AB Sürecinde Rasyonel Eğitime Geçiş: Vizyon ve Misyon

Giriş

Modern dünyada eğitim sisteminin mühim bir özelliği dinamik, esnek, ve değişime açık olması, ve hızla değişebilmesidir. Hızla değişen dünyamızda ihtiyaca cevap verebilmek için bunun zaten böyle olması gerekir. Bu da ancak eğitimin hantal ve duyarsız merkeziyetçi yapıdan kurtulup büyük ölçüde yerelleşmesi ile mümkündür. Çağımızda insanları ve ülkeleri iki guruba ayırmak mümkündür: Bu değişim trenine binip öncüluk eden ve değişime ayak uyduranlar, ve bu değişim fırtınasını henüz idrak edemeyip kenarda şaşkınlıkla olayları seyredenler ve korku içinde savunma pozisyonu almaya çalışanlar. Neticede çağı yakalıyanlarla kaçıranlar arasındaki mesafe gittikçe büyümekte, ve aralarındaki uçurum derinleşmektedir.

Eğitim kurumları sadece öğretim yani bilgilendirme değil aynı zamanda da eğitim yani davranışları değiştirme, kişisel gelişim, ve beceri kazandırma kurumlarıdır. Einstein’in ifade ettiği gibi “Eğitim, kişi okulda öğrenilen herşeyi unuttuğu zaman kalan şeydir.” Whitehead, eğitimin beceri boyutuna dikkatleri çeker: “Eğitim bilgiyi kullanma sanatını tahsil etmekdir.” Aristotle, eğitimin neticelerini ön plana çıkarır: “Eğitimin kökleri acı, ama meyveleri tatlıdır. Eğitim, yaşlılık için en iyi tedariktir.” Eğitimli kişiler yerlerinden kımıldıyamıyacak hale bile gelseler, hayal hissinin de yardımıyla durdukları yerde muazzam ilim alemlerinde gezerler, ve nezih bir haz alırlar. Eğitime sadece daha yüksek maaş alabilmek için bir araç olarak bakanlar veya mali durumu iyi olduğu için üniversiteye gitmeye gerek görmeyenlerin bu mesajı iyi algılaması lazımdır. Mevlâna, bakış açısı kazandırılmasının önemine vurgu yapar: “Sen bakmasını bil de dikende gül gör! Dikensiz gülü herkes görür.” Kişi tahsil hayatı boyunca saadet kaynağı olan bu veciz ifadeyi özümsüyebilse ve dikene bakınca gülü görebilmeyi hayatının parçası haline getirebilse, bu bile tek başına azımsanmıyacak bir kazanımdır. Neticede eğitim, genç dimağ hammaddesine katma değer ilave etme sanatıdır.

Vizyon ve Misyon

Dünyada aklı başında hiçbir kişi veya kuruluş sebepsiz yere bir şey yapmaz, ve karşılığında ne alacağını bilmeden ve hesabını yapmadan para yatırmaz. Bir kaç kişi istihdam eden bir firma dahi belli bir gaye için kurulur, ve belli hedefleri vardır. Firmanın tüm birimleri ve çalışanları, tek bir vücudun azaları ve hücreleri gibi üzerlerine düşen görevleri heyecanla yerine getirirler, ve sundukları mal veya hizmetin en yüksek kalitede olmasına özen gösterirler. Müşteri memnuniyetini esas alıp, değişen piyasa şartlarını yakından takip ve adapte ederler. Harcanan her kuruşun muhasebesi yapılır, ve hedeflere ne derece yaklaşıldığı düzenli olarak control edilir.

Küçük bir firma için durum böyle iken, yüzbinlerce kişiyi istihdam eden ve milletin milyarlarca lirasını harcıyan bir kuruluşun işinde gayesiz ve hesapsız olması, kaliteye kayıtsız ve piyasaya ve değişen dünya şartlarına duyarsız kalması düşünülemez. Ama Türkiye, belki de fazla düşünmediğimizden olacak, “düşünülemez”lerin düşünülmeden rahatça yapılabildiği ülkelerden biri. O yüzden de dünya gelişmişlik sıralamalarında mahçup edici yerlerden bir türlü kurtulamıyor. Umid edilir ki AB sürecinde Türkiye’nin tüm kurumlarında eskiden kalma alışkanlıklar bırakılıp akıl ve bilim ışığında yeni bir yapılanmaya gidilir.

Modern dünyada resmi veya özel her kuruluşun yaptığı ilk şey, vizyon ve misyon’unu belirlemesi, yani “gelecekte ne olmayı amaçladığını” ve “bu amaç doğrultusunda neyi nasıl yapacağını” genel ifadelerle tayin etmesidir. Misyon ifadesi bazen vizyonu da içine alır. Ciddi tüm firma ve kuruluşlar, özel ve resmî eğitim kurumları dahil, vizyon ve misyonlarını ilan ederler. Tüm çalışanların da bu genel tabloyu benimsemiş olmasına özen gösterilir. Vizyon, tüm çalışanların önlerini görmesini sağlıyan bir ışıktır. Vizyon, insanları kendine çekip aynı istikamete yönlendiren bir manyetik kuvvet gibidir. Kutupları uyumsuz mıknatısların birbirini ittiği gibi, vizyon da kendisiyle uyumsuz kişileri dışarı iter, ve uyumlu bireylerden kuvvetli takımlar oluşmasını sağlar. Bir kuruluşun alt birimlerinin misyonu kuruluşun, ve kuruluşun misyonu da bir üst kuruluşun misyonunu destekler mahiyette olmalıdır. Misyon ifadesi, şu konularda net taahhütler içermelidir (Vision and Mission Statements, ACIG, 2000):

  • Amaç – Kuruluş faaliyetlerinin mahiyeti ve kapsamı, temel hedeflere nasıl ulaşılacağı. Mesela bir eğitim kurumu için, mezunlarının hedeflenen profili nedir, ve bu nasıl başarılacaktır.
  • Fark – Kuruluşu benzer konularda faaliyet gösterenlerden ayrıştıran özellikler. Mesela bir özel okul, diğer özel ve resmi okullardan hangi noktalarda ve nasıl ayrılmaktadır.
  • Taahhütler – Kuruluşla ilişkisi olan ve iş yapanlara sunulacak hizmetler. Mesela bir eğitim kurumu, öğrencilere ve ailelerine, öğretmenlere, ve topluma neleri vadediyor?
  • Değer Ölçüleri – Kuruluşun temel prensip ve öz değerleri, ve felsefesi. Çalışanlar arasında gaye ve yaklaşım birliği sağlamak için önemlidir.

Elbette vizyon ve misyon ifadeleri, “bizim de var” demek için veya bir fomaliteyi yerine getirmek için hazırlanmaz. Başkalarına göstermek için yazdırılıp dosyalanmış ve hayata geçirilmemis vizyon ve misyon ifadelerinin hiçbir önemi yoktur – en harika ifadeleri içerseler bile. Çünkü kağıt üzerindeki ifadeler bir iş yapmaz; işi insanlar yapar. Demek kurumun vizyon ve misyonunun hayata geçirilebilmesi için çalışanların bu ifadeleri benimsemesi. mânâlarını özümsemesi, ve onları yaşaması lazımdır. Bu da çalışanların kurumsal vizyon ve misyon ruhuyla ruhlanmalarını ve bir takım ruhuyla çok cesetli bir ruh gibi çalışmalarını gerektirir. Aksi taktirde alt birimler ve hatta bireyler kendi kısır ajendalarını misyon edinirler, birbirlerinden ve dünyadan koparlar, ve gayesizlik içinde koşuştutup dururlar. Güçlü bir devletten ziyade birbirleriyle didişen derebeylikleri andıran böyle bir ortamda, tüm kaynak ve kabiliyetler israf olur, geleceğe bakış karamsarlaşır, ve hayat söner.

Başta ABD olmak üzere modern dünya ile Türkiye eğitim sistemleri arasındaki en temel fark, vizyon ve misyon yoksunluğudur. Yani neyi niçin yaptığımızı bilmeyişimiz, ve bunu yeterince sorgulamamamızdır. Zaten Türkiye’de yıllardır şikayet edip durduğumuz ve değiştirmeye çalıştığımız “ezberci” sistemin aslında özü budur, yani neyi ne için öğrendiğini, bilgilerin nerede ne işe yarayacağını bilmemektir. Yoksa güzel bilgileri kalıcı bir şekilde hafızaya yerleştirmek gayet güzeldir. Güzel olmayan, bilgileri ruhsuz bir şekilde sınavlarda kullanılmak üzere hafızaya depolamaktır.

Bizde eğitim sistemi genel olarak hâlâ körü körüne ezberciliğe ve bilgi yüklemeye yani öğrenciyi robotlaştırmaya dayalı iken, ABD’de system düşünmeye, sorgulamaya, öğrencinin hayal gücünü ve yaratıcılığını teşvik edip geliştirmeye, ve çok öğrenmekten ziyade öğrenilen bilgileri kullanıp özdeştirmeye dayanır. ABD’de çok şey ezberleyip bilgisi ile ne yapacağını bilmeyen kişiye değil, az da olsa bilgisi ile ne yapılabileceğini bilen “düşünen”, “sorgulayan”, ve “hayal eden” kişilere değer verilir. Çünkü bilgisayarlar da bilgi yüklü, ama onların bile ancak “düşünen” kişilerin elinde bir değeri var. Bir eğitim sisteminin misyonu genç ve heyacanlı dimağların heyecanını söndürüp onları köhne bilgi depolarına çevirmek, kalıplaşmış sınavlarla kalıplaşmış bilgileri ölçmek, ve sınav geçme konusunda yeterince “uzman” olmuş kişilerin eline de bol imzalı bir “aferim” kağıdı vermek olamaz. Önümüzdeki eğitim yılından itibaren ezberci eğitim terk ediliyor, ve okullarımızda daha çağdaş bir eğitime geçiliyor. Değişim için iradenin ortaya konmuş olması gayet ümit verici. Umarız öğretmenler de bu yeni yaklaşıma uyum sağlarlar, ve ezberci eğitim maziye gömülür.

Misyonların Hayata Geçirilmesi

Bir kurumun güzel bir vizyon ve iddialı bir misyon oluşturmuş olması tek başına birşey ifade etmez. Bunların hayata geçirilmesi lazımdır. Bu da planlamayı, are hedeflerin konmasını, periyodik değerlendirmeleri, ve objektif ölçümler yapılmasını gerektirir. Bu tür rasyonel yaklaşımlar Türkiye’de pek yaygın değildir, ama AB sürecinde bunların tüm kurumlarda rutin hale gelmesi lazımdır. Şu dört hususa bilhassa itina göstermek gerekir:

  • Stratejik plan Kurumun vizyon ve misyonunu gerçekleştirebilmek için hangi programların uygulamaya konulacağını göstermek için hazırlanan bir plandır.
  • Temel Başarı Faktörleri İyi yapıldığı taktirde kurumun başarısını temin edecek etkenlerdir. Bunlar, kurumun vizyon ve misyon ifadelerin bakarak tanımlanabilir ve listelendirebilir.
  • Temel Performans Göstergeleri İlerleme miktarını belirlemek için alınan belirli ölçümler ve yapılan hesaplamalardır. Uygun ölçümlerle temel başarı faktörlerinin performansı takip edilebilir.
  • Hedefler Performans değerlendirmelerinde ulaşılmaya çalışılan noktalardır. Hedefler temel başarı faktörleriyle doğrudan ilgilidir. Vizyon ve misyonu desteklemek için hangi zaman aralıklarında ne tür başarılara ulaşılması arzu edildiğini gösterir.

