GELİŞİM VE GİRİŞİMCİLİK ÖNÜNDE İKİ ENGEL: TEK DOĞRULU EĞİTİM VE TEK TİPÇİ YÖNETİM
Dünya başdöndürücü bir hızla değişiyor. Bu değişimin motoru hiç kuşkusuz bilim ve teknolojidir. Bilim ve teknolojiye hakim olanlar refah, kuvvet, ve itibara sahip olmakta, ve dünyaya yön vermektedirler. Günümüzde insanları ve ülkeleri iki guruba ayırmak mümkündür: Bu değişime öncülük eden ve değişime ayak uyduranlar, ve bu değişim fırtınasını henüz idrak edemeyip kenarda şaşkınlıkla olayları seyredenler ve korku içinde savunma pozisyonu almaya çalışanlar. Neticede çağı yakalıyanlarla kaçıranlar arasındaki mesafe gittikçe büyümekte, ve aralarındaki uçurum derinleşmektedir.
Bir ülkenin gelişmesi için yapılması gereken ilk şey eğitimin gelişmesi, onun için de ilk şart ülkedeki demokrasinin gelişmesidir. Dünya ekonomisinin artık bilgi-tabanlı olması ve artan oranda yüksek eğitimli işgücüne dayalı olması, gelişmişlik için eğitimin önemini gittikçe arttırmaktadır. Ama iyi bir eğitim için demokrasinin önemi ne kadar izah edilse azdır. Modern dünyada eğitimin temel amacı bilgi yüklemek ve hatta beceri kazandırmaktan ziyade bireylerin hayal gücü ve yaratıcılıklarını geliştirmek, bağımsız düşünmelerini sağlamak, ve özgüvenlerini tesis edip girişimcilik ruhu kazandırmaktır. Bu da ancak özgür bir ortamda olur.
New York Times gazetesi yazarı Thomas Friedman, 7 Mart 2004 tarihli yazısında Amerikan mucizesi arkasındaki sırrı şöyle açıklar: “Amerika var olmuş en büyük inovasyon makinesidir ve yakın bir zamanda kopya edilemeyecektir. Çünkü bu, çok sayıda faktörün çarpımının ürünüdür: Ekstrem seviyede düşünce özgürlüğü, bağımsız düşünceye yapılan vurgu, sürekli yeni beyin göçü, teşebbüs edip başarısızlığa uğramanın ayıplanmadığı bir risk alma kültürü, yolsuzluğa bulaşmamış bir bürokrasi ve yeni fikirleri global ürünlere dönüştüren rakipsiz bir rizk sermayesi sistemi ile para ve sermaye piyasaları.”
Fikir özgürlüğünün en yüksek düzeyine ve düşüncenin de bağımsız oluşuna yapılan vurgu dikkat çekicidir. Şu veciz sözler de bu ifadeyi destekler mahiyettedir: “Hayal etme, bilgiden daha önemlidir” “Gerçekten büyük ve ilham verici herşey hürriyet içinde çalışabilen kişi tarafından yaratılmıştır” (Albert Einstein); “İnsanı düşünmemekten daha çok yaşlandıran bir şey yoktur” (Christopher Morley); “Yaratıcılık olmadan, biz bir hiçiz. Öğrencilere nasıl yaratıcı olunacağını öğretmek, onları özgür kılar. Buluşun anası özgürlüktür” (John Leinhard); ve “Eğitimin en büyük gayesi kişiye özgüveni öğretmek, ve kendi zihin aleminin zenginliklerini tanımasını sağlamak olmalıdır” (Ralph Waldo Emerson).
