen ve oksijenin özelliklerini taşır. Ama iki hidrojen ve bir oksijen kimyasal bir bağ ile birbirine bağlanırsa, özellikleri tamamen değişik olan “su” oluşur. Kimyasal bağları sağlayan kuvvette su veya başka bir bileşik madde karakteri olmadığına göre, bileşimlerin karakterleri nereden geliyor? Öyle görülüyor ki evrende karakterin kaynağı madde-dışı yaygın bir ferdiyyet katmanı vardır. “Ferd” ismi tüm varlıklarda güneş gibi parlamaktadır.
Sevgi ve şefkat
Kâinatta sevgi ve sevginin muhtelif çeşit ve derecelerinin varlığı konusunda herhalde kimsenin bir şüphesi yoktur. Hatta Bediüzzaman, sevgiyi yaratılışın mayası olarak görür: “Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın râbıtasıdır.”[16] Sevgilerin de en hâlisi ve en yücesi her türlü maddî ve manevî menfaat duygularından arınmış olan şefkattir. Kâinatta yaygın bir anne şefkatinin varlığı gözlemlerle sabittir ve “tabiat ana” tabiri bu gerçeğin bir ifadesidir. Bediüzzaman, vahşi hayvanlarda bile görülen bu şefkate işaret eder ve dikkatleri bu şefkat pırıltılarının kaynağına çevirir: “[Rahmet] hatta ağacın başındaki yuvada kanatsız, zayıf kuşçuklara annelerini emirber nefer gibi gezdirir, rızıklarını getirttirir. Ve aç bir arslanı yavrusuna musahhar eder, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna yedirir.”[17]
Şefkat hissinin gıdası şefkat etme ve edilme, yani şartsız ve karşılıksız sevme ve sevilmedir. O yüzden maddî menfaat ve maddî hazlara dayalı materyalist felsefede şefkat diye birşey yoktur ve olamaz. Neticede en ulvî bir his olan şefkat, en süflî bir his olan maddî cazibe yani şehvet ile karıştırılmıştır ve bu derin yanılgı bilim diye takdim edilmiştir. Şefkat en parlak tarzda annelerde tecelli eder ve onları âdeta cisimleşmiş şefkate çevirir. Ancak insanların temel yapı taşları olan hücrelerinde “şefkat” diye maddî bir unsur yoktur. Dolayısıyla varlığı tecrübelerle sabit olan şefkat madde değil mânâdır. O hâlde kâinatta zaman ve mekân üstü yaygın bir şefkat katmanı vardır. Ve en şefkatli varlıklar, bu katmandan gelen şefkat ışınlarını bir elmas gibi en yoğun tarzda alıp yansıtabilenlerdir. Bediüzzaman’a göre varlığı apaçık görülen bu şefkat âlemi ‘Rahîm’ isminin bir cilvesidir: “Kâinatta hadsiz rahmetin mevcudiyeti ve hakikati, aynen güneşin ziyası gibi görünür.. ve ziyanın güneşe kat’î şehâdeti misillü bu geniş rahmet dahi, perde arkasında bir Rahman-ı Rahîm’e şehadet eder.”[18] Yine der ki: “Bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-yı tecelli-i rahmettir.”[19]
Karşılıksız vermek
İnsanlarda en sevilen hasletlerden biri cömertlik ve ihsandır. Herkes, kendisine ikram edilmesinden hoşlanır ve ikramın büyüklüğüyle orantılı bir lezzet alır. Bu lezzetin hem anlık olan bir maddî boyutu –ki bu hayvanlarda da vardır–, hem de insanlara has olan zaman üstü mânevî bir boyutu vardır. Mesela hediye edilen bir paket çikolatadaki en büyük lezzet onları yerken damakta oluşan geçici lezzet değil, o paketi alırken kalbde oluşan ve beraberinde sevgiyi, düşünceyi ve teşekkürü getiren ve akla geldikçe ve düşünce ile eşelendikçe tazelenen kalıcı lezzettir. Yoksa verilen çikolatalara saldırıp onları oburca yemek âdeta hayvanlıktır. Bir demet gül bir öküz için bir anlık bir yeme lezzetinden öte bir şey değildir. Ama aynı gül demeti bir insan için –maddî lezzet boyutu bir hiç olmasına rağmen– taşıdığı mânâlardan dolayı tükenmez bir lezzettir. Bu geniş insanlık boyutunun farkında bile olmayıp hayvanlar gibi hayatını anlık fizikî lezzetler peşinde koşarak geçirmek ise bir mahrumiyettir ve insanlık hâsiyetlerinin israfıdır.