Bu tür planlar ve hedefler, kurumla beraber kurumun alt birimleri için de belirlenmeli, ve periyodik olarak değerlendirilmelidir. Milletin harcanan her kuruşunun hesabı verilmeli, ve öğrencinin okulda geçirdiği her saatinin karşılığı gösterilmelidir.

Her öğretmen verdiği ders ile işe başlıyabilir. Daha dersin başında o dersteki misyon açıkça ve yazılı olarak belirtilmeli, ve şu sorulara cevap verilmelidir: Bu ders müfredata niye konmuştur? Diğer derslerle ilişkisi nedir, ve hangi boşluğu doldurmakadır? Öğrenci bu dersi tatamlayınca hangi yeni bilgi ve becerileri kazanacaktır? Bu, hangi yaklaşımlarla yapılacaktır? Ders, öğrencinin kritik düşünme, yaratıcılığını geliştirme, iletişim, takım çalışması, etik davranış, bireysel gelişim vs becerilerine nasıl katkıda bulunacaktır? Dersin hedefine ne miktarda ulaştığı nasıl ölçülecektir?

Benzer sorular her sınıf için, tüm ilkögretim ve de orta ögretim için, üniversiteler için, ve üniversitedeki her fakülte ve bölüm için sorulmalıdır. Mesela üniversitelerin temel misyonu ögrencileri değişik sahalarda eğitmek, entellektüel bir birikim sağlamak, bilimi geliştirmek, ve uzmanlık kaynağı olarak topluma hizmet vermektir. Üniversiteler, temel ve uygulamalı araştırmaları ve piyasayla yakın işbirliği yapmasıyla ülkelerin ekonomik gelişiminde ve refah seviyesinin yükselmesinde merkezî bir rol oynarlar. Her üniversitenin her bölümü en azından, mezunlarının ne kadarının iş bulduğunu, ve bu işlerin aldıkları eğitim ile ne kadar alakalı olduğunu belgelemelidir. Ayrıca kendi mezunları ve işverenlerle temas içinde olup, alınan geridönüşüm bilgileriyle programını geliştirmelidir. Yani bir kurum halkın parasıyla ne yaptığını hem kendisi görmeli, hem de hizmet verdiğini iddia ettiği kesimlere gösterebilmelidir ki halk dev bütçeli bu kuruluşlara harcanan paraların kendisine hizmet olarak geri geldiğini görsün, ve onları desteklemeye devam etsin.

Mesela üniversitlerde akademik bir bölümün misyonunu icra edebilmesinin ilk şartı bölümdeki öğretim üyelerinin bu misyonu benimsemeleri, ve aynı vücudun elemanları gibi uyum içinde çalışabilmeleridir. Bu da bölüme yeni öğretim üyesi alım kararlarında en etkin rolün – başkan ve üyeleri ile birlikte – bölüm tarafından oynanmasını gerektirir. Fakülte ve üniversite idarecilerinin de alınacak yeni üye hakkındaki görüşleri elbette önemlidir, ancak nihai kararda en büyük ağırlık bölümün görüşüne verilmelidir. Çünkü biriminde uyumsuzluk yaratan bir eleman tüm birimin performansını olumsuz yönde etkiler, ve misyonunu yerine getirmesinde bölümüne destek yerine köstek olur. Bu durumda bölüm başkanından hesap da sorulamaz, çünkü bölümün çarkına çomak sokan başkalarıdır, ve onlar çomağın yarattığı hasarı göremeyecek kadar da uzaktadır. Yeni öğretim üyesi de işe girmesinde söz sahibi olmayan bölüm başkanı ve üyelerine karşı vefa borcu duymaz, ve onlarla kenetlenme ihtiyacı hissetmez. Sonunda bölüm bir “birlik” olmaktan çıkar, ve her öğretim üyesi kendi başına ancak birey çapında küçük işlerle meşgul olur. Bölüm başkanlığı da yetkili ve sorumlu misyon temsilciliğinden yetkiden yoksun sekreterlik görevi yapan silik bir “memur” pozisyonuna indirgenir. Artık orada bölüm değil bölümcükler, devlet değil derebeylikler vardır.

Türkiye’de sistem güvensizlik ve şişirilmiş evham üzerine korulduğu için burada akla şöyle bir soru gelebilir: Yeni öğretim üyesi alımında esas yetki bölüm  ve bölüm başkanına verilirse, ehliyetten ziyade ahbap-çavuş ilişkileri devreye girmez mi (sanki mevcut sistemde girmiyormuş gibi)? Misyonu esas alan ve doğru işleyen bir sistemde bu olamaz, çünkü bölümün performansının düşmesini netice verir, ve bunun hesabı da önce bölüm başkanından sorulur. Nasıl bir müdür veya işveren kendisinin ve firmasinin geleceğini rizke atıp ehliyetsiz kişileri işe alamazsa, bölümünün performansından sorumlu bir bölüm başkanı da kendisini ve bölümünü zor durumda bırakacak icraatlar yapamaz. Yaparsa, fakültedeki tüm bölümlerin performansından sorumlu olan dekan öyle bir bölüm başkanını o görevde tutmaz, çünkü tutarsa sorumluluğu kendisi üstlenmiş olur ve kendi geleceğini tehlikeye atar.

Misyonsuzluk Örneği: Lise Eğitimi

Eğitim sistemimizdeki misyonsuzluğa örnek olarak lise eğitimimize bakmak yeterlidir. Sanki lise eğitiminin tek bir gayesi var, o da öğrencileri ÖSS’ye hazırlamak. Yani en kısa zamanda en fazla soruyu en kestirme yollardan çözme becerisini kazanmak. Gerçekten de öğrencilerimiz testlere girip geçme konusunda gayet beceri sahibi. İyi de bu becerinin kime ne faydası var? Hangi işveren bir kişiye bu becerisinden dolayı iş verir, veya hangi lise mezunu bu becerisine dayanarak bir iş yeri açar? İlk ve lise öğretiminde öğrencilere gerçek dünyada kendilerini “yararlı” kılacak hangi beceriler veriliyor? Her lise mezunu üniversiteye girebiliyor olsaydı, bunu yine anlayışla karşılamak mümkündü. Ama her yıl üniversite sınavlarında 5 öğrenciden 4’ü yani yüzde 80’ı yerleştirilemedikleri için başarısız sayılıyor, ve bu ezici çoğunluk 18 yılını kaybetmiş olarak ve pazarlanabilir bir becerisi olmadan hayat mücadelesine terkediliyor. Tablo bu kadar vahim olduğu halde yıllardır neden bir şey yapılmıyor, anlamak zor.

Hangi aklı başında bir sanayici ürünlerinin yüzde 80’ının ıskartaya çıkarılmasına ve atılmasına seyirci kalabilir, ve herşey yolundaymış gibi davranabilir? Eğer liselerin gayesi gerçekten öğrencileri üniversite imtihanına hazırlamak ise, bu işi dershaneler çok daha iyi yapıyorlar. O zaman gayesi öğrencilerini üniversiteye yerleştirmek olan ama bunu bile beceremiyen liselere ne gerek var? Boğaziçi Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Üstün Ergüder’in dediği gibi “Bizde lise eğitimi yok” (Pamir, 2005). Bu özelleştirme furyası içinde liseleri de özelleştiriverelim veya onları dershaneler devrediverelim, olsun bitsin. Hatta lise engeli yüzünden yeterince dershaneye gidemeyen birçok öğrenci, mezuniyet sonrası ilk yılı “dershane” yılı olarak görmekte, mali külfetine katlanıp üniversiteye hazırlanmaktadır. Üniversiteye giden yolun sahte rapor alıp liselerden kaçmakta olduğuna bakılırsa, liseler üniversiteye girişe destek değil köstek olan kuruluşlar haline gelmişlerdir. Bu tür düzme raporlarla da öğrenciden doktora kadar her kesim sahtekarlığa alıştırılıyor, ve sahtekarlık yaygınlaştırıp meşrulaştırılıyor. Sonunda bu eğitim sistemi sahtekarlığa duyarsız bireyler yetiştiriyor. Devletin bir birimi sahtekarlar ordusu yetişmesine zemin hazırlarken devlette sahtekarlıkla mücadele için başka bir birim kuruluyor. Sonra da camilerde “Allah devletimizi korusun” diye dualar ettiriliyor.

Bu vahim tabloya dışarıdan bakan bir kişiye Türkiye’de liselerin misyonu sorulsa, her halde neticeye bakarak vereceği cevap “öğrencileri dershanalere itip sahtekarlığı bir yaşam tarzı olarak benimsemiş bireyler yetiştirmek” olacaktır. Anlaşılan bunu başarmak için 3 sene yeterli değilmiş ki lise eğitimi 4 seneye çıkarıldı. Aslında yapılması gereken tam tersi bir uygulamayla liseleri, en azından lise son sınıfları, kaldırmak ve üniversiteye hazırlık işini dershanelere bırakmaktı. Böylelikle haftasonunu dershanelerde geçiren öğrenciler hiç olmazsa hafta içinde normal bir sosyal hayat yaşarlar ve yüzde 80’ı üniversite kapılarından geri çevrilecek olan öğrenciler toplum içinde yaşama becerileri kazanırlardı. Devlet de tasarruf ettiği para ile bilgisayar, daktilo, vs kursları açar (veya mevcut kursları destekler), ve gençleri gerçek hayata hazırlardı.

Bazılarına “uçuk” gibi görünen bu fikirler, ABD’de pratikte yaygın olarak uygulanır, ve araba tamirciliği ve aşçılık dahil bu tür kurslar seçmeli ders olarak düz liselerde açılır. Bizdeki gibi tektipçilik olmadığı ve eğitim robot gibi uzaktan kumanda ile yönetilmediği için, lise yönetimi yerel ihtiyaca ve talebe göre uygun gördükleri her türlü dersleri açar. Dersin hocaları da piyasadaki normal işci ve iş sahipleri olabilir. Formasyon almadan öğretmenlik yapanların eğitimi sulandıracağını düşünenlerin kulakları çınlasın. ABD’de lise mezunlarının yaklaşık üçte biri üniversite veya yüksek okula gitmek yerine (ABD’de isteyen her lise mezunu üniversiteye gidebilir) kendi tercihleriyle okul içi ve dışında kazandıkları beceriler ile işe girmekte ve yaşamlarını sağlıyabilmektedir. Ve halka meslek kazandırma kursu açanlara devlet mali destek sağlamakta, ve öğrencilere de – yaşları ne olursa olsun – burs vermektedir. Böylece eğitim yaygınlaşmakta ve değişen şartlara göre devamlı güncellenmektedir. Biz izinsiz kurs açanlara verilecek cezayı tartışa duralım, ABD’de özel sector eğitimin her kademesinde önemli bir yer tutar, ve devletin yükünü hafifletir. Evet, ABD’de de lise eğitimi 4 yıl, ama öğrencileri tek bir sınava deği, hayata hazırlıyan dolu dolu geçen bir 4 yıl. Bizde öğretmenler ders verme dışında acaba ne yapabilirler, ve acaba kaç öğretmen daha iyi bir iş bulduğu için meslegi bırakmıştır? ABD’nin istatistikleri bu konuda göz açıcı, ve ibret verici: Yeni mezun öğretmenlerin sadece %60’ı öğretmenlik mesleğini seçiyor, ve yeni öğretmenlerin %40’ı ilk beş yıl içinde mesleği bırakıp başka işe giriyor.