Dünya ülkelerine bakıldığı zaman gayet açık olarak görülür ki bir ülkedeki eğitim seviyesi, demokrasi seviyesi ile birebir bağlantılıdır. Bir ülke demokraside ne kadar ileri ise, eğitimde de o kadar ileridir. Bilim ve teknolojide lider olan ülkelerin demokratik hak ve özgürlüklerde de öncü olmaları tesadüf değildir. Hatta denebilir ki demokrasisini dünya standartlarına yükseltemiyen bir ülkenin eğitimini bu standartlara taşıması mümkün değildir. Eğitim konusundaki tüm gayretleri ve hatta “reform” olarak takdim edilen büyük projeleri de akim kalmaya ve ölü doğum yapmaya mahkumdur. Mevsim kış kaldığı sürece bol mahsül bahçelerde değil ancak hayallerde görülür – tohumlar kaliteli, gübre bol olsa bile.
Tüm ulusal ve uluslararası araştırmalar eğitimimizdeki durumun hiç de iç açıcı olmadığını gösteriyor. Örneğin 65 ülkeden 15 yaş grubundaki yaklaşık 470 bin öğrencinin katılımıyla gerçekleştirilen ve ögrencilerin okuduğunu anlama, matematik ve fen bilimlerinde bilgiyi yorumlama ve gerçek hayat durumlarına uygulama odaklı en son PISA (Programme for International Student Assessment) sınavında, Türkiye, fen bilimlerinde sonlarda yer almıştır (34 OECD ülkesi arasında 31inci, 65 ülke arasında 42inci). Ayrıca, fen bilimlerinde ilk %25’lik yüksek yetkinlik dilimine OECD ülke ögrencilerinin %9’u girerken Türk ögrencilerin sadece %1’i bu başarı seviyesine ulaşabilmiştir (OECD, PISA 2009 at a Glance, OECD Publishing, 2010; OECD Science, Technology and Industry Outlook 2012).
ABD gelecekte mühendis ihtiyacını nasıl karşılıyacağının düşünürken, Türkiye’de sık sık mühendislerin iş bulamamasından, ve bulunan işlerin de lise mezunlarının yapabileceği türden işler olmasından şikayet edilir. Bunun sebebi mühendisliğin özde yaratıcı bir meslek olması, ve yaratıcılık veya mucitliğin olmadığı yerlerde mühendisliğe ve dolayısıyla mühendise ihtiyaç olmamasıdır. Eğer dünya mevcut ürünlerle yetinecek ve yeni ürünlere ihtiyaç göstermeyecek olsaydı, mühendislere gerek kalmazdı. Teknisyenler, ustalar, ve endüstriyel robotlar mevcut teknoloji harikalarını üretmeye devam ederdi. Okullarda kıyafet serbestliği ve dolayısıyla giyimde farklılığın hayal gücü ve yaratıcılığın gelişmesi için bir fırsat olması yerine bir tedirginlik ve korku kaynağı olarak görüldüğü bir ortamda mucitliğin gelişmesi zordur. ‘Başımıza yeni icat çıkarma’ telkinleriyle büyüyen çocukların ileride mucit ruhlu olmasını beklemek ne kadar gerçekçidir?
İnsanlar his ve düşüncelerini en iyi kendi ana dillerinde ifade ederler, ve bireyler en iyi ana dillerinde eğitimle gelişirler. Türkiye’de yabancı dille olan eğitime olan rağbetin sebebi, mezunlardan olan beklentinin, yeni fikir ve teknoloji üretme yerine yabancı fikir ve teknolojiyi etkin olarak ithal edebilme ve ticari ilişkilerde etkin iletişim becerilerine sahip olunmasıdır. Tabi burada İngilizce’yi diğer dillerden ayırmak gerekir, çünkü İngilizce artık bir yabancı dil olmaktan çıkıp ‘Dünya Dili’ konumuna yükselmiştir. İngilizce öğrenmek de artık yabancı bir dil öğrenmek değil, dünya dilini öğrenmekle eşdeğer hale gelmiştir. Artık bir köy haline gelmiş bu global dünyada İngilizce bilmeyen kişi, yaşadığı ülkede yerel dili bilip ülke dilini bilmeyen kişi konumuna düşmüştür. Bilginin her 4 yılda bir kendini katladığına ve de dünyada bilişim ve iletişim dilinin İngilizce olduğu dikkate alınırsa, etkin bir İngilizce bilgisi olmadan bu global rekabet ortamında bilimsel ve teknolojik yarışta yer alınamayacağı açıktır. O yüzden bilgi tabanlı ekonomiye geçme iddiasındaki her ülkenin başarması gereken ilk şeylerden birisi ilk ve orta öğretim çağındaki herkese İngilizce yetkinliğini kazandırmaktır. Bunun için de işe üniverstiteye giriş sınvalarında İngilizce yetkinliğini ölçen sorulara yer vermekle başlamalıdır.