Maddî açıdan bakıldığında karşılıksız vermek kişinin menfaatine zıttır ve dolayısıyla aptallıktır. Bu, hayatın gayesini “menfaat sağlamak” ve ilişkilerin temelini “ortak menfaat” olarak gören materyalist düşünceye tamamen zıttır. Görünüşte alan kârda, veren ise zarardadır. Ama cömert insanların verdikçe aldığı ve kendini “verme zevki” olarak hissettiren mânevî bir haz vardır. Cömertlik, insanlarda en ulvî hislerden biridir ve bu hissin gıdası vermek, yani ikram etmektir. Vererek gıdalanan bu mânevî mide verdikçe büyür ve gelişir; ve insan için tükenmez bir lezzet kaynağı olur. Veren kişinin insanlık hasebiyle aldığı lezzet, alanların memnuniyetlerinin toplamından büyüktür. Başkalarını memnun etme hisleri, yani insanlık mideleri gelişen kişiler için ikram etmek ve bir güzel söz veya bir tebessümle bile olsa başkalarını memnun etmek, dâimî bir lezzet ve memnuniyet kaynağıdır.
İlim
Bediüzzaman, varlıkların maddî vücutlarıyla beraber onların âdeta ilimle örülmüş matrisleri olan ilmî vücutlarını da nazara verir. Gözlemlerle sabittir ki atomdan galaksilere her şeyin madde-dışı sağlam bir ilmî yapısı vardır ve her şey âdeta bir ilim ağı ile örülmüştür (hücre ve cep telefonu gibi). Bilimsel çalışma denen şey varlıkların bu ilmî vücudunu tam ve doğru olarak ortaya çıkarma gayretlerinden ibarettir. Bu da varlıkların yapısındaki ilim pırıltılarını gözlemleyerek, pırıltıların kaynağı olan evrensel ilim güneşini akıl gözü ile görmek ve göstermekle yapılır. Meselâ bir hücrenin kütlesi bir gramın milyarda biri kadardır. Ama yok denecek kadar küçük olan o hücrede gözlenen ilim, ciltler dolusu kitapları doldurmuştur. O yüzden bir hücrenin maddî vücudu ilmî vücudunun yanında âdeta bir hiçtir. Hücre âdeta bu bilgilerin tecessüm etmiş hâlidir.
Evrende her şeyin ilim ile yapılıyor olması ve âdeta varlıklardan ilim ışıldaması evrende her şeye nüfuz eden yaygın bir ilim ışığının varlığını gösterir (aynen elmastaki ışık pırıltılarının çevrede yaygın bir ışık âleminin varlığını göstermesi gibi). Ancak varlıkların temel yapıtaşlarında “ilim” diye maddî bir unsur yoktur. Ve dolayısıyla varlığı konusunda hiçbir şüphe bulunmayan ilim madde değil, mânâdır. Ve evrende yerçekimi kuvveti gibi her şeye nüfuz eden ve zaman ve zemin üstü yaygın bir ilim katmanı vardır. Bu madde-dışı (mânâ) ilim katmanından gelen ilim ışığı bildiğimiz ışıktan farklı olarak maddî beden gözü ile değil, mânevî akıl gözü ile algılanabilir. Bediüzzaman bu nuranî âlemi “Alîm” ismiyle irtibatlandırır: “İlmin her delili, Zât-ı Alîm’in mevcudiyetine dahi delildir. Sıfatın mevsufsuz olması muhâl ve imkânsız olmasından bütün hüccetleri, Alîm-i Ezelî’nin vücûb-u vücûduna kuvvetli ve gayet kat’î bir hüccet-i kübrâdır [büyük bir delildir].”[20]
Beş duyu ve ötesi
İnsanlarda görme, dokunma ve koklama gibi madde ile alâkalı beş temel duyu ile beraber şefkat, adalet, şevk ve hatta altıncı his gibi madde ile direk alâkası olmayan sayısız duygular vardır. Çevremizi ve varlıkları algılarken genellikle göz ve kulak gibi beş temel duyu organımıza ve onların bağlandığı merkez olan beyne dayanırız. Varlık âlemini madde ile sınırlamanın bir sonucu olarak da beş temel duyuyu maddenin işi, diğer hisleri de maddî etkileşimlerin tezahürleri olarak görürüz. Bu bakış açısının sonucu olarak da her maddî varlık gibi kimyasal elementlerden oluşan insan beynine bir harikalık atfederiz ve beyni anlamaktaki acizliğimizi itiraf ederiz. Aslında bizim anlamadığımız beyin değil, eşyanın hakikatidir. Beynin müphemliği maddesinden değil, onun tüm tutarsızlıklarımızı ve cahilliğimizi içinde sakladığımız kapalı bir kutu olarak kullanılmasındandır.
