HAYAT BOYU ÖĞRENİMDE TÜRKİYE VE DİĞER ÜLKE ÖRNEKLERİ

 

Eğitim örgün (formal), yaygın (non-formal), ve algın (dalgın, salgın veya informal) olmak üzere üç kategoride dikkate alınır. Bunlardan örgün eğitim (daha doğrusu örgün öğrenim), belli bir plan ve program dahilinde ilköğretimden yüksek öğretime kadar eğitim kurumlarında diploma veya sertifikaya yönelik olarak yapılan eğitimi kapsar. Yaygın eğitim, kişilerin bilgi ve becerilerini geliştirmek veya yeni bir beceri kazanmak için planlı bir şekilde kurumsal bir yapı içinde sınırlı bir süre için aldıkları eğitimdir. Informal eğitim, sistematik olmayan ve kişilerin hayatın normal seyri içinde görerek, yaşayarak, ve okuyarak kendi gayretleriyle tek başlarına veya gurup olarak kendi kendilerine bilgiye erişmesi ve öğrenmesidir. Örneğin 0-5 yaş gurubunda okul öncesi eğitim çoğunlukla informal eğitimdir. Hayatboyu öğrenim, bireyin kişisel veya mesleki gelişim için kendi insiyatifiyle, yaşadığı sürece, yeni bilgi edinme ve beceri kazanma gayreti içinde olmasıdır, ve örgün, yaygın, ve informal eğitimin hepsini kapsar. Hayat boyu öğrenmede en büyük pay, informal eğitime aittir. Hayat boyu öğrenme bilgi-tabanlı topluma geçişin ön önemli ayağıdır, ve bireylerin gelişimini ve sosyal, ekonomik, ve kültürel hayatın aktif katılımcıları olmasını sağlıyan en önemli mekanizmadır.

Örgün ve yaygın öğrenim, hayat boyu öğrenimin sadece görünen küçük bir kısmıdır. Dalgın (informal, algın) öğrenim, hayat boyu toplam öğrenimin %85’ine karşılık gelir. Bir buzdağınınn %85-90’ının su altında kaldığı dikkate alınırsa, örgün ve yaygın öğrenimin toplam öğrenim içindeki yerinin buzdağının sadece görünen kısmı kadar olduğu söylenebilir.

Hayat boyu öğrenmeye genellikle bir 20nci yüzyıl kavramı olarak bakılır ve konuyu günlük kullanıma sokan kişinin yetişkinlerin eğitimi ile ilgili ‘Hayat Boyu Eğitim’ makalesini 1929’da yayınlıyan B. A. Yeaxlee olduğu ifade edilir. Ancak bu kavramın yerleşmesi 1960’larda UNESCO’nun gayretleri sonucu olmuştur. 1990’lı yıllarda konuyla ilgili çok sayıda kitap ve makalelerin yayınlanması ve 1996 yılının ‘Hayat boyu öğrenme yılı’ ilan edilmesiyle ‘hayat boyu öğrenme’ gündelik bir kavram olarak dillerde kalıcı bir şekilde yerini almıştır. Hayat boyu öğrenmenin genel tarifinin okul öncesinden emeklilik sonrasına kadar bilgi ve beceri edinme olduğu dikkate alınırsa, hayat boyu öğrenmenin fikir babasının ‘Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz’ diyen Hz. Muhammed olduğunu ve miadının 1400 yıl öncesine uzandığını itiraf etmek gerekir.

Değişimin yavaş olduğu ve önde gelen bilgi kaynağının da eğitim kurumları olduğu eski zamanlarda eğitimin omurgası örgün eğitim idi, ve kişiler okullarda resmi eğitimleri sırasında öğrendikleri bilgileri ve kazandıkları becerileri uzun yıllar kullanabiliyordu. Çünkü bilginin ömrü uzun idi. Mezuniyetten sonra okul dışında bilgiye ulaşmak zor olduğundan, öğrencilik döneminde mümkün mertebe fazla bilgi ve beceri kazanmak önemli idi. Bunun sonucu olarak müfredat programları ağır ve ders yükleri fazla idi. Ancak içinde bulunduğumuz modern çağda şahit olduğumuz hızlı değişim ve bilgiye ulaşmadaki kolaylık, bu resmi tamamen değiştirdi. Yeni bilgi üretimi zamanla eksponansiyel olarak artmakta, ve bilgi çok kısa bir sürede eskimektedir. Yani insanların ömrü uzarken bilginin ömrü ckısalmaktadır. Böyle dinamik bir ortamda okullarda resmi eğitim sırasında edinilen bilgiyle yetinip gerçek hayatta uzun süre işlevsel olmak mümkün değildir. O yüzden okul sonrası öğrenmeye devam etmek modern çağın bir realitesidir. Bu da organize bir haldeki yaygın eğitim ile ve/veya kişinin normal hayatını devam ettirirken  belli bir plan dahilinde olmadan okuyarak veya gözlemliyerek kendini eğitmesi ile olur. Zaman,  çok balık toplama değil, balık tutmasını öğrenme zamanıdır.