Avrupa Parlamentosu, kapsamlı çalışmalardan sonra 2006 yılında içinde bulunduğumuz bilgi çağında fonksiyonel vatandaş olabilmek için gerekli olan 8 anahtar yetkinliği (8 key competencies) şunlar olarak belirledi: 1- anadilde iletişim, 2- yabancı dillerde iletişim, 3- matematikte yetkinlik ile bilim ve teknolojide temel yetkinlikler (analiz etme, kritik düşünce, bilimsel yaklaşım), 4- dijital yetkinlik (bilişim/iletişim teknolojilerini etkin kullanma), 5- öğrenmeyi öğrenme, 6- sosyal ve medeni yetkinlikler (demokrasi, kişisel haklar, vs), 7- girişkenlik (insiyatif kullanma) ve girişimcilik (yaratıcılık, inovasyon, etiklik, liderlik) ve 8- kültürel farkındalık ve yaratıcı ifade (sanat, müzik, edebiyat, tiyatro, kültürel faaliyetler). Şimdi şu soruya dürüstçe cevap verelim: Acaba lise mezunlarımızın ne kadarında bu yetkinliklerin ne kadarı var? Tek çıktısı ezber bilgi ve mekaik test becerisi bazında gençleri sıralamak olan ortaöğretimde en azından bu sıralama kuru bilgi ve faydasız beceri yerine bu temel yetkinliklerdeki kazanımlara göre yapılsa, üniversiteye giremeyen gençlerimiz dahi hayata temel becerilerle bezenmiş olarak başlamazlar mıydı?
Yenilik ve yaratıçılığın bir ölçüsü patent sayısıdır. ABD’de 2011 yılında 536,600 patent başvurusu yapılmışken, TPE verilerine göre, bu rakam Türkiye’de 10,310 olmuştur, ve bunların da %60’ı yani 6223’ü yabancılara aittir. Verilen patent sayısı ise 6567’dir ve buların sadece 847’si yerlidir. Geri kalan %87 oranındaki 5720 patent yabancılar tarafından alınmıştır. Aynı yıl verilen patent sayısı Japonya, ABD, Çin ve Güney Kore tarafından verilen patent sayısı ise sırasıyla 238 bin, 224 bin, 172 bin ve 95 bin’dir (Türk Patent Enstitüsü ve http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_by_patents). Mühendisliğin gelişmesinin de ilk şartı, yine özgürlüktür ve hür düşüncedir. Görüldüğü gibi fikri mülkiyet üretiminde öncülük eden ve mühendisliğin en gelişkin olduğu ülkeler, özgürlüklerin en geniş olduğu ülkelerdir.
Bağımsızlığın Teminatı: Bağımsız Düşünce
Eğitim sistemimiz genel olarak hâlâ körü körüne ezberciliğe ve bilgi yüklemeye yani öğrenciyi robotlaştırmaya dayalı iken, modern dünyada system düşünmeye, sorgulamaya, öğrencinin hayal gücünü ve yaratıcılığını teşvik edip geliştirmeye, ve çok öğrenmekten ziyade öğrenilen bilgileri kullanıp özdeştirmeye dayanır. Çok şey ezberleyip bilgisi ile ne yapacağını bilmeyen kişiye değil, az da olsa bilgisi ile ne yapılabileceğini bilen “düşünen”, “sorgulayan”, ve “hayal eden” kişilere değer verilir. Çünkü bilgisayarlar da bilgi yüklü, ama onların bile ancak “düşünen” kişilerin elinde bir değeri var. Bir eğitim sisteminin misyonu genç ve heyacanlı dimağların heyecanını söndürüp onları köhne bilgi depolarına çevirmek, kalıplaşmış sınavlarla kalıplaşmış bilgileri ölçmek, ve sınav geçme konusunda “uzman” olmuş bireyler yetiştirmek olamaz.
