LAİK DEVLET VE DİN EĞİTİMİ

 

Dünyada herhalde laiklik gibi aslında birleştirici ve toplumsal barışı sağlayıcı unsurları çarpıtıp bunları ayrılık ve kavga meselesine dönüştüren ve böylelikle enerjisini boşa akıtan bizden başka bir ülke pek yoktur. Benzer şekilde, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” levhalarını baştacı edinip bilime sırtını dönen, ve laiklik gibi elastiki kavramları evrensel bir tutkal olan birleştirici bilim ışığında açıklığa kavuşturma gayretlerini tehdit olarak algılıyan ve mevcut çarpık laiklik anlayışını sorgulatmıyan bir anlayış yine başka yerde zor görülür. Keza, laikliği en temel bir değer olarak görüp bünyesinde devasa bir diyanet teşkilatı barındıran ve devlet eliyle empoze ettiği resmî din dışındaki tüm din ve inançları adeta yok sayan başka bir ülke yeryüzünde zor bulunur. O yüzden bir maddede devleti laik olarak vasıflandıran bir anayasanın başka bir maddede okullarda zorunlu din eğitimini vazetmesine pek de şaşmamak gerekir. Dünyada din eğitiminin devlet izniyle, devlet kontrolü altında, ve hatta devlet tarafından verildiği bizden başka bir ‘laik’ ülke yoktur. Bu eğitimi alabilmek için bile devletin bir yaş sınırı koyduğunu modern bir dünya vatandaşı duysa, helhalde ya küçük dilini yutacak ya da ‘bu kadar da olmaz’ deyip şaka yaptığımızı sanacaktır. Ardından da ‘laiklik buysa teokrasi nedir’ diye soracaktır.

Bütün bu acubeliklerin dokunulmazlık zırhı giydirildiği bir zeminde din ile ilgili meselelerin sağlıklı bir şekilde tartışılması ve kalıcı çözümler bulunması tabi ki imkansızı istemektir. Laikliğin birinci ayağı dinin devlete karışmaması ise, aynı değerdeki ikinci ayağı da devletin bireylerin en geniş manada din ve vicdan hürriyetine saygılı olması ve tüm inançlara ve inançsızlığa eşit mesafede olmasıdır. Dinin bireyselleştiği ve devletlerin ideolojilerden sıyrılıp hizmetçileştiği bu modern çağın gereği budur, ve adalet ve demokrasiyi esas alan bu anlayışta tüm insanlık birleşebilir. ABD gibi ülkelerde din ile ilgili problemlerin olmayışının sebebi bu geniş ve birleştirici laiklik anlayışının benimsenip tam uygulanmasıdır.

Mesela İmam Hatip Okulları bizde hep tartışma konusu yapılmış, ve toplum bu konuda bir fay hattı gibi bölünmüştür. Orta kısımları kapatılmış, ve lise kısımlarının da ülkenin imam ihtiyacı ile sınırlandırılması teklif edilmiştir. Katsayı oyunlarıyla üniversiteye girmeleri kısıtlanmış, ve ülke çapında gerginlikler ve zıt kamplar yaratılmıştır. Ailelerin çocuklarını bu tür okullara göndermesinin esas sebebinin çocuklarının imam olması değil liseyi bitirirken dinlerini de öğrenmeleri olduğu nedense gözardı edilmiştir. Neticede bu kısır tartışmalar meyvesiz kalmıştır, çünkü meselenin özüne inilememiştir.

Burada tartışılması gereken esas konu, bireylerin dinlerini öğrenme ve öğretme hürriyetinin din ve vicdan hürriyetinin ve dolayesi ile laikliğin temel bir parçası olmasıdır. ABD gibi gerçek manada laik ülkelerin devlet okullarında din dersleri yoktur. Ama bu konuda bir boşluk ve sıkıntı da yoktur, çünkü istiyen herkesin din ile normal müfredatın içiçe okutulduğu ve din derslerini papaz, rahibe (İslamî okullarda imam) gibi din görevlilerinin hem de dinî kisveleri içinde verdiği özel okullar açma ve çocuklarını bu okullara gönderme hürriyeti vardır. Laikliği en dar manada yorumluyan Fransa’da bile durum böyledir, ve bizdeki Iman-Hatip okullanını andıran özel dinî okullara giden öğrencilerin okul parasını Fransız hükümeti ödemektedir. Bu dinî okulların mezunları hiç bir ayrıma tabi tutulmadan üniversiteye girebilirler, ve ABD’de devlet bu okullara vergi avantajları sağlıyarak dolaylı destek olur.