Bilginin çabuk eskiyor olması ve hayat boyu öğrenmenin herkesin yüzleşmesi gereken bir realite olması, okullardaki örgün eğitimi de etkilemesi kaçınılmazdır. Okullar artik ‘bilgi yükleme merkezleri’ olarak varlıklarını devam ettiremezler. Keza öğretmenler de artık ‘bilgi yüklüyen kişiler’ olarak kalamazlar. Bu modern çağda örgün eğitim kurumlarının önde gelen birkaç misyonu şöyle ifade edilebilir:

 

  1. Öğrenmesini öğretmek,
  2. Hayatboyu öğrenmenin önemini zihinlerde kalıcı bir tarzda yerleşmesini sağlamak.
  3. Kişiyi temel bilgi ve becerilerle techiz edip kendi kendine öğrenme özgüvenini kazandırmak.

 

Bunların da başarıyla yapılabilmesi için hayal gücü (yaratıcılık), girişimcilik (entrepreneurship), ve yenilikçilik (inovasyon) vasıflarının gelişimine özel gayret sarfetmek.

Eğitimdeki bu paradigma kayması ciddi sonuçlar doğurmaktadır. Bir çok zorlukları beraberinde getirirken, bir çok fırsatları da doğurmaktadır. Ve eğitime ayrılan kaynakların dağılımının tekrar gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Doğal olarak da öğretmenlik mesleğini yeniden tanımlamakta, ve öğretmenlerin sahip olmaları gereken becerilerin yeniden tanımlanmasını zorunlu hale getirmektedir. Ayrıca, en başarılı öğrencinin en fazla bilgiyle yüklü ve dolayısıyla bilgi yarışmalarında en yüksek puanı alan öğrenci olduğu nosyonunu da yıkmaktadır.

Nitekim üniversitelerde eğitim programlarını akredite eden kuruluşlar, mezunların hayat boyu öğrenme ile ilgili becerilere sahip olmalarını şart koşmaktadırlar. Örneğin ABD’de üniversitelerde Mühendislik ve Teknoloji Programlarını akredite eden ABET (Accreditation Board for Engineering and Technology) kriterlerine göre mezunların sahip olması gereken becerilerden biri i şıkkında şöyle ifade edilmektedir: ‘Hayat boyu eğitim ihtiyacının şuurunda olmak ve hayat-boyu eğitime katılma becerisine sahip olmak.’ ABET’in Türkiye’deki karşılığı olan Mühendislik Akreditasyon Kurumu MÜDEK bu şartı şöyle ifade eder: ‘Yaşam boyu öğrenmenin gerekliliği bilinci; bilgiye erişebilme, bilim ve teknolojideki gelişmeleri izleme ve kendini sürekli yenileme becerisi.’ Yani bir mühendislik öğrencisinin hayat boyu öğrenmeye hazır olmadan hayata atılmasına izin verilmemektedir. ABD’de mezuniyetten sonra doktor ve mühendis gibi bir çok profesyonelin mesleklerini icra etmeye devam edebilmeleri ve lisanslarını yeniliyebilmeleri için belli sayıda eğitim programına katılmaları gerekir. Yoksa lisanslarını kaybederler. O yüzden bizdeki ‘Sürekli Eğitim Merkezleri’ tarzındaki ‘Continuing Education Center’lar veya ‘Continuing Education Programs’ oldukça yaygındır. Ancak kişi resmi kurslara katılmak yerine sahasında yayın yaparak ve kurslar vererek de kendini yeniliyebilir ve illa bir yaygın eğitim programına katılması gerekmez.