Bilgi yüklenerek ve beceri kazanarak ulaşılabilecek en yüksek nokta robotluktur, yani değerli bir emir kulu olmaktır, ve başkasının hakimiyetini kabul etmektir. Sadece bilgi ve beceri ile donatılmış eğitimli kişiler, kendi firmalarını kurmak ve yeni bir iş sahası açmak veya yeni bir teknoloji geliştirmek yerine kendilerine iş ve aş verecek iyi bir “efendi” ararlar. Yani çobanlığa değil, koyunluğa talib olurlar. Koyunluğa rağbetin böyle yüksek olduğu yerlerde aç kurtlar da türer, işgüzar çobanlar da. Çoban köpeklerinin kimi kime karşı koruduğu da belli olmaz. “Kuzu, kuzu” bireylerden oluşan böyle bir ülkenin bırakın ileri gidip dünyada itibar sahibi bir yere gelmesi, bağımsızlığını bile koruması mümkün değildir. Gecelerini “kurtların hücumu” kabuslarıyla, gündüzlerini de “biz geçmişte neymişiz” masallarıyla avunarak, yani kendini mazide bir zaman dilimine hapsederek geçirir. Geleceğe bakmaya cesareti yoktur çünkü ümit ve heyecan ışıkları olmadığından gelecek karanlıktır. Politikalarını yüksek idealler yerine “kurtların muhtemel hücum planları” ve “geliştirilmesi gereken savunma mekanizmaları” belirler. Ama korkunun ecele faydası yoktur. Koyunun sonunda gideceği yer ya kurdun kapanı ya da kasap dükkanıdır. Yaşadığı sürece de başkalarının yününü kırpmasına ve sütünü almasına göz yummak durumundadır.
Türkiye’ye dışarıdan bakılınca ve modern dünyadaki sistem ile yanyana koyunca gayet net olarak görülüyor ki Türkiye’de eğitim sisteminin amacı kurt değil “kuzu” yetiştirmek. İlk ve orta öğretimde okutulan 190 ders kitabını inceliyen Bogaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Baykal da, kitapların itaatkar nesiller yetiştirmeye kodlandığı sonucuna vardı (Radikal, 11 Haziran 2005). Yani itaatkar, denileni itiraz etmeden ve sorgulamadan yapan, büyüklerine ve – bilhassa aslında “hizmetçi” olması gereken devlet büyüklerine – karşı saygılı, hiçbir şeyi – bilhassa ders kitaplarında yazılanları ve öğretmenlerin ve resmî ağızların dediklerini – sorgulamayan, düşünmeye değer birşey varsa onu devlet büyüklerimizin düşünüp en iyi kararı alacağına inanan müstemleke mentalitesinde silik ve ürkek bireyler yetiştirmek.
Türkiye eğer AB seviyesinde bir gelişmişliği – ki bu da eğitimin geliştirilmesiyle olur – yakalama iddiasında samimi ise ve dünya çapında Nobel ödüllü biliminsanları, yazarlar, ve sanatkarlar yetişmesini gerçekten istiyorsa, fobilerini terkedip genç dimağların serbest düşünce ve yaratıcılığını iğdiş etmeyi bırakmalı, ve artık iyice sırıtan “düşünce özürlü” bireyler yetiştirme politikasına son vermelidir. Zira bilimin ve ülkelerin önünü açan hür düşünce ve hayal gücüdür, ve bunları canlı tutan da özgürlük ve merak hissidir.