Keza, o ülkelerde Pazar günleri istiyenler için dinlerini öğrenme günüdür, ve kiliseler, havralar, ve camiler sadece ibadet yeri değil aynı zamanda gönüllü din eğitimi veren ve okulların bıraktığı boşluğu dolduran eğitim kurumlarıdır. Yani “din okulları”dır. Hafta içinde de kiliselerde çocuklar ve yetişkinler için akşam din dersleri yaygındır. Hatta, dinî bir kurum veya cemaat devlet okullarını veya üniversite salonlarını bile ders saatleri dışında varsa ücretini ödüyerek ibadet dahil her türlü dinî faaliyetler için kullanabilir. Yeter ki okul yönetimi dinler ve mezhepler arasında ayrımcılık yapmasın, ve okullardaki normal müfredat aksamasın.

Şunu da belirtelim ki bizde öcü gibi gösterilmeye çalışılan dinî cemaatler Batı’da saygın kuruluşlardır, ve din eğitimini esas olarak onlar verir. Hatta ABD’de bolca bulunan Methodist, Baptist, Evangelist, Mormon, ve Presbyterian gibi milyonlarca üyesi olan mezhepler aslında birer dinî cemaattir, ve hırıstiyanlığı ve İncil’i farklı yorumlamaya dayanır. Herkes yeni bir din veya dinî cemaat kurabilir, kilise açabilir, dinini öğretmek ve yaymak için radyo-televizyon kurabilir ve hatta okullar açabilir – yeter ki şiddet içermesin ve ülkedeki genel irade ve toplumsal mutabakatı temsil eden kanunlara aykırı olmasın (ayinlerde esrar kullanmak gibi). Orada yasakları devlet değil, gitmiyerek halk koyar. Zaten halkın rağbet etmediği bir akım sönmeye mahkumdur; ve halkın rağbet ettiği bir akımı da baskıyla engellemek mümkün değildir. Görüldüğü gibi, akıl ve bilimi esas alan modern yaklaşımla tüm problemler tabii seyri içinde kavgasız gürültüsüz bir şekilde halloluverir. Modern çağın bir özelliği dinin bireselleşmesidir, ve doğru işliyen bir demokraside cemaat denen şey benzer dinî anlayışı paylaşanların oluşturduğu bir sivil toplum örgütüdür – aynen meslek odaları, spor kulüpleri, ve değişik dernekler gibi.

Şimdi: (1) Din hayatın bir gerçeğidir ve toplumdan dışlanması söz konusu değildir. (2) Laik bir devletin dini olamaz ve din adamlarınca verilen tarzda bir dinin gereklerini hayata geçirmeye yönelik din eğitimi veremez (ancak modern dünyada olduğu gibi genel kültür olarak dinleri öğretebilir, ve bu tür dersleri zorunlu eğitimin parçası yapabilir). Hele laik bir devletin bir inanç tarzını benimsiyerek bunu halkına empoze etmesi ve diğerlerini adeta yok sayması düşünülemez. (3) Din ve vicdan hürriyeti gerçek laikliğin olmazsa olmazlarındandır, ve herkesin dinini istediği gibi öğrenip öğretmesi din ve vicdan hürriyetinin ve dolayısı ile laikliğin temel bir parçasıdır. Bu evrensel prensipler ışığında sormak lazım: Bünyesinde tevhid-i tedrisat kanununu barındıran ve dolayısı ile din eğitimini bile gözetim ve denetimi altında tutan bir devlet laik olabilir mi? Tevhid-i tedrisatla beraber laikliği savunmak cehalet değilse hamasettir, ve bu iki zıt olguyu bağdaştırma gayreti imkansızı taleptir – aynen bilime sırtını dönerek hiç bir kaynak kullanmadan enerji üretme safsatasıyla ortaya çıkan ERKE kuvvet makinasının çalışmasını beklemek gibi. Bünyesinde bu kadar çelişkileri barındıran ama kutsal ineklerine de dokundurtmayan bağnaz bir rejimin kendini ıslah teşebbüsleri ciddiyetsizliktir, ve genel akıl ve bilime hakarettir. Zaten görüldüğü gibi her eğriliği düzeltme teşebbüsü sonunda kutsal hörgüçlerin eğriliğine çarpmakta, ve akim kalmaktadır. Ancak yorum kapısı her zaman açıktır.