Bilginin hızla eskimesi ve toplam eğitim içinde hayat boyu eğitimin önemi ve rolünün artması örgün eğitim üzerindeki baskıyı ve ağır yükü de hafifletmiştir. Artık üniversiteler ‘herşeyi öğretmek’ yerine ‘öğrenmesini öğretmeye’ ağırlık vermekte, ve mezuniyetten sonra da eğitimin hiç durmaksızın devam edeceği bilincini yerleştirmektedirler. Bunun olumlu bir çıktısı, üniversitelerde mezuniyet için gerekli toplam kredilerin azalması ve dolayısıyla çok daha az insan kaynağı ve tesise ihtiyaç duyarak üniversite eğitiminin daha ekonomik bir hale gelmesidir. Mezuniyet için gerekli ders sayısının azaltılması, mevcut kaynaklarla çok daha fazla kişiye yüksek öğrenim imkanı vermek anlamına da gelmektedir. Ancak bu anlayış Türkiye’de henüz tam olarak yerleşmemiştir, ve bu konuda Yükseköğrenim Kurulu (YÖK)’ün öncülüğüne ihtiyaç vardır. Bir örnek vermek gerekirse, dört yıllık Makine Mühendisliği programını tamamlamak için gerekli kredi sayısı ABD Nevada Üniversitesinde 129 iken Yıldız Teknik Üniversitesinde 160’dır (64 ders, 184 ders saati) – yani yaklaşık %25 daha fazla. Bu demektir ki Türkiye’de zaten kaçınılmaz olan hayat boyu eğitim dikkate alınarak, müfredatlar modern dünya standartlarına getirilse, mevcut kaynaklarla üniversitelerde %25 daha fazla öğrenciye eğitim imkanı sunmak mümkündür.

Mezuniyet için gerekli ders saati sayısının fazla olması ve öğrencinin adeta dersten derse koşturulması, istenenin tersine adeta ‘öğrenci kendi kendine öğrenemez; o yüzden bir ona herşeyi öğretelim’ mesajını vermektedir. Üniversitelerimizde ders kitabı alışkanlığının henüz yerleşmediği ve ders notlarının eğitim malzemesi olarak değerinin son derece düşük olduğu dikkate alınırsa, öğrencinin okuyarak kendi kendine öğrenmesi ve dolayısıyla kendi kendine öğrenme özgüvenini kazanması oldukça zor görülmektedir.

Hayat boyu öğrenimin hayata geçmesi Milli Eğitim Bakanlığı’nın da öncelikli konularından biridir, ve bu amaçla bir Daire Başkanlığı kurulmuştur. Ayrıca, Bolonya süreci ve Kopenhag kriterleri uyarınca eğitimde girdilere değil çıktılara yanı kazanılan bilgi ve becerilere  bakılacaktır. Artık işe alımlarda diplomaya değil, sahip olunan bilgi ve beceri yeterliliklerini ölçen bağımsız kuruluşların verdiği yeterlilik belgelerine önem verilecektir. Kendi kendini eğiten bir kişi, kazandığı bir beceriyi sertifikalandırabilirse o konu ile ilgili hiç eğitim almamış olsa bile formal eğitim almış kişilerle beraber o sahada işe girebilecektir. ABD’de mühendislik eğitimi almadıkları halde yeterli mühendislik bilgi ve becerisine sahip olanlar mühendis kadrolarında istihdam edilebilmektedir.

Hayat boyu eğitimin bir uygulaması olarak, Milli Eğitim Bakanlığı Sürücü Belgesi almak için alınan trafik eğitimlerini zorunlu olmaktan çıkarmalı, ve trafik bilgi sınavını ve yol testini başarı ile geçen herkese sürücü belgesini vermelidir. Yani MEB asıl olanın eğitim değil öğrenim olduğunu sadece söz ile değil fiilen de göstermelidir. Teklif edilen yaklaşım ABD’de eskiden beri uygulanmaktadır. Sürücü belgesi almak istiyen kişi kimliğiyle başvurup sınav ücretini ödedikten sonra bilgi sınavına alınmakta, ve başarılı olunursa yol testine çıkılmaktadır. Yoldaki becerisi de yeterli olanlara göz muayenesinden sonra sürücü belgesi verilmektedir.