Sözde ve Özde Fikir Özgürlüğü
Fikir özgürlüğü olmayan yerde eğitimden bahsedilemez. Türkiye’de aslında fikir özgürlüğü olduğunu, ve sadece bazı “tehlikeli” fikirlerin ifadesinin ve bazı kurumları eleştiri veya tahkir ile zayıflatmanın dışında herşeyin serbest olduğunu iddia edenlere şunu söylemek gerekir: Eğer bir ülke veya kurum fikir ifadesi veya eleştiriden – haksız eleştiri bile olsa – ciddî hasar görecek kadar zayıfsa, o ülke veya kurumun çok daha derin dertleri var demektir, ve önce acilen o dertlere eğilmesi gerekir. Korku ve telaşın ecele faydası yoktur. Doktora hastasına kanserli olduğunu söylemeyi yasaklamak, hastayı korumak değil onu ölüme mahkum etmektir. Aslında bir ülke veya kuruma en büyük hakareti edenler, o ülke veya kurumun değişik fikir ve eleştirilerle sarsılacak kadar zayıf olduğunu, ve ancak bu tür yasakçı korumalarla ayakta kalabileceğini îma edenler ve dünyaya ilan edenlerdir. Kendisine güvenen ve dünya çapında olduğunu iddia eden bir futbol takımı, oyunu açık sahada ve dünya kurallarıyla oynar. Yoksa gol yemesin diye kalesi önüne duvar örmeye kalkan bir takım, sadece zayıflığını ve dünyadan kopukluğunu gösterir. Keza, kalesi önüne duvar örerek ve rakip takımın kendi yarı sahasına girmesini yasaklayarak maçı 12-0 kazanan bir takımın büyüklük iddiaları ise gülüçtür, ve kendisine, ülkesine, ve taraftarlarına bir hakarettir. Bunda ısrar ise hamasettir. Bilgi gündüzünden ve hürriyet güneşinden ancak korkak karanlık kuşları rahatsız olur.
Acaba en büyük düşmanımızın fikir değil evham, ve bizim yerlerde sürünmemize en büyük sebebin kökleşmiş saplantılarımız olduğunu ne zaman idrak edeceğiz? Geçmişten bir örnek vermek gerekirse, 1980’li yıllarda cesaretimizi toplayarak Türk parasını koruma kanununu kaldırıp serbest konvörtibiliteye geçince döviz karaborsacılığından başka ne kaybettik? Eğer korku üretme merkezlerine kulak vererek felaket dellallarını dinleyip cebinde yabancı para taşıyanları hâlâ nezarete alıyor ve 20 dolarlık bir banka transferi için 20 imza almanın peşinde koşuyor olsaydık sefaletten başka ne kazanacaktık?
Özürlü Demokrasi ve Tek Tipçilik
Türkiye’nin tüm dertleri sonunda “özürlü” demokrasiye ve “sınırlı” kişisel hak ve özgürlüklere, ve muasır medeniyet yerine saplantıların esas alınmasına dayanır. Türkiye bu saplantıları aşıp hür dünya ile bütünleşmeden ve sözde değil özde “demokratik” bir ülke olmadan dünya standartlarında modern bir eğitim sistemine sahip olamaz, ve yeni fikir, ürün, ve hizmet üreten yaratıcı bireyler yetiştiremez.