Ülke Vizyonu ve Eğitim

Tüm kurumlar gibi eğitim kurumlarının da nihai misyonu ülke vizyonuna katkı yapmak, ve ülke insanlarının hayallerini gerçekleştirmelerine destek olmaktır. O yüzden bir ülkedeki eğitim kurumlarının genel vizyon ve misyonlarının tanımlanmasında yapılacak ilk şey, ülkenin vizyonunu oluşturmak, ve bu konuda genel bir mutabakat sağlamaktır. Bu da ülkede tüm pranga ve özürlerden arındırılmış gerçek demokrasinin tesis edilmesi, ve genel akıl ve ilmin rehber edinilmesiyle olur. Yani, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ve “Hakikî mürşit ilimdir” sözleriyle ifade edilen prensiplerin duvar panoları yerine akıl ve kalplere nakşedilmesiyle mümkündür. Yoksa eğitim kurumlarının vizyonu, bir kişi veya partinin cılız vizyonunu aşamaz, ve iktidar partileri ve bakanlar değiştikçe eğitim sistemi, dümeni kırık bir gemi gibi yalpalayıp durur. Ağrı kesici türü tedbirlerle de kalıcı çözüm değil ancak geçici rahatlama sağlanabilir.

Belki yapılması gereken ilk şey, TÜBİTAK’ın “2023 için Bilim Stratejisi”ne benzer şekilde ama çok geniş katılımlı “Vizyon-2010” diye Türkiye’nin 2010 yılında nasıl bir ülke olmayı hedeflediğini gösteren ve ülkedeki tüm kesimlerce benimsenen genel akıl ve bilim ışığında dünya gerçeklerine uygun bir vizyon ifadesinin hazırlanması, ve böylelikle kavram kargaşasına ve slogancılığa son verilip ülkenin yönünün net olarak belirlenmesidir.

Dünya ülkelerine bakıldığı zaman gayet açık olarak görülür ki bir ülkedeki eğitim seviyesi, demokrasi seviyesi ile birebir ilişkilidir. Bir ülke demokraside ne kadar ileri ise, eğitimde de o kadar ileridir. Bilim ve teknolojide lider olan ülkelerin demokratik hak ve özgürlüklerde de lider olmaları tesadüf değildir. Hatta denebilir ki demokrasisini dünya standartlarına yükseltemiyen bir ülkenin eğitimini bu standartlara taşıması mümkün değildir. Eğitim konusundaki tüm gayretleri ve hatta “reform” olarak takdim edilen büyük projeleri de akim kalmaya ve ölü doğum yapmaya mahkumdur. Mevsim kış kaldığı sürece bol mahsül bahçelerde değil ancak hayallerde görülür – tohumlar kaliteli, gübre bol olsa bile. Tüm ulusal ve uluslarlarası araştırmalar da eğitimimizdeki durumun hiç de iç açıcı olmadığını gösteriyor. Mesela en son OECD’nin düzenlediği ve 40 ülkeden 250 bin öğrencinin katıldığı uluslararası öğrenci performansı değerlendirme sınavında, Türkiye 30 OECD ülkesi arasında sondan birinci, genel sıralamada ise 35’inci olmuştur (Vatan Gazetesi, 8 Aralık 2004).

Bağımsızlığın Teminatı: Bağımsız Düşünce ve Demokratik Eğitim

Bir ülkenin gelişmesi için ilk şart eğitimin gelişmesi, onun için de ilk şart ülkedeki demokrasinin gelişmesidir. Dünya ekonomisinin artık bilgi-tabanlı olması ve yüksek eğitimli işgücüne dayalı olması, gelişmişlik için eğitimin önemi hakkında şüpheye yer bırakmaz. İngiltere başbakanı Tony Blair’in Haziran 2005 seçimlerinde ilk üç önceliğini “eğitim, eğitim, eğitim” olarak belirlemesi ve seçimi kazanması da bunu teyid eder. Ama iyi bir eğitim için demokrasinin önemi ne kadar izah edilse azdır. Modern dünyada eğitimin amacı bilgi yüklemek ve hatta beceri kazandırmak değil bireylerin hayal gücü ve yaratıcılıklarını geliştirmek, bağımsız düşünmelerini sağlamak, ve özgüvenlerini tesis edip girişimcilik ruhu kazandırmaktır. Einstein’ın ifadesiyle “Hayal etme, bilgiden daha önemlidir.”

Bilgi yüklenerek ve beceri kazanarak ulaşılabilecek en yüksek nokta robotluktur, yani değerli bir emir kulu olmaktır, ve başkasının hakimiyetini kabul etmektir. Sadece bilgi ve beceri ile donatılmış eğitimli kişiler, kendi firmalarını kurmak ve yeni bir iş sahası açmak veya yeni bir teknoloji geliştirmek yerine kendilerine iş ve aş verecek iyi bir “efendi” ararlar. Yani çobanlığa değil, koyunluğa talib olurlar. Koyunluğa rağbetin böyle yüksek olduğu yerlerde aç kurtlar da türer, işgüzar çobanlar da. Çoban köpeklerinin kimi kime karşi koruduğu da belli olmaz. “Kuzu, kuzu” bireylerden oluşan böyle bir ülkenin bırakın ileri gidip dünyada itibar sahibi bir yere gelmesi, bağımsızlığını bile koruması mümkün değildir – “güçlü” bir silahli kuvvetleri olsa bile. Gecelerini “kurtların hücumu” kabuslarıyla, gündüzlerini de “biz geçmişte neymişiz” masallarıyla avunarak, yani kendini mazide bir zaman dilimine  hapsederek geçirir. Geleceğe bakmaya cesareti yoktur çünkü ümit ve heyecan ışıkları olmadığından gelecek karanlıktır. Politikalarını yüksek idealler yerine “kurtların muhtemel hücum planları” ve “geliştirilmesi gereken savunma mekanizmaları” belirler. Ama korkunun ecele faydası yoktur. Koyunun sonunda gideceği yer ya kurdun kapanı ya da kasap dükkanıdır. Yaşadığı sürece de başkalarının yününü kırpmasına ve sütünü almasına göz yummak durumundadır.

Bu tablonun Türkiye gerçeklerini ne kadar yansıttığı elbette tartışılabilir. Amerika’daki ifadesiyle, “ayakkabı uyarsa, giy”. Ama hayatının büyük kısmını ABD’de geçirmiş biri olarak Türkiye’ye dışarıdan bakılınca ve ABD’deki sistem ile yanyana koyunca gayet net olark görülüyor ki Türkiye’de eğitim sisteminin misyonu kurt değil “kuzu” yetiştirmek. İlk ve orta öğretimde okutulan 190 ders kitabını inceliyen Bogaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Baykal da, kitapların itaatkar nesiller yetiştirmeye kodlandığı sonucuna vardı (Çizmeci, 2005). Yani itaatkar, denileni itiraz etmeden ve sorgulamadan yapan, büyüklerine ve – bilhassa aslında “hizmetçi” olması gereken devlet büyüklerine – karşı saygılı, hiçbir şeyi – bilhassa ders kitaplarında yazılanları ve öğretmenlerin ve resmî ağızların dediklerini – sorgulamıyan, düşünmeye değer birşey varsa onu devlet büyüklerimizin düşünüp en iyi kararı alacağına inanan müstemleke mentalitesinde silik ve ürkek bireyler yetiştirmek. Bu vasıflarıyla temeyyüz eden “iyi yetişmiş” mütî kulları da devşirme ile saflarına alıp en yüksek makamlarla taltif etmek, kendilerini kanunlarla koruma altına alıp ne kadar imtiyazlı bir gruba dahil olduklarını hissettirmek, ve onlar için millet okul yokluğundan kaloriferi yanmayan kalabalık sınıflarda titreyerek ders yapmaya çalışırken gerekirse yüksek faizle milleti borçlandırıp en gözde yerlerde senede sadece iki-üç ay kullanılan klimali “dinlenme” (pardon, “eğitim”) tesisleri açmak. Tabi, üstün meziyetleriyle göz dolduranlara da özel şöförlü lüks arabalar tahsis etmeyi de ihmal etmemek lazım. Şu kadarını belirteyim ki mensubu olduğum ve dünyanın en seçkin 500 üniversitesi arasında yer alan University of Nevada, Reno’da rektör dahil hiç kimsenin ne makam şöförü var, ne de makam arabası. Dinlenmek isteyen de parasını verip millet nerede dinleniyorsa orada dinlenir. Türkiye’de hiçbir üniversitenin ilk 500’e girememesini kaynak yokluğuna bağlıyan üniversite yönetimlerinin dikkatlerine arzolunur.

Türkiye eğer AB seviyesinde bir gelişmişliği – ki bu da eğitimin geliştirilmesiyle olur – yakalama iddiasında samimi ise ve dünya çapında Nobel ödüllü biliminsanları, yazarlar, ve sanatkarlar yetişmesini gerçekten istiyorsa, fobilerini terkedip genç dimağların serbest düşünce ve yaratıcılığını iğdiş etmeyi bırakmalı, ve artık iyice sırıtan “düşünce özürlü” bireyler yetiştirme politikasına son vermelidir. Zira bilimin ve ülkelerin önünü açan hür düşünce ve hayal gücüdür, ve bunları canlı tutan da özgürlük ve merak hissidir. New York Times gazetesi yazarı Thomas Friedman, Amerikan mucizesi arkasındaki sırrı şöyle açıklar: “Amerika var olmuş en büyük yenilik makinesidir ve hiçbir zaman kopya edilemeyecektir. Çünkü bu, çok sayıda faktörün çarpımından elde edilir: En yüksek düzeyde düşünce özgürlüğü, bağımsız düşünceye verilen önem, sürekli yeni beyin göçü, ve gözünü kırpmadan risk alma kültürü.” Şu veciz sözler de bunu teyid eder: “Benim hiçbir özel kabiliyetim yok; ben sadece ölesiye meraklıyım.” (Albert Einstein); “İnsanı düşünmemekten daha çok yaşlandıran bir şey yoktur.” (Christopher Morley); Yaratıcılık olmadan, biz bir hiçiz. Öğrencilere nasıl yaratıcı olunacağını öğretmek, onları özgür kılar. Buluşun anası özgürlüktür.” (John Leinhard); ve “Eğitimin en büyük gayesi kişiye özgüveni öğretmek, ve kendi zihin aleminin zenginliklerini tanımasını sağlamak olmalıdır.” (Ralph Waldo Emerson).