ABD’de eğitimde girdiler yerine çıktılara öncelik verildiğini gösteren diğer bir uygulama ‘home schooling’ denen evde eğitimdir. Aileler çoçuklarını isterlerse kendileri evde veya dini cemaatlerin açtığı okullarda eğitebilmektedir. Devlet her yıl sonunda bu çocukları sınava tabi tutup asgari bilgi ve beceri seviyesine ulaşıp ulaşmadıklarını test etmekte, ve ulaşanların eğitime aynen devam etmesine izin verilmektedir. Hayat boyu öğrenim kapsamında bakılınca, bir genel lise mezununda olması gereken bilgi ve becerilere sahip olan bir Meslek Okulu mezununa otomatik olarak lise mezunu denkliği verilmeli, ve bu kişi üniversiteye diğer genel lise mezunlarıyla aynı şartlarda girebilmelidir. Keza, üniversiteye girişte katsayı uygulamasının da hayat boyu öğrenimin temel felsefesine ne kadar zıt olduğu açıktır.

Tabi bu yaklaşım, eğitim fakültelerinde müfredatların hayat boyu öğretim becerisine ağırlık vererek ayarlanmasını ve sahadaki öğretmenlerin de bu konuda mesleki eğitimden geçirilerek  yeni beceriler kazandırılmasını gerektirir. Zatem Milli Eğitim Bakanlığındaki meslek içi eğitim programları hayat boyu eğitimin gerekliliğinin bir kanıtıdır.

ABD’de ‘Cummunity College’ olarak bilinen eyalet destekli meslek yüksek okulları, adeta bir beldenin ‘hayat boyu eğitim’ merkezleridir. Yaşı ve eğitimi ne olursa olsun, belde sakinleri neredeyse hiç bir formaliteye gerek kalmadan bu okullardan ders alabilmekte, ve sertifika programlarına katılıp yeterlilik belgesi alabilmektedir. Piyasadaki ihtiyaca göre yeni programlar açılmakta, ve rağbet görmüyen programlar kapanmaktadır. Piyasada araba tamirciliği veya aşçılık gibi bir mesleği iyi icra edenler tahsil durumu be olursa olsun bu yüksek okullarda uygulamalı olarak ders verebilmektedirler. Yani Community College’ler aynı zamanda ‘çıraklık okulları’ misyonunu da ifa etmektedirler. Birçok dersin gece veriliyor olması, gündüz çalışanların da bu okullardan azami istifade etmelerini sağlamaktadır. Ayrıca, yönetim tamamen yerel olduğu için okul yönetimi dinamik bir yapı içinde çok çabuk kararlar alabilmekte, ve esnek bir yapı içinde değişen şartlara uyum sağlıyabilmektedir.

ABD’de öğrencileri liselere veya üniversitelere hazırlıyan özel SBS veya ÖSS (veya KPSS) dersaneleri yoktur, ancak mesleki beceri kazandıran ve insanlara piyasada karşılığı olan bir mesleğe hazırlıyan çok sayıda özel meslek kursları vardır. Devlet çok defa kursiyerlerin ücretlerini öder. Ancak kursu açanlar mezunlarına büyük oranda işe yerleştirmekle sorumludur. Yaklaşım sonuç odaklı olduğu ve bir bakıma hesap vermek esas olduğu için yeterince başarılı olmıyan kurslar varlıklarını sürdüremez.

Uzaktan eğitim son derece yaygındır. ABD’nin en büyük üniversitesi, yaklaşık 400 bin öğrenciye 1976’dan beri uzaktan eğitim yoluyla sanal bir kampüsten eğitim veren University of Phoenix’dir. Bunu 70 bin öğrenci ile Kaplan University takip eder.  Keza, üniversitelerde bir yıllık ‘profesyonel derece’ programları veya online MBA gibi master programları yaygındır. Normal üniversitelerde de öğrenciler derslerin en az bir kısmını online olarak alır.

ABD’de genel lise eğitimi de öğrencileri üniversite ile beraber hayata hazırlar, ve öğrencilerin tamamına yakını liseyi bir mesleği icra edebilecek beceri sahibi olarak bitirir. Bunun sonucu olarak her lise mezunu üniversiteye girebildiği halde liseyi bitirenlerin sadece üçte ikisi üniversiteye devam etmeyi tercih etmektedir. Diğerleri rahatça işe girip geçimini sağlıyabilmektedir. Öğrenciler liselerde veya bölgedeki meslek eğitim merkezlerinde meslek dersleri alabilmektedir.