Demokrasinin cılızlığı ve kişisel hak ve özgürlüklerin kısıtlılığı, aynı zamanda toplumsal birçok problemimizin kaynağı, ve kavgalarımızın da temel sebebidir. Bireylere bırakılması gereken temel hak ve özgürlüklere devlet müdahale edip belirleyici rol oyanaya kalkmakta, ve ortaya çıkan tek tipi halka empoze etmektedir. Bu hürriyetler asrında çok geniş bir zemini kapsayan bu tek tipte – nelerin doğru ve nelerin yanlış olduğu da dahil – mutabakat sağlanması mümkün olmadığından değişik görüşteki kişi ve kuruluşlar “eğer tek görüş olacaksa, bu benim görüşüm olsun”, “ben başkasının görüşüne tabi olacağıma başkası benim görüşüme tabi olsun,” “en doğru görüş benim görüşümdür; diğerleri yanlış ve hatta ülke için tehlikelidir” yaklaşımıyla birbirleriyle mücadeleye girmekte, ve ülke bu tek tipi belirleyecek iktidar kavgalarına sahne olmaktadır. Halk, derin fay hatları gibi bu görüşlerden bölünmekte, ve fay hatlarının kayması ile ülkede sosyal ve ekonomik depremler olmaktadır. İktidar değiştikçe doğrular değişmekte, ve ülke ileri gideceğine, direksiyonu bir sağa bir sola kıvrılan araba gibi yalpalayıp durmaktadır.
Aslında bu kavgaların arkasındaki ortak his “kişisel hak ve özgürlükler” hissidir, ve verilen mücadele de bu hakları koruma mücadelesidir. Tek tipçi görüşün tabii sonucu tahakkümdür, kavgadır, huzursuzluktur, ve zayıflıktır – hem bireyler hem de ülkeler için. Eğer kişisel hak ve özgürlükler devlet tekelinden çıkarılıp gerçek sahibi olan bireylere verilse, herkes Batılı ülkelerde olduğu gibi kavgayı bırakacak, ve işine bakacaktır. Ve politik partilere de pek fazla rağbet etmeyecektir.
Şu iyi bilinmelidir ki tek tipçilik birlik sağlamaz, tam aksine birliği bozar. Tek tipçilik insanların birbirine şüphe ile bakmasına sebep olur, ve o ülke insanlarını birbirine düşman eder – ve etmiştir de. Güveni sarsar ve ülkede güven bunalımı yaratır – ve yaratmıştır da. Geri kalmışlığı ve aşağılanmayı ülkenin kaderi eder – ve etmiştir de. Birlik ve beraberlikten dem vururken ülkeyi parçalanma ve yok olmanın eşiğine getirir – ve getirmiştir de. 20. asrın ilk yarışında moda olmuş ve iki dünya savaşına sebep olarak insanlığı yok olmanın eşiğine getirmiş olan bu insanlık dışı yaklaşım, insanların uyanması ve çabuk akıllarını başlarına almasıyla 1950’lerde terkedilmiş, ve kişisel ve kitlesel hak ve özgürlüklere dayanan ve gökkuşağı gibi uyumlu bir renk manzumesi oluşturan çok kültürlülüğü esas almıştır. Bu konuda şüphesi olanlar, tek tipçiliğin sembolü olan Sovyetler Birliği’nin nasıl çöküverdiğini, ve çok kültürlülüğün ve kişisel ve gurupsal hak ve özgürlüklerin sembolü olan ABD’nin dünyanın nasıl süpergücü olduğuna baksınlar.
Tek tipçiliğin birlik ve huzur değil, kavga ve huzursuzluk sebebi olduğuna bir örneği de kendi tecrübemden vereyim. ABD’de üniversitemizin tabi olduğu emeklilik sisteminde kişi emekli olacağı yaşı kendisi belirler – kimisi 50 yaşında emekli olurken kimisi 70 yaşında olur. Peki fark nedir? 50 yaşında emekli olan çok daha az pirim ödeyip çok daha uzun süre maaş alacağından , emeklilik maaşı haliyle çok daha düşük olacaktır. Yani emeklilik yaşı herkes için değişiktir; değişmeyen tek şey pastaya yapılan katkı ile alınan payın tutarlı olması, ve kimsenin haksızlığa uğramasına veya haksız kazanç sağlamasına izin verilmemesidir. Yani, temel bir insanlık değeri olan adaletin esas alınmasıdır. Neticede emeklilik yaşında çokluk, ama emeklilik sistemini desteklemekte birlik vardır. Ve haliyle böyle her zevk ve rengi kucaklayan bir sistemde “mezarda emekliliğe hayır” sloganlarıyla öfkeli yürüyüşler ve “doğru” emeklilik yaşının ne olduğu konusunda ateşli tartışmalar ve toplumda parçalara bölünmeler olması söz konusu değildir.