Mesela görme olayına bakalım. Gözlerimiz açıkken gördüğümüze ve kapalıyken görmediğimize dayanarak hemen “Görme olayını gerçekleştiren gözdür.” sonucuna varabiliyoruz. Aslında bu sonuç görme için gözlüğe bağımlı birinin gözlüksüz göremediğine dayanarak “Gören, gözlüktür.” demesinden pek de farklı değil. Kaldı ki rüyada gözlerimiz kapalı olduğu hâlde gayet net olarak görebiliyoruz. Olaya biraz daha bütüncül bakanlar, göz ile beraber görme sinyalini beyindeki görme merkezine ileten sinirleri de dikkate alarak, görmenin harika bir tarzda beyindeki görme merkezinde oluştuğunu söylerler. Yani görme oluverir. Beyin burada cahilliğimizi örten siyah bir örtü olarak kullanılmaktadır. Başka bir ifadeyle, beyin âdeta tüm bilgileri yutan ve bilginin bile kaçamadığı bir karadeliğe dönüştürülmüştür. Ancak beyindeki görme merkezi denen şey, görme sinirinin bittiği noktadan başka bir şey değildir. Görme merkezi dahil tüm beynin temel yapıtaşı ise elementler, onların da temel yapıtaşları elektron, proton ve nötronlardır. Yani bir odun parçasında ne varsa, beyinde de o vardır. Beyindeki yüklü parçacıkların akışından oluşan elektrik akımları ise bir bilgisayar işlemcisindeki elektrik akımından farklı değildir.
Göz ve beynin yapıtaşlarında “görme” diye bir unsur yoktur ve parçalarında olmayan bir şey bütününde de olamaz. Eğer varsa, başka bir yerden geliyor demektir. Göz ve beyin karbon, hidrojen ve oksijen gibi atomlardan oluşur. Aynı atomlardan oluşan bir ekmek parçasının görme kabiliyeti ne kadar ise, göz veya beynin görme kabiliyeti de o kadardır. Göz-sinir-beyin üçlüsünün yapıtaşları olan hücrelerde “görme” diye maddî bir unsur yoktur. Ve dolayısıyla varlığı tecrübelerle sabit olan “görme”, madde-dışı, yani mânâdır. O hâlde kâinatta zaman ve mekân üstü yaygın bir “görme” katmanı vardır. Ve mânevî bir elmas gibi, bu katmandan gelen görme ışınlarını alıp yansıtabilen varlıklar da gören varlıklardır. Bediüzzaman’a göre bu görme âlemi, “Basîr” isminin bir tecellisidir.
Göz veya görme merkezinde bir arıza olunca görmenin olmaması, görmenin kaynağının bu organlar olduğunu göstermez (aynen gözlük bağımlıları için görmenin kaynağının gözlük olmadığı gibi). Yani göz için gözlük ne ise, görme için de göz-sinir-beyin kombinasyonu odur. Öyle görülüyor ki görme merkezi denen şey, bir mânâ olan görme hâsiyetinin beyinde yansıdığı veya tecelli ettiği noktadır. Başka bir tabirle, beyindeki görme merkezi, beden ile ruhun görme hâsiyetinin kaynak noktasıdır ve maddeden mânâya bir geçiş köprüsüdür.
