Beyin, Bilinç ve Canavar Robotlar

Makalenin sunum dosyasını indirmek için lütfen tıklayın…

1 Giriş

Farkında bile olmadığımız ve pek de değer vermediğimiz birçok vücut organı, büyük hayranlık duyduğumuz teknoloji harikalarından daha az harika değildir. Örneğin ücretsiz sahip olduğumuz küçücük bir böbrek tarafından gerçekleştirilen biyolojik fonksiyonlar, böbrek yetmezliği hastalarının saatlerce bağlı kalmasını gerektiren pahalı ve devasa bir diyaliz makinesi tarafından sadece kısmen yerine getirilebilmektedir. Yine de böbreğin ne yaptığını ve nasıl yaptığını biliyoruz. Bu da bu tür hayat kurtarıcı makinelerin icadını mümkün kılıyor.
İnsan beyni söz konusu olduğunda, akıl durgunluğu ile birlikte daha ziyade hayranlık, şaşkınlık ve kaybolmuşluk duyguları ağır basıyor. Alanındaki en iyi zihinler tarafından on yıllarca süredir yapılan nörolojik araştırmalar ve 1990’lardaki ‘Beyin On Yılı’ ve 2013’teki ‘Beyin Girişimi’ gibi beyin araştırmaları üzerine başlatılan önemli girişimlere rağmen, nöron adı verilen milyarlarca sinir hücresinden oluşan beyin, hala büyük ölçüde gizemini korumaktadır. İnsanlık olarak, beyinle ilişkilendirilen akıl, zekâ, düşünce, bilinç, hayal gücü, yaratıcılık, hisler, duygular, ağrı, zevk ve motor becerileriyle birlikte sindirim, kalp atışı ve nefes alışverişi gibi bilinçsiz olarak yapılan bedensel fonksiyonların düzenlenmesi gibi kafa zonklatıcı gizemleri anlamaya yaklaşmış bile değiliz.
Kafatası zırhıyla korunan jölemsi ve ceviz içi şeklindeki bu harika organ olmasaydı, biz insanlar şimdi olduğumuz gibi mevcut varlıklar olmayı hayal bile edemezdik. İnsan beyni, güçlü bir bilgisayardan ya da merkezi sinyal işleme biriminden çok daha güçlüdür: beyin hayal gücü, akıl ve bilinç gibi insan bedeninin parçası olmayan yani fizik-dışı uzuvlara ev sahipliği yapar. Fiziksel olan beyin ile fizik-dışı uzuv veya nitelikler arasındaki ilişkiler ağı çok çetrefillidir ve beynin gizeminin kaynağıdır.