Şu iyi bilinmelidir ki zoraki birliktelik birlik değildir. Akıl, bilim, ve tarih ışığında bakıldığında açıkça görülür ki birleştiricilik zannedilen tek tipçilik aslında bölücülüktür, ve tek tipçiliğin kaçınılmaz sonucu tahakkümdür, çatışmadır, ve en nihayet bölünmedir. O yüzden gerçek bölücüler, artık çağdışı kalmış tek tipçilerdir. Birliğin teminatı, kişisel hak ve özgürlüklere riayettir, demokratlıktır, ve çağdaşlıktır. İnsanlar hürdür ve birinin yaşam tarzını başkalarına empoze etmenin zamanı çoktan geçmiştir. Artık açıkça görülmüştür ki saygı görmenin ve barış ve huzur içinde birlikte var olmanın yolu, başkalarının hak ve özgürlüklerine saygı göstermek, ve çoğulculuğu esas yapmaktır. Modern giyimli ve başörtülü iki kişi, giyim ve belki inanç tarzlarıyla bir tezat oluşturuyor gibi görünebilirler. Ama her ikisi de birbirlerine saygı duydukları sürece kıyafet ve inanç özgürlüğü konusunda tam bir birlik oluşturmaktadırlar. Demokratlığın gereği ve toplumsal huzurun kaynağı, karşılıklı saygı ve birbirine güven duymaktır.
En büyük eşitsizlik, eşit olmayanlara eşit muamelesi yapmaktır. En büyük ayrımcılık da tipleri aynı olmayanlara tek tip muamelesi yapmaktır. Aynen birlik olsun diye ayak tipine bakmaksızın herkesi tek tip bir ayakkabıyı giymeye zorlamak gibi. Böyle dışlayıcı bir hareket, seçilenden değişik tipteki ayakları incitir, sahiplerini küstürür, ve hatta onları ayakkabı düşmanı yapıp yeni arayışlara iter. Aslında buradaki düşmanlık ayakkabıya değil, seçilen tipe ve zorbalığadır. Yoksa herkes memnuniyetle ayakkabı giyer ve giymeyi savunur – yeter ki tüm ayakları kapsayacak kadar değişik tipleri olsun. Ayakları incinen ve hatta yaralanan ayakkabı madurlarını “ayakkabı düşmanı” ilan etmek duyarsızlıktır, bağnazlıktır, ve ayrımcılıktır. Hele hele “bunlara bir-iki tip daha sunacak olsak tam şımarırlar ve ortalığı kırıp dökerler” demek, tam bir haksızlıktır. Tek tipte ısrarı bırakıp esnekliği esas alsalar görecekler ki ülkede “ayakkabı sorunu” diye bir şey kalmayacak, ve “ayakkabı düşmanı” diye mücadele ettikleri kişiler ansızın ayakkabı dostu ve savunucusu oluvermişler.
Yine iyi bilinmelidir ki tek tipçiliğin kalıplaşmış şekli olan ve eğitim sistemimizin de bel kemiğini oluşturan resmî ideolojilerin zamanı geçmiştir, ve geçeli yarım asır olmuştur. Devekuşu gibi başını kuma sokup gözleri dünya gerçeklerine kapamanın şimdiye kadar kimseye faydası olmamıştır ve bundan sonra da olmayacaktır. Kuzey ve Güney Kore bu konuda çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır. Kuzey Kore hamasî duyguları körükleyip gençlerin beyinlerini modası geçmiş sloganlarla doldurmaya çalışırken, Güney Kore üniversal değerleri esas alıp serbest düşünceyi ve girişimciliği teşvik etmiş ve bir nesil içinde bir ekonomi mucizesi yaratmıştır.