Öğretmen denince akla genellikle bir alanda bilgi sahibi olan ve bildiklerini anlatarak başkalarına aktarabilen kişi gelir. Öğretmen yetiştiren kurumlarda da esas olarak bir sahada bilgi yükleme yapıldığına ve bu bilgiyi etkin aktarabilme becerisi kazandırıldığına bakılırsa, bu öğretmen imajının oldukça gerçekçi olduğu söylenebilir. Tabi öğretmenlik böyle mekanik ve yüzeysel bir meslek olsaydı, öğretmenlerin çoğunun yerini herhalde teknoloji alırdı, ve internet destekli bir kaç süper öğretmen sanal olarak binlerce sınıfta ve hatta oturma odalarımızda yerlerini alırdı. Ama teknolojinin yerinin hala öğretmenlerin yerini almak değil onlara destek olmak olduğuna bakılırsa, durumun pek de öyle olmadığı görülüyor.

Bilgi otobanlarının evimize kadar uzandığı çağımızda bilgiye ve hatta etkin bilgi aktarım metodlarına ulaşım çok kolaylaştı. O kadar ki okullardaki öğretmen merkezli klasik ders işleme metodları artık çok sönük kaldı ve etkinliğini yitirdi. Değişen şartlar öğretmelerin de rollerini değiştirdi, ve değişime ayak uyduramıyanları saf dışı bıraktı. Bu değişim süreci öğretmene olan ihtiyacı azaltmadı, aksine standartları yükselterek daha da arttırdı. Her meslek gibi öğretmenlik mesleği de çok daha karmaşık ve çok yönlü bir hal aldı. Bilginin hızla eskidiği çağımızda çok şey öğrenmek değil, yaşam boyu öğrenmenin gereğini anlamak ve öğrenmesini öğrenmek önemli hale geldi. En değerli uğraşı bilgiye ulaşmak değil yeni bilgi üretmek, ve en büyük güç de üretilen yeni teknolojiye sahip olmak oldu. Bilgi sahibi olmak rutin, gelişmiş bir hayal gücü ve yaratıcılığa sahip olmak ise ayrıcalık oldu. Yanlış şekilde kullanılan teknolojinin potansiyel tahrip gücü de etik ve insanî değerlerin önemini her zamankinden daha fazla ön plana çıkardı. Bu genel manzara zamanımızda öğretmenlerin rolünün ne olması gerektiği hakkında yeterince fikir vermektedir: öğrenciyi mezuniyet sonrasında kendisini bekliyen rekabetçi dünyaya en donanımlı şekilde hazırlamak.

Yemeği zevkli yapan şey açlıktan doğan iştahdır, ve iştah olmadan vazife icabı yenen yemek zevk değil sıkıntı verir. Bilgiye karşı zevkli bir açlık hissettiren ve öğrenmeye olan iştah, meraktır. O yüzden dersleri ve öğrenmeyi sıkıcı şeyler olmaktan çıkarıp zevkli faaliyetler haline getirmenin sırrı öğrencilerin merakını tahrik etmektir. Anatole France’ın dediği gibi, “Öğretme sanatı denen şey, daha sonra tatmin etmek amacıyla genç dimağların tabii merakını uyandırma sanatından ibarettir.” Horace Mann bunu bir benzetme ile şöyle ifade eder: “Öğrencide öğrenme arzusunu uyandırmadan öğretmeye kalkan öğretmen soğuk demire çekiç vurmaktadır.” Bediüzzaman daha da ileri giderek “Merak ilmin hocasıdır.” der. Albert Einstein da bunu kendi tecrübesi ile teyid eder: “Benim hiçbir özel kabiliyetim yok; ben sadece ölesiye meraklıyım.” O yüzden iyi öğretmenlik, bilgileri birbiri ardına sıralamak değil, bilgiyi sunmadan evvel öğrenciyi motive edici sorularla meraklandırmaktır. Yani, yemeği servis yapmadan evvel davetlilerin acıkmış olmalarını temin etmektir. Bunu yapmanın en iyi yolu, öğrencilerin aşina oldukları günlük olaylarla ilgili tecrübelerini eşeleyip bilginin perde arkasında nasıl görülmüyen motorlar gibi çalıştığını ve alelade gibi görülen olayları nasıl idare ettiğini göstermektir. Sınıftaki bütün meraklar harekete geçirilip öğrenciler bilgi kapmak için yarışa başlayınca rutin dersler gayet canlı entellektüel ziyafetlere döner. Sonunda, öğretme ve öğrenme iş değil zevk olur.