2 NÖROFİZYOLOJİ: BEYNİN BİYOLOJİSİ

Fizyoloji perspektifinden bakıldığında, beynin iki sıkılmış yumruğu andıran yapısı ve temel yapı taşları, yeterince iyi bilinmekte ve anlaşılmaktadır. Kişiden kişiye değişse de, yetişkin bir insan beyni yaklaşık 1,5 kilogramdır. Beyin, toplam vücut ağırlığının yaklaşık %2’sine karşılık gelir, ancak vücut tarafından kullanılan toplam oksijen ve enerjinin yaklaşık %20-25’ini tüketir. Beyindeki metabolizma, enerji kaynağı olarak en çok glikozu kullanır. Glikoz yetersizliği, bilinç kaybıyla sonuçlanabilen hipoglisemi yani kan şekeri düşümüne sebep olabilir. Kişi ister uyuyor olsun ister zihnen meşgul olsun, beyin aynı miktarda enerji tüketir. Bazı hayvan türlerinin insanlara kıyasla çok daha büyük beyinleri vardır. Fillerin ve balinaların beyinleri, insan beyninin sırasıyla yaklaşık 3 ve 6 katı büyüklüktedir. Belli ki, beynin boyutu ile akıl arasında doğrudan bir ilişki yoktur.
İnsan beyni, yaklaşık 86 milyar (±8 milyar) nöron denen sinir hücresinden ve yaklaşık aynı sayıda nöron olmayan ama nöronları destekleyen hücrelerden oluşmaktadır. Nöronlar, bilgiyi depolayan ve ileten birimlerdir ve bu nedenle beynin temel bilgi işleme birimi olarak görev yaparlar. Bu 86 milyar nöronun 16 milyarı (%19) serebral korteks denen beynin dış katmanında, 69 milyarı (%80) da beyinciktedir. Bir bütün olarak beyin, güçlü bir mikroişlemci ya da bilgisayar gibi çalışır. Bedenin her tarafında sinir lifleriyle elektriksel olarak iletilen bilgi-taşıyıcı sinyalleri işler ve komut taşıyan sinyalleri bedene gönderir.
İlginçtir ki, kendisinden çok daha büyük olan serebral korteksin altında bulunan beyincik, serebral korteksten 4 kat fazla nöronu olmasına rağmen, bilince bir katkıda bulunmaz. Bunun kanıtı, beyincik bir zarar gördüğünde kişinin hareket kabiliyetinde bozukluklar olması ama bilinç kaybı oluşmamasıdır. Yine ilginçtir ki serebral korteksteki nöronlar, bilincin kapandığı derin uyku aşamalarında bile, aynı yoğunlukta ateşlemeye devam ederler. Yani insan uyur, ama nöronlar uyumaz. Öyle görülüyor ki nöron aktivite seviyesi ile bilinç seviyesi arasında direk bir bağlantı yoktur.
Nöron hücresi, ana gövdeye bağlı dendrit denen birçok kısa dal gibi kollarıyla ve akson denen uzun lif gibi bacaklarıyla (aksonların uzunluğu bir santimetrenin bir kesrinden birkaç santimetreye kadar değişebilir ve uçlarında dendritler vardır) bir ahtapotu andırır. Nöronun ana gövdesi, bütün gerekli kimyasalları ve yapı taşlarını içeren sitoplazma ile, içinde DNA’yı barındıran çekirdekten oluşur. Hücre zarı, sinir hücresinin bütünlüğünü korur ve açıklıklardan hücreye neyin girip neyin çıktığını sıkıca kontrol eder.
Uzaktaki nöronlara erişen akson lifleri ile hücrenin gövdesinden komşu nöronlara doğru dallanan dendritler, nöronlar arasında, nöronların birbirlerine elektriksel veya kimyasal sinyaller göndermek için temas noktaları ya da bağlama elemanları olarak işlev görürler ve nöronların birbirleriyle iletişim kurmalarını sağlarlar. Nöronlar arasında, birbiriyle bağlantılı akson ve dendritlerin uçları arasındaki dar aralıklara sinaps denir. Bu aralığın genişliği elektriksel sinapslar için bir milimetrenin binde dördü, kimyasal sinapslar için ise bir milimetrenin binde 20 ila 40’ı kadardır. Her bir nöron, 10 bin kadar başka nöronla karmaşık bir sinaps ağı ile bağlantı içindedir. Bu bağlantılar, sayıları 500 trilyona varan sinapslarla beyinde devasa ölçekte birbiri içine girmiş sinirsel ağları oluştururlar. Birlikte çalışan birçok sinirsel ağ, beynin belli bölgelerinde konuşma, görme ve birçok bedensel işlevi kontrol etme gibi belirli görevleri yerine getirmek için spesifik beyin sistemlerini oluştururlar. Kullanım yoğunluğuna bağlı olarak, bazı sinapslar zaman içinde kullanım dışı bırakılırken bazı yeni sinapslar da oluşturulur.,
Bir nöron aktive edildiğinde, o nöronla diğer nöronlar arasındaki iletişim, sinapslarda ya iyon adı verilen (sodyum, potasyum, kalsiyum, fosfor ve klor iyonları gibi) elektrik yüklü parçaların hücre zarının bir tarafında daha fazla yoğunlaşmalarından dolayı bir elektrik potansiyeli farklılığı sebebiyle oluşan elektrik sinyalleriyle, ya da bir kimyasalın hücre zarının bir tarafında daha fazla yoğunlaşmasından dolayı kimyasal potansiyel farkı nedeniyle oluşan kimyasal sinyallerle sağlanır. Kimyasalların sinapslarda karşı hücreye fırlatılmaları olan kimyasal sinyaller, elektrik sinyallerine dönüştürülebilir; onlar da tekrar kimyasal sinyallere dönüştürülebilir. Sinapslarda, elektrik ya da kimyasal sinyallerin iletilmesine nöron ateşlemesi denir.
Sinapslarda, kimyasal sinyaller değiştirilebilir, küçültülebilir, büyütülebilir ya da ayrıştırılabilir. Bir nöronun içine ya da dışına doğru iyon akışı, nöronun elektrik potansiyelini ya da voltajını değiştirir. Nöronun voltajı belirli bir seviyeye eriştiğinde, nöron diğer nöronlara bir elektrik sinyali gönderir ve bu işlem tekrar edilir. Normal bir nöron, saniyede 5 ila 50 kez sinyal gönderir. Bir nöron sinyal gönderdiğinde, diğer nöronlara sinyal gönderip göndermeyecekleri komutunu veren sinyaller yollar. Sinapslarda kimyasal sinyal iletimi, elektriksel sinyal iletimine kıyasla daha karmaşık ve yavaştır. Çünkü serbest bırakılan iyonların sinaps aralığını geçerek diğer nöronun reseptörüne ulaşması zaman alır.
Görüntüleme cihazları tarafından algılanıp görselleştirilebilen beyin aktivitesi, nöronlar arasındaki 500 trilyon civarındaki sinaps bağlantıları üzerinden iletilen elektriksel ve kimyasal sinyallerden oluşur. Çok sayıda nöron aynı zamanda ateşleme yaptığında, bu eşzamanlı sinyaller beyin dalgaları denilen ve dışardan algılanıp yorumlanabilen dalgaları oluşturur.
Nöronlar arası iletişim sırasında bir nörondan diğer nörona iletilen kimyasallara nörotransmiter (nörolojik taşıyıcı) denir. En yaygın nörotransmiterler, nöronlar arasındaki elektriksel aktiviteyi düzenleyen glutamat; hareketi kontrol eden ve birçok hormonun salınımını yöneten dopamin; ruh halini, iştahı ve uykuyu düzenleyen serotonin ve motor nöronlar tarafından kasları hareketlendirmek için salınan asetilkolindir. Nörotransmiter salınımının aksamasından kaynaklanan nöronlar arası kimyasal mesajlaşma işlemlerinin bozulması, depresyon gibi akıl hastalıklarına sebep olabilir. Elektrik sinyal iletimi işlemindeki anormallikler de Parkinson hastalığı gibi hastalıklara sebep olabilir.
Beyin ve beyinle vücudun geri kalan kısmı arasında sinyalleri ileten sinir demeti olan omurilik, merkezi sinir sistemini oluşturur. Vücuttaki diğer bütün sinirler periferal sinir sistemini oluşturur. Beyin, bir uçağın pilot kabini (kokpit) gibi, vücudun kontrol merkezi olarak işlev görür. Beyin, her bir bölümü belirlenmiş görevleri yerine getiren birçok bölümden oluşur. Bu bölümler başlıca (1) beynin en geniş parçası olan ve kas fonksiyonlarının yanı sıra duygular, işitme, konuşma, düşünme, okuma, öğrenme, bellek ve zekâyı kontrol eden serebrum, (2) talamus ve hipotalamus ile beraber, salgıladığı hormonlar büyüme, yemek, içmek, üremek ve öfke gibi içgüdüsel davranışları kontrol eden hipofiz bezini içeren diensefalon (arabeyin), (3) beynin serebrum kısmının altında bulunan, ve yürürken ve ayakta dururken dengenin yanı sıra hareketin ve karmaşık motor fonksiyonlarının kontrolünü sağlayan beyincik ve (4) beyin ile beyinciği omuriliğe bağlayan ve yüz ifadeleri ve göz hareketleri gibi refleksler ile uyku bastırması gibi ruh hallerini kontrol eden beyin sapıdır. Beyin sapı, aynı zamanda kalp atışı, nefes alışverişi ve kan basıncı gibi hayati fonksiyonları da düzenler. Hipotalamus açlık, susuzluk ve uykuyu düzenlerken, talamus beş duyu aracılığıyla serebruma bilgi sağlar.
Beynin %85’ini oluşturan serebrum, sağ ve sol yarıküreler olarak bilinen iki yarım parçaya bölünmüştür. Bu iki yarıküre, geniş bir sinir demetiyle birbirine bağlanmıştır. Sağ yarıküre genelde, mekânsal bilginin yanı sıra vücudun sol tarafının kontrolüyle, sol yarıküre ise vücudun sağ tarafının kontrolüyle ilişkilidir. Bu nedenle, beynin sol tarafında bir hasar (örneğin felç sonucu) vücudun sağ tarafının felç olmasıyla sonuçlanabilir. Beynin sol tarafı konuşma, dil ve soyut düşünmeden sorumluyken, sağ tarafı birinin ellerinin nerede olduğu gibi konum ile ilgili bilgileri işler.
Beyin yarım kürelerinin derin kırışıklı dış bölgeleri gri maddeden oluşur ve beynin en gelişmiş bölgesi olan serebral korteks olarak adlandırılır. Gri maddenin altında beyaz madde yatar. Beynin hem gri hem de beyaz maddesini içeren bölümüne neokorteks ya da kısaca korteks denir. Korteks 6 katmandan oluşmaktadır ve insanlardaki beynin yaklaşık %76’sını oluşturur. Serebral korteksteki aktiviteler bellek, dikkat, algı, muhakeme, mantık, düşünce, dil, kavrama, farkındalık ve bilinçle ilişkilidir.
Serebral korteksin her yarıküresi ayrıca lob denen ve üzerlerine yaslanan kafatası kemiklerine göre isimlendirilen dört bölüme ayrılmıştır. Ön loblar, alnın hemen arkasında konumlanmıştır ve konuşma, düşünme, karar verme, öğrenme, duygu kontrolü, bellek ve hareketlerle ilişkilidir. İlerisinde dokunma, sıcaklık ve acı gibi duyusal bilgiyi işleyen yan loblar vardır. Daha geride görme ile ilişkili art kafa lobları vardır. Son olarak, şakakların yakınında olan temporal loblar işitme ve bellek ile ilişkilidir. Loblar arasında bazı fonksiyonel çakışmalar vardır.
Televizyon ekranında binlerce aktive edilmiş pikselin tanıdık resimler oluşturması gibi, aktive edilen nöronların ateşleme tertipleri de beyinde belirli bir zihinsel durum ya da eyleme karşılık gelen bir resim oluşturur. Bu şekilde beyin, icra edilen belirli fonksiyonlarla ilişkili olarak aktif hale gelen bölgelere dayalı olarak haritalanmıştır. Örneğin kolların ve bacakların hareketleri gibi büyük çaplı hareketler motor korteksi tarafından koordine edilir. Beynin vücudun diğer bölümlerindeki hislerle ilgili olan bölümü duyu korteksidir. Beynin bu kısmı görme, dokunma (acı ve sıcaklık dâhil) ve tatmanın yanı sıra karışık motor ve duyu sinyalleri gibi belirli hislerden duyusal bilgiyi alır ve işler.
Görme, retinaya vuran ışığın görme korteksine aktarılan elektriksel sinir sinyaline dönüştürülmesiyle oluşturulmaktadır. İşitme ve vücut dengesini sağlama, sıvının titreşimsel hareketlerinin işitme korteksinde alındığı ve işlendiği sinir sinyallerine dönüştüğü iç kulakta meydana gelir. Koklama duyusu bilgiyi koku korteksine ileten burun boşluğundaki algılayıcı sinir hücreleri tarafından üretilir. Aynı şekilde, tatma hissi talamustan tat korteksine bilgiyi aktaran dildeki reseptörler tarafından oluşturulmuştur.
Temel duygularla ilişkili belirli beyin bölgelerinin yerini tam olarak belirlemek zor ve tartışmalıdır. Hüzünde singulat korteksi, sevinçte bazal gangliyonu gibi, beynin belirli bölümlerinde aktifliği gösteren deliller ortaya konmuştur. Muhtemelen beynin en iyi bilinen bölümü, bilişsel çok görevlilik ve görev değişimi, bilginin ilgili olup olmadığına karar verme, bir hareketin uygunluğu hakkında hüküm verme, planlama, akıl yürütme ve problem çözmeyle ilgili belirleyici işlevlerle ilişkili prefrontal (alın) kortekstir.
Beyin Aktivitesi ve Görüntüleme
Yukarıda beynin fizyolojisi hakkında verilen özet, objektif gözlemlere ve dikkatli ölçümlere dayanmaktadır ve bu yüzden gözlemlerin ve ölçümlerin doğruluk derecesi ölçüsünde evrensel olarak kabul edilmiş doğru bilgilerdir. Diğer bilimsel bilgiler gibi, bağımsız araştırmacılar tarafından geliştirilmeye, doğrulanmaya ve yanlışlanmaya açıktır. Bu zamana kadar keşfedilenlere dayanarak, beynin bir görevle ilişkili belirli bölümlerinin aktivite seviyesinin artışının, o görev boyunca beynin o bölümlerindeki elektrokimyasal sinyal iletimi, oksijen tüketimi ya da metabolizma seviyesiyle yakından ilişkili olduğu konusunda bir şüphe yoktur. Beyin aktivite haritasını yürümek, yemek, dokunmak, mutlu hissetmek, düşünmek, uyumak, empati kurmak, vb. durum ve eylemlerle eşleştirmek, bize beyin aktivitesi ve yapılan işler arasındaki bire bir karşılığı verir. Bu bilgiye dayanarak, korkmak gibi belirli hisler yaşandığında veya eylemler yapıldığında, beynin hangi bölümünün aktifleşeceğini tahmin edebiliriz. Veya beyin aktivitesini gözlemleyerek, kişi tarafından yapılmakta olan eylemleri ya da hissedilen duyguları belirleyebiliriz.
Bu, bir arabanın sürücü mahallinde gördüğümüz LCD ekranlı kontrol paneli gibidir. Burada da arabanın durumu ve gördüğü işlevler ile LCD ekranındaki ‘ışığı yanan pikseller’ arasında bire bir ilinti vardır. Örneğin, klima açıldığında, görüntüleme ekranında klimanın çalışmasıyla ilgili pikseller ekranda ‘A/C’ (air conditioner) sembolünü oluşturacak şekilde yanar. Klima kapatıldığında ve pasif hale getirildiğinde ise bu pikseller söner ve A/C sembolü ekrandan yok olur. Eğlence sistemi aktive edildiğinde de ekranda bu sistem ile ilgili pikseller aktif hale gelir. Elbette klima veya eğlence sistemini açmaya karar veren LCD ekranı değil, arabayı süren şofördür. Ekranda görülen semboller haritası, şoförün eylemlerinin başkalarının da görebileceği şekilde ekrana yansımasından başka bir şey değildir.
Beynin tamamındaki elektrokimyasal mesajlaşma sistemi, beyin aktivitesinin tüm beyindeki dağılımını tamamen gösteren bir sistemle görüntülenebilir. Beynin metabolik olarak aktif bölümlerinin aktif olmayan bölümlerden daha fazla enerji tükettiği gerçeği, beyindeki metabolik aktivitenin 3 boyutlu resimlerini üreten fonksiyonel beyin görüntüleme tekniğinin (fMRI) temelini oluşturur. Nöron aktiviteleri sırasında elektrik akımlarının ürettiği zayıf manyetik alanları ölçerek, Fonksiyonel manyetoensefalografi tekniği (fMEG) beyindeki anlık değişimleri yakalamak ve beyin aktivitesi desenlerini oluşturmak için geliştirilmiştir. Fonksiyonel yakın-kızılötesi spektroskopi tekniği, beyin fonksiyonlarını beynin aktif bölgelerine karşı haritalanması amacıyla kullanılır. Bu metot, bir eylem sırasında beynin aktif bölgelerindeki kan akışı değişimlerine bağlı olarak, beyin aktivitesindeki değişiklikleri gözlemlemeye dayanır. Beyindeki sinirsel bağlantıların grafiksel görünümü konektogramlar tarafından çıkarılmaktadır.
3 BİLİNÇ
Hepimizin içten gelen bir sezgisi ve herkesçe paylaşılan genel bir bilinç anlayışı olmasına rağmen, bu büyüleyici ancak kavraması zor olguya net bir tanım vermek zordur. Bilinç, kişinin kendisi ve başkalarına yönelik farkındalık, deneyim, hissetme, iç gözlem, bilme, dikkatlilik, zindelik, tepki verebilirlik, düşünme, kavrama, istem, niyet, algılama ve tanımayla yakından ilişkili bir zihinsel durum ve niteliktir. Kısaca ifade etmek gerekirse bilinç, kişinin kendi varlığının ve dış dünyanın farkında olması ve tecrübe etme, hissetme, algılama ve bilme yeteneğidir. Bilinçli bir varlıkta benlik duyusu ile birlikte kendi varlığının, iç aleminin ve dış dünyanın farkında olma hissi vardır. Belli bir anda farkında olduğumuz (1) görme, işitme, dokunma, tatma, zevk, acı ve hatta gıdıklanma hissi gibi beş duyu organımızla algıladığımız fizik alemi ile ilgili şeyler ile (2) akıl (düşünceler, fikirler, bilgi, hayal gücü, bellek), kalp (duygular, ilhamlar, inançlar, içgüdüler) ve arzular (başarılı olma, zengin olma, ebedi yaşama) gibi fizik-dışı alemle ilgili şeyler, o andaki bilinç alemimizi oluşturur. Örneğin su içmek istemek, su içme arzumuzun bilincine varmamızın doğal bir sonucudur.
Buna karşın, örneğin hayali bir zombi ya da uyurgezer biri gibi bilinçsiz bir kişinin, fizyolojik olarak tam işlevsel olmasına ve bilinçli bir insanla aynı davranışı sergilemesine rağmen, kendi benliği, duyguları ve davranışları hakkında bir farkındalığı yoktur. Başka bir deyişle, orada bilen ve yaşayan kimse yoktur. O yüzden, bir konuşma esnasında dinleyicinin daldığını ve dikkatinin bizden kaydığını fark ettiğimizde, ‘Alo, burada mısın?’ sorusunu sormak yaygındır. Yani ışıklar açıktır ama evde kimse yoktur. Ayrıca, bayılan bir insanın, artık kendinin ve etrafında olup bitenin farkında olmadığı için bilinçsiz olduğu ifade edilir. Aynı şey, gördüğü ve uyandıktan sonra hatırladığı rüyalar sayılmazsa, derin uykuda olan ya da anestezi etkisi altında bulunan kişiler için de söylenebilir. Zihinsel özürlülük (ve Alzheimer gibi akıl hastalıkları), özür seviyesine bağlı olarak, kısmî zekâ ve bilinç yokluğudur.
Yeni doğan bebeklerin çok sınırlı bir bilinci vardır ve gelişim yılları boyunca tam bilincin gelişimini gözlemleme fırsatı sunarlar. Kişi, dikkatini belli bir alana yönelterek ve, sübjektif şeyler dâhil, belirli bir şey veya şeylere odaklanarak, bilincinin kapsam alanını kasten sınırlayabilir. Bilinç seviyesi, zihnî canlılık seviyesine bağlı olarak, önemli ölçüde değişkenlik gösterir. Örneğin, yorgun ve uykulu bir kişinin, etrafında olup bitenlerle ilgili düşük bir farkındalık seviyesi ve dolayısı ile düşük bir bilinç seviyesi olur.
Bilincin görünürdeki sadeliği ve herkesin aşinalığı onun gizeminden ve müphemliğinden bir şey kaybettirmez. Son yarım yüzyıldır felsefeciler, nörologlar ve psikologlar tarafından bilinç üzerine önemli sayıda disiplinler arası araştırmalar yapılmıştır. Ama bilincin kaynağı ve mahiyeti üzerine yapılan bu araştırmalar, tatmin edici cevaplar bulmaktan çok, bilinçle ilgili daha çok kafa karıştırıcı sorular sorulmasına yol açmıştır. Sıkça sorulan soruların bazıları şunlardır:
Bilinç var mıdır? Bilinç fiziksel bedenin bir uzantısı mıdır, yoksa ruh gibi fizik-dışı ayrı bir varlığın parçası mıdır? Bilincin kaynağı nedir? Bilinç, beyindeki nöron aktivitesinin doğal bir sonucu mudur? Bilinç olarak nitelendirilen şeyler nedir ve bilincin temel özellikleri nelerdir? Farkındalık denen şeyin özü ve esası nedir? Bütün bedenimizin ve etrafındaki dış dünyanın farkında olan o ‘şey’ nedir? Nerede ikamet eder? Beyin, hayat, akıl ve bilinç arasındaki ilişkiler nelerdir?
Akıl, akılsız maddelerin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkabilir mi? Bilinçsiz maddeden bilinç meydana gelebilir mi? Kablodan geçen bir elektrik akımının etrafında manyetik bir alan üretmesi gibi, beyindeki elektrik sinyalleri, öz-farkındalık dâhil bir akıl ya da bilinç aorası üretebilir mi? Eğer üretebiliyorsa, elektrik akımı ve manyetik alan aletlerle hissedilip hassas bir şekilde ölçülebilirken, akıl ve bilinç niye hiç ölçülemiyor? Yoksa akıl ve bilinç beynin tüm yapısına nüfuz eden bağımsız ve dışsal bir şey midir? Neden herkes kendini ‘ben’ olarak algılıyor? Bu ‘benlik’ hissi nereden geliyor? Hayal gücü ve rüya gibi fizik-dışı şeyleri nasıl yaşayabiliyoruz? Algılama merkezleri beynin her tarafına yayılmış olmasına ve beyinde bir ‘merkez’ olmamasına rağmen, bilinç nasıl oluyor da birleşik, bütün, parçalara ayrılamaz ve bütünleşik hissediliyor? Beyinle ilintili olan ve kişide birlik ve bütünlüğü sağlayan fizik-dışı bir ‘benlik’ var mıdır?