Keza, parfümler ve tüm güzel kokulu çiçekler yine hidrojen, oksijen ve karbon gibi atomlardan oluşurlar. Ve bu atomların hiçbirinde “koku” diye bir unsur yoktur. Suyun yapısındaki hidrojen atomu ile bir çiçeğin yapısındaki hidrojen tamamen aynıdır. Ve tüm atomlar; elektron, proton ve nötron parçacıklarından yapılmıştır. O zaman koku, çiçeğin veya parfümün neresindedir? Hatta pis kokulu şeyler de aynı temel parçacıklardan oluşurlar. Öyle görülüyor ki koku maddede tezahür eder, madde ile taşınır, ama madde değildir. O halde koku madde-dışı yani mânâdır. Ve her molekülün kendine has bir koku alıp yansıtma özelliği vardır. Ancak kokunun kaynağı atomların dizilişi değildir (aynen elmasta pırıltıların kaynağının, karbon atomlarının bir kristal tarzında dizilmeleri değil, dışarıdan gelen ışığın olması gibi. Burada yanılgının kaynağı, Bediüzzaman’ın “iktiran” olarak tabir ettiği iki şeyin beraber meydana gelmesi veya bulunması ve bunların birbirine illet zannedilmesidir. Yani biri gidince ötekinin de gitmesi ve dolayısıyla birinin diğerinin kaynağı olduğu şeklindeki şartlanmadır.
Benzer şeyler “tat” için de söylenebilir. Mesela elmadan portakala kadar tüm meyveler aynı atomlardan yapılmışlardır. Ama tatların meyvelerdeki atomlarla hiçbir ilgisi yoktur. Yani oksijen ve hidrojenin kendine has bir tadı ve bu iki elementin bileşeni olan suyun da bu karışımı andıran ara bir tadı yoktur. O yüzden hiç kimse organik bir molekülün yapısındaki atomlara bakıp tadını tahmin edemez. Belli ki tat da değişik atom dizilimlerinde değişik şekilde yansıyan –ama atomlarla direk bir irtibatı olmayan– bir mânâdır ve tat ancak tecrübe ederek bilinebilir. Hayatında ilk defa tuz gören bir kimyacı tuzun yapısındaki atomlara bakarak tuzun birçok kimyasal özelliğini doğru olarak tayin edebilir. Ama tuzun yapısındaki sodyum ve klor atomlarına bakarak tadının nasıl olacağı hakkında hiçbir şey söyleyemez.
Elmas: Maddesi ve pırıltıları
Elmas deyince akla elmasın malzemesi değil, ona canlılık veren ve gözleri ve kalbleri okşayan cıvıl cıvıl rengârenk büyüleyici pırıltıları gelir. Aslında elmasın temel yapıtaşı siyahlığı ve matlığı ile bilinen ve üzerine düşen ışığın neredeyse tamamını emen (ki sihahlığın sebebi budur) karbon elementidir. Elması baştacı yaptıran şey, kesif olan malzemesinin kıymeti ve miktarı değil, kendisi dışındaki latif bir âlemi (ışık âlemini) içine alıp onun cilvelerini tezahür ettirebilmesidir. O yüzden en kıymetli elmas, büyüklüğü ve ağırlığı en fazla olan değil, saflığı, berraklığı ve kusursuzluğuyla ışığı en güzel bir şekilde yansıtan elmastır. Yani ışığın pırıltılarını en mükemmel şekilde gösteren ve kendisi âdeta hiç görülmeyen elmastır. O kadar ki elmasa bakan sadece ışığın sergilediği güzellikler manzumesini görür ve malzemesi olan karbonu hiç farketmez.
Herkes bilir ki elmasın pırıltılarının kaynağı kendi malzemesi değil, dışarıdan gelen ışıktır. Yani gözleri kamaştıran o büyüleyici pırıltılar elmasın yapıtaşı olan karbon atomlarından gelmez; güneş veya lamba gibi dışarıdaki bir ışık kaynağından gelir. Bu, elması karanlık bir odaya götürerek kolayca isbat edilebilir. Görülecektir ki karanlıkta elmasın pırıltılarından hiçbir eser kalmaz, kendisi bile görülemez. Demek elması elmas yapan ve ona şatafat, güzellik ve bir bakıma hayat veren, dışarıdan gelip onda yansıyan ışıktır. Ve ışıksız bir elmas, ruhu gitmiş ölü bir ceset gibidir.