ABD gelecekte mühendis ihtiyacını nasıl karşılıyacağının düşünürken, Türkiye’de sık sık mühendislerin iş bulamamasından, ve bulunan işlerin de lise mezunlarının yapabileceği türden işler olmasından şikayet edilir. Bunun sebebi mühendisliğin yaratıcı bir meslek olması, ve yaratıcılığın olmadığı yerlerde mühendisliğe ve dolayesi ile mühendise ihtiyaç olmıyacağıdır. Eğer dünya mevcut ürünlerle yetinecek ve yeni ürünlere ihtiyaç göstermeyecek olsaydı, mühendislere gerek kalmazdı. Teknisyenler, ustalar, ve endüstriyel robotlar mevcut teknoloji harikalarını üretmeye devam ederdi. Yenilik ve yaratıçılığın bir ölçusü patent sayısıdır. Ankara Ticaret Odasi 2004 raporunda belirtildiği gibi, ABD’de 2001 yılında 375,657 patent başvurusu yapılmışken, bu rakam Türkiye’de 3219 olmuştur, ve bunların da %96’sı yabancılara aittir (ATO, 2004). Mühendisliğin gelişmesinin de ilk şartı, yine özgürlüktür ve hür düşüncedir. Teknoloji üretiminde öncülük eden ve mühendisliğin en gelişkin olduğu ülkeler, özgürlüklerin en geniş olduğu ülkelerdir. Aynı ülkeler, bilim, sanat, ve edebiyatın da en gelişkin olduğu ülkelerdir.

Sözde ve Özde Fikir Özgürlüğü

Fikir özgürlüğü olmayan yerde eğitimden bahsedilemez. Türkiye’de aslında fikir özgürlüğü olduğunu, ve sadece bazı “tehlikeli” fikirlerin ifadesinin ve bazı kurumları eleştiri veya tahkir ile zayıflatmanın dışında herşeyin serbest olduğunu iddia edenlere şunu söylemek gerekir: Eğer bir ülke veya kurum fikir ifadesi veya eleştiriden – haksız eleştiri bile olsa – ciddî hasar görecek kadar zayıfsa, o ülke veya kurumun çok daha derin dertleri var demektir, ve önce acilen o dertlere eğilmesi gerekir. Korku ve telaşın ecele faydası yoktur. Doktora hastasına kanserli olduğunu söylemeyi yasaklamak, hastayı korumak değil onu ölüme mahkum etmektir. Aslında bir ülke veya kuruma en büyük hakareti edenler, o ülke veya kurumun değişik fikir ve eleştirilerle sarsılacak kadar zayıf olduğunu, ve ancak bu tür yasakçı korumalarla ayakta kalabileceğini îma edenler ve dünyaya ilan edenlerdir. Kendisine güvenen ve dünya çapında olduğunu iddia eden bir futbol takımı, oyunu açık sahada ve dünya kurallarıyla oynar. Yoksa gol yemesin diye kalesi önüne duvar örmeye kalkan bir takım, sadece zayıflığını ve dünyadan kopukluğunu gösterir. Keza, kalesi önüne duvar örerek ve rakip takımın kendi yarı sahasına girmesini yasaklıyarak maçı 12-0 kazanan bir takımın büyüklük iddiaları ise gülüçtür, ve kendisine, ülkesine, ve taraftarlarına bir hakarettir. Bunda ısrar ise hamasettir. Bilgi gündüzünden ve hürriyet güneşinden ancak korkak karanlık kuşları rahatsız olur.

Fikir filizleri, ancak serbestlik zemininde ve parlak hürriyet güneşi altında tam olarak gelişir, ve heybetli bir ağaç olur. Mayınlı yollardan kimse gitmek istemez, gitse bile temkinli olarak ve yavaş yavaş gider – mayınlar açıkça işaretlenmis olsa bile. Bir ülkeyi mayınlı yollardan gitmeye zorlamak, o ülkeyi geri kalmaya mahkum etmeye eşdeğerdir. Artık apaçık görülmüyor mu ki medeniyet yolunda en hızlı ilerliyenler savunma içgüdüsüyle fikir ve düşünce yollarından mayınları kaldırmakta nazlananlar değil, aksine bu yolları asfaltlıyanlardır? Fikir tarlasını yasak mayınlarından geçilmez hale getirenler, bir de oturmuş bu milletten dünya çapında sanatçı, fikir insanları, Nobel alan bilim insanları çıkmadığını ifade ederek adeta 70 milyonu aşağılıyorlar. Görmüyorlar mı ki ABD gibi değişik düşünce ve yaratıcılığın tırpanlanmak yerine teşvik edildiği yerlerde Tükler de az sayılarına rağmen dünya çapında başarılara imza atıyorlar, ödüller alıyorlar, ve dünyanın gidişatına yön veriyorlar? Ve yine görmüyorlar mı ki yasakçılıkla geri kalmışlık, ve fikir hürriyeti ile gelişmişlik yapışık ikizler gibi birbirinden ayrılmıyorlar?

Bilimden Korkmak ve Fikirlerle Savaşmak

Yel değirmenlerini düşman telakki edip kılıç çeken ve onlarla savaşmaya kalkan kahramanların hikayelerini istihza ve tebessümle okuruz. Ama bundan daha hayret verici olan, bilgiyi ve fikirleri düşman ilan edip onlarla savaşmayı nedense kahramanlık zannederiz. Fikir ve ifade hürriyetinin en temel insanlık hak ve hürriyeti olduğu modern dünyada, fikirlerden korkmak ve onların dile getirilmesini kanun ve cezalarla engellemeye çalışmak, fikirleri “tehlikeli” görüp bu görülmez düşmanlara savaş ilan etmek, hangi akıl, ilim, ve izanla bağdaşır? Ve bilginin sınır tanımadığı bu iletişim çağında fikirlerin polisiye tedbir ve yasaklarla yok edilebileceğine hangi akıl sahibi inanır? Artık açıkça görülmüyor mu ki insanları birbiriyle kaynaştıran cehalet değil hakikat kıvılcımlarıdır, ve onlar da fikirlerin serbestçe çarpışmasından çıkar. On yıllarca Nazım Hikmet’i “vatan haini” ilan edip kitaplarını yasaklıyarak ve onun fikirlerini savunanları hapse atarak Türkiye ne kazandı? Ve şimdi ona itibarını iade ederek ve eserlerini serbest bırakarak ne kaybetti?

Acaba en büyük düşmanımızın fikir değil evham, ve bizim yerlerde sürünmemize en büyük sebebin kökleşmiş saplantılarımız olduğunu ne zaman idrak edeceğiz? Geçmişten bir örnek vermek gerekirse, 1980’li yıllarda cesaretimizi toplayarak Türk parasını koruma kanununu kaldırıp serbest konvörtibiliteye geçince döviz karaborsacılığından başka ne kaybettik? Eğer korku üretme merkezlerine kulak vererek felaket dellallarını dinleyip cebinde yabancı para taşıyanları hâlâ nezarete alıyor ve 20 dolarlık bir banka transferi için 20 imza almanın peşinde koşuyor olsaydık sefaletten başka ne kazanacaktık?

Yetki ve Sorumluluk: Bir Bütünün İki Parçası

Türkiye’de sıkıntısı çekilen konuların başında yetki ve sorumluluk kullanımındaki belirsizlik gelir, bunun da özünde tüm yetkilerin bir merkezde toplandığı merkeziyetçi hantal ve ürkek anlayış yatar. Tüm yetkileri en tepedeki yöneticiye yükleyen ve diğer tüm yöneticileri memur konumuna iten de bu anlayıştır. Geniş katılım ve istişareden yoksun olan bu anlayış demokrasi değil, tabiri caizse demokratik sultanlıktır. Bir üniversitede en küçük icraatleri bile incelemek ve onaylamak durumunda olan ve zamanının büyük kısmını formalitelerle uğraşarak geçiren bir rektörün sağlıklı bir vizyon geliştirmesi ve üniversiteyi dışarıda temsil etmesi ve imajını geliştirmesi mümkün değildir. Bir yöneticinin en küçük icraatlerı bile imzalamak durumunda olması ve sorumluluk üstlenmesi, ancak zora düşünce de “önüme getirdiler, ben de imzaladım” diyerek sorumluluktan kaçmaya çalışması sorumsuzluğun sistemleşmesidir ve çok hazin bir durumdur.

Yetki ve sorumluluk ait olduğu birimlere dağıtılmalı, ve hızla değişen dünyamızda hızlı karar almayı mümkün kılan yerinde yönetim tüm birim ve alt birimler için esas olmalıdır. Rektör bir dekanı, ve dekan da bir bölüm başkanını gerekli gördüğü anda görevden alabilmelidir. Tabi rektörü göreve atayan makam da (mütevelli heyeti gibi) onu görevden alabilmelidir. ABD’de eyalet üniversitelerinin mütevelli heyetlerini eyalet halkı seçer, ve dolayesi ile yükseköğretim kurumlarında nihai söz sahibi mütevelli heyetlerinin şahsında tüm kurumların gerçek sahibi olan halktır.

Eğitimin Modernleşmesi Önündeki Kalın Duvar: Tek Tipçilik

Problemlere bir bütün olarak ve global açıdan bakılmazsa kalıcı bir çözüm üretilemez – problemler sadece bir yerden başka bir yere ötelenir. Mesela büyük yatırımlarla üniversitelerin kapasiteleri yeterince arttırarak üniversite önündeki yığılma problemi çözülebilir. Ama istihdam sorunu hallolmadığı sürece bu gerçek bir çözüm değildir, çünkü bu sefer yığılma üniversite kapılarından işveren kapılarına aktarılır. Tabi üniversitlerin kendilerini bir sektör yapıp istihdam yaratmak mümkündür. Mesela ABD üniversitelerinde yaklaşık 600 bin yabancı öğrenci okumakta, ve ekonomiye yılda 13 milyar dolar katkı yapmaktadır (ASEE Prism, 2004 ve Elsner, 2004). Bizde üniversite kapılarından geri çevrilen öğrencileri ABD güllerle karşılamakta, paralarını bir güzel almaktadır. 200 bin nüfuslu Kuzey Kıbrıs, 6 üniversitesiyle başta Türkiye olmak üzere 70 cıvarında ülkeden gelen onbinlerce yabancı öğrencilere kaliteli eğitim vermekte, ve destek hizmetleriyle beraber, eğitim Kuzey Kıbrıs ekonomisinin bel kemiğini oluşturmaktadır. Benzer şekilde Ürdün, sınırlı kaynaklarıyla eğitime yatırım yapmış, ve ülkeyi körfez bölgesinin yüksek eğitimli eleman talebini karşılayan bir kampüs haline getirmiştir.