Fiziksel varoluş, ayırt edici özelliği canlılık veya hayat olan iki geniş gruba ayrılabilir: canlı varlıklar ve cansız varlıklar. Canlı varlıklar varoluşun üst seviyesini oluşturur; cansız varlıklar ise canlı varlıklara destek olur ve onların ihtiyaçlarını karşılar. Canlılar aleminde, insanlar en üst düzey bir bilince sahip oldukları için en yüksek varoluş formudur. Bitkiler ise hiçbir bilinç belirtisi göstermedikleri için canlıların en düşük formudur. İnsanlara kıyasla, hayvanların çok zayıf bir bilinci olduğu görülür – içgüdülerinin de yönlendirmesiyle yiyeceklerini, yaşam alanlarını, yavrularını ve tehlikeleri fark etmeleri gibi. Hayvanlar, yaşam olaylarının zaman ve zemin bilgileriyle ardışık olarak kaydedildiği detaylı bellekler oluşturmuşa benzemiyorlar. Keza, köpek gibi evcil hayvanlar bir zarar verdikleri zaman, hayvanların akıl, bilinç ve iradeleri doğrudan yasal sorumluluk üstlenmek için insanlara kıyasla yok hükmünde olduğundan, hayvanların kendileri yerine sahipleri aleyhine dava açılır.
Cansız alemde hiç bilinç gözlenmediği dikkate alındığında, bilinçlilik emareleri göstermek için önkoşulun hayat olduğu tezi öne sürülebilir. Örneğin küçük bir kuş, büyük bir dağı kendi bahçesi gibi görüp onu kendisine hizmet ettirdiğinden, büyük bir dağdan daha büyük olduğunu iddia edebilir. Keza, bir insanın fiziksel bedeninin büyüklüğü koca dünyada bir nokta gibidir. Ancak, insanın sınırsız hayal gücünden dolayı, o koca dünya insanın zihninde küçük bir nokta gibi kalır.
Bilinci olmayan canlı bir varlık sadece anı yaşar. O yüzden, çok dar ve sınırlı bir gözlem alanı ve kısıtlı bir yaşam tecrübesi vardır. Ancak, sağlıklı ve uyanık bir insan gibi bilinçli bir varlık, hafızasında bulunan zengin tecrübe birikimine sürekli erişerek geçmişe; ve hayal aleminde bulunan planlar, umutlar ve arzulara sürekli erişerek geleceğe uzanan çok geniş bir hayat diliminde yaşar. Bu durum, bir kişinin aynalarla donatılmış küçük bir odada durması ve aynalardaki birçok yansımanın her yönden sonsuzluğa uzanmasından dolayı kendisini sınırı olmayan geniş bir odada hissetmesi gibidir.
Geceleri, elinde yanan bir mum olan bir kişi sadece yakın çevresini aydınlatırken, bir şehrin sokak lambaları anahtarına erişimi olan bir kişi, bir anahtarı çevirmesiyle şehirde geceyi gündüze çevirebilir ve bütün şehre canlılık getirebilir. Benzer şekilde bilinç, açıldığında, geçmişi canlandırıp geleceği aydınlatarak hem geçmiş hem de geleceğe sanal gerçeklik ve görünürlük veren sihirli bir elektrik anahtarı gibidir. Bu yüzden, bilinçli bir varlık, fiziksel olarak mevcut anda var olup anı yaşarken, geçmiş ve geleceği de bütün zevkleri ve acılarıyla birlikte hayalen yaşar. Bu kapsamlı yaşam tecrübesinden dolayı denebilir ki, bir saatlik bilinçli hayat yıllar süren bilinçsiz bir hayata – zombilerin ya da komadaki insanların hayatı gibi – bedeldir. Ayrıca, yaşanan tecrübelerin derinliği, zenginliği ve yoğunluğundan dolayı, insan hayatının bir saati, hayvan hayatının bir ömrüne bedeldir denebilir. Abraham Lincoln’ın ifadesiyle, ‘En sonunda, önemli olan hayatındaki yıllar değil, yıllarındaki hayattır.’
Beyin, iyon denilen elektrik yüklü parçacıklar içerir ve her elektrik yüklü parçacık, etrafında yüke olan mesafeyle gücü değişen bir elektrik alanı oluşturur. Hareket eden yüklü bir parçacık ve dolayısıyla hareket eden bir elektrik alanı, hemen çevresinde manyetik alan oluşturur. Elektrik ve manyetik alanlar, tıpkı akıl ve bilinç gibi, maddesel şeyler değildir ve bu sebeple görünmezler. Bu benzerlik, akıl ve bilincin beyindeki elektriksel aktiviteyle üretilmiş alanlar olabileceği fikrini akla getirebilir. Ancak burada temel farklar vardır ve elektrik akımıyla elektrik ve manyetik alanların üretilmesi, hayat, akıl ve bilincin tezahür etmesiyle karıştırılmamalıdır. Çünkü elektrik ve manyetik alanlar maddî olmasalar da fizikseldir, varlıkları ölçüm cihazlarıyla teyit edilebilir ve güçleri kolaylıkla ölçülebilir. Hayat, akıl ve bilinç ise fiziksel varlıklar değillerdir ve dolayısı ile fen bilimlerinin çalışma alanı dışındadır. Bu yüzden hayat, akıl ve bilinç gibi fizik-dışı şeylerin varlıkları direk ölçüm cihazlarıyla teyit edilemez ve güçleri ölçülemez. Sonuç olarak, elektrik veya manyetik alanlarla bilinç arasında kurulmaya çalışılan analoji geçerli değildir, çünkü elektrik ve manyetik alanlar fizikî şeyler iken bilinç fizik-dışıdır.
4 ZİHİN TEORİLERİ: FİZİKALİZM (MATERYALİZM) VE DÜALİZM
Birbiriyle rekabet halinde olan ve her birinin birçok versiyonu bulunan iki genel zihin teorisi, fizikalizm (veya materyalizm) ve düalizmdir. Bu iki teori, temel olarak, akıl ve bilinç gibi zihinsel olguları, fiziksel veya fizik-dışı (fizik realitesinin dışında) şeyler olarak görme konusunda farklılık göstermektedir. Kabaca ifade etmek gerekirse, fizikalizm zihin ve beynin bir ve aynı olduğunu ve bu nedenle zihinsel aktivitenin beyinde nöron aktivitesiyle eşdeğer olduğunu öne sürer. Düalizm ise zihinsel olguların en az bir kısmının fiziksel olmadığını iddia eder. O yüzden, bu iki karşıt teorinin ana ayrışma çizgisi akıl, düşünceler, bilinç, hayal gücü, duygular, hisler, özgür irade, inançlar, acı, zevk ve arzular gibi sübjektif niteliklerin varlığı ve bu niteliklerin veya özelliklerin nereden kaynaklandığıdır.
Fizikalist teorilerin çoğu gerçeklik ve bilincin sübjektif yani fizik-dışı olma karakterini kabul eder, ancak bu teoriler indirgemeci bir yaklaşımla, bu sübjektif şeylerle fiziksel gerçeklik arasında bağlantı kurmayı amaçlarlar. Bilincin kaynağının beyin olduğu görüşü M.Ö. 5.Yüzyıl’a ve Hipokrat’a dayanır. Hipokrat, beyni hasar gören insanların zihinsel yeteneklerini kaybetme risklerinin yüksekliğini fark etmiştir. Bu tıbbî gözleme dayanarak, Hipokrat bütün zevklerin, mutlulukların, gülümsemelerin, kederin ve acının beyinden kaynaklandığı sonucuna varmıştır.
Materyalist ideoloji ya da materyalist dünya görüşü de denen Materyalizm ya da materyalist felsefenin tarihi, antik Yunan dönemlerine uzanır. Materyalizm, her şeyin madde olduğunu ve bilinç ve hayat gibi zihinsel olgular dâhil bütün olguların sadece maddi etkileşimlerin sonucu olduğunu kabul eden felsefi düşünce ya da teoridir.
Son zamanlarda temel kuvvetler, uzay-zaman, farklı enerji türleri, karanlık madde, karanlık enerji, kuantum mekaniği ve alanlar teorisi gibi fizikteki yeni gelişmelerin gösterdiği gibi, fiziksel evren salt maddeden çok daha kapsamlıdır, ve bu yüzden materyalizmden daha kapsayıcı olan fizikalizm tabiri ön plana çıkmaya başlamıştır. Bunun sonucu olarak, birçok materyalist artık kendilerini fizikalist olarak adlandırmaktadırlar. Ancak, derin tarihsel kökler ve asırlar boyu yaygın kullanımdan dolayı, materyalizm hala fizikalizmle birlikte ve ikisi birbirlerinin yerine yaygın olarak kullanılmaktadır. Bir ideoloji olarak materyalist dünya görüşü, bilimsel araştırmaların çalışma alanı da maddi veya fiziksel evren olduğu için, bilimdin olarak da adlandırılır.
Çok katı ile ılımlı arasında geniş bir skalada değişen birçok fizikalist bilinç teorisi vardır. Örneğin elemeci teoriler (eliminativist theories), bilincin varlığını ya tamamen inkâr eder ya da en azından öne çıkan bazı özelliklerini reddeder. Buna karşılık özdeşlik teorisi (identy theory), bilinç ile ilgili zihinsel özellikleri, ruh hallerini ve süreçleri, fiziksel karşıtlarıyla eşleştirmeye çalışır.
Materyalist zihin teorisinin modern bir versiyonu, beyni, duyusal girdi ve davranışsal çıktı yetenekleriyle donanmış sıra dışı bir bilgisayar, zihni ise bir yazılım olarak gören bilgisayımdır (computationalism veya kompütasyonalizm). Bu teori acı, zevk, sevgi ve nefret gibi duygular dâhil bütün ruh hallerinin bilgisayımsal haller olduğunu, ve eğer bütün ruh halleri yazılım olarak simüle edilebilse, bilgisayarın tıpkı insan gibi düşüneceğini, davranacağını ve hissedeceğini ileri sürer. Yani bu teoriye göre bilinç, bilgisayımsaldır.
Bilgisayımcılık, eğer iki sistem fonksiyonel olarak ayırt edilemezse, o iki sistem zihinsel olarak da ayırt edilemez temel varsayımına dayalıdır. O yüzden, insanlarla aynı fonksiyonları icra eden bir bilgisayar, belli bir konumda, insanlarla aynı sübjektif düşünceleri ve hisleri tecrübe edecektir ki bu da o bilgisayarı bilinçli kılacaktır. Ancak, tüm geçmiş tecrübelerimiz bizde şu kanaati uyandırmaktadır; eğer insan beyni, her bir nöronu ve sinapsıyla birlikte, tam gerçekçi olarak modellense ve bu yapay simülasyon mükemmel olarak işlese dahi, simülasyon yine de bilinçli olmayacak, aksine tam bir zombi olacaktır. O yüzden bilgisayımcılık teorisine temkinli yaklaşılmaktadır.
Farklı yaklaşımlarla, bilincin belirli özelliklerine odaklanan birçok nörobilimsel (neuroscientific) bilinç teorisi vardır, ancak hepsi tatmin edici olmaktan uzaktır. Bu teoriler, doğaları gereği, mekanistiktir ve bilincin sübjektif yani fizik-dışı olan doğasını kale almazlar. Örneğin Bilgi Entegrasyon Teorisi (Information Integration Theory), bilinçli deneyimi beyindeki nöron aktivitesinin bir yan etkisi olarak ele alır. Nöron Senkronisi Teorisi (Neural Synchrony Theory), ‘bağlanma problemi’ olarak bilinen gizemli ‘deneyimlerin birliği’ olgusunu çözmeye ve de beynin her tarafındaki parça parça aktivitelerin nasıl bütünleştirildiğini ve nasıl bütünleşik bir deneyim olarak algılandığını anlamaya çalışır. Diğer bir nörobilimsel teori, bilincin beyindeki elektriksel sinyallerin eş zamanlı salınımlarından kaynakladığını iddia etmektedir. Ancak, bu fiziksel salınımların nasıl farkındalık gibi sonradan oluşan sübjektif deneyimlerle bağlantılı olduğu hakkında hiçbir mekanizma önerisi yapılmamıştır. Bu teori de yine sihirbazı tanımlamak, ama sihirbazlık numarasının nasıl yapıldığı hakkında hiçbir fikre sahip olmamak gibidir.
Bazı teoriler de beyin ve bilinç arasında bire bir ilişki kurmaktaki zorluklardan dolayı, bilince illüzyon olarak bakarlar. Birçok düşünür bilince bir gün mantıklı bir açıklama bulunabileceği konusunda kötümserdir, çünkü bilincin farkında olma ve dikkat etme gibi öğeleri fiziksel değildir ve fiziksel olmayan şeylerin ontolojisi bilimsel olarak incelenemez. Bilinç araştırmalarında, farkındalığa bir açıklama bulmak ‘zor problem’ olarak bilinir; ama bazı araştırmacıla ona ‘imkânsız problem’ demeyi tercih eder.
Düalizm, veya daha doğru bir ifadeyle zihin-beden düalizmi, en azından bazı yönleriyle, ‘zihinsel olgu fiziksel gerçekliğin dışındadır’ felsefi görüşüdür. Bu nedenle, zihinsel şeyler fizik-dışıdır; zihin ve beden bağımsızdır ve birbirinden ayrılabilir.
Düalizm fikri, zihin veya ruhun maddi bedenle tanımlanamayacağını düşünen antik Yunan filozofları, Aristoteles ve Platon zamanına kadar gider. Ancak düalizm, daha çok, bu kavramı geçerli bir felsefi teori olarak yeniden sunan ve ona düalizm adını veren Fransız felsefeci Rene Descartes (1596-1650) ile ilişkilendirilir. Aristoteles’in görüşü üç ruhu içerir: bütün yaşayan varlıkların ortak olarak sahip olduğu büyüme ile bağlantılı besleyici ruh, insanların ve hayvanların ortak olarak sahip olduğu acı, zevk ve arzularla bağlantılı algısal ruh ve sadece insanların sahip olduğu akıl melekesi. Aristoteles’in görüşünde bütün ruhlar ölümle birlikte yok olur. Platon’un görüşünde ise ruh yaşamak için fiziksel bedene muhtaç değildir ve ruh ölüm anında yeni bir bedene geçer.
Descartes’in isminin Latincesi olan ‘Cartesius’tan türetilerek Kartezyen düalizm adı verilen Descartes’in düalizm kavramında zihin fiziksel olmayan bir maddedir. Bu nedenle, zihin zaman ve mekân üstüdür ve fiziksel cihazlar tarafından hissedilemez, ölçülemez ve kontrol altına alınamaz. Zihnin varlığının kanıtı, maddedeki madde-dışı tezahürlerin yaygın olarak gözlemlenmesidir – elmasta ışıldayan ve maddi olmayan (ama hala fiziksel olan) ışığın parıltılarının yaygın olarak gözlemlenmesi gibi. Madde-dışı bir zihnin varlığı önerisinin mantıksal dayanağı çıkarımsal ve dolaylıdır. Akıl, öz-farkındalık, bilinç, hayal gücü, duygular, acı, zevk ve arzular gibi harika sübjektif olgular – ki bizi insan yapan özelliklerdir – donuk, kör, cahil, cansız, güçsüz ve bilinçsiz maddeden oluşamaz. Ve o sübjektif özellikler, atom ve moleküllerin bir bileşimi olan maddeye indirgenemez. Descartes zihni, ‘zihnin oturağı’ olarak adlandırdığı beyinden net olarak ayırt etmiştir. Dört yüzyıl önce Descartes tarafından net çizgilerle belirlenen zihin ve beden ayrımı, günümüzde hala ‘ruh-beden problemi’ olarak felsefede ateşli olarak tartışılmaktadır, ancak yakın gelecekte bir çözüm görünmemektedir.
Descartes’in felsefesinde düşünmenin özel bir yeri vardır. Descartes, zihni insan varlığının özü olarak görür. Onun ‘Düşünüyorum, o halde varım’ meşhur sözü bu görüşü pekiştirir. Descartes bedenin düşünemediği ve zihnin bedenin dışında da varlığını devam ettirebileceği tezini öne sürer. Maddi olmayan zihin, beyin üzerinden tüm bedene nüfuz eder ve onu etki alanı içine alır. Zihin, sürekli olarak başta beyin olmak üzere tüm bedenle iletişim ve etkileşim halindedir. Descartes’in ‘zihin’ tanımı, daha çok ‘ruh’ olarak bilinen ve akıl ve bilinç dâhil tüm sübjektif özelliklerle donanmış bedenden bağımsız, ayrı, bölünmez, fizik-dışı varlığı tarif eder. Bu tanım, birçok teolojik görüş ve dini gelenekteki ‘ölümsüz ruh’ gerçekliğiyle paralellik arz eder.
Düalizmin zihin ile bedenin nasıl ve hangi seviyede ilişkilendirildiği konusunda birbirlerinden ayrışan birçok farklı versiyonu vardır. Kartezyen düalizmi gibi, madde düalizmi de hem fiziksel hem de fizik-dışı maddenin var olduğunu ileri sürer. Beden ve zihin esasen farklı varlıklardır. Bu görüşe göre beden ve zihin ikilisi bir arada bulunabilir ve etkileşebilir, ama biri diğerine indirgenemez. Bilinç ve diğer sübjektif özellikler, fiziksel olmayan zihinde bulunurlar. Katı ‘madde düalizmi’nin daha yumuşak bir versiyonu olan ‘nitelik düalizmi’, zihin ve diğer zihinsel olguların ayrı varlıklar yerine yalnızca nitelik olarak var olduğunu ileri sürer. Fiziksel olmayan veya zihinsel (sübjektif, niteliksel ya da olgusal da denebilir) nitelikler fiziksel niteliklerden ayrışıktır ve onlara indirgenemez.
Nitelik düalizm teorisinin de birkaç versiyonu vardır. Bunlardan birinde zihinsel nitelikler, tıpkı sıradan fiziksel nitelikler gibi, ontolojik olarak gerçek ve temel olarak kabul edilir ve varlıkları diğer niteliklere bağlı değildir. Bir diğer düalist teoride zihinsel nitelikler, maddeden yapılmış fiziksel yapılarda sonradan ortaya çıkıp kendini gösteren yani ‘tezahürsel’ özellikler olarak görülür. Ortaya çıkan nitelik önceden ön görülemez. Fiziksel yapıyı oluşturan atom ve molekül gibi temel yapı taşlarında sebep-sonuç ilişkileri kapsamında bu tezahürsel niteliğin ortaya çıkmasına sebep olabilecek hiçbir şey yoktur. Ve maddenin fiziksel doğası, o özelliğin o maddeden ortaya çıkmasını rasyonel bir şekilde izah etmekte yetersiz kalmaktadır. Tezahürsel teorilerin bazılarında, fiziksel ve zihinsel (akıl ve bilinç gibi) özelliklerin her ikisi de fiziksel gerçeklikten (örneğin beyin gibi) kaynaklanır. Diğerlerinde ise, ortaya çıkan zihinsel özelliğin karmaşık organizasyonlu maddi yapılarda hiç yoktan var oluverdiği varsayılır. Tezahürsel teorilerin başarısı, bilincin ortaya çıkmasına uygun zemini hazırlayan ilgili organizasyonel prensiplerin tamamen anlaşılmasına bağlıdır.
Bilinç ile ilgili önde gelen teorilerin arkasında, ya yanlış bir şekilde ‘bilim’ olarak sunulduğundan dolayı baskın olan materyalist dünya görüşünün çeşitli formlarını, ya da beden ve zihin ikilemi üzerine dayalı düalist görüşün bazı formlarını yansıtan temel varsayımlar yatar. Materyalizm evrenin maddi parçacıklardan ibaret olduğunu varsayarken, Kartezyen düalizm ayrıca zihin ve ruh gibi maddi olmayan ve maddeden bağımsız şeylerin varlığını kabul eder. Materyalistler için akıl, düşünce, bilinç ve duygular gibi bütün zihinsel olgular beynin özellikleridir ve beyindeki nörofizyolojik işlemlerden kaynaklanır. Bazı felsefeciler bilinci beynin fiziksel bir özelliği olarak görürler ve bilincin varlığını kabul etmeye yanaşmazlar. Bazıları ise bilinci zihinsel (ve dolayısı ile fizik-dışı) bir özellik olarak görürler. Ancak filozoflar arasında bilinci, ona zihinsel bir varlık statüsü vermeksizin, beynin üst seviye ya da tezahürsel bir zihinsel niteliği olarak görmek yaygındır.
Katı materyalistler, varlığı sadece fiziksel şeylerle sınırladıkları için, dünya görüşlerinin bir gereği olarak bilincin varlığını baştan reddederler. Onlar, akıl ve bilinç gibi sübjektif ya da fiziksel olmayan şeylerin varlığını kategorik olarak inkâr ederler. Onlara göre akıl ve bilinç sadece elektrokimyasal beyin aktivitesidir. Öte yandan, ana akım materyalistlerin çoğu, bilincin ayırt edici özelliklerini kabul eder, ve sıradan insanların çoğu gibi, ona varlık statüsü verirler. Ancak bunu, çalışma mekanizması hala tam olarak bilinmese de, beyin aktivitesinin doğal bir sonucu olarak görürler. Onlar, beyin aktivitesinin, özellikle nöronların elektriksel aktivitesinin, nasıl bilinç ürettiği ve zihinsel ve fiziksel olgular arasındaki nedensellik ilişkisi konusuna hala mantıklı bir açıklama getirebilmiş değillerdir. Hatta nereden başlayacaklarını ve bilinç üzerine nasıl geçerli bir araştırma programı geliştireceklerini bile bilmemektedirler. Yine de, nöroloji araştırmalarındaki gelişmelerle, bu gizemi bir gün çözebilecekleri umudunu sürdürmektedirler. Diğer taraftan düalistler – fiziksel olmayan ve bedenden ayrı olan bir ruhun (zihnin) varlığını kabul edenler – insanları beden ve ruhun iç içe girdiği ve beyinde kaynaştığı bir beden-ruh birleşimi olarak görmektedirler. Katı materyalistlerin bilincin sübjektif yani fizik-dışı olan ana özelliğini inkâr etmelerinin temel nedeninin ideolojik olduğunun bilhassa altı çizilmelidir. Searle’ın dediği gibi,
Bilinç korkusunun en derin nedeni, bilincin temel karakterinde dehşete düşürücü sübjektiflik özelliği olmasıdır. Materyalistler bu özelliği kabul etmekte isteksizdirler, çünkü sübjektif bilincin varlığını kabul etmelerinin, onların dünyanın nasıl olması gerektiği düşüncesiyle uyumsuz olacağına inanırlar.
Materyalistler, zihinsel olguları fiziksel olgulara indirgenebilir olarak görürler. Öte yandan düalistler, zihinsel olguların fiziksel olgulara indirgenemeyeceği görüşünü benimserler. Eğer doğru olduğu gösterilirse, bilincin indirgenemezliği düalitenin öngörülerini teyit edecek ve bu da bazen yanlışlıkla bilimsel dünya görüşü olarak adlandırılan materyalist dünya görüşünün sonu olacaktır. Ancak eğer bilinç maddi gerçekliğe indirgenebilirse, o zaman da bunun tersi olacaktır. Zihin ve bilincin maddi şeyler olduğunu kanıtlamanın tek kesin yolu, bilinç sahibi olan yani kendi varlığı ile birlikte çevresindeki varlıkların da farkında olan bir makine yapmaktır. Ama şimdiye kadar böyle bir makine yapma amaçlı tüm girişimler fiyaskoyla sonuçlanmıştır ve gelecekte başarı şansı da pek yüksek görülmemektedir.
Materyalist bakış açısında, beyin çok gelişmiş bir bilgisayar olarak görülür. Bu yüzden, materyalistlerin derin öğrenme özelliğine sahip bilgisayarların bir gün düşünme, hissetme ve kendilerinin farkında olma gibi zihinsel özellikleri kazanacakları beklentisi içinde olmaları doğaldır. Zihinsel olgular üzerindeki derin fikir ayrılıkları yüzünden, bilinç ile ilgili teoriler, sıklıkla gözlemlerle uyumsuzluğun ve tutarsızlığın sıkıntısı ile karşı karşıya kalmaktadır. Doğrudan çalışmalara alternatif olarak, sübjektif zihinsel olgular çoğu zaman davranışlar olarak kendini gösteren dışa vurumları gözlemleyerek araştırılmaktadır.
Yukarıda ‘beyin aktivitesi – akıl ve bilinç’ ilişkisi için sunulan argümanlar ‘kimyasal reaksiyon – hayat’ ilişkisi için de geçerlidir. Bildiğimiz sekliyle hayata sahip olan bütün canlılar, kimyasal reaksiyonlara sahne olmaktadırlar. Ancak hiçbir kimyasal reaksiyon ya da onların kombinasyonu, hiçbir zaman hayat üretmemiştir. Bu nedenle, ‘kimyasal reaksiyonlar hayatın kaynağıdır’ önermesinin ya da ‘hayat kimyasal reaksiyonlardır’ basitleştirmesinin ne geçerli bir dayanağı vardır, ne de geçerli bir savunması. Hayat da, akıl ve bilinç gibi, uygun yapılı maddi şeyleri aydınlatan fizik-dışı bir olgu olarak tanınmalıdır. Öyle görünüyor ki, hayatın varlığı, akıl ve bilinç sahibi olmak için bir önkoşuldur.
Şimdiye kadar, bilinç hakkında emin olduğumuz şeyler şunlardır: (1) Vardırlar ve varlıkları ve yoklukları bilinebilir (sağlıklı ve uyanık biri, ile uyuyan ya da baygın olan biri arasındaki fark), (2) Fiziksel değillerdir (varlıkları hiçbir fiziksel cihazla algılanamaz), (3) sadece canlılarda gözlemlenirler (hiçbir cansız şeyde bilinç gözlenmemiştir), (4) beyinle ilişkilidirler (daha spesifik olmak gerekirse, serebral korteks ile) ve (5) beyinciğin insan beynindeki bütün nöronların yüzde 80’ine ev sahipliği yapması ve buna rağmen bilinçle hiçbir şekilde ilişkili olmadığından hareketle, bilincin varlığı nöron miktarı ile doğrudan ilişkili değildir.
Emin olduğumuz bir diğer şey de, yaygın kullanımlarına rağmen, süper bilgisayarlardaki milyarlarca devrede karşılaşılan yoğun elektrik sinyalleri dâhil, hiçbir elektriksel aktivite, hiçbir zaman akıl ya da bilinç üretmemiştir. Ve fiziksel bedenle fiziksel olmayan akıl ve bilinç arasında görünürde hiçbir nedensellik yani sebep-sonuç ilişkisi olmadığı için, beyin veya bilgisayardaki elektriksel aktivitenin nasıl olup ta akıl ya da bilinç üretebileceğine dair en ufak bir fikrimiz yoktur. Bazı kişiler, bir zamanlar elektrik yükleri ve magnetleri bilmemize rağmen elektrik ve manyetik alanlardan haberimiz olmadığını, ve benzer bir keşfin bir gün akıl ve bilinç için de olabileceği argümanını öne sürmektedirler. Ancak bu fikir pek geçerli değildir, çünkü elektrik ve manyetik alanların aksine, akıl ve bilinç fiziksel değildir ve bu yüzden aletlerle hissedilemez, ölçülemez ve kontrol edilemez.
Bütün İmkansızlar Eşit Değildir
Olaylara yüzeysel bakanlar, günümüzde yapılamayan şeyleri ‘imkânsız’ olarak nitelemeye ve hepsini aynı kefeye koymaya meyillidir. Ancak, imkânsızlığın farklı boyutları vardır ve bazı imkânsız şeyler diğerlerinden daha imkânsızdır. Eğer bugünkü bir imkânsızlığın sebebi teknolojik yetersizlik ise, teknoloji sürekli geliştiği için, bu durum gelecekte değişebilir. Ancak imkânsızlığın sebebi, fizik kanunları gibi, evrenin işleyişi ile ilgili temel prensiplerden kaynaklanan sınırlamalar ise, o imkânsızlık gelecekte de devam edecektir. Örneğin devri daim makineleri gibi, hiç yoktan enerji üreten makineler yapmak bugün ne kadar imkânsız ise, yarın da o kadar imkânsız olacaktır. Çünkü öyle bir makine enerjinin korunumu temel prensibini ihlal etmektedir.
Keza, bugün demiri altına çevirmek imkânsızdır. Ancak gelecekte birisi demirin çekirdeğindeki 26 protonu birbirinden ayırıp onları altın atomlarını oluşturan 79 protonluk kümeler halinde yeniden birleştirmeyi mümkün kılacak bir teknoloji geliştirirse, bu durum değişebilir. Diğer taraftan, bugün 150°C’de bir jeotermal kaynaktan enerji kullanıp sıcaklığı 30°C olan bir ortamda yüzde 30 verimle bir jeotermal santral kurmak mümkün değildir. Bu imkânsızlık teknolojik gelişmelere bakmaksızın gelecekte de devam edecektir, çünkü o verimlilikte bir jeotermal santral termodinamiğin ikinci kanununu ihlal etmektedir. Gelecek ile ilgili beklentilerde gerçek ile hayalleri birbirinden ayırmak için, zaman testinden geçmiş ilgili temel prensiplere başvurmak önemlidir.
Elbette fizik gibi kesinlik ifade eden pozitif bilimlerin çalışma alanına giren konularda bu tür belirlemeler kolaydır. Herkes 1 kilogramlık bir somun ekmek dilimlere ayrıldığında, bıçak ne kadar teknolojik olarak gelişmiş olursa olsun, ekmek dilimlerinin toplam ağırlığının asla 1 kilogramı geçmeyeceği konusunda tartışmasız mutabık kalır. Ama konu fiziksel olmayan varlıklarla ilgili önermeler olduğunda, mutabakat sağlamak hiç de o kadar kolay değildir. Bu durumda gerçekleri hayallerden ayırmayı mümkün kılan en etkin kriterler, mantık kurallarına uygunluk, kendi içinde tutarlılık ve gözlemlerle uyumluluktur. Aşağıdaki argümanlarda biz de bu kriterleri referans alacağız.
5 BEYİN ve ZİHİN ÜZERİNE GÖZLEM ve ANALOJİLER
Fizikalist (veya materyalist) teorilerin fiziksel gerçeklik ile fiziksel olmayan olgular arasında sebep oluş veya nedensellik ilişkilerinin kurulması konusunda tatmin edici açıklamalar getirememeleri gibi eksiklikler ve bırakılan boşluklar, düalizm gibi anti-materyalist teorilerin doğmasına ve rağbet görmesine yol açmıştır. Fizikalist teorilere karşı düalist teorilere destek olan çok sayıda mantıklı argüman geliştirilmiştir – bilinç hariç tüm insani özelliklere sahip hayali bir kişilik olan zombi karakteri gibi. Bir diğer popüler argüman bilgi ile ilgilidir. Başka bir bilinçli varlık hakkında tüm fiziksel bilgilere sahip olan biri, o varlığın deneyimlerinin kendini nasıl hissettirdiği konusunda hiçbir bilgiye sahip olmayabilir.
Determinizm görüşünün rağbette olduğu dönemde, evren fiziksel varlıklarla dolu kapalı bir kutu olarak görülürdü ve doğa kanunlarının her şeyin kaderini – küçük veya büyük, canlı veya cansız – sebep ve sonuç mekanizması aracılığıyla mekanistik bir yolla belirlediği düşünülürdü. Ancak akıl ve bilinç gibi fiziksel olmayan şeyleri açıklamaktaki eksiklikler, fizikalist teorilerin gerçekçi zihin teorileri olarak yeterliliği hakkında ciddi olarak sorgulanmasına sebep oldu. Bu eksiklikler, mantık zemininde gözlem ve analojilere dayanarak aşağıda irdelenmektedir.
1. Beyin-Televizyon Analojisi
Beyin hücresi olan nöronların, komşularının varlıklarından haberdar olmak şöyle dursun, kendi varlıklarından bile haberleri yoktur. İnsanların bilinçli ve tutarlı düşünce silsilelerini beyindeki milyarlarca akılsız, bilinçsiz ve birbirinden habersiz nöronun rastgele ateşlemesine atfetmek, ikna edici olmaktan uzaktır. Bu fikri önerenler, sanki gerçek problemle yüzleşmekten ve alışılmış kutu dışında düşünmekten kaçınmaktadırlar. Her sorunun cevabının kör, akılsız, bilgisiz ve amaçsız olan maddede yani fiziksel realitede bulunabileceği tezinde ısrar etmektedirler. Aslında bu yaklaşım, ‘Varlık ile ilgili düşüncelerimiz fiziksel maddeyle sınırlandırıldığı sürece, getirebileceğimiz en iyi açıklama budur ve elimizden başka bir şey gelmez’ demeye eşdeğerdir. Bu durum, ‘beyin akıldır ve akıl da beyin’ tezini ileri süren materyalist dünya görüşünün yetersizliğinin ve önyargının bir göstergesidir. Bu tür yetersizlikler, felsefede ‘zihin-beden probleminin’ yüzyıllardır hararetle tartışılmasına zemin oluşturmuştur. ‘Beyin akıldır ve akıl da beyin’ türü mesnetsiz zorlamalar, yeni fikirlerin önünü açan mantıklı bir açıklamadan ziyade, bağımsız düşünmeyi baskılayıp yeni fikirlere engel olan ideolojik bir dayatmadan başka bir şey değildir.
Hayali ‘zombi’ karakteri, materyalizmin tutarsızlıklarını göstermek ve onun akıl ve bilinç gibi zihinsel özelliklerle ilgili konularda yanlışlığını ispatlamak için, düşünce deneylerinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Benzer bir argüman televizyonun işleyişini gözlemleyerek de verilebilir. Televizyonları olan ancak filim yapımı ve televizyon yayını hakkında hiçbir bilgileri olmayan kişiler üzerine kurgulanan televizyon analojisi, daha basit ve etkin bir şekilde ayni tutarsızlıklara dikkat çekmektedir.
Televizyonun işleyişi, ekrandaki milyonlarca pikselin (açılıp kapatılabilen nokta büyüklüğündeki elektrik devreleri) sistemli bir şekilde aktive edilmesini ve hareket süsü verebilmek için ekranın saniyede yaklaşık 30 kere ardışık resimlerle boyanmasına dayanır. Akıl ve bilinci beyindeki nöron ateşlemeleriyle açıklamaya çalışmak, televizyonda gösterilen bir filmi televizyonun resim tüpündeki elektron tabancasından ekrana rastgele ateşlenen elektronlarla açıklamaya çalışmak gibidir. Böyle bir iddia, senaryo yazarlarını, film yapımcılarını, yayıncıları ve televizyon aletine ulaşan görünmez elektromanyetik TV yayını sinyallerini hiç dikkate almadan, televizyon açıkken milyonlarca elektronun ekranda doğru yerlerde doğru renklere vurmakta olduğunun gözlemlenmesini kanıt olarak sunmaya benzer. Hatta elektron ateşleme paterni veya düzeni, televizyon ekranındaki resimlerle birebir eşleştirilerek, ekrandaki hareketli görüntülerin arkasındaki sebep olucu gücün ateşlenen elektronların olduğu fikrini desteklemek için kullanılabilir. Sonrasında da ‘ekranda oynayan filmleri televizyonun elektron tabancası yaptı’ iddiası takip edecektir.
Bu iddiaya daha fazla destek sağlamak için, iddia sahipleri, elektron tabancası bozulduğunda ya da televizyondan çıkarıldığında, ekranda hiçbir görüntü oluşmadığını göstereceklerdir. Ayrıca, sebep-sonuç ilişkisi kapsamında, televizyon aleti bünyesindeki elektron tabancası aktivitesi ile ekrandaki video aktivitesi arasındaki karşılıklı ilişkiyi sunacaklardır. Eğer ekrana baktığımızda sadece, gece gökyüzünde yanıp sönen yıldızlar gibi, rastgele yanıp sönen ve hiçbir anlam ifade etmeyen renkli parıltılar görseydik ve sadece hareketli bir renk cümbüşü seyretseydik, yukarıdaki iddia gayet mantıklı olurdu ve yeterli bulunurdu. Ancak bu renkli parıltılar ekranda rastgele yerlerde görünmek yerine, tanıdığımız insanların yüzünü oluşturuyorsa ve bu insanlar ekranda gayet akıllı ve anlamlı hareketler sergiliyorlarsa, ekranda seyrettiğimiz güzel filmin rastgele elektron ateşleyen bir tabancanın yapımı olduğuna bir türlü inanamazdık.
Eğer televizyon yayıncılığından ve evin her tarafındaki elektromanyetik televizyon yayını sinyallerinden haberdar değilsek, elektron tabancası teorisinden daha mantıklı bir açıklama getiremediğimiz sürece, herhalde bu sihirli kutunun karşısına her oturuşumuzda, acaba bu harikulade elektron tabancasının gizemini bir gün çözebilecek miyiz diye konuşur dururduk. İlk olarak, TV aletinin elektron tabancasını nasıl bu kadar yaratıcı film senaryoları hayal edebiliyor ve aktörlerin karakterlerini bütün hareketleriyle beraber belirliyor sorusunu soracaktık. Sonra, televizyonun elektron tabancasının, her saniye, anlaşılabilir seslerle birlikte, çok sayıda ardışık resmi, doğru bir sırayla, ekranda görünüp anlamlı hareketler oluşturacak şekilde, elektronları ekrandaki milyonlarca noktaya böylesine hızlı ve tam isabetle nasıl ateşleyebildiğini merak edecektik.
Televizyonda olup bitene akıl erdiremediğimizden, aslında cansız ve akılsız atomlardan yapılmış olan bu elektron tabancasına süper-insan tarzı olağanüstü güçler ve nitelikler vermek zorunda kalacaktık. Hatta belki de bu elektron tabancasının o süper-insandan çok daha yetenekli olduğunu düşünerek, daha da ileri gidecek ve hayretimizi, hayranlığımızı ve şaşkınlığımızı ifade etmek için ‘Tanrı nöronların içindedir’ deyişine benzer olarak ‘Tanrı elektron tabancasının içindedir’ diyecektik. Belki bir gün elektronların tüm sırlarını keşfedeceğimizi ve mucizevi elektron tabancasının yaptığı şeyleri nasıl yaptığını tam olarak anlayacağımızı düşünerek kendimizi teselli edecektik.
Ara sıra bazı sıra dışı düşünürler, televizyonda izlediğimiz filmin hayal gücü, bilgi, amaç, planlama, akıl, bilinç ve ne yaptığını bilmek şöyle dursun canlı bile olmayan bir elektron tabancasında bulunması mümkün olmayan yetenekler gerektirdiğine işaret edeceklerdir. Sonra da yapılacak en mantıklı şeyin televizyon kutusunun ötesinde düşünmek ve olası cevapları cihazın dışında aramak olduğunu belirteceklerdir. Tabii ki klasik düşünürler bu fikirlere karşı çıkacak ve hatta bazıları alınganlık gösterecektir. Televizyon cihazının sınırlarının gayet net olduğunu ve cevapları dışarda aramanın bir saçmalık olduğunu söyleyeceklerdir. Eğer sorgulayan ve sıra dışı düşünenler dışlanırsa, cep telefonları ve internet gibi türev ürünler dahil, senaryoları, yayın yapmayı, elektromanyetik dalgaları ve elektromanyetik dalga-video veya odiyo dönüştürme teknolojilerini bir gün keşfetmek o tutucu toplum için hayal olurdu.
Bu analojiden açıkça anlaşılabileceği gibi, nöronlarından elektrokimyasal sinyaller ateşleyen beyin, elektron tabancasından elektronlar ateşleyen televizyon setinden hiç de farklı değildir. Her ikisi de akıl, bilinç ve öz farkındalığı olmayan atomlardan ibaret fiziksel varlıklardır. Ve her ikisi de kendilerinin yapmaları ve hatta anlamaları mümkün olmayan çıktılar üretmektedirler. Televizyon cihazı durumunda, ekrandaki filmin sırrı, ancak televizyon kutusunun dışında düşünerek ve görünen cihazı, görünmeyen yayın dalgaları ve bir stüdyodaki akıllı ve bilinçli film yapımcılarıyla bağdaştırarak kolayca çözülebilir. Benzer şekilde, beynin sırları da kafatasının dışında düşünerek ve görünen fiziksel beyni, fiziksel olmayan akıl ve bilinçle birlikte hayatı da olan görünmez bir varlıkla ilişkilendirerek çözülebilir.
Önyargıları kırıp farklı bir yaklaşım sergileyerek, şaşırtıcı yeni varlık kombinasyonları ve sürprizlerle karşılaşabiliriz. Gerçeklik envanterimizi, etkileri fiziksel varlıklarda kendilerini sübjektif nitelikler olarak gösteren fizik-dışı gerçeklikler ekleyip zenginleştirerek, hiçbir şey kaybetmeyiz. Bu yaklaşım, görünmez yerçekimsel alanın varlığını, o alanın etkisinin fiziksel varlıklar üzerinde çekim kuvveti ya da ağırlık olarak görünmesine dayanarak kabul etmekten hiç de farklı değildir. İlginçtir ki hükmünü tüm evrende icra eden ve varlığını tüm fiziksel şeyler üzerinde çekim kuvveti olarak gösteren yerçekimi kanununun kendisi de fizik-dışıdır. Eğer bir şekilde yerçekimi kanunu iptal edilseydi, atom altı parçacıklardan galaksilere kadar tüm fiziki varlıklar arasındaki çekim kuvveti aniden yok olacak ve evrendeki mevcut düzen yerini kaosa bırakacaktı.
2. Cihazları Düşünceyle Kontrol Etme
Son yıllarda, cihazları beyin dalgalarıyla uzaktan kontrol etmek için çeşitli ‘zihin kontrol’ teknolojileri geliştirildi. Örneğin 2009’da Toyota, kişinin bir kas oynatmak ya da bir komut vermek zorunda kalmadan, sadece beyin dalgalarını alıp işleyerek, tekerlekli bir sandalyeyi istenilen yöne çevirmenin bir yolunu keşfetti. Tekerlekli sandalyedeki kişi, beyin sinyallerini okuyabilen bir başlık takmakta, başlık da sinyalleri bir beyni tarama elektroensefalografi (EEG) cihazına aktarmaktadır. Beyin sinyalleri saniyenin bir kesri kadar bir sürede alınmakta ve analiz edilmektedir. Sistem, tekerlekli sandalyedeki kişinin istediği anda sağa veya sola dönmesini veya ileriye gitmesini mümkün kılmaktadır.
Benzer şekilde, Honda, beyin dalgalarıyla mekanik hareketleri birbirine bağlayan bir sistem geliştirdi. Ayrıca, uzaktan kumandayla kontrol edilen helikopterler gibi oyuncaklar beyin sinyallerini alarak zihin kontrolüyle uçabilmektedirler. Hatta bedensel bir müdahale gerektirmeden düşünce ile bir kişinin aracının hareketlerini kontrol etmesine izin veren araç kontrol sistemleri bile geliştirilmiştir.
Dikkati kasten düşüncelere odaklayarak cihazları kontrol etmek, Kartezyen düalizm zihin teorisi doğrultusunda beyinle etkileşen bedenden ayrı sübjektif bir zihin ya da ruhun varlığı fikrini destekler mahiyettedir. Cihazları düşünceyle kontrol etme, önemli çıkarımlara kapı açmaktadır:
Beyin dalgaları ile beyindeki nöron aktivitesinin düşünceyle kontrol edilmesi, beynin kişiyi kontrol etmediğini, aksine kişinin beyni kontrol ettiğini ikna edici bir şekilde gösterir. Yani, zannedildiğinin aksine, biz, beynimiz DEĞİLİZ. Kişinin ‘kendi’ni temsil eden, ve beyin dâhil kişiyi tamamen idaresi altına alan görünmez ve fizik-dışı bir ‘sübjektif ben’ vardır. Ve bu ‘sübjektif ben’ (ya da kısaca ‘ben’), öz farkındalık ve dış dünya farkındalığı özellikleriyle, kişinin kendisidir. Zihin, nefis ve ruh da denilen bu ‘ben’ in özelliklerinden biri, ‘irade’ dir. Öyle görünüyor ki ‘ben’ kendi iradesini beyne empoze etmektedir. Hanson ve Mendius’un açıkladığı gibi, kişinin zihni değiştiğinde beyni de değişir. Zihinsel aktivite, aslında yeni sinirsel ağlar ve yapılar oluşturur. Sonuç olarak, bir bahar yağmurunun bir yamaçta küçük su yolu izleri bırakması gibi, başını alıp giden düşüncelerimiz ve duygularımız da beynimizde kalıcı izler bırakabilir. Zihnimizden geçen şeyler, beyninizi şekillendirir. Bu nedenle zihin, beynimizi daha iyiye dönüştürmek için kullanılabilir.

Kafatasındaki bilinçsiz bir madde yığınının zaten iradesi olamaz. O yüzden, kafatasındaki jöleye benzeyen peltemsi beyin dokusu, diğer vücut dokularına veya dışarıdaki cihazlara isteklerini dayatamaz. Beyin emir veremez. Ayrıca, kişinin özü beyin değil ‘ben’ dir; beden ise ‘ben’ in dış dünya ile fiziksel etkileşim ve deneyimler için fizik alemine yönelik bir adaptördür.

Kuantum mekaniğinin kurucularından Erwin Schrödinger, 1944 yılında yayınlanan kitabında determinizm, özgür irade ve bilinç ile ilgili ihtilafı tartışırken, aynı noktaya vurgu yapar:

Bu yüzden, şu iki önermeden doğru, çelişki-içermeyen sonucu çıkarıp çıkaramayacağımıza bakalım: (i) Bedenim doğa kanunlarından hiç şaşmayan bir mekanizma olarak fonksiyonlarını yerine getirir; (ii) ancak inkâr edilemez direk tecrübeyle biliyorum ki onun etkilerini öngördüğüm hareketlerini ben yönlendiriyorum – ki mukadder ve çok önemli olabilir; o durumda bunu hisseder ve onlar için tüm sorumluluğu alırım. Kanaatimce bu iki realiteden çıkarılması mümkün tek sonuç, ben – kelimenin en geniş anlamıyla ben; yani sadece bir kez dahi olsa ‘ben’ diyen veya hisseden her bilinçli zihin – ‘atomların hareketini’ doğanın kanunlarına göre kontrol eden, eğer varsa, kişidir.

Schrödinger, bilincin kaynağının bedenle birlikte yok olması gerektiği fikrini, ‘sevimsiz’ bulduğu için reddetmiştir.

Sebep olma ya da nedensellik gücü beyinde değil, ‘ben’ de yatar. ‘Ben’ sürücüdür, beyin ise sürülen. ‘Ben’ güç merkezidir, beyin ise güçsüz bir madde yığını. ‘Ben’ yöneten efendidir, beyin ise itaatkâr bir hizmetçi. Tüm zihinsel durumlar, nitelikler, işlemler ve acı, tatlı, arzular, akıl, düşünce, duygular ve bilinç dâhil tecrübeler ‘ben’ de yer almalı ve yaşanmalıdır.
Örneğin stresin bir sağlık riski oluşturduğu çok iyi bilinir. Yaygın soğuk algınlığından kalp-damar hastalıklarına kadar, her şeyin riskini arttırır. Son yıllardaki bir çalışmada ABD’de 30 bin yetişkin 8 yıl boyunca takip edildi ve kendilerine son bir yıl içinde ne kadar stres yaşadıkları soruldu. Kişilere ayrıca ‘Stresin sağlığınıza zararlı olduğunu düşünüyor musunuz?’ sorusu da soruldu. Araştırmalar, bir önceki yılda yüksek derecede stres yaşayan insanların ölüm riskinin %43 daha yüksek olduğunu gösterdi. Ama bunun sadece stresin sağlığa zararlı olduğuna inanan insanlar için doğru olduğu görüldü. Yüksek derecede stres yaşayan ancak stresi zararlı olarak görmeyen insanlar için ölme ihtimali, stres yaşamayan kişilere kıyasla daha yüksek değildi. Aslında, bu grupta yer alan kişiler, daha az stres yaşayanlar dâhil, çalışmada yer alan tüm insanlar içinde en düşük ölüm riskine sahipti. Araştırmacılar, 8 yıl boyunca takip ettikleri ölümlerden 182 bin Amerikalının stresten dolayı değil de stresin kendilerine zararlı olduğuna inandıklarından dolayı erken öldüklerini tahmin etmektedirler. Kişilerin stres konusundaki düşünceleri önemlidir. Kişi stres hakkındaki fikrini değiştirdiğinde ve stres hakkında olumlu bir bakış açısı takındığında, bedenin strese verdiği tepki olumlu yönde değiştirilebilmektedir. Bu araştırma, ‘ben’ in maruz kalınan dış etkenleri nasıl algıladığının, bedenin bu etkenlere verdiği tepki üzerinde büyük bir etkisi olduğunu doğrulamaktadır.
‘Arzu’ da, benliğin özü olan gizemli ‘ben’ in bir özelliği ve parçasıdır. Örneğin bizdeki ‘ben’ bir şey arzu ettiğinde, içsel olarak hissederiz ki arzu etmeyi yapan ‘benim’ ve eğer ben karar verirsem, ben o arzu üzerinde vücudumu, vücudumun kumanda merkezi olan beynim aracılığıyla harekete geçirerek ‘etkilerim’. Aksi durumda, beyin tesadüfi bir arzuyla gelip ilgili kasları aktive ederek bedenin o arzu üzerine harekete geçmesini sağları ve kişinin kendini bir zombi gibi hissetmesine sebep olur ki kişisel deneyimler bunu teyit etmemektedir. Ayrıca, beynin ara sıra olan nöron aktivitesiyle, koordineli olmayan amaçsız elektriksel ve kimyasal sinyallerin sübjektif arzular ya da düşünceler ürettiği fikri de kişiyi yine zombiliğe mahkum eder ki gerçekle bağdaşmaz.

Bu gizemli “ben” in bir başka sübjektif niteliği ya da öğesi sınırsız, gerçeküstü bir evren olan hayal gücüdür. Yine, sezgisel olarak, “ben” aracılığıyla hayal dünyasında, fikirler, kavramlar, düşünce, rüyalar, duygular ve arzular gibi sübjektif fakat iyi kurgulanmış varlıklarla, bilinçli vücut-dışı deneyimler gibi, sürekli temas halindeyiz. Fiziksel bedenimiz nerede olursa olsun, o “ben” bizi, hiçbir fiziksel sınır tanımaksızın, sübjektif zihinsel, entelektüel, duygusal ve fantastik alemlerin her yerine götürebilir ve aklımıza, duygularımıza ve hayalimize keyifli şölenler yaşatabilir. Tüm bu canlı, renkli, tutarlı ve anlamlı gerçeküstü tecrübelerin, amaçsız ateşleyen nöronların yapması olduğuna ilişkin iddianın hiçbir geçerli gerekçesi ve mantıklı dayanağı yoktur.

Bu gizemli “ben” in bir başka sübjektif niteliği ya da öğesi, özgür iradenin bir yansıması olan “inisiyatif” tir. Hayal dünyamız, her çeşit fikir, duygu ve istek gibi sübjektif nesnelerle dolu büyük bir galeri veya alışveriş merkezi gibidir. Biz o harikalar diyarında, hiç sınırlama olmaksızın, durmak bilmeyen bir alışveriş çılgınlığı içindeyiz ve karşılaştığımız fikirler, duygular ve arzularla sürekli etkileşim içindeyiz. Bu makalenin yazımı bile zihin alemine bir yolculukla, sübjektif fikir, kurgu ve kavramlar dünyasından bir seçimdir ve onlardan anlamlı bir şey inşa etme gayretidir. Eve götürmek üzere alışveriş sepetimize koyduğumuz her şey bizim kendi seçimimiz, bizim kendi yapmamız ve dolayısıyla kendi özgür irademizdir.

Örneğin, o sübjektif nesnelerden birini fiziksel evrende gerçekleştirmeye karar verdiğimizde, o ‘ben’ dikkatini, yapmak istediklerini fiziksel beden üzerinden empoze ettiği arayüzü olan beyne çevirir ve komutunu verir. Bunun üzerine beyin, nöron ateşlemeleriyle harekete geçerek ilgili beyin sinyallerini üretir. Bu sinyaller sinir kordonlarıyla uygun vücut parçalarına ve de kablosuz olarak sensörlerle alınabilen elektromanyetik dalgalarla iletilir.
Basitliğine rağmen, bu açıklama, haberlerde sıkça gördüğümüz, cihazların kişinin istemesi ve düşünmesi ile yani zihni ile uzaktan kontrol edilmesi olgusu ile oldukça tutarlıdır. Bu senaryo, iç algılarımız ve kişisel tecrübelerimiz ile de tam bir uyum içindedir. Özgür iradeleriyle yaptıkları seçimlerden insanları sorumlu tutan evrensel adalet sistemleri de bu açıklama ile aynı doğrultudadır.
Objektif bir zihin, sübjektif özgür iradenin varlığını reddetmeyi gerektiren alternatif senaryoyu kabullenmekte ve tüm düşünceleri, duyguları, seçimleri, kararları ve arzuları, akılsız doğa kanunlarının kör bir determinist yolla zorlamasıyla, beynin bilinçsiz nöron aktivitelerine atfetmekte zorluk çekecektir. Tüm bu sübjektif olguların beyinden kaynaklandığı fikrini destekleyen ikna edici bir delil yoktur. Bu zorlama bakış açısı, doğa kanunları dâhil, varlığın sadece fiziksel gerçeklikle sınırlandırıldığı zorlama varsayımın doğal bir sonucudur. Ve bir ideoloji olan bu doğru-ön kabullü fizikalist dünya görüşünde, özgür irade diye bir şey olamaz. Çünkü fizikalizm ve özgür irade birlikte var olamaz; biri diğerinin yokluğunu veya geçersizliğini gerektirir.
Herkes içsel olarak özgür iradelerinin olduğunu ve kendi seçimlerinin sonuçlarından sorumlu tutulmaları gerektiğini teyit eder. İnsanları kasıtlı eylemlerinden sorumlu tutan adalet sistemleri tüm insanlıkça ‘adil’ olarak algılanmaktadır. Bu gözlem ve argüman bile tek başına, gözlem ve deneyimlerle uyuşmadığı için, materyalist dünya görüşünü, gözlemlerle bağdaşmadığı gerekçesiyle reddetmek için yeterlidir.
Bu gizemli “ben” in bir başka sübjektif niteliği veya öğesi, “niyet” ve “yönlendirilmiş dikkat”, yani zihnen ilgi alanına yönelme ve odaklanma yeteneğidir. Hepimiz hayalen eylemlerimizi organize ederek geleceğe dair planlar yaparız. Bilinçli olarak yaptığımız her şey bir niyetle başlar. Tıpkı elimizde tuttuğumuz akıllı telefondaki resimleri ve dosyaları gözümüzle taradığımız gibi, içimizdeki bir şeyin zihinsel dünyamızı serbestçe tarayabildiğine dair içten gelen bir sezgi var. Sonrasında zihin dünyamızdan serbestçe seçtiğimiz bazı şeyler üzerine dikkatimizi odaklayıp, o şeyler üzerinde bazı tasarruflarda bulunuruz. Yine, iç sezgisel olarak, bütün bunları beden-dışı varlığımız olan bilinçli bir “ben” in yaptığını hissederiz. Keza, determinist hesaplamaların çıktısı olup beyinde bize empoze edilen ve kabul veya reddetmemiz beklenilen bir zorlama ile karşı karşıya kaldığımızı hissetmeyiz. Öyle görülüyor ki tüm zihinsel aktivite, karanlık kapalı bir kutudan ziyade, sınırsız sübjektif bir alemde, o alemde özgürce dolaşabilen ‘ben’ dediğimiz bağımsız bir sübjektif etken ajan eliyle gerçekleşmektedir.

Beyin, en iyi sübjektif ve bilinçli “ben” ile bilinçsiz fiziksel beden arasındaki arayüz olarak tanımlanır. Yani, görünen beden ve görünmeyen “ben” beyin aracılığıyla etkileşime girer. Beyin, insan vücudunun kontrol veya komuta merkezi iken, “ben” kontrolör veya komutandır. Bu, bir uçakta mikroişlemciler ve gösterge ışıkları ile donatılmış bilinçsiz kokpitin bir kontrol merkezi, bilinçli pilotun ise kontrol edici olması gibidir. Arayüzün beden tarafı olan beyin, beden bağlantıları ve etkileşimleri fiziksel olduğu için, gayet iyi bilinmektedir. Ancak arayüzün “ben” tarafı hala bir muammadır. “Ben” i göz ardı ederek akıl, bilinç, düşünce, duygu ve arzular gibi tüm nitelikleri, yoğun şimşeklere sahne olan bir gökyüzü gibi, yoğun rastgele elektrik sinyallerinin atış alanı olan bir kutu organik maddeye atfeden mevcut yaklaşım ile bir yere varamadığımız açıktır. Bu nedenle, onlarca yıldır süregelen araştırmalardan sonra, bilincin sırrını çözmek konusunda hala başladığımız yerdeyiz ve ne yöne gideceğimiz konusunda da ufukta bir ışık görünmüyor.

Beyne atfedilen bilinç, düşünme, girişim, komuta etme, hissetme ve isteme gibi mucizevi özellikler, organik bir doku stokundan başka bir şey olmayan bu bedensel organın gizemini sadece derinleştirmiştir. Örneğin ağrı hissetmeyi veya zevk almayı deneyimleyen fiziksel maddeyi kavramak kolay değildir. Bilinçsiz beyin bir arayüz ve komuta merkezi olarak doğru bir şekilde konumlandırıldığında, beynin fonksiyonu bilinçli ‘ben’ e tecrübe etmesi, yorumlaması ve eylemde bulunması için bedensel sinyalleri işleme ve iletme olur. Aynı zamanda, beyin ‘ben’ ‘in düşüncelerini, duygularını ve arzularını alan ve onları işlemek ve iletmek için fiziksel sinyallere dönüştüren bir santral ya da modem gibi işlev görür.
İki şey arasında nedensel bir ilişki gözlemlediğinde, insanlar bu şeylerden birini nedensel güce sahip bir kaynak, diğerini de etki veya sonuç olarak algılamaya meyillidirler. Ancak bu, gerçek kaynağı araştırmak daha zor olduğundan, insanların kolayca içine düştüğü zihinsel bir hiledir. Bedendeki tüm sinyal iletim şebekesinin beyinde son bulduğu ve zincirin son halkasının beyin olduğu düşünüldüğünde, kişinin beyni tüm yaptırıcı güçlerle donatması ve beyne adeta Yunan Tanrıları gibi mistik bir kimlik giydirmesi doğaldır. Fakat bitkiler ve beyin-ölümü gerçekleşmiş kişiler eleştirel bir bakış açısıyla incelendiğinde, bu kökleşmiş illüzyon sarsılmaya başlar.
Örneğin, tüm vücut organlarının kontrolü ve düzgün işleyişi beyin ile ilişkilendirildiğinden, beyin-ölü insanların bedensel yaşam işlevlerinin yapay olarak sürdürülmesi şaşırtıcıdır. Mucizevi organ beyin oyun dışı kaldığında, doğal olarak, mekanik yaşam destek ekipmanına bağlı bilinçsiz bir kişinin bedensel organ işlevlerinin alt üst olmasını bekleriz. Beyin-ölü (ve dolayısıyla yasal olarak ölü) hamile bir kadının, bitkisel hayatta iken, karnındaki bebeğini, tüm bedensel faaliyetlerin kontrol ve kumanda merkezi olduğu farz edilen beyinden hiç destek almadan büyütmeye devam etmesi, özellikle şaşırtıcıdır.
Üstelik, mısır ve portakal ağacı gibi beyinsiz bitkiler, mısır ve portakal gibi meyve bebeklerini yetiştirmeye devam etmektedirler. Beyin ve merkezi bir kontrol sistemleri olmamasına rağmen, bitki bünyesinin tamamındaki tam koordineli faaliyetlerde herhangi bir kontrol yokluğu veya zaafı görünmemektedir. Belki de insanlardaki beyin üzerinden işleyen “ben” gibi, her bitki türü için, bitki bedenlerini besleyen ve tüm işlemleri kontrol altına alan hayat merkezli uzaktan etkili yaygın bir sübjektif “ben” vardır. Uçuk gibi görünen bu görüşün alternatifi, hayat, amaç ve bilgi dahil tüm harika sübjektik niteliklerle donanmış bir “ben” in, bitki bedenindeki her bir atom ve molekülde var olduğu görüşüdür ki çok daha uçuk bir görüştür.
“Ben” ayrı, bölünemez ve fiziksel olmayan bir varlıktır. Bu nitelikler, tüm fiziksel (beyin yoluyla) ve fiziksel olmayan (zihin yoluyla) deneyimlerin birleşik algılanmasını sağlar. Tüm deneyimler arasında belirgin bir tutarlılık ve birlik olmasına rağmen, beyinde birleşik bir komuta merkezi bulunmaması çarpıcıdır. Beynin bir merkezi bulunmaması ve her tarafında çok sayıda eşzamanlı faaliyetin olmasına rağmen, iç alemdeki sezginin birliği, “ben” in birliği, kapsayıcılığı ve baskınlığının bir göstergesidir.
Hayat, muhtemelen canlı varlıkların en gizemli özniteliğidir. Tüm canlılar yoğun kimyasal reaksiyonlara sahnedir ve o bu yüzden hayat genellikle kimyasal reaksiyonlar olarak tanımlanır. Ancak hiçbir kimyasal reaksiyonun şimdiye kadar hayat ürettiği görülmemiştir. Hayatın fiziksel bir ‘madde’si yoktur. Bu yüzden hayat, fiziksel olmayan bir niteliktir. Hayat bir sihir gibidir; öyle ki, insan bedeninde varlığını gösterdiğinde, tüm bedensel organlar arasında birlik sağlar, bedeni tüm insani niteliklerle birleştirir ve akıl, bilinç, duygu ve arzular gibi tüm sübjektif özelliklere var olma ortamı sağlar. Aklını, bilincini ve duygularını bir şekilde kaybeden bir kişi, hala hayat sahibi olabilir ve komaya girmiş olsa dahi yaşamaya devam edebilir. Ama bir kişi hayatını kaybederse, akıl, bilinç ve duygular gibi tüm sübjektif niteliklerini kaybeder. Dolayısıyla hayat, “ben” in en temel özniteliği olmalıdır. Hayat olmadan bir kişi akıl, bilinç ve duygu sahibi olamaz. Hayatla birlikte, “ben” in tüm sübjektif özellikleri ayrı, tutarlı ve anlamlı bir paket oluşturur.

‘Ben’ in beyinden ayrılması ve bedenle alakasını kesmesi, tıpkı elektrik şebekesiyle bağlantısı kesilen bir lambanın ışığını kaybetmesi gibi, ölümdür. Ayrı ve bölünemez ‘ben’ fiziksel değildir, ve dolayısı ile zaman ve mekân üstüdür. Böyle olunca da, ‘ben’ tanımı gereği ölümsüz olmalıdır.

İngiltere, ABD ve Avusturya’da klinik olarak ölmüş veya beyin faaliyeti durmuş olan 2060 hastayı kapsayan vücut-dışı veya ölüme-yakın deneyimler üzerine yapılan geniş çaplı bir ‘Resüsitasyon (hayata döndürme) Sırasında Farkındalık’ çalışması, 2014 yılındaki bir yayında belirtildiği gibi, objektif belirleyiciler kullanarak, bilinçli deneyimleri test etmiş ve bu deneyimlerin gerçek olaylara mı yoksa halüsinasyonlara mı karşılık geldiğini araştırmıştır. Çalışma, bazı ani kalp durması vakalarında, vücut-dışı deneyimlerle uyumlu görsel farkındalık anılarının, gerçek olaylarla örtüşebileceğini göstermiştir. Araştırmacılar, ölümle ilgili hatırlanan deneyimlerin önyargısız olarak ciddi bir şekilde araştırılmayı hak ettiği sonucuna varmıştır.

Bir şeyin varlığını veya ontolojisini bilmek başkadır, o şeyin doğasını ya da niteliklerini bilmek başkadır. Bir şeyin doğasını bilmemek o şeyin varlığını reddetmeyi gerektirmez.

Örneğin, fizikte karanlık maddenin varlığını, onun yerçekimi üzerindeki etkisinden dolayı biliyoruz. Ama onun doğası hakkında fazla bir şey bilmiyoruz. NASA’nın hesaplamalarına göre, evrenin fiziksel varlığının %25’i karanlık maddedir. Kafa karışıklığına sebep olan karanlık maddenin sırrı çözüldüğünde ve onu nasıl kullanacağımızı öğrendiğimizde, dünyanın yeni bir teknoloji çağına girmesi beklenmektedir. Benzer şekilde, fiziksel beyin ve ‘ben’ arasındaki etkileşimleri anladığımızda ve onları kontrol edip yönlendirebileceğimiz mekanizmalar geliştirdiğimizde, neler olabileceğini şimdiden hayal etmek bile mümkün değildir.

‘Ben’ in doğası doğanın kanunlarının doğası gibidir – yerçekimi kanunu ve onunla ilişkili yerçekimi gücü gibi. Bu kanun hiçbir yerde olmaksızın evrenin her yerinde bulunur ve bütün maddelerin içine nüfuz edip onlara hükmeder. Bu nedenle, doğanın kanunlarının evrenin hükümeti olduğu söylenir. İlginçtir ki doğa kanunları vardır, ve aynen matematik gibi, kanunların fiziksel varlıkları yoktur. Dolayısı ile sübjektiftirler.
Doğa kanunlarının ve bu kanunların madde üzerindeki yansımalarının, maddenin atom ya da atom altı seviyede temel yapıtaşlarından kaynaklanmadığını kabul etmekte hiç zorlanmıyoruz. Fizik kanunları ve onlarla ilişkili kuvvetler, varlıklarını fiziksel varlıklar üzerindeki etkiler olarak gösteren farklı bir varlık boyutudur. Bu nedenle, madde ve enerji fiziksel evrenin bedenine benzerken, doğa kanunları, kanunların hükmetmesi ile ilişkili kuvvetlerle birlikte, evrenin bedeniyle bütünleşmiş bir ruh gibidir. Einstein’ın söylediği gibi, “Evrenin kanunlarında bir ruh tezahür eder.”
3. Uçak ve Pilot Kabini (Kokpit)
Beyin, tıpkı kokpit denen pilot kabininin uçağın koca gövdesinin kumanda merkezi olması gibi, insan vücudunun kontrol merkezidir. İnsan bedenindeki sinir ağlarının beyne bağlı olması gibi, uçağın tüm parçaları da kablolarla kokpite bağlıdır ve oradan idare edilirler. Ancak, uçağın tümünü kontrol eden kumandan, kokpit ile aynı cinsten olmayan pilottur. Dahası, pilotta, kokpitte olmayan bilinç, görme, işitme ve özgür irade gibi özellikler vardır. Pilotlar greve gittiğinde, bütün uçaklar hala kokpitleri dâhil üzere her şeyle donanımlıdır; ancak, hayati önemdeki özellikleri olan pilotları olmaması nedeniyle, uçaklar yerde hareketsiz kalırlar.
Kokpitinde pilotu olmayan bir uçak düşünelim. Eğer bu uçak yolcularıyla beraber kalkarsa, belirlenmiş rotayı tekip ederse, varılacak havaalanına inerse, gerektiğinde yakıt ikmali yaparsa, yeni yolcular alıp kalktığı şehre geri uçarsa, bu uçağın uçakla ve kontrol kuleleri ile sürekli iletişim halinde olan uzaktan (ya da bir şekilde ‘görünmez’) bir pilot tarafından kontrol edildiğinden kimse şüphe etmez. Bunun kanıtı, uçağı gizlice uçurduğunu itiraf eden gizli pilotun bulunmasında DEĞİL, daha ziyade, kokpitteki sürekli yanıp sönen tüm kontrol ışıklarına ve sinyal işleme aktivitesine rağmen, kokpitin uçağı bir pilot gibi uçurma kabiliyetinin OLMAMASIDIR.
Bu sonuca ulaşmanın mantığı açıktır: Uçak, akıl, bilinç, bilgi, irade ve amaca sahipmiş gibi hareket etmektedir, ancak kokpitte bu niteliklerin hiçbiri yoktur. Bu nedenle, uçağın akıllı eylemlerini anlamak için, uçağın gövdesinin dışında düşünmek ve gerekli niteliklere sahip bir varlık aramamız gereklidir. Görünmez bir pilotun varlığını inkâr eden ve kokpitteki elektriksel aktivitenin ve sinyal işlemenin, anlamayacağımız bir şekilde bilinç ve akıl gibi sübjektif nitelikleri ürettiğini söyleyerek bir açıklama getiren alternatif yaklaşım, kimseyi tatmin etmez ve konuyu çözümsüzlüğe terk etmek olarak görülür. Bu cevabı ‘tek bilimsel açıklama’ olarak sunmak da bir fayda sağlamaz.
Geçmiş tecrübelerimizle biliyoruz ki pilotun (ya da uçak uzaktan kontrol ediliyorsa, uzaktan kontrol eden operatörün) varlığını ısrarla inkâr ederek ve uçağın bütün akıllı hareketlerini kokpitin işi olarak görerek, uçağın gerçek mahiyetini anlamak mümkün değildir. Aynı şekilde hayat, bilinç, hayal gücü, görme ve özgür irade gibi bütün fizik-dışı harikulade nitelikleri kalın ve karanlık kabuğu içine hapsedilmiş çoğu su olan maddesinin işi olarak görmekte ısrar ederek, beynin gerçek mahiyetini anlamak mümkün değildir. Uçak, belirli fonksiyonlar gerçekleştirdiğinde, belirli gösterge ışıkları yanarken diğerleri söner, ve uçuş boyunca kokpitte gösterge ışıklarının sürekli yanıp sönmesiyle adeta büyüleyici bir ışık gösterisi vardır. Ancak o ışıklar işi yapan etkenler değil, yapılan işleri gösteren sinyallerdir. Yani, gösterge ışıkları ‘yapan’ değil ‘işaretler’dir. Bir üretim tesisinde yanan lambaların konumları, o tesisin o anda faal olan bölümlerini gösterir. İçeride çalışan insanlardan hiç söz etmeden, o tesisin farklı bölümlerinin çıktılarını o bölümdeki aydınlatma yoğunluğu ile ilişkilendirmek, o tesisin çalışmasını hiç anlamamaktır.
4. Beyin – Bilgisayar Karşılaştırması
Ortalama bir insan bedeni yaklaşık 37 trilyon hücreden oluşmaktadır. Bütün bu hücreler tıpkı beyin hücreleri gibi oksijen tüketir ve enerji metabolize ederler. Bu nedenle oksijen tüketimi ve metabolik aktivite beyni karaciğer, böbrek ya da bacaklar gibi diğer vücut organlarından farklı kılmazlar. Beyni bedenin geri kalanından ayırt eden şey, tıpkı tipik bir bataryadaki batarya hücrelerinin arasındaki elektriksel ve kimyasal aktiviteler gibi, 86 milyar nöron hücresindeki 500 trilyon sinaps vasıtasıyla, iyonların hareketinden kaynaklanan elektriksel ve kimyasal aktivite ve o nöronlar arasında elektriksel ve kimyasal sinyallerin üretimidir.
Milyarlarca nöron arasındaki trilyonlarca sinaptik devreler aracılığıyla elektriksel ve kimyasal sinyaller iletilmesi yoluyla beynin bilgi işlemesi, milyarlarca mantık ve bellek kapılarından elektrik sinyal iletimiyle modern bir bilgisayarda veya mikroişlemcideki bilgi işlemeye benzemektedir. Beyin ve bilgisayar arasında kurulan benzerlik, beynin çok gelişmiş bir bilgisayar olarak etiketlenmesi düşüncesine yol açmıştır. Bu anlayış, zihinsel süreçlerin hesaplama süreçlerine indirgenmesi sonucunu doğurmuştur. Aynı benzerlik, entelektüel çevrelerde, bir gün bilgisayarların, insan kafatasında bulunan doğal zekâ gibi, ‘yapay zekâ (AI)’ denen kendi zekâlarını geliştirme düzeyine erişeceği konusunda büyük umutların doğmasına sebep olmuştur. Bununla birlikte, bilgisayarların hesaplama yaptığı, yorumlama yapmadığı unutulmamalıdır. Bilgisayarlar bilgiyi işlerler, ancak bilginin farkında bile değildirler.
Temel seviyede bilgisayarlar, devrelerin açık ya da kapalı olduğuna karşılık gelen 0 ve 1’lerden oluşur. Ekranda gördüğümüz her şey, aslında bu 0 ve 1’lerin işlenmesi ve bunun sonucu elektriksel faaliyetlerdir. Programcıların iradesini yansıtan, bilgisayar veya bulutta olan programlar veya sürücüler, hesaplama ve bilgi akışını kontrol edip yönetirler. Etkileyici hesaplama güçlerine rağmen, bilgisayarlar sadece kendilerinin dışındaki kullanıcıların ellerinde kıymet ve anlam kazanır. Bir kullanıcı olmaksızın, bütün o güçlü devre sistemleri ve sofistike yazılımıyla bir bilgisayar, masanın üzerinde bir şey yapmadan duran harika bir aygıt olur. Yani bilgisayara işlevsellik ve anlam kazandıranlar ve çıktılarını yorumlayanlar, bilinçli ve akıllı kullanıcılardır. Eğer tüm insanlar bir anda yok olsa, dünyadaki tüm bilgisayarlar işlevsiz ve anlamsız kalır.
Eğer beyin sıkça söylendiği gibi bir dijital bilgisayarsa, ‘Kullanıcı kimdir?’ sorusu gayet makul bir sorudur. Eğer milyarlarca elektronik devresi olan prize takılmış masadaki bir bilgisayar aptal gibi duruyorsa, kafatasının içinde milyarlarca nöronu olan beyni, bilgisayardan farklı kılan nedir? Hesaplamaların sonuçlarını yorumlamak için, bilinçli dış etkene ihtiyaç vardır. Aksi takdirde tüm hesaplamalar değersizdir. Eğer bir bilgisayar anlamlı bir şey yapıyorsa, biliyoruz ki bunun arkasında bilgili, bilinçli ve amacı olan bir kullanıcı vardır. O zaman eğer beyin görünürde anlamlı bir şey yapıyorsa, amaç ya da anlam yükleme bilgisayarların ya da beyinlerin bir özelliği olmadığına göre, arkasında bilgili, bilinçli ve amacı olan bir kullanıcı olması gerekir. Anlam çıkarmak gibi sübjektif nitelikleri olan o görünmez kullanıcı, varlığı içsel olarak sezilen ve zihin veya ruh denilen görünmez bir varlık olmalıdır.
Kendi hallerine bırakıldığında, hem bilgisayar hem de beyin, sinyaller üretecek ve işleyecek ve yaptırım güçleri olmayan sinyal desenleri ortaya çıkacaktır. Bilgisayarların, kendilerine özgü, kasten bir şey yapmaya kalkma güçleri yoktur. Bu, tamamen bir dış etken tarafından verilen görevlere bağlıdır. Beyin durumunda ise, kalp atışı, sindirim ve refleksler gibi irade-dışı motor fonksiyonlar doğuştan vardır; ama yeme ve içme gibi kasıtlı davranışlar dışardan başlatılmakta ve bedene empoze edilmektedir. Bir robot ya da şoförsüz bir aracın mikro işlemcisinin aksine, herkes içten gelen bir sezgi ile hisseder ki, kişinin davranışını etkilemek beynin bir fonksiyonu değildir. Bunu yapan beyinden bağımsız olan insan iradesidir. Zaten bir fabrikada serbestçe hareket eden robotlarla karşılaştırıldığında, insan davranışının öngörülebilir ve tek düze olmamasının sebebi budur. Öyle görünüyor ki beynin dışından gelen niyetler, beyin fonksiyonlarını yönetmektedir. Yine, sübjektif niyet ve özgür irade için en mantıklı açıklama bedenin, ruh tanımına uyan ve diğer niteliklerle birlikte, akıl, bilgi, bilinç ve özgür iradeyle donatılmış, sübjektif bir avatarının olmasıdır.
Beyin, diğer uzuvlar gibi biyolojik bir organdır ve hayati önem taşıyan işlevleri yerine getirir. Bu işlevlerin bir kısmı beynin kaba, kör, bilinçsiz nörofizyolojik faaliyetleri ile açıklanamaz. İnsan yapımı bilgisayarların aksine, beyinde dahili bir yazılım ya da algoritma sahip olduğu görünmemektedir. Ancak olsaydı bile, kullanılacak algoritmaları belirlemek için bilinçli seçimler yapabilme yeteneğine sahip ve yaptırım gücü olan bir dışsal etkinin olması gerekirdi. Sonuçta, yine hesaplamaların sonucunu yorumlamak için bilinçli bir dış varlığa ihtiyaç vardır. Bilinçli bir dış varlık tarafından yorumlanmadığı sürece, hesaplamaların sonuçları anlamsızdır.
Üzerinde düşünülmesi gereken diğer bir şey de, belli görevleri yerine getirme amaçlı bir ‘komutlar kümesi’ olan bir bilgisayar programı veya yazılım, yemek pişirme amaçlı bir komutlar kümesi olan bir yemek kitabından daha fazla bir yaptırım gücüne sahip değildir. İlkinde dışardan uzman bir programcıya, ikincisinde de uzman bir aşçıya ihtiyaç vardır. Kuralları belirleyen, görev dağılımı yapan ve sonuçları yorumlayan ve kullanan bilinçli bir programcı olmazsa, bir bilgisayar karmaşık bir elektrik devreleri yığınından başka bir şey değildir. Benzer şekilde, dışarıdan hükmeden ve komutlar veren bilinçli bir dış kontrolör olmazsa, beyin, amaçsızca ateşleme yapıp duran bir buji yığınından farklı bir şey değildir.
5. Elmas: Maddesi ve Işıltısı
Elmas denince akla elmasın kömür ile aynı olan malzemesi değil, ona canlılık veren ve gözleri ve kalpleri okşayan cıvıl cıvıl, rengârenk büyüleyici pırıltıları gelir. Aslında elmasın temel yapıtaşı, siyahlığı ve matlığı ile bilinen ve üzerine düşen ışığın neredeyse tamamını emen (ki siyahlığın sebebi budur) karbon elementidir. Elması baş tacı yaptıran şey, kesif olan malzemesinin kıymeti ve miktarı değil, kendisi dışındaki latif bir âlemi (ışık âlemini) içine alıp onun cilvelerini yansıtabilmesi yani gözlere gösterebilme kabiliyetidir. O yüzden en kıymetli elmas, büyüklüğü ve ağırlığı en fazla olan değil, saflığı, berraklığı ve kusursuzluğu ile ışığı en güzel bir şekilde yansıtan elmastır. Yani ışık âleminin pırıltılarını en mükemmel şekilde gösteren ve kendisi âdeta hiç görünmeyendir. O kadar ki, elmasa bakan sadece ışığın sergilediği güzellikler manzumesini görür ve malzemesi olan karbonu hiç fark etmez.
Herkesin bildiği gibi, elmasın büyüleyici pırıltılarının kaynağı kendi malzemesi değil, dış bir kaynaktan gelen ışıktır. Yani, gözleri kamaştıran o büyüleyici pırıltılar elmasın yapıtaşı olan karbon atomlarından gelmez; güneş veya lamba gibi, dışarıdaki bir ışık kaynağından gelir. Bu, elması karanlık bir odaya götürerek kolayca test edilebilir. Görülecektir ki, karanlıkta elmasın pırıltılarından hiçbir eser kalmaz; kendisi bile görünmez. Demek elması elmas yapan ve ona güzellik, büyüleyicilik ve adeta hayat veren, dışarıdan gelip onda yansıyan ışıktır. Ve ışıksız bir elmas, ruhu gitmiş bir ceset gibidir.
Elmastan çıkıyor gibi görünen ışığın dışarıdan geldiğini izah etmeye kalkmak, belki malumu ilam etmektir. Hatta abesle iştigal etmek gibi görülebilir. Çünkü bunun aksini iddia edecek kimse yoktur. Ancak, eğer dünyada karanlık diye bir şey olmasaydı ve güneş vs. gibi ışık kaynakları görünmeseydi, yani her tarafta ‘yaygın’ bir aydınlık olsaydı, acaba artık her zaman parıldayan elmastan gelen ışığı nasıl izah edecektik? Yine kolayca bu ışığın dışarıda görmediğimiz bir kaynaktan geldiğini mi söyleyecektik yoksa bu parıltıların kaynağının elmasın kendisi olduğunu mu iddia edecektik? İnsanların genelde görüşlerinin kısa olduğu ve olaylara yüzeysel baktığı dikkate alınırsa, bu durumda biz yaygın bir ışığın farkında bile olamayacağımız için (her yeri dolduran ama görünmeyen yaygın cep telefonu ve televizyon dalgaları gibi), muhtemelen nasıl olduğunu anlamasak bile, parıldayan ışıkların elmasın kendisinden geldiğini iddia edecektik ve aksini düşünemeyecektik. Böylelikle de derin bir yanılgıya düşmüş olacak, çelişkiler ve çıkmazlarla boğuşup duracaktık. Örneğin, tek bir karbon atomunun (veya grafit hâlinde dizilen birçok karbon atomunun) ışık vermediğini görecek ve yapıtaşında olmayan bir özelliğin bütününde nasıl olabileceği temel sorusuna cevap arayacaktık.
Bir kısım araştırmacılar karbon atomunu en ince ayrıntılarına kadar inceleyip ışığın atomun neresinden kaynaklandığını anlamaya çalışırken, ışık vermeyen grafitle ışık veren elmas arasındaki farkın, atomlarda değil atomların diziliminde olduğunu fark eden diğer araştırmacılar da ışığın sırrını atomların kendilerinde değil, dizilimlerinde yani atomlar arası bağlarda arayacaktı. Delil olarak da elmasın şekli ve kesimi değiştikçe verilen ışığın nasıl değiştiği gösterilecekti. Sonunda birbiriyle çelişen ve kafaları karıştıran birçok teoriler ortaya atılacak, bazı teoriler reddedilirken bazıları da tutarsızlıklarına rağmen daha iyisi olmadığı için bir süreliğine de olsa kabul görecekti. Ve temel yanılgı içindeki bu araştırmalar bilimsel çalışma olarak sunulacaktı. Elmastaki parıltının kaynağını elmasın dışında arama önerileri, bazı araştırmacılar tarafından hayali veya bilimsel olmayan bir yaklaşım olarak değerlendirilecek ve belki hiç kale alınmayacaktı.
Bu önyargılı yaklaşım, bilimin önünü açmak yerine bir set oluşturacak ve bilimin önünü tıkayacaktı. Bilim tarihine bakıldığında, bilim dünyasındaki en büyük açılımların, kutu dışında düşünmenin yani ‘alışılmışın dışında’ yaklaşımların sonunda gerçekleştiğini görürüz (Einstein’ın bir asır evvel klasik mekaniğin katı kurallarından sıyrılıp izafiyet teorisini ortaya atması gibi).
Yukarıdaki tartışmalar ışığında, elmasın gerçekliğini şöyle ifade edebiliriz: Elmas = Karbon + Işık. Yani elması elmas yapan ışıktır; daha doğrusu ışığı içine alıp yansıtabilme özelliğidir. İlginçtir ki elmasın etrafı da ışıkla doludur, ama biz her tarafı kuşatan o ışığı fark etmiyoruz bile. Bu görmediğimiz ışık, aslında uzay dahil her tarafta vardır. Ama biz ışığın pırıltılarını elmas gibi ışığı alıp yansıtan şeylerde görürüz. O yüzden denilebilir ki karbon maddesinden yapılmış olan bir şey, eğer ışığı alıp yansıtabiliyorsa elmastır; yoksa grafittir. En değerli elmas, ışığı optik bilimi kurallarınca en harika şekilde yansıtandır. Dolayısıyla, elması keserken ve işlerken göz önünde tutulan temel şey ışıktır ve ışığı yansıtma özelliğidir. İyi bir elmas sanatkârı olmanın birinci şartı da ışığı ve özelliklerini iyi bilmektir.
Görüldüğü gibi, elmasın gerçekliği ve göz kamaştıran büyüleyici pırıltılarının sırrı, ancak her tarafta yaygın olan ışık âleminin varlığını fark edince ve elmasa karbon ve ışık âlemlerinin uyumlu bir birlikteliği olarak bakınca anlaşılır. Bu basit gözlem, varlıkların mahiyetini anlamakta sihirli bir anahtar rolü oynayıp çevremizi algılayışımızı ve varlıklar hakkındaki anlayışımızı derinden etkileyebilir. Madde, yer kaplamakla karakterize edildiği için, elektromanyetik dalga olan ve yer kaplamayan ışık, madde olmayan varlıkları anlamak için iyi bir basamak işlevi görebilir. Öyle görünüyor ki, yüzlerce elektromanyetik dalga (cep telefonları, televizyon sinyalleri, radyo dalgaları) yer işgal etmeden uzayda aynı noktada var olabiliyorlar.
Bilim tarihinde en çığır açıcı buluşlardan bazıları en saçma fikirlerden gelmiştir. Einstein’ın söylediği gibi ‘Eğer bir fikir başta uçuk gelmiyorsa, o fikir için umut yok demektir’. Bu yüzden varoluş hakkında yeni fikirlere açık olmak önemlidir. Doğrudan gözlemlenmemiş olsa bile, diğer varlıklar üzerinde gözlenen etkiler ve mevcut bilinenlerle tutarlılık, çoğu zaman varlığı saptamak için yeterlidir. Örneğin, bilim camiası, kendisini direk gözlemlemediği halde sadece gök cisimleri üzerindeki kütle çekim etkisini gözleyerek, karanlık maddenin varlığını kabul etmekte hiç zorlanmamıştır.
Akıl ve bilinç, daha önce ifade edildiği gibi, nöronların miktarıyla doğrudan bağlantılı değildir. Bu, elmasın göz alıcı parlaklığının karbon atomlarının miktarı ile değil dizilimleri ile bağlantılı olması gibidir. Büyük bir grafit kütlesinin matlığı da bunu göstermektedir. Işığın elmasın kendisinden değil de bir lamba veya güneşten kaynaklandığına bakılırsa, elmastaki parlaklığın kaynağı onun kristal yapısı olmadığı da açıktır. Bir karbon yapı, ancak karbon atomları ışığın art arda yansımasını ve kırılmasını mümkün kılacak şekilde dizilince rengarenk parıldayabilmektedir. Bu akıl yürütme, birçok önde gelen fen bilimci ve felsefeci tarafından savunulan ‘tezahür’ teorisiyle uyumludur. Bu teoriye göre, parçalarda mevcut olmayan ancak bütünde olan nitelikler, bütün tarafından edinilen tezahürsel niteliklerdir. Yani, bütünün, parçalarının toplamından daha büyük olması, sayısız gözlemlerle teyit edildiği gibi, geçerli bir fiziksel olgudur.
Filozof J.R. Searle, tezahür olgusunun akıl ile nasıl ilişkilendirildiğini şöyle açıklar: ‘Akılsız madde parçaları, kümelenmeleri nedeniyle akıl üretebilirler. Akılsız madde parçaları belirli dinamik yollarla organize olmuşlardır ve aklı oluşturan bu dinamik organizasyondur. Gerçekten de insan, aklın ortaya çıkmasını mümkün kılan dinamik organizasyonun yapısını suni olarak yapabilir.
Akıl edinmede organizasyonun kilit rol oynadığı iddiası akla yakındır, ancak organizasyonu aklın kaynağı olarak görmek, akılsız maddeyi aklın kaynağı olarak görmek kadar sorunludur. Organizasyon, aklın dışardan edinilmesi için gerekli şartları oluşturabilir. Ama, akıl üretme konusunda, organizasyon, akılsız maddenin yapamadığını hiç yapamaz. Searle, ayrıca ‘yazılım donanıma neyse, zihin de beyne odur’ benzetmesini ifade eder. Bu nedenle, Searle, yazılımlar uygun herhangi bir donanımda çalışabildiği için, beynin zihin için fazla bir şey ifade etmediği ve zihni anlamanın yolunun beyni incelemekten geçmediği çıkarımını yapar.
“Değişik Bir Evren” adlı kitabında, 1998 Fizik Nobel Ödülü sahibi Robert Laughlin, fizik kanunlarının kaynağının mikro âlemde yani atom altı dünyada olmadığını, makro âlemde hiç yoktan tezahür ediverdiğini ifade eder: “Fiziğin en temel kanunları (Newton’un hareket kanunları ve Kuantum mekaniği gibi) aslında tezahürseldir. Bu kanunlar büyük madde yığınlarının özellikleridir. Ve onların kesinliği, çok yakından tetkik edildiğinde, hiçlik içine kayboluverirler.” Laughlin hava durumu gibi bazı basit organizasyon fenomenlerini inceledikten sonra şu iddiayı dile getirir: “Bu basit durumlarda biz ispat edebiliyoruz ki organizasyon kendine has bir mana ve hayat kazanabilir ve kendisini oluşturan parçalarına nüfuz etmeye başlayabilir. Ve bir bütünün parçalarının bazı görünür özelliklerinin kökeninin bütünde hükmünü icra etmekte olan organizasyon prensibi olduğu argümanını öne sürer. O kadar ki bütünün mahiyeti, parçalarının mahiyetlerinden