Elmastan çıkıyor gibi görünen ışığın dışarıdan geldiğini izah etmeye kalkmak, belki malumu ilam etmektir. Ve abesle iştigal etmek gibi görülebilr. Çünkü bunun aksini iddia edecek kimse yoktur. Fakat herkesin kolayca kabul edebileceği bu basit gözlem, anlaması ve ulaşılması çok zor bazı mühim hakikatlere çıkan merdiven olabilir ve o yüzden önemi büyüktür. Şimdi başlangıç olarak şu soruyu soralım: Eğer dünyada karanlık diye bir şey olmasaydı ve güneş vs. gibi ışık kaynakları görülmeseydi, yani her tarafta “yaygın” bir aydınlık olsaydı, acaba artık her zaman parıldıyan elmastan gelen ışığı nasıl izah edecektik? Yine kolayca bu ışığın dışarıdaki görmediğimiz bir kaynaktan geldiğini mi söyleyecektik veya bu parıltıların kaynağının elmasın kendisi olduğunu mu iddia edecektik? İnsanların genelde görüşlerinin kısa olduğu ve olaylara yüzeysel baktığı dikkate alınırsa, bu sefer cevap hiç de kolay değil. Bu durumda biz yaygın bir ışığın farkında bile olamayacağımız için, muhtemelen nasıl olduğunu anlamasak bile parıldıyan ışıkların elmasın kendisinden geldiğini iddia edecektik ve aksini düşünemeyecektik bile. Böylelikle de “derin” bir yanılgıya düşmüş olacak, çelişkiler ve çıkmazlarla boğuşup duracaktık. Mesela, tek bir karbon atomunun (veya grafit hâlinde dizilen birçok karbon atomunun) ışık vermediğini görecek ve yapıtaşında olmayan bir hâsiyetin bütününde nasıl olabileceği temel sorusuna cevap arayacaktık.
Bir kısım araştırmacılar karbon atomunu en ince ayrıntılarına kadar inceleyip ışığın atomun neresinden kaynaklandığını anlamaya çalışırken, ışık vermeyen grafitle ışık veren elmas arasındaki farkın atomlarda değil atomların diziliminde olduğunu gören diğer araştırmacılar da ışığın sırrını atomların kendilerinde değil, dizilimlerinde yani atomlar arası bağlarda arayacaktı. Delil olarak da elmasın şekli ve kesimi değiştikçe verilen ışığın nasıl değiştiği gösterilecekti. Sonunda birbiriyle çelişen ve kafaları karıştıran birçok teoriler kurulacak, bazı teoriler reddedilirken bazıları da tutarsızlıklarına rağmen daha iyisi olmadığı için bir süreliğine de olsa kabul görecekti. Ve temel yanılgı içindeki bu araştırmalar “pozitif bilim”, bu araştırmaları yapanlar da “biliminsanı” olarak takdim edilecekti. Işığın kaynağını dışarda arama teklifleri ise akılları gözlerine inmiş bu kişiler tarafından “bilimsel olmayan” bir yaklaşım olarak değerlendirilecek ve dikkate alınmıyacaktı. Bu önyargılı yaklaşım, bilimin önünü açmak yerine bir set oluşturacak ve bilimin önünü tıkayacaktı. Bilim tarihine bakıldığında, bilim dünyasındaki en büyük açılımların “alışılmışın dışında” yaklaşımların sonunda gerçekleştiğini görürüz (Einstein’in bir asır evvel klasik mekâniğin katı kurallarından sıyrılıp izafiyet teorisini kurması gibi).
Yukarıdaki tartışmaların ışığında elması şöyle ifade edebiliriz: Elmas = Karbon + Işık. Yani elması elmas yapan ışıktır, daha doğrusu ışığı içine alıp yansıtabilme özelliğidir. İlginçtir ki elmasın etrafı da ışıkla doludur, ama biz her tarafı kuşatan o ışığı farketmiyoruz bile. Bu görmediğimiz ışık aslında uzay dahil her tarafta vardır, ama biz ışığın pırıltılarını elmas gibi ışığı alıp yansıtan maddelerde görürüz. O yüzden denebilir ki karbon malzemesinden olan bir şey, eğer ışığı alıp yansıtabiliyorsa elmastır, yoksa grafittir. En harika elmas, ışığı optik bilimi kurallarınca en harika şekilde yansıtandır. Dolayısıyla, elması keserken ve işlerken göz önünde tutulan temel şey ışıktır ve ışığı yansıtma özelliğidir. İyi bir elmas sanatkârı olmanın birinci şartı da ışığı ve özelliklerini iyi bilmektir.
Görüldüğü gibi, elmasın hakikati ve göz kamaştıran büyüleyici pırıltılarının sırrı ancak her tarafta yaygın olan ışık âleminin varlığını fark edince.. ve elmasa karbon ve ışık âlemlerinin uyumlu bir birleşimi olarak bakınca anlaşılır. Bu basit gözlem, varlıkların mahiyetini anlamakta sihirli bir anahtar rolü oynayacak ve çevremizi algılayışımızı ve yaratılış hakkındaki anlayışımızı derinden etkiliyecektir. Varlıkları temel katmanlarına ayırma yaklaşımı aynı zamanda bilimin önünü açacak, insanlığın yücelmesinin ve dünyada gerçek bir medeniyetin kurulmasının çekirdeğini oluşturacaktır.
Beden ve ruh
Materyalist bakış açısı tüm varlıklar gibi insana da bir madde külçesi olarak bakar. Ve yaklaşık 100 trilyon hücreden oluşan bildiğimiz beden dışında hiçbir şeyin varlığını kabul etmez. Yani temel yapıtaşı olarak bir avuç toprak neyse insan da odur. İnsan da tüm maddî varlıklar gibi sırf madde (veya enerji)’den oluşur ve fizik kanunlarına tâbidir. Zaten determinist felsefenin temel dayanağı da bu bakış açısıdır. Ölüm sonrası bu hücrelerin dağılıp toprağa karışması ile de insan yok olur.
Ölmüş bir insanla canlısı arasındaki her fark –hayat, görme, işitme, akıl, şuur, bilgi, irade, sevgi, haz alma ve ızdırap çekme, hayal etme, rüya görme, benlik, hırs gösterme, cömertlik, sanat anlayışı, adalet hissi, ve ebedî yaşama arzusu gibi– madde dışıdır. Madde-dışı ve dolayısıyla zaman ve mekân üstü olan bu sıfatların toplamına mânâ veya ruh denir. Maddeci bakış açısı bu mânâyı maddenin etkileşimleri (her ne demekse) sonucu oluşan geçici tezahürler olarak görür. Bediüzzaman ise mânâyı yani ruhu öz ve esas varlık, maddeyi ise kabuk veya elbise olarak görür. Ölüm, bu gerçek insan varlığının beden kılıfını terketmesidir: “[Ruh] müddet-i hayatta, tedricî cesed libasını değiştiriyor; mevtte ise birden soyunur. Gayet kat’î bir hads ile belki müşahede ile sabittir ki cesed, ruh ile kaimdir.”[21]
Varlığı maddeden ibaret görenler ve dolayısıyla ruhun varlığını reddedenler de beden ile beraber bedene nüfuz eden bir mânânın varlığının ve onun madde-üstü özelliklerinin farkındadırlar. Ancak onlar kolaycılığa kaçıp ruhun tercih etmek ve emir vermek gibi tüm özelliklerini beyne vermektedirler. Bunun sonucu olarak da yapısı bir parça etten pek de farklı olmayan beyne, idrakte zorlandığımız âdeta ilahlık derecesinde bir harikalık vermek zorunda kalmaktadırlar. Beyin aslında bedenin kontrol merkezidir (aynen pilot kabininin bir uçağın koca gövdesinin kumanda merkezi olması gibi). Uçağın tüm parçaları vücuttaki sinir ağı gibi iletkenlerle pilot kabinine bağlıdır ve tüm komutları oradan alır. Ama uçağı sevk ve idare eden, kumanda merkezi değil, uçağın cinsinden olmayan ve şuur, görme, işitme ve irade gibi uçağın malzemesinde bulunmayan özelliklere sahip bir pilottur. Pilotlar greve gidince uçaklardan hiçbir şey eksilmez ama tüm uçaklar yerde hareketsiz kalır. Pilotun (veya uzaktan kumandalı uçaklarda operatörün) varlığını inkârda ve her harikalığı pilot kabinine vermekte ısrar ederek, uçan bir uçağı doğru olarak anlamak ne kadar mümkünse; madde-dışı bir ruhun varlığını inkâr ederek ve hayat, şuur, hayal, görme ve irade gibi madde-üstü her harikalığı kalın duvarlı karanlık bir kap içine doldurulmuş olan beyin maddesine atfederek bir insanı doğru olarak anlamak da o kadar mümkündür.
Maddeden ibaret bir beden olarak bakıldığında, insanın ulaşabileceği en yüksek seviye gelişmiş bir robotluktur. Teknoloji harikası bir robot yürür, belli işleri gayet iyi yapar, emir alır ve gittiği yeri mekânik olarak görür. Hatta mekânik bir sesle kahkaha bile atar. Ama hiçbir şey hissedemez ve yaptığı hiçbir şeyin farkında olamaz. Kütüphane dolusu bilgi yüklü olsa bile ne bildiğini bilemez. Çünkü harika bir işlemcisi olsa bile şuuru yoktur. Aklına aniden bir şey gelemez. Başka robotları sevemez veya onlara kızamaz. Onları imha etme planları yapamaz. Güzel bir çiçeği seyredip ondan zevk alamaz. Yeni yerler görmeyi arzu edemez. En iyi müziği çalabilir ve bir orkestranın işini görebilir ama güzel müzik dinlemenin hazzını bilemez. Küçük bir robotu bağrına basıp şefkat gösteremez. Tükettiği bir yakıt veya enerjinin tadına varamaz. Başka bir robota acıyıp ona yardım etmeye kalkamaz. Olup biteni kavrayamaz ve iyi haberle sevinip kötü haberle üzülemez. Depresyon nedir bilemez. Bir gün yaşlanıp robot mezarlığına terkedileceğim diye tedirgin olamaz. Uzun yaşama arzusu nedir bilemez. Geçmişi düşünemez ve gelecek hakkında endişelenmez. Hayal kuramaz ve rüya göremez. Başka robotların komik hareketlerine gülemez. Kendisine birkaç dakikada kitaplar dolusu bilgi yüklenebilir ve bir anda yabancı bir dili öğrenebilir ama yeni şeyler öğrenmekten zevk alamaz, hayrette kalamaz ve yorum yapamaz. Yeni bilgi üretemez ve insiyatif kullanıp programında olmayan şeyler yapmayı deneyemez. Başka bir robotla iletişim kurabilir ama zevkli bir his alışverişi olan sohbet yapamaz; en gelişmiş bir elektronik beyne sahip olsa bile…
Yani teknoloji harikası bu robot insanı insan yapan hiçbir özelliğe sahip olamaz. Çünkü bunların hiçbirinin kaynağı madde değildir. İnsan ile insan bedeni harikalığındaki bir robot arasındaki her fark, madde-dışı yani mânâdır. Ve ışığın elmasa yayılması gibi insanın bedenine nüfuz eden bu mânâların tamamı ruhtur. 1998 Fizik Nobel Ödülü sahibi Robert Laughlin bedene nüfuz eden mânâyı şöyle ifade eder: “Eğer basit bir fiziksel hadise efektif olarak kendisinin gelmiş olduğu daha temel kanunlardan bağımsız olabiliyorsa, biz de olabiliriz. Ben karbonum, ama öyle olmaya muhtaç değilim. Benim yapılmış olduğum atomlara nüfuz eden bir mânâm var.”[22]
Bediüzzaman’ın dediği gibi beden ruh ile kaimdir ve bedene kıymet veren de ruhtur. Ruh, madde-dışı ve dolayısıyla zaman ve mekân üstüdür; fizik kanunları gibi maddenin tâbi olduğu hiçbir kısıtlamaya maruz değildir. İnsanın gerçek mahiyetini anlamanın başlangıç noktası, içine çakılıp kaldığımız maddeden sıyrılıp nazarları madde ötesine çevirmek olacaktır.
Sonuç
Müsbet ilmin kaynağı gözlemdir. M.Ö. 5. yüzyılda Empedocles tarafından basit gözlemlere dayanarak her şeyin hava, toprak, su ve ateşten ibaret olduğu ifade edildi ve bu teori yüzyıllar boyunca bilime hükmetti. Ancak 17. yüzyıldan itibaren evrenin yapısının tekrar sorgulanmaya başlanması ve elementlerin keşfiyle ilmî gelişmelerin önü açıldı ve birçok yeni bilim dalları doğdu. Bugün gayet iyi biliyoruz ki her şey 100 küsur elementten oluşur. Ve her madde bu elementlerin bir kombinasyonu olarak ifade edilebilir. Bu açılım birçok yeni kimyasal bileşenin de keşfini ve modern kimyanın gelişimini beraberinde getirdi.
Günümüz bilim dünyasının da ciddî bir saplantısı, her şeyin kaynağının madde (veya onun eşdeğeri enerji) olduğu önkabulüdür. Bu da bilimde tıkanmalara ve çıkmazlara yol açmaktadır. Bilim dünyası artık fark ve itiraf etmelidir ki maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya enerji dalgasında kuvvet, irade, hayat, şuur, görme, sevgi, güzellik, vs. gibi şeyler yoktur. Ve temel yapıtaşlarında olmayan, bütününde olamaz. Varsa (ki vardır) başka bir yerden geliyor demektir. Artık evrenin madde-enerjiden oluşan tek katmanlı olduğu yaklaşımının bırakılıp çok katmanlılık, yani varlıkların madde ile beraber kuvvet, irade, hayat, şuur, görme, sevgi, güzellik, vs. gibi birbirinden bağımsız madde dışı, yani mânâ katmanlarından oluştuğu görüşü ciddî olarak dikkate alınmalıdır. Bu görüş, müsbet ilmin kaynağı olan gözlemlerle tam uyumludur.
Bu katmanların kaynağı ile ilgili felsefî tartışmalar, evrenin büyük patlama öncesi madde-enerjisinin kaynağı ile ilgili tartışmalardan hiç de farklı değildir. Eski Yunan felsefesinde bu katmanların kaynağı Venüs, Eros ve Themis gibi tanrılara atfedilirdi. Müsbet bilimcilerin genel yaklaşımı ise “üzümünü ye bağını sorma” tarzındadır. Bediüzzaman’a göre ise madde-dışı her özelliğin kaynağı Allah’ın isimleridir. O yüzden semavî dinlerin mensupları için eşyayı anlamak, esmâyı ve dolayısıyla Allah’ı anlamaktır.
Newton’un bir elmanın düşüşünü sorgulaması, fizikte bir çığır açtı. Burada ifade edilen soruların cevabının etkisi, herhâlde daha az olmayacaktır. Yüzyılların getirdiği şartlanma ve önyargıdan sıyrılmayı başarmış sorgulayıcı bilim insanları gözlemleyip göstereceklerdir ki; evren bir veya iki değil, çok boyutludur. Ve bu boyutlardan sadece birisi içine çakılıp kaldığımız madde ile alâkalıdır.
Elmasın hakikati, ancak, pırıltıların karbon atomlarından veya atomlar arası bağlardan değil de elmas dışındaki bir ışık kaynağından geldiği farkedilince anlaşılır. Televizyonun hakikati, değişik ses ve görüntü yayınlarının âletin içinden değil dışarıdaki onlarca yayın katmanından geldiği görülünce, yani televizyon âletinin yayınların kaynağı değil sadece alıcısı olduğu farkedilince anlaşılır. Eşyanın –bilhassa insanın– da hakikati, maddedeki hayat, şuur, sanat ve güzellik gibi onlarca madde-dışı pırıltıların maddenin parçacıklarından değil, madde-dışı katmanlardan veya paralel evrenlerden geldiği farkedilince anlaşılacaktır. İnsanlık için gerçek aydınlanma o zaman başlayacaktır.
[1] Sözler, Lemeat, s. 698, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[2] Muhakemat, 3. Makale, 1. Maksat, s. 134, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[3] Sözler, 29. Söz, 1. Maksat, 1. Esas, s. 509, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[4] Nursi, B. S., Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf, s. 617, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[5] Şuâlar, 29. Lem’adan 2. Bab, 7. Nokta, s. 758, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[6] Muhakemat, 3. Makale, 1. Maksat, s. 125, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[7] Sözler, 30. Söz, 1. Maksat, s. 545, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[8] Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf, 1. Mebhas, s. 617, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[9] Sözler, 33. Söz, 31. Pencere, 1. Nokta, s. 747.
[10] Walter Isaacson, Einstein – His Life and Universe, s. 391, Simon & Schuster, New York, 2007.
[11] Walter Isaacson, Einstein – His Life and Universe, s. 388, Simon & Schuster, New York, 2007.
[12] Laughlin, R. B., A Different Universe – Reinventing Physics from the Bottom Down, Basic Books, New York, 2005, p. back cover page.
[13] Laughlin, R. B., A Different Universe – Reinventing Physics from the Bottom Down, Basic Books, New York, 2005, preface, p. xiv.
[14] Laughlin, R. B., A Different Universe – Reinventing Physics from the Bottom Down, Basic Books, New York, 2005, preface, p. xv.
[15] Muhakemat, 3. Makale, 2. Maksat, s. 146, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[16] Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve, s. 358, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[17] Şuâlar, 15. Şua, 1. Makam, s. 610, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[18] Şuâlar, 15. Şua, 1. Makam, s. 610, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[19] Sözler, 7. Söz, s. 32, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[20] Şuâlar, 15. Şua, 2. Makam, s. 647, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[21] Nursi, B. S., Sözler, 29. Söz, 2. Maksat, s. 517, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
[22] Laughlin, R. B., A Different Universe – Reinventing Physics from the Bottom Down, Basic Books, New York, 2005, p. xv.