Peki, Türkiye bir “Eğitim Mekke”si olamaz mı? Elbette olabilir – aynen turizm  de olduğu gibi. Ama bunun ilk şartı ülkenin bunu vizyonunun bir parçası yapması ve bunu cazip hale getirecek altyapıyı oluşturmasıdır. Yoksa, özel üniversite açma izninin bir “lütuf” olarak göruldüğü, milyonlarca dolar yatırım yapıp üniversiteyi açan kişi veya kuruluşun kendi rektörünü bile serbestçe belirliyemediği, açabileceği programları ve alabileceği öğrenci sayısını bile başkalarının keyfi olarak belirlediği, öğrencilere tüm dünyayı kucaklıyan üniversal değerler vermek yerine artık komik kaçan yerel ideolojik ezberlerin mecbur edildiği, kampüs içindeki düşünce özgürlüğünün kampüs dışından daha az olduğu, dinamizm ve değişim yerine statükoyu korumanın esas alındığı, ve de üniversitelerin “kapattım” deyince kapatılabildiği bir ülkede eğitimin bir cazibe merkezi oluşturup istihdam yaratan bir sektör olmasını beklemek acaba ne kadar gerçekçidir?

Görüldüğü gibi Türkiye’nin tüm dertleri sonunda “özürlü” demokrasiye ve “sınırlı” kişisel hak ve özgürlüklere, ve muasır medeniyet yerine saplantıların esas alınmasına dayanır. Türkiye bu saplantıları aşıp hür dünya ile bütünleşmeden ve sözde değil özde “demokratik” bir ülke olmadan dünya standartlarında modern bir eğitim sistemine sahip olamaz.

Demokrasinin cılızlığı ve kişisel hak ve özgürlüklerin kısıtlılığı, aynı zamanda toplumsal birçok problemimizin kaynağı, ve kavgalarımızın da temel sebebidir. Bireylere bırakılmayan hak ve özgürlükleri devlet belirlemekte, ve ortaya çıkan tek tipi halka empoze etmektedir. Bu hürriyetler asrında çok geniş bir zemini kapsayan bu tek tipte – nelerin doğru ve nelerin yanlış olduğu da dahil – mutabakat sağlanması mümkün olmadığından değişik görüşteki kişi ve kuruluşlar “eğer tek görüş olacaksa, bu benim görüşüm olsun”, “ben başkasının görüşüne tabi olacağıma başkası benim görüşüme tabi olsun,” “en doğru görüş benim görüşümdür; diğerleri yanlış ve hatta ülke için tehlikelidir” yaklaşımıyla birbirleriyle mücadeleye girmekte, ve ülke bu tek tipi belirleyecek iktidar kavgalarına sahne olmaktadır. Halk, derin fay hatları gibi bu görüşlerden bölünmekte, ve fay hatlarının kayması ile ülkede sosyal ve ekonomik depremler olmaktadır. İktidar değiştikçe doğrular değişmekte, ve ülke, direksiyonu bir sağa bir sola kıvrılan araba gibi ileri gideceğine sağa sola yalpalayayıp durmaktadır.

Aslında bu kavgaların arkasındaki ortak his “kişisel hak ve özgürlükler” hissidir, ve verilen mücadele de bu hakları koruma mücadelesidir. Tek tipçi görüşün tabii sonucu tahakkümdür, kavgadır, huzursuzluktur, ve zayıflıktır – hem bireyler hem de ülkeler için. Eğer kişisel hak ve özgürlükler devlet tekelinden çıkarılıp gerçek sahibi olan bireylere verilse, herkes Batılı ülkelerde olduğu gibi kavgayı bırakacak, ve işine bakacaktır. Ve politik partilere de pek fazla rağbet etmeyecektir.

Şu iyi bilinmelidir ki tek tipçilik birlik sağlamaz, tam aksine birliği bozar. Tek tipçilik insanların birbirine şüphe ile bakmasına sebep olur, ve o ülke insanlarını birbirine düşman eder – ve etmiştir de. Güveni sarsar ve ülkede güven bunalımı yaratır – ve yaratmıştır da. Geri kalmışlığı ve aşağılanmayı ülkenin kaderi eder – ve etmiştir de. Birlik ve beraberlikten dem vururken ülkeyi parçalanma ve yok olmanın eşiğine getirir – ve getirmiştir de. 20. asrın ilk yarışında moda olmuş ve iki dünya savaşına sebep olarak insanlığı yok olmanın eşiğine getirmiş olan bu insanlık dışı yaklaşım, insanların uyanması ve çabuk akıllarını başlarına almasıyla 1950’lerde terkedilmiş, ve kişisel ve gurupsal hak ve özgürlüklere dayanan ve gökkuşağı gibi uyumlu bir renk manzumesi oluşturan çok kültürlülüğü esas almıştır. Bu konuda şüphesi olanlar, tek tipçiliğin sembolü olan Sovyetler Birliği’nin nasıl çöküverdiğini, ve çok kültürlülüğün ve kişisel ve gurupsal hak ve özgürlüklerin sembolü olan ABD’nin dünyanın nasıl süpergücü olduğuna baksınlar. Değişen dünyadan haberi olmayan ve fikren hala 20. asrın ilk yarısında mahsur kalanlar, ABD’nin de bir gün Sovyetler Birliği gibi eyalet sınırlarından parçalanıvereceğini beklemektedirler. Pek fazla ümitlenmesinler – ABD aklını kaybedip tek tipçiliğe özenmediği sürece bu, kıyamete kadar sürecek uzun bir bekleyiş olabilir.

Tek tipçiliğin birlik ve huzur değil, kavga ve huzursuzluk sebebi olduğuna bir örneği de kendi tecrübemden vereyim. ABD’de üniversitemizin tabi olduğu emeklilik sisteminde kişi emekli olacağı yaşı kendisi belirler – kimisi 50 yaşında emekli olurken kimisi 70 yaşında olur. Peki fark nedir? 50 yaşında emekli olan çok daha az pirim ödeyip çok daha uzun süre maaş alacağından , emeklilik maaşı haliyle çok daha düşük olacaktır. Yani emeklilik yaşı herkes için değişiktir; değişmeyen tek şey pastaya yapılan katkı ile alınan payın tutarlı olması, ve kimsenin haksızlığa uğramasına veya haksız kazanç sağlamasına izin verilmemesidir. Yani, temel bir insanlık değeri olan adaletin esas alınmasıdır. Neticede emeklilik yaşında çokluk, ama emeklilik sistemini desteklemekte birlik vardır. Ve haliyle böyle her zevk ve rengi kucaklıyan bir sistemde “mezarda emekliliğe hayır” sloganlarıyla öfkeli yürüyüşler ve “doğru” emeklilik yaşının ne olduğu konusunda ateşli tartışmalar ve toplumda parçalara bölünmeler olması söz konusu değildir.

Bana bazen “ABD’de de üniversite affı oluyor mu?” diye soruyorlar. Cevabı gayet basit: “Affedecek bir şey yok ki af çıkarılması söz konusu olsun.” Tek tipçi sistemde suç olan hemen herşey – okula sebepsiz yere bir kaç yıl ara vermek, belli bir sürede mezun olamamak, bir dersten çok kere kalmak, kılık kıyafet kurallarına (ne?) uymamak, izinsiz gösteri yapmak, devlet kurumlarını tazyif ve devlet büyüklerine hakaret etmek (ABD başkanına aptal, geri zekalı, hatta katil demek gibi), vs gayet doğal kişisel hak ve özgürlükler kapsamına girer.

Yine iyi bilinmelidir ki zoraki birliktelik birlik değildir. Akıl, bilim, ve tarih ışığında bakıldığında açıkça görülür ki birleştiricilik zannedilen tek tipçilik aslında bölücülüktür, ve tek tipçiliğin kaçınılmaz sonucu tahakkümdür, çatışmadır, ve en nihayet bölünmedir. O yüzden gerçek bölücüler, artık çağdışı kalmış tek tipçilerdir. Birliğin teminatı, kişisel hak ve özgürlüklere riayettir, demokratlıktır, ve çağdaşlıktır. İnsanlar artık hürdür, ve birinin yaşam tarzını başkalarına empoze etmenin zamanı çoktan geçmiştir. Artık açıkça görülmüştür ki saygı görmenin ve barış ve huzur içinde birlikte var olmanın yolu, başkalarının hak ve özgürlüklerine saygı göstermek, ve çoğulculuğu esas yapmaktır. Modern giyimli ve başörtülü iki kişi, giyim ve belki inanç tarzlarıyla bir tezat oluşturuyor gibi görünebilirler. Ama her ikisi de birbirlerine saygı duydukları sürece kıyafet ve inanç özgürlüğü konusunda tam bir birlik oluşturmaktadırlar. Demokratlığın gereği ve toplumsal huzurun kaynağı, karşılıklı saygı ve birbirine güven duymaktır.

En büyük eşitsizlik, eşit olmayanlara eşit muamelesi yapmaktır. En büyük ayrımcılık da tipleri aynı olmayanlara tek tip muamelesi yapmaktır. Aynen birlik olsun diye ayak tipine bakmaksızın herkesi tek tip bir ayakkabıyı giymeye zorlamak gibi. Böyle dışlayıcı bir hareket, seçilenden değişik tipteki ayakları incitir, sahiplerini küstürür, ve hatta onları ayakkabı düşmanı yapıp yeni arayışlara iter. Aslında buradaki düşmanlık ayakkabıya değil, seçilen tipe ve zorbalığadır. Yoksa herkes memnuniyetle ayakkabı giyer ve giymeyi savunur – yeter ki tüm ayakları kapsayacak kadar değişik tipleri olsun. Ayakları incinen ve hatta yaralanan ayakkabı madurlarını “ayakkabı düşmanı” ilan etmek duyarsızlıktır, bağnazlıktır, ve ayrımcılıktır. Hele hele “bunlara bir-iki tip daha sunacak olsak tam şımarırlar ve ortalığı kırıp dökerler” demek, tam bir haksızlıktır. Tek tipte ısrarı bırakıp esnekliği esas alsalar görecekler ki ülkede “ayakkabı sorunu” diye bir şey kalmayacak, ve “ayakkabı düşmanı” diye mücadele ettikleri kişiler ansızın ayakkabı dostu ve savunucusu oluvermişler.

Şu iyice bilinmelidir ki tek tipçiliğin kalıplaşmış şekli olan ve eğitim sistemimizin de bel kemiğini oluşturan resmî ideolojilerin zamanı geçmiştir, ve geçeli yarım asır olmuştur. Devekuşu gibi başını kuma sokup gözleri dünya gerçeklerine kapamanın şimdiye kadar kimseye faydası olmamıştır, ve bundan sonra da olmayacaktır. Artık ideolojiler – inanç ve değer sistemleri dahil – bireyselleşmiştir, ve devletlere değil bireylere aittir. Halk adına halkın yetkisini kullanan demokatik bir devletin yapması gereken halkın ortak paydasını temsil etmek, kişisel hak ve hürriyetleri en geniş anlamda tesis etmek, tüm değişik inanç, ideal, ve hayat tarzlarını hiçbir ayrım gözetmeden garanti altına almaktır. Devletin toleranssızlık göstereceği tek şey toleranssızlığın kendisi olmalıdır. Ülkede birlik ve kalıcı huzur böyle sağlanır, ve hedef aldığımızı söylediğimiz muasır medeniyet böyle yakalanır. Batı dünyası bunu yıllar evvel yapmıştır, ve şimdi sefasını sürmektedir.