Diyanet teşkilatı ve camileri görmezden gelerek laiklik ve din eğitimini tartışmak, sahaya eksik takımla çıkmaktır. Bir kere onbinlerce din görevlisini bünyesinde barındıran ve dini tekeline alan bir devletin laiklik iddiası abestir, ve devlet eğer akıl ve bilime biraz saygısı varsa bu hamasetten vazgeçmelidir. Sırtındaki koskoca diyanet kamburunu görmeyip kolundaki din dersi şişkinliğine kafayı takan bir kişi bu şişkinliğin giderilmesiyle ne kadar düzelecekse, Türkiye de okullarda din derslerini kaldırarak o kadar laik olacaktır. Devlet, diyanet teşkilatı ve resmî camileriyle dini şekilciliğe indirgemiştir, ve bunları özden mahrum ruhsuz kurumlar haline getirmiştir. Böyle bir boşluk bırakılınca dine meyli ve ilgisi olanların bu boşluğu dolduran cemaatlere yönelmesi gayet doğaldır, ve bundan hiç rahatsız olmamak gerekir.

Türkiye bir gün gerçekten laik olma iddiasında samimi ise diyanet teşkilatını da özelleştirme furyası kapsamına almalı, ve makul bir süre içinde (mesela 10 yıl) bu teşkilatı devletten tamamen bağımsız ve devletten hiçbir destek almayıp kendi ayakları üzerinde durabilen (bağış almak, kitap basıp satmak, hac ve umre turları düzenlemek vs gibi gibi faaliyetlerden elde edilen gelirle kendi masraflarını karşılayan) bir sivil toplum örgütü haline getirmelidir. Benzer imkanlar Aleviler diğer dinî cemaatler için de tanınmalıdır. Bu geçiş sürecinde de camiler belli saatlerde belli ritüellerin yapıldığı şekilci yapıdan çıkarılıp mahallelinin aktif katılım ve desteğinin sağlandığı sosyal merkezler haline getirilmeli, ve din görevlileri kendilerini çevrelerinden soyutlanmışlıktan kurtarıp mahalle sakinlerine din ve maneviyat konularında önderlik yapmalıdır. Camilerin misyonlarına uygun hale getirilip işlev kazandırıldığı ve diğer din mensuplarına da en geniş din hürriyetinin verildiği bir ortamda okullarda din eğitimine zaten gerek kalmıyacaktır. Tabi böyle demokratik bir sistemde imam atamalarında ve göreve devamda en etkin sözü müftülük değil mahalleli söylüyecektir. Artık zaman hürriyet ve demokrasi zamanıdır, ve bu dinde de böyledir.

Türkiye’de din eğitimi ile ilgili tartışmaların kısırlığı ve sonuçsuz kalması tartışma zemininin darlığından ve gerçekçi olmamasındandır. Evet, laik bir ülkede devlet vatandaşlara din öğretmez; ancak aynı zamanda vatandaşın dinini öğrenme işine de burnunu sokmaz, ve bu konuda ahkam kesmez. Din eğitimi için ibadet mahallerinin aynı zamanda din eğitim merkezlerine döndürülmesi gibi meşru bir mecra gösterilmeden ve/veya okullarda ders sonrası belli bir zamanı gönüllü din eğitimine ayırmadan okullarda din derslerini kaldırmayı tartışmak abesle iştigaldir – aynen belediyelerin yeni bir pazar yeri göstermeden haklı sebeplerle dahi olsa semt pazarlarını kaldırmaya kalkması gibi.