Artık ideolojiler – inanç ve değer sistemleri dahil – bireyselleşmiştir, ve devletlere değil bireylere aittir. Halk adına halkın yetkisini kullanan demokratik bir devletin yapması gereken halkın ortak paydasını temsil etmek, kişisel hak ve hürriyetleri en geniş anlamda tesis etmek, tüm değişik inanç, ideal, ve hayat tarzlarını hiçbir ayrım gözetmeden garanti altına almaktır. Devletin toleranssızlık göstereceği tek şey toleranssızlığın kendisi olmalıdır. Ülkede birlik ve kalıcı huzur böyle sağlanır, ve hedef aldığımızı söylediğimiz muasır medeniyet böyle yakalanır. Batı dünyası bunu onyıllar evvel yapmıştır, ve şimdi sefasını sürmektedir.
Evham ve saplantıları aşıp tek tipçilik yerine kişisel hak ve hürriyetler esas alındığı zaman görülecektir ki herkes bu kucaklayıcı yaklaşımı memnuniyetle karşılıyacak, saygı içinde birlikte yaşmayı prensip edinecek ve adalete kanaat edecektir. Resmî ideolojiyi genç zihinlere nakşetmek için yıllar harcayan – ama bunu da başaramayıp öğrencide tepki ve bıkkınlık yaratan – eğitim kurumları, bu durumda küresel değerleri öğretecek, ve düşünen, sorgulayan, yaratıcılığı gelişmiş ve özgüven sahibi bireyler yetiştireceklerdir.
Sonsöz
Yeni fikir filizleri ve girişimcilik ruhu, ancak serbestlik zemininde ve parlak hürriyet güneşi altında tam olarak gelişir, ve heybetli bir ağaç olur. Mayınlı yollardan kimse gitmek istemez, gitse bile temkinli olarak ve yavaş yavaş gider – mayınlar açıkça işaretlenmiş olsa bile. Bir ülkeyi mayınlı yollardan gitmeye zorlamak, o ülkeyi geri kalmaya mahkum etmeye eşdeğerdir. Medeniyet yolunda en hızlı ilerliyenler savunma içgüdüsüyle fikir ve düşünce yollarından mayınları kaldırmakta nazlananlar değil, aksine bu yolları asfaltlayanlardır.
Artık apaçık görülüyor ki yasakçılıkla geri kalmışlık, ve fikir hürriyeti ile gelişmişlik yapışık ikizler gibi birbirinden ayrılmıyorlar. Bugünkü hastalıkları yüz sene evvelki tıp ilmi ve ilaçlarıyla tedavi etmek ne kadar geçersizse günümüzün ekonomik, sosyal, ve toplumlararası problemlerini de dünkü metodlarla halletmeye kalkmak o kadar geçersizdir. Geçmişe taassupla sıkı sıkı yapışıp zamanın değerlerine sırtını çeviren ve hatta zamana savaş açan ülkelerin geri kalmışlığı medarı ibrettir. AB süreci, alışageldiğimiz metodlarla neyi ne için yaptığını sorgulamadan iş yapma alışkanlıklarının tekrar gözden geçirilmesi ve eğitim dahil tüm politikaların rasyonel bir çizgiye oturtulması için muazzam bir fırsattır. Umulur ki Türkiye bu fırsatı iyi değerlendirecek, ve geçmiş saplantılardan sıyrılıp akıl ve bilimi rehber edinerek modern dünyada saygın yerini alacaktır. Bunun da miladı, Ankara’nın merkezde toplamış olduğu yetkilerinin büyük bir kısmını o yetkilerin gerçek sahibi olan halka yani yerel birimlere aktardığı gün olacaktır.
Hocam bu konuda bir şeyler yapamaz mısınız? Güzel tespitleriniz var. Eğitim can çekişiyor. Sizden istirham ediyorum gelin ve elinizden ne geliyorsa yapın veya tavsiyeler verin.