Evham ve saplantıları aşıp tek tipçilik yerine kişisel hak ve hürriyetler esas alındığı zaman görülecektir ki herkes bu kucaklayıcı yaklaşımı memnuniyetle karşılıyacak, saygı içinde birlikte yaşmayı prensip edinecek, ve adalete kanaat edecektir. Resmî ideolojiyi genç zihinlere nakşetmek için yıllar harcayan – ama bunu da başaramayıp öğrencide tepki ve bıkkınlık yaratan – eğitim kurumları, bu durumda küresel değerleri öğretecek, ve düşünen, sorgulayan, yaratıcılığı gelişmiş ve özgüven sahibi bireyler yetiştireceklerdir. Böyle bir ortamda yetişen bireyler de ilk fırsatta yurt dışına kaçmak yerine kendilerine insanca yaşama ve gelişme imkanı sunan ülkelerini samimî olarak sevecekler, ve onu daha iyi geleceklere taşımanın gayreti içinde olacaklardır.

Türkiye tek tipçilikte ısrar edip eğitimi sıkı bir denetim altında tutadursun, binlerce Türk genci – hatta bir kısmı devletten burslu olarak – yabancı ülkelerde her türlü denetimden uzak bir şekilde eğitim görmektedir, ve bunlar arasından Bakan ve Başbakanlar bile çıkmaktadır. Demek “denetimsiz” okullardan ülkeye zararlı insanlar çıkabileceği ve ülkenin geleceğini tehlikeye atabileceği tezine Türk devleti de pek inanmamaktadır, ve çok sayıda yabancı okulu Türkiye’dekilerle eşdeğer kabul etmektedir. Durum böyle iken ülkede tevhid-i tedrisatın varlığından bahsetmek ve hatta onu koruma gayretinde olmak en azından muhakeme yoksunluğudur. Yabancı ülkelerdeki özerk okullarla bir problemi olmayan Türkiye’nin kendi topraklarındaki özerk okulları problem yapması ve hatta onları tehdit olarak görmesi akıl ve mantıktan ne kadar uzak kalındığının ve evhamlara teslim olunduğunun bir göstergesidir.

Eğitimde Esneklik: ABD Örneği

Türkiye’de eğitim ile ilgili en küçük bir işin devletin kontrolü dışında kalmasını “büyük tehlike” olarak takdim ederek evhamları körükleyip ülkenin batacağı havasını yaratan ama modernliği de kimseye bırakmayanlar, modern dünya ve bilhassa ABD’deki uygulamaları dikkatle incelemeli, ve felaket dellallığı yapmayı terketmelidir. Önce şunu belirtelim ki ABD çok kültürlü bir toplumdur, ve muhtelif kültürlere rağmen toplum barışını muhafaza edebilmesi gerçekten takdire şayandır. Amerikalılar çok kültürlülüğü bir tehdit değil, bir zenginlik olarak görürler, ve belli bir kültür mensuplarını rencide edecek her türlü davranıştan kaçınırlar.

ABD’de devlet ders kitapları ile uğraşmıyor. Bunu rekabet ortamı içinde tamamen özel sector yapıyor, ve okullar birbirinden güzel tamamen renkli kitaplardan beğendiğini kullanıyor. İlk ve orta öğretimde kitaplar öğrencilere bedava veriliyor. Öğrencilerin daha ilk okuldan itibaren eğitim ile ilgili dergilere abone olmaları teşvik ediliyor. Öğretmen günlük gazeter dahil, uygun gördüğü her türlü malzemeyi sınıfa getiriyor.

ABD’de özel sectör felsefesi “charter school” kavramı ile yavaş yavaş ilk ve orta eğitime de yayılıyor. 1992 yılında bir okul ile başlayan charter school’ların sayısı bugün 2000’i aştı (What the Research Reveals About Charter Schools, 2000). Charter school’lar mevcut kanun ve yönetmeliklerin kapsamı dışında bırakılıp özel bir statüde kurulmuş devlet okulları. Deneme mahiyetindeki bu okullar özel bir şirket gibi neredeyse tam bir serbestiyete sahip (hatta bazılarında öğretmenlerin sertifikalı bile olması zorunluluğu yok); sadece neticelerinden hesap veriyorlar. Normal bir okulda ortalama öğrenci sayısı 500 iken, charter school’larda bu sayı 150 cıvarında. Bu okulu işletenlere mesela Nevada eyaletinde devlet öğrenci başına 4500 dolar veriyor. Okul eğer başarılı bulunmazsa, devlet fonlamayı kesip okulu kapatılabiliyor. Bizim bölgemizdeki 4 charter school’dan birinin işleticisi verdikleri teklifle ihaleyi kazanan Türk müteşebbisler.

Charter school’lar Türkiye ile ABD’nin eğitim felsefeleri arasındaki derin farkı ortaya koyması açısından enteresan: ABD’de devlet, eğitime yeni bir yaklaşım gelsin, yeni fikirler gelişsin ve uygulansın, eğitim sistemindeki tabu ve kalıplar gerekirse yıkılsın, ve eğitimin önü açılsın diye tam bağımsız özel okulların açılmasını teşvik ediyor, onlardan vergi almak şöyle dursun onların tüm masraflarını karşılıyor. Bizde ise yeni okul ve öğretmen ihtiyacı hat safhada olduğu halde özel okul açanlar potansiyel suçlu gibi zan altında bırakılıyor, Milli Eğitim’in köhnemiş programından zerre kadar sapma var mı diye müfredatları didik didik inceleniyor, ve kapatma tehditleri altında hizmet vermeye çalışıyorlar. Vatandaşlarımıza Amerika’da Amerikan parasıyla Amerikalı çocukları eğitmek için okul açtırılması Türkler için bir iftihar tablosu, Türkiye için ise bir ibret levhasıdır. Amerikalılar bile vatandaşlarımıza güvenip başarılarıyla iftihar ederken, acaba bizim devletlûlarımızın biraz olsun yüzleri kızarıyor mu?

ABD’nin teknolojide lider olmasının temelinde yatan mühim bir sebep sistemin insana güvene dayalı olmasıdır. Amerikalıar gayet iyi biliyor ki, bir ülke insanlarını ileri götürmez, tersine ülkeyi insanlar ileri götürür. Yani bir ülkenin kalkınması, ancak insanlarının topyekün kalkınması ile mümkündür. O yüzden ABD’de devletin yaptığı insanların önünü açmak, varsa engelleri ortadan kaldırmak, ve “haydi göreyim sizi” deyip tüm müteşebbisleri teşvik etmektir. Türkiye ise böyle bir kavrama dahi yabancıdır, ve her köşeden uçaklar ve füzeler kaldıran ve baş döndürücü bir hızla ilerleyen modern dünyayı hala lokomotifliğini devletin ve makinistliğini basiretsiz siyasilerin yaptığı hantal bir buhar treni ile devletin tam kontrolünde yakalayabileceğini zannetmektedir.

Fırsatlar ve hürriyetler ülkesi olarak bilinen ABD’de başka bir eğitim türü de “home schooling” denen “evde eğitim.” ABD’de bir milyondan fazla çocuk okula gitme yerine eve gelen öğretmenler tarafından özel olarak eğitiliyor (Princiotta, Bielick, and Chapman, 2003). Bunu tercih edenler, ögrenme için okulların gerekli olduğuna inanmıyanlar, okullardaki eğitimin kişileri tek tipçiliğe yönelttiğini düşünenler, ve çocuklarını okullardaki kötü etkilerden muhafaza etmek isteyen aileler. İstatistiklere gore evde eğitilen ögrenci sayısı artıyor. Bazı dindar aileler de çocuklarını bir kilise veya cami denetimindeki ücretli özel okullara gönderiyorlar. Ögrenciler burada normal dersler yanında papaz, rahibe, veya imamlardan dinlerini de öğreniyorlar, ve kendi dindaşları ile sosyalleşme fırsatı buluyorlar. Anlıyacağımız şekilde ifade etmek gerekirse, ABD’de herkes istediği yerde imam-hatip lisesi türü okullar açabilir, ve bu okulların mezunları düz lise mezunları ile eşit şartlarda istediği üniversiteye girebilir. Devlet asgari akademik standartları koyar, müfredatlara karışmaz. Çok kültürlü bir toplum olan ABD’de niye toplumsal gerilim ve kavgalar olmadığı herhalde şimdi daha iyi anlaşılıyordur.

ABD’de üniversiteler bir özel şirket mentalitesi ile faaliyet gösteriyor. Biz mezunlarımıza “ürün” ve işverenlere de “müşteri” nazarıyla bakıyoruz, ve başarıyı müfredat programımızla değil, mezunlarımızın başarıları ile ölçüyoruz. Piyasada müsteri bulamayan bir ürünün üretimine nasıl devam edilemezse, mezunları iş bulamayan ve işverenler tarafından beğenilmeyen bir üniversitenin de uzun süre açık kalması düşünülemez. O yüzden üniversite yöneticileri ve öğretim üyeleri piyasa ile irtibat halindedir, ve piyasanın tenkit ve tavsiyeleri gayet ciddiye alınır. Gerekirse piyasayı tatmin için müfredat bile değiştirilir. O yüzden derslerde gerçek dünya ilişkilerine ağırlık vermek, endüstri ile ortak proje yapmak, ve öğrencilerin firmalarda part-time çalışmasına imkan sağlamak çok mühimdir. AB sürecince Türkiye kendini bu tür uygulamalara hazırlamalıdır.

ABD’de üniversitelerin yaygınlaştılması bir buçuk asır öncesine dayanır, ve ekonomiyi desteklemek amacıyla yapılmıştır (www.higher-ed.org/resources/morrill_acts.htm). 2 Temmuz 1862’de başkan Abraham Lincoln, Federal hükümetin her eyalete yüzbinlerce dölüm arazı bağıslamasını öngören Arazi-bağış kanununu (Land Grant Act) imzaladı. Bu kanunun gayesi, 50 eyaletin her birinde tarım ve makineleşmeyi desteklemek amacıyla birer Ziraat ve Mekanik Sanatlar Fakültelerinin kurulmasını sağlamak, ve buralarda çiftçileri ve makinacıları eğitmekti. Bu üniversitelerin misyonu, topluma ihtiyaç duyduğu eğitim, bilimsel araştırma, ve yerinde hizmeti sunmaktı. ABD’nin tarım ve teknolojide dünya lideri olmasında eğitime yapılan bu yatırımım büyük etkisi olmuştur. Avrupa Birliği 2000’de Lisbon’da “2010 yılına kadar dünyada rekabet gücü en yüksek ve bilgi-tabanlı en dinamik ekonomi olmak” hedefini benimsemiş ve uygulamaya koymuştur.” Bu hedefe ulaşmada an mühim rol üniversitelere düşmektedir. Acaba Türkiye’nin 2010 hedefi nedir?