Türkiye’deki laiklik anlayışı ile ilgili temel bir çarpıklık, laikliğin, dünyada benzeri olmıyan bir tarzda ‘dini yok sayma’ ve ‘dine hayat hakkı vermeme’ olarak yorumlanmasıdır, ve dine tahammülsüzlükle dini dört duvar arasına hapsetme aracı olarak kullanılmasıdır. Bir örnek vermek gerekirse, ABD halkının büyük çoğunluğu hırıstiyan olan ve dinin devlete karışmadığı ama devletin de bireylerin din hürriyetini garanti altına aldığı gerçek manada laik bir ülkedir. Büyük çoğunluğun dini tercihi dikkate alınarak ibadet günü olan Pazar günü ve Noel gibi dini kutlama günleri resmi tatildir. Bununla beraber diğer dinlerin mensuplarının da dini mükellefiyetlerini yerine getirme hakları gözetilir. Örneğin öğretim üyeleri, bir müslüman veya yahudi öğrenciye dini bayramlarında izin vermek durumundadır, ve o tarihlerde kaçırılan sınavlar için hiç zorluk çıkarmadan telafi sınavları verilir. Keza müslüman bir öğretim üyesi Cuma namazına denk gelen saatlerde kendisine ders konmamasını talep edebilir, ve bu talep yerine getirilir. Bütün bunlar din ve vicdan hürriyetini garanti altına alan laikliğin bir gereği olarak yapılır. Müslüman bir öğretim üyesi acaba Türkiye’de aynı talepte bulunsa nasıl karşılanır? Veya Türkiye’de bir üniversite halkın büyük çoğunluğunun müslüman olduğunu dikkate alıp Cuma namazı saatine ders koymasa acaba bu üniversite yönetimine gerçek manada laik, modern ve özgürlükçü  diye madalya mı verilir, yoksa benzeri başka yerde olmayan baskıcı laiklik uygulamamızda bir gedik açıyor diye soruşturma mı açılır? Bu öğretim üyesi ABD’de çocuğunu normal müfredatla beraber dinini de öğrensin diye bir cemaat okuluna gönderebilir, ve bu okuldan mezun olan çocuk diğer devlet veya özel okullardan mezun olan arkadaşlarıyla eşit şartlarda üniversiteye girebilir. Bu kişi Türkiye’de üniversiteye girme şansını gözden çıkarmadıkça çocuğunu din eğitimi de veren bir okula acaba gönderebilir mi? O zaman şu soruyu sormak lazım: Din (veya düşünce ve ifade gibi başka hürriyetler) kendisi ve ailesi için önemli olan bir kişi acaba ABD’de mi yoksa Türkiye’de mi daha hürdür? Yabancı bir ülkede yaşamakta olan bir kişiden kendi ülkesine dönmesi için bazı hürriyetlerinden vazgeçmesini istemek bir tezat değil midir?

Öyle görülüyor ki Türkiye irtica evhamından kurtulmak ve din merkezli kısır didişmelere son vererek toplumsal barış ve huzuru sağlamak istiyorsa işe kafasını safsata kumlarından çıkarıp gerçek laiklikle yüzleşerek başlamalıdır. Sonra hayret ve memnuniyetle görülecektir ki din ile alakalı tüm suni problemler çorap söküğü gibi birbiri ardına çözülecek, ve laiklik ve din eğitimi ile ilgili tartışmalar maziye gömülecektir. Esas meseleler halledilmeden okullarda din eğitimi gibi tali meselelere kalıcı ve tatminkar çözüm üretilmesi mümkün değildir. Türkiye artık kurşunu ısırma cesaretini gösterip şu sorulara cevap verme durumundadır: Rehberimiz akıl ve bilim mi olacak, kutsal inekler mi? Rotamızı ümit mi belirliyecek, korkular mı? Zeminimiz hürriyet mi olacak, yasaklar mı? Devlette laiklik kılıfı geçirilmiş teokrasi devem mı edecek, yoksa muasır medeniyetlerde gördüğümüz gerçek laiklik ve demokrasi mi gelecek? Ücretli bir hizmetçi olan devletin halka çocuk muamelesi yapmasını kabullenmeye devam mı edilecek yoksa haklarımıza sahip çıkıp hizmetçiye yerini bilmesi mi söylenecek?

Ülke doğru rotaya sokulduğunda, çetrefilleşmiş bir çok problemin aniden problem olmaktan çıkıvermiş olduğu tatlı bir hayretle görülecektir. Ve modern dünyanın üzerinde oturduğu demokratik ve rasyonel zeminde ‘Alevi Açılımı’ gibi zorlama çözümlere ihtiyaç kalmıyacaktır. Çünkü parlak demokrasi güneşi, kaynağı kişisel hak ve hürriyetlere saygısızlık ve tek tipçi ve tek doğrulu dayatmacılık olan bu tür müzmin problemlerin kökünü kurutacaktır. Futbol takımı taraftarlığı konusunda ulaştığımız demokratik olgunluğa din, inanç, ve yaşam tarzı tercihleri konularında da ulaştığımız zaman Türkiye çağdaş ülkeler ligine çıkmış olacaktır. Farklı inanç ve yaşam tarzlarınını benimsiyenler birbirlerine farklı takımların taraftarları gibi bakacak ve saygı duyacak, devlete de hakemlik etme dışında bir görev kalmıyacaktır. Herkes tuttuğu takımlarda farklı, ama serbestçe takım tutma veya yeni bir takım kurma hürriyeti konusunda tam bir birlik olacaktır.