Öğretmenlik mesleğini zorlaştıran unsurların başlarında herhalde öğrencilerin motivasyonsuzluğu ve derslere ilgisizliği gelir. İsteksiz müşterilere her gün saatlerce mal satmaya çalışmak hiç de kolay bir iş değildir. Bunun baş sorumlusu zamandan kopuk müfredat ve öğretmenleri robotlaşmaya zorlayan ruhsuz sistem ise de yüksek motivasyonlu bir öğretmen yaratıcı gücüyle bu manzarayı tersine çevirebilir ve mevcut müfredat içinde harikalar yaratabilir. “Dinamit” lakabına layık bu tür öğretmenler en sıkıcı dersi en heyecanlı hale getirebilmekte, ve dört duvar arasındaki öğrencileri renkli alemlerde zevkle gezdirebilmektedir. Sönmüş heyecanları ateşleyen ve hareketli ölülere hayat veren sır, motivasyondur. Öğretmenlik mesleğinin olmazsa olmazlarından biri öğrencileri motive edebilme kabiliyetidir [öğretmenleri hala testlerdeki puanlarına göre işe alan ve terfi ettirenlerin kulakları çınlasın]. Öğretmen değerlendirmelerinde öğrencilere sorulan değişmez sorulardan birisi budur. Motivasyon, sınıflarda disiplinsizlik illetini de tedavi eden bir iksirdir, ve yüksek motivasyonlu öğrencilerle ders yapmak bir eğlencedir. Başarının sırrı motivasyondur. Özlü sözlerle ifade etmek gerekirse: “Motivasyon, insan motorunun çalışmaya devam etmesi için gereken yakıttır.” (Zig Ziglar). “Motivasyon hemen hemen her zaman yalın kabiliyeti yener.” (Norman R. Augustine). “Disiplinin sırrı motivasyondur. Bir kişi yeterince motive edilmişse, disiplin kendi kendine sağlanır.” (Sir Alexander Paterson). “Başarının kaynağı motivasyon, gayret, ve mükemmelliği amaçlamaktır.” (Anonim). “İnsanlar yüksek motivasyonlu oldukları zaman, imkansızı başarmak kolaydır. Öyle olmadıklarında ise kolayı başarmak imkansızdır.” (Bob Collings). “Yapılırken heyecan duyulmayan işler başarılamaz.” (R. W. Emerson).

Müfredatla ilgili baskılar, derslerde belirtilen malzemeyi anlatma zorunluluğu, ve bununla alakalı telaşlar öğretmenler üzerinde bir baskı oluşturmakta ve işlerini zorlaştırmaktadır. Kimileri zannediyor ki öğrencilere belli şeyler anlatılmazsa öğretmenlik vazifesi yapılmamış olur ve öğrenciler cahil kalır. Aslında bu konuda telaşa hiç gerek yoktur. Bilginin hızla geliştiği bu bilgi çağında muhtemelen okulda öğrettiğimiz bir çok şey öğrenci daha mezun olmadan geçersiz hale gelecek, ve onların yerini yeni bilgiler alacaktır. Kişilere meslek hayatlarında kullandıkları bilgilerin yüzde kaçını okulda öğrendikleri sorulsa, bu oran herhalde pek yüksek olmıyacaktır. O halde okullarda yapmamız gereken şey ayağımızı bilgi yükleme pedalından biraz çekip iki şeye ağırlık vermektir: Ömür boyu öğrenmenin önemini kavratmak ve öğrenmesini öğretmek. Öğretmenlere düşen, kendi kendilerine öğrenmeleri için öğrencilere gerekli özgüveni kazanmalarını sağlamak ve öğretmenlere bağımlılığı azaltmak ve hatta kaldırmaktır. Böylelikle öğretmenleri “verici” konumundan çıkarıp danışman ve tartışma lideri konumuna geçirmektir. Özgüven ve ögrenmesini öğrenmek konusunda şu veciz ifadeler dikkate alınmalıdır: “Öğretme, öğrenmeden zordur. Gerçek öğretmen, öğrenmeyi öğretmekten başka birşey öğretmez.” (M. Heidegger). “İyi öğretmenlerden öğrenebileceğimiz en iyi şey, kendimize daha iyi nasıl öğretebileceğimizdir.” (John Holt). “Eğitimin en büyük gayesi kişiye özgüveni öğretmek, ve kendi zihin aleminin zenginliklerini tanımasını sağlamak olmalıdır.” (R. W. Emerson). “İnsanlara yapılabilecek en büyük iyilik, onlara akıllarını kullanmayı öğretmektir.” (Molliere).

Çağdaş öğretmenleri geleneksellerden ayıran önemli bir özellik, bilgiden ziyade hayal gücü ve yaratıcılığı ön plana çıkarmaları ve öğrencilerine ilham kaynağı olmalarıdır. W. A. Ward’ün dediği gibi,  “Sıradan öğretmen anlatır. İyi öğretmen izah eder. Üstün öğretmen gösterir. Harika öğretmen ilham verir.” Bharati Mukhejee daha da ileri giderek “İlham verme değilse, öğretmenin işi nedir?” sorusunu ortaya atar. Bilgi elbette önemlidir. Ama hayal gücü ve yaratıcılık olmadan yalın bilgi ile bir ilerleme sağlanamaz. Bir bilgisayar bir insanın asla sahip olamıyacağı kadar bilgi içerebilir. Ve bir kişinin bir kaç yılda ancak öğrenebileceği bilgiler bilgisayara bir kaç dakikada yüklenebilir. Ama o bilgisayar kendi başına hiçbir şey yapamaz, çünkü idrak ve hayal gücü yoktur. Bilgisayar sahip olduğu hiçbir bilginin idrakinde veya farkında değildir, ve bilgiyle ne yapılabileceğini bilmez. Bilginin ancak idrak kabiliyeti ve hayal gücü yeterince kuvvetli kişilerin elinde bir kıymeti vardır. Einstein’in dediği gibi, “Hayal etme bilgiden daha önemlidir.” Bu da okullarda bilgi yükleme ile beraber öğrenilen şeyi hazmetmenin ve fıtraten heyecanlı olan insanların hayal güçlerini geliştirmenin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bir konuyla ilgili sorulara cevap verebilmek önemlidir. Ama o konuyla ilgili ufuk açıcı soru sorabilmek daha da önemlidir. Alice W. Rollins’in ifadesiyle “İyi öğretmenliğin testi, onun öğrencilerine hemen cevaplıyabilecekleri kaç soru sorabildiği değil, öğrencilerine ilham vererek onların kendisine cevap vermekte zorlandığı kaç soru sorabildikleridir.”

Öğretmenlerin öğrencilerine hazım için fırsat vermeleri ve gerekli şartları hazırlamaları önemlidir. Her zaman yakındığız ezbercilik denen şey aslında hazımsızlıktır, ham bilgileri hafıza raflarına hazmetmeden yerleştirmektir. Yoksa şiir, özlü söz, vs gibi şeylerin manasını özümsüyerek lafzını hafızaya nakşetmek gayet güzeldir. Ezberci eğitimde bilgiler hafızaya depolonıp ihtiyaç anında alınır – bilgisayarın istendiği anda sabit sürücüden bilgileri alıp ekranda yansıtması gibi. Ezberci eğitim kişinin ufkunu genişletmez ve bir davranış veya anlayış değişikligini netice vermez. Doğru eğitimde ise yeni bilgi sorgulama ve muhakeme değirmeni ile öğütülüp hazmedilir, ve mevcut bilgilerle kenetlenip kişinin parçası haline getirilir. Yeni ve eski bilgiler birbirini takviye edip kişinin bilgi ağını genişletir. Ezberci eğitimde şuur ve sorgulama faal bir rol oynamaz, ve dolayesiyle kişi ne öğrendiğinin farkında bile değildir. Öğretmenin görevi öğrenme esnasında şuurun devreye girip farkındalığın oluşmasını sağlamaktır. Bu da en iyi öze yönelik sorular sormakla ve bilim ışığının yansımalarını öğrencilerin aşina olduğu şey ve olaylarda göstermekle olur. Öğrenci daha sonra hayalini kullanarak yeni bilgiyi değişik sahalara uygular, ve bilgiyi pekiştirirken özgüvenini ve hayal gücünü de geliştirir. Belli bir eğitim seviyesinde vaya branşda örneğin ABD’deki öğrencilere sunulan ham bilgi miktarı genellikle bizdekinden çok daha azdır. Ama hazım seviyesi ve oluşturulan özgüven bizdekinden kat kat fazladır.

Eğitim ile ilgili hazırlanan raporların neredeyse tümünde eğitimin sınav odaklı olduğu ve bundan acil olarak kurtulunması gerektiği belirtilirken eğitim kurumlarının ezberci sistemin bir şekli olan test odaklı aynı değerlendirme metodunu benimsemesi, akıl ve izan ile izah edilebilecek bir şey değildir. Acaba aklı başında hangi işletme test puanına göre eleman alır, ve terfileri yine alınan bu puanlara göre yapar? Bu meyanda, KPSS sınavı puanlarına dayalı öğretmen atama çılgınlığına son verilmelidir. Türkiye’de hayatın neredeyse her safhasını etkisi altına alan ve etkinlik ve verimliliği dibe vurduran puana dayalı değerlendirme sistemi eğitim fakültelerindeki eğitimi de olumsuz etkilemekte, ve öğretmen adayları – müzik ve beden eğitimi ögretmen adayları da dahil – okulun son yıllarında kendi dersleri yerine KPSS sınavına çalışmaktadırlar. Ancak KPSS sınavının öğretmenlik mesleğiyle pek bir ilgisi yoktur, ve bu sınav öğretmenlik mesleği ile alakalı hiçbir beceriyi ölçmemektedir. Hiç bir özel okul KPSS puanına dayalı olarak öğretmen almayı aklına bile getirmemektedir. Hayattan kopuk test sistemiyle mesleğe giren bir öğretmenin öğrencilerine hayat boyu öğrenmeyi öğretmesini ve o bilinci kazandırmasını beklemek acaba ne kadar gerçekçidir?

Geleneksek eğitim sistemlerinde bilginin temel kaynağı öğretmenlerdir, ve öğrenciler öğretmenlerin dikte ettiği gerçekleri özümsedikleri ölçüde başarılı sayılırlar. Hayat boyu eğitim sistemlerinde ise hedef kitle sadece öğrenciler değil tüm toplumdur, ve eğitimcilerin temel rolü klavuzluk ve fasilatörlüktür.  Eğitim kurumları bu paradigma değişikliğine hızla adapte olmalı, ve kurumsal örgün eğitim bir şekilde informal eğitiminle kenetlenmelidir. Böylelikle örgün, yaygın, ve informal eğitim hayat boyu öğrenmenin anlamlı öğeleri haline gelir, ve öğrenme toplumun tüm kesimlerinde bir hayat tarzı halini alır. Milli Eğitim Bakanlığı, ağırlıklı olarak Örgün Eğitim Bakanlığı görünümünden çıkarılıp hedef kitlesini belli bir yaş gurubu değil tüm toplum olarak belirlemeli, ve porgramları ile beraber bütçesini buna göre hazırlamalıdır. Öğretmenlerin temel görevi de öğrencilere hayat boyu öğrenme arzu ve becerisini kazandırmak olmalıdır. Sportif ve kültürel faaliyetler yoluyla kazanılan öğrenmeye de gereken ağırlık verilmelidir.

Son olarak, hayat boyu öğrenme yeni beceriler kazanıp yeni kazanç kapıları açmaya indirgenmemelidir. Hayat boyu ögrenmenin elbette ekonomik bir boyutu vardır. Ancak hayat boyu eğitimin kişisel, toplumsal, ve global boyutları ekonomik boyuttan hiç de aşağı kalmaz. Hedefine ulaşmış hayat boyu öğrenmenin nihai meyvesi her yönüyle gelişmis insan, gelişmiş toplum, ve gelişmiş bir dünyadır. Böyle bir ortamda yaşamak da en büyük huzur ve mutluluk kaynağıdır.