Eğitimde Misyon: Güney Kore Örneği

Şimdi de eğitimde global vizyon ve misyon ile ilgili olarak yaptığı reformlarla yarım asırda harabeler arasından yükselip yeni bir ekonomi devi olan Güney Kore örneğine bakalım. 1945 yılında Japon işgalinden kurtulup bağımsızlığına kavuşan Güney Kore, 1950’de Kuzey Kore işgaliyle başlayıp 3 yıl süren iç savaşın büyük tahribatına rağmen, bir nesil içinde bir ekonomi mucizesi yarattı, ve 1971’de $277 olan kişi başına gelir 2001’de $16,100’e ulaştı. Bu mucizenin oluşmasında çalışkan ve beceri sahibi işgücü üreten eğitimin büyük payı olmuştur, ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin Güney Kore tecrübesinden alacaği çok dersler vardır. Güney Kore, eğitim, modernleşme ve globalleşme sürecine taahüdünü sürdürürken, geleneksel değerleri de tesis ve teyid etmektedir.

1995 tarihli “Kore’nin 21. yüzyıl Vizyonu” adlı eğitimle ilgili hükümet raporunda, eğitim programının hedefi “öğrencileri dünya vatandaşı olmaya teşvik etmek, ve böylelikle çeşitliliğe açıklık, geniş perspektif oluşturma, diğer ülkelerin değişik gelenek ve kültürlerini anlama, çevre sorunlarına ve değişik bölgeler ve ırklar arasındaki anlaşmazlılara hassas olma” olarak ifade etmiştir. Böylelikle, çeşitlilik ve farklılığa tolerans ve açık-fikirliliğe daha büyük vurgu yapılmaktadır.

Güney Kore’de 2001 yılında Eğitim Bakanlığı, “Eğitim ve İnsan Kaynakları Geliştirme Bakanlığı” olarak yeniden yapılandırılmış, ve Eğitim Bakanı’nin statüsü eğitim ve insan kaynakları gelişimi ile ilgili politikaların formüle edilmesi ve koordinasyonundan sorumlu başbakan yardımcılığına yükseltilmiştir (Weidman and Park, 2002). Yeni bakanlık, öğrencileri küresel girişimci, tekniker, ve araştırmacı topluma katılmaya daha iyi hazırlamak ve böylelikle bilgi-tabanlı ekonominin zorluklarını yenme gayesiyle tesis edilmiştir.

Çocuklarını Seul’deki en elit üniversitelerde eğitmenin bir aile prestiji olduğu Güney Kore’de de, bizde olduğu gibi, üniversite giriş sınavı çocukları yıllarca bir “sınav cehennemi” içinde kıvrandırıyordu, ve bazı aileler bir sektör haline gelen özel dersler ve kurslar için ayda $2000’a varan ücretler ödüyordu. Ezberciliği ve test çözme mekanik becerisini ön plana çıkaran ve defalarca değiştirilen bu eski sistem 1995’de başlayan bir eğitim reformunun parçası olarak temelden değiştirilmiş, ve 2002’de yürürlüğe konmuştur. Yeni sistem, genel bilgi ve yetenek imtihanı ile beraber öğrencilerin kişisel okul dosya kayıtlarını, makale yazmayı, ve mülakatı ön plana çıkarmaktadır. Bu şekilde Lise eğitiminin öğrencinin çok yönlü gelişimine anlamlı bir katkı yapması yani aslî görevine dönmesi amaçlanmıştır. Ayrıca, üniversitelerden mezuniyet için gerekli kredi sayısının da ABD’de olduğu gibi 120 olması hedeflenmiştir (Lee, 2000).

Kredi sayısının azaltılmasını standart ve kaliteyi düşürmek olarak görenlere şunu hatırlatmak lazım ki modern eğitimin temel hedeflerinden biri çok şeyi değil “ögrenmesini öğretmek”tir, ve sahasında temel bilgilerle mücehhez öğrenciye ihtiyaç duyduğu bilgilere ulaşıp öğrenebileceği özgüvenini kazandırmaktır. Bunun diğer bir avantajı da mezuniyet için gerekli kredi sayısınin mesela 180’dan 120’ye düşürülmesi, hiçbir ilave kaynak gerektirmeden öğrenci kapasitesinin %30 arttırılabilmesidir.

Kapanış

Zaman rüzgarını arkaya alıp yelkenleri şişirebilmek ve çağı yakalıyabilmek için, zamanın akışını iyi okumak ve ona göre hareket etmek lazımdır. Yoksa futboldaki tabiriyle ofsayta düşülür, ve tüm emekler boşa gider. Bugünkü hastalıkları yüz sene evvelki tıp ilmi ve ilaçlarıyla tedavi etmek ne kadar geçersizse günümüzün toplumsal ve toplumlararası problemlerini de dünkü metodlarla halletmeye kalkmak o kadar geçersizdir. Geçmişe taassupla sıkı sıkı yapışıp zamanın değerlerine sırtını çeviren ve hatta zamana savaş açan ülkelerin geri kalmışlığı da medar-ı ibrettir. Mazinin karanlık derelerinde mahsur kalan ülkeler bu tabloyu iyi irdelemeli, ve usta bir satranç oyuncusu gibi, adımlarını neticelerini düşünerek atmalıdır. Benzer ağaçları birbirinden ayıran nasıl meyveleri ise, iyi fikirleri de kötülerinden ayıran neticeleridir. AB süreci, Türkiye’nin alışageldiğimiz dededen kalma metodlarla neyi ne için yaptığını sorgulamadan iş yapma alışkanlıklarını tekrar gözden geçirmesi ve eğitim dahil tüm politikalarını rasyonel bir çizgiye oturtması için muazzam bir fırsattır. Umulur ki Türkiye bu fırsatı iyi değerlendirecek, ve geçmiş saplantılardan sıyrılıp akıl ve bilimi rehber edinerek modern dünyada saygın yerini alacaktır.

Kaynaklar

ASEE Prism (2004), American Society for Engineering Education, Washington, DC, Vol. 13, No. 6, February 2004.

Çizmeci, Şûle (2005), “Eğitim mi, Ehlileştirme mi”, Radikal Gazetesi, 11 Haziran 2005.

Elsner, Alan (2004), “Number of Foreign Graduate Students in the US Falls”, Reuters News Agency, November 10, 2004, www.yahoo.com.

Lee, Jeong-Kyu (2000), “Main Reform on Higher Education Systems in Korea”, Korean Educational Development Institute, Seoul, South Korea, Vol. 2, No. 2, 2000.

Pamir, Balçiçek (2005), “Bizde Lise Eğitimi Yok”, Sabah Gazetesi, 12 Haziran 2005.

“Patent Fakiri Türkiye” raporu (2004), Ankara Ticaret Odası, Ankara, 2004.

Princiotta, Daniel; Bielick, Stacey; and Chapman, Chris (2003), “1.1 Million Homeschooled Students in the United States in 2003”, Issue Brief, National Center for Education Statistics (NCES), http://nces.ed.gov/nhes/homeschool/.

“Türkiye Otur: Sıfır”, Vatan Gazetesi, 8 Aralık 2005.

Weidman, John C. and  Park, Namgi (2002), “Recent Trends and Developments in Education in the Republic of Korea”,The 2002 International Exchange Locator, Alliance for Intenational and Cultural Exchange, 2002.

“What the Research Reveals About Charter Schools” (2000), The Center for Education Reform [CER], November 2, 2000.

http://www.higher-ed.org/resources/morrill_acts.htm, “Land-Grant Act – History and Institutions”.

http://www.acig.com.au, Vision and Mission Statements (2000), Australian Continuous Improvement Group Pty Ltd.

EK: AB Sürecinde Eğitimin Modern Dünya Standartlarina Çikarilmasi – Öneriler

  1. Eğitim gayesizlik ve ruhsuzluktan çıkarılıp rasyonel bir zemine oturtulmalı, ve her aşamada ne yapıldığı, niçin yapıldığı, ne hedeflendiği, ve hedeflere ne ölçüde ulaşıldığı sorgulanmalıdır.
  2. Bilgi çağında en büyük zenginlik beyin gücüdür, ve bu gücün gelişmesi için devlet merkezli eğitim sisteminden birey merkezli bir sisteme geçilmelidir, ve bireye hizmet esas olmalıdır.
  3. İnsana güven esas alınmalı, ve devlet artık herşeyi sıkı bir control altında tutma saplantısını bırakmalıdır. Demokratik bir sultanlık olan merkezi yönetim terkedilmeli, ve eğitimde yetki ve sorumluluklar modern demokrasilerde olduğu gibi yerel birimlere aktarılmalıdır.
  4. Türkiye’de hala vehimler hükmetmektedir, ve hala yasakçılık esas olup serbestiyet istisnadır. Yasakçılığın esas olduğu ortamlarda zihinler, hayaller, ve yaratıcılık az gelişmiş kalmaya mahkumdur, ve bu gidişe son verilmedlidir.
  5. Geçmişe odaklanmayı bırakıp yüzler geleceğe çevrilmelidir.
  6. Modası geçmiş ezberler bırakılıp, akıl ve bilim rehber alınmalıdır. “Hakiki mürşit ilimdir” sözü duvarlara değil akıllara işlenmeli ve uygulamaya geçirilmelidir.
  7. Ne kadar aykırı olursa olsun fikirleri düşman ilan etmeyi bırakıp eğitim kurumlarında  gerçek fikir özgürlüğü tesis edilmelidir. Düşünce özgürlüğü olmayan yerde gerçek eğitimin de olmıyacağı bilinmelidir.
  8. İnsan fıtratına aykırı olan ve birlik, kuvvet, ve huzur yerine bölünmüşlük, zayıflık, ve kavganın kaynağı olan tek tipçi ve tek doğrulu yaklaşım terkedilmeli, ve bu hürriyetler çağında birlik, kuvvet, ve huzurun teminatı olan gerçek demokrasi ve kişisel ve kitlesel hak ve hürriyetler esas alınmalıdır.
  9. Artık ideolojiler ve doğrular bireyselleşmiştir, ve devletlere değil bireylere aittir. Tek tipçiliğin kalıplaşmış şekli olan resmî ideolojilerin ve değişmez doğruların zamanı geçmiştir. İdeolojik dayatmalar beyinlere konan ambargolardır, ve sonucu düşünce özürlü ve müstemleke mentalitesinde özgüvenden yoksun bireyler yetiştirmektir.
  10. Demokratik yaklaşım, kararlarda çoğunluğun esas alınmasını, ancak azınlığın da haklarının teminat altına alınmasını gerektirir. O yüzden lise eğitiminin esas gayesi, üniversiteye giremiyecek olan büyük öğrenci kitlesini gerçek hayata hazırlamak, ve onları mezuniyetten sonra topluma katkı yapacak ve iş hayatında fonksiyonel kılacak becerileri kazandırmak olmalıdır.
  11. Okullar genç beyinleri formatlama ve bilgi yükleme merkezleri olmaktan çıkarılıp etik ve insanî değerlerin etkin olarak verildiği kurumlar haline getirilmelidir.
  12. Liselerde “gerçek” müfredatı MEB değil ÖSS içeriği, ve dolayesi ile ÖSYM belirlemektedir. Bu iki başlılığı önlemek ve MEB’i işlevsel hale getirmek için işe bu iki kurumu tek bir yönetim altına almakla başlamak lazımdır, ve ÖSYM MEB bünyesine alınmalıdır.
  13. Üniversiteleri işlevsiz hale getiren ve ileri bir lise seviyesine indirgeyen YÖK kaldılmalı veya bir eşgüdüm merkezine dönüştürülmeli, ve üniversiteler özgürlük ve üniversal değerlerin hükümran olduğu özerk, dinamik, ve rekabetçi kurumlar haline getirilmelidir.

ÖSS ve Müfredat “Beceri” Odaklı yeniden yapılanmalıdır.

ÖSS puanının en az 1/3’ü şu alanlardan gelmelidir:

  1. Bilgisayar Becerisi (WORD, EXCEL, INTERNET)
  2. Hızlı Daktilo Becerisi
  3. Genel Sağlık Bilgileri
  4. Genel Trafik Bilgileri
  5.  Genel Kültür ve Dünya Olayları
  6. Sanat, Spor, ve Ders Dışı Faaliyetler
  7. Güzel Yazma Becerisi
  8. Yabancı Dil (Pratik)

Liseler, öğrencileri üniversite ile beraber gerçek hayata hazırlayan kurumlar olarak kalmalıdır.

Böylelikle lise eğitimi bir anlam kazanacak, ve liseler   modern ve hayat dolu çağdaş kurumlar haline gelecektir.

Güney Kore, 2002’de buna benzer bir sisteme geçmiştir.

Dünya Bankası Türkiye Raporu:

Türkiye’de Ortaöğretimin Durumu ve Reform Önerileri

2005

  • ÖSS sistemi yeniden düzenlenmeli.
    Mevcut ÖSS sınavı, eğitim sisteminde kaliteyi düşük tutuyor.
  • Bu sistem, kaynakları eğitimden, sınav hazırlığına kaydırıyor.
  • Sınava hazırlık faaliyetleri gençlerin çok fazla zaman ve enerjisini alıyor.
  • Zengin ile yoksul arasındaki eşitsizliği büyütüyor.
  • Müfredat reformlarına bağlı olmayan, sınav yeteneğini test eden ÖSS, eğitim sisteminde uyumsuzluk da yaratıyor.
  • Veliler ve öğrenciler ÖSS odaklı sistem nedeniyle geleneksel öğretimi sürdürmeleri için öğretmenlere baskı yapıyor.
  • Mevcut sistem, uzman düşünüş, karmaşık iletişim ve problem çözmede ileri yetkinliklerin öğrenilmesini engelliyor.
  • Meslek okullarındaki öğrencilere, hem genel orta öğretim diploması getirecek, hem de kendilerini vasıflı istihdama hazırlayacak temel becerileri öğrenme imkanı tanıyın.
  • Meslek liseleri iş piyasası ile ilgili hedefleri gerçekleştiremiyor.
  • Gençlere, üniversite de dahil olmak üzere, eğitim süreçlerinin herhangi bir noktasında çalıştıkları konuları seçme esnekliği tanıyın.
  • Uzmanlaşmaya daha yüksek sınıflarda geçmeye başlayın ve son aşamada da üniversitede uzmanlaşmaya geçin.
  • Devlet, yaşam boyu öğrenmeyi öncelik haline getirsin.
  • Tüm orta öğretim öğrencilerine yüksek öğrenime ve vasıflı istihdama hazırlanmaları için fırsat sağlayın.
  • Orta öğretimi, tüm öğrenciler için yeni beceriler geliştirecek şekilde yapılandırın.
  • Eğitim sisteminin yapısı ile ilgili uluslararası normlar yok.
  • Türkiye’nin ”Ulusal Eğitim Sektörü Stratejisi”ne ihtiyacı var.
  • Türkiye kendi geleceğini, politika ve tartışmaların üstünde tutmalı, kapsamlı bir eğitim reformu stratejisi oluşturmalıdır.
  • Okul sistemi, çok az öğrenciyi iyi eğitiyor. Öğrencilerin çoğunu başarısız kılıyor.
  • Okulların kaynak, yetki ve özerkliği yok. Ayrıca okullar, sonuçlardan sorumlu tutulmuyor.
  • Okul kalitesi için gösterge ve standartlar belirlenmelidir.
  • Her okul için kalite hedefleri belirlenmeli ve okullar bu hedefe ulaşmaları için teşvik edilmelidir. Okul performans sonuçları kamuoyuna bildirilmelidir.
  • Türkiye’nin geleceği, çalışanlarının eğitimsel niteliklerine bağlıdır. Kalite anahtardır.
  • Bu değerlendirmeler, tüm öğrencileri, okulda öğrendikleri becerileri ortaya koymaya yönlendirmeli, müfredat ile uyumlu olmalı ve öğrencilerin becerileri hakkında hem işverenlere, hem de yüksek öğretim kurumlarına bilgi sağlamalı.
  • Türk okulları, gençleri Avrupa vatandaşı olarak geleceğe hazırlamak üzere yeniden yapılandırılmalıdır.
  • Türk yurttaşlarının Avrupa’nın düşük ücretli hizmet sektörü çalışanları haline gelmemesi için Türkiye şimdi harekete geçmeli.
  • Türkiye eğitim reformunda hızlı hareket etmelidir.
  • ÖSS, öğrencilerin neleri bildiği, neleri yapabildiği, nasıl bir muhakeme becerisine sahip olduğu ve becerilerini nasıl uyguladığı gibi geniş yetkinliklerini test eden çağdaş değerlendirmeler demeti şeklinde yeniden yapılandırılmalı.

OECD Ulusal Eğitim Politikaları  İncelemesi: Türkiye’de Temel Eğitim 2005

  • Her okulun bir geliştirme planına sahip olmasını sağlayın (sürekli gelişime yönelik vizyon, misyon, hedefler, öncelikler ve stratejiler).
  • Her okul için yıllık karneler oluşturun, katılım, tamamlama, öğrenci öğrenmesi, kaynakların verimli kullanımı, vs ile ilgili makamlara ve topluma karşı sorumlu tutulmasını sağlayın.
  • Tüm ilköğretim öğrencilerinin en geç altıncı sınıfın başından itibaren eğitim ve kariyer fırsatlarıyla ilgili yönlendirilmesini sağlayacak şekilde rehberlik ve danışmanlığı güçlendirin.
  • İlkokullarda kariyer rehberliği bilgilerinin daha geniş çaplı olarak sunulmasını sağlayın.
  • Okullar için “öğrenci merkezli” öğrenmeyi vurgulayan okul değişimi vizyonunu hazırlayın.
  • Okul müdürlerini seçme sürecini gözden geçirerek özel ve konuyla ilgili eğitime, öğretim liderliği deneyimine ve liderlik rolüyle ilgili yeterliğin sergilenmesine daha fazla önem verin
  • Tüm okul bütçesinin yönetiminden müdürü sorumlu tutun
  • Öğretmenlerin ve diğer personelin atanması ve kullanılması konusunda okul düzeyinde esnekliği artırın.
  • Müfettişliğin rolüyle görevlerini yeniden tanımlayarak okulların performanslarının izlenmesini ve gelişimlerinin desteklenmesini vurgulayın.
  • MEB il liderlerinin il düzeyinde liderlik sergilemesini sağlayın.
  • Okul müdürüne, okulu yönlendirme ve yönetme konusunda tam yetki ve sorumluluk verin. Okul müdürleri için özel hizmet öncesi ve mesleki gelişim programlarını güçlendirin.
  • Öğretmenlerin müfettişler tarafından tek tek denetlemesini kaldırın ve bu sorumluluğu okul müdürüne verin.
  • Milli Eğitim Bakanlığının her bir okulla ve programlarla direkt ilişkilere dayanan yapısını ve rolünü yeniden tanımlayın.
  • -Eğitimde ulusal hedeflerin gerçekleştirmeye çalışılmasında ulus genelinde liderlik sağlanması,
  • Rekabetçi bir işgücü geliştirilmesi ve insan haklarının geliştirilmesi ve korunmasınin temini
  • Kaynakların verimli ve adil bir biçimde tahsis edilmesini sağlayarak, bütçe ve finansmanın ulusal öncelikler ile paralel hale getirilmesi,
  • -Veri toplama ve analizi, araştırma, merkezi hizmetlerin yürütülmesi.
  • MEB’in yetki ve sorumluluğunu İl Müdürlüklerine yerelleştirin ve yetkilileri görev alanlarındaki okulların işleyişi ve eğitim hizmetlerinin sağlanmasından sorumlu tutun.
  • ÖSYM’yi YÖK’ün sorumluluk alanından çıkarın ve sınav ve seçim sürecine işverenler ve sivil toplum, ilköğretim ve ortaöğretim, ve yükseköğretimin dahil edilmesini sağlayın.
  • Genel, Mesleki ve Teknik Liselerdeki tüm öğrenciler için yeni bir değerlendirme tesis edin. İş piyasasıyla ilgili özel yeterliliklerin değerlendirilmesini dahil edin.
  • ÖSS’ye katılım için, yeni ortaöğretim değerlendirmesinde yeterli performans göstermiş olmayı şart koşun.
  • ÖSS’yi seçme ve sıralamaya yönelik bir araç olmaktan çıkararak, yükseköğretim seviyesinde eğitim için gerekli kazanımın ve yeterli hazırlığın değerlendirmesine yönelik daha geniş tabanlı bir değerlendirme yapın.
  • Öğrencinin dikkatini test hazırlığı yerine konularda ve yeterliliklerde ustalaşmaya odaklayın.
  • ABD’deki yazılı değerlendirme (SAT ve ACT) şartı getirin
  • Sınavı, yeni müfredat ile paralel hale getirin.
  • ÖSS’yi yeni giris sınavı, değerlendirme sonuçları, ve notlar dahil her öğrenci için bir portföy içeren bir süreç ile değiştirin.
  • Her sınıfta belgelendirilmiş beceri ve yeterliliklerin kanıtlarını içeren mesleki ve teknik eğitim diplomaları geliştirin.
  • Sadece farklı meslekleri icra etmek için değil; yaşam boyu öğrenme ve küresel bir bilgiye dayalı ekonomide yaşama ve çalışma için bireylerin sahip olması gereken bilgiler, beceriler ve yeterliliklere ilişkin temel beklentiler ve standartları belirleyen “ulusal nitelikler çerçevesi” geliştirin ve uygulayın.
  • Eğitim ve iş piyasası arasındaki bağlantıları güçlendirme çabalarını yoğunlaştırın (işverenlerin katılımı gibi).
  • Yeterliliğe sahip mesleki ve teknik eğitim öğrencilerinin sistem içinde dikey ve yatay hareketi önündeki “negatif çarpan” ve diğer tüm engelleri kaldırın.
  • Standartların ve ilgili değerlendirmelerin geliştirilmesine, işverenler ve diğer sosyal ortakların kapsamlı katılımını sağlayın.
  • İki yıllık yükseköğretim programlarının kapasite ve çeşitliliği genişletin.
  • Bu okullar için ulusal akreditasyon ve kalite güvence süreçleri geliştirin.
  • Ortaöğretim sonrası iki yıllık fırsatların bölgesel dağılımını iyileştirin (örneğin, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu).

İş piyasasına cevap verebilmelerini sağlamak için bu kurumların öğretim  programlarının planlama ve tasarlanmasında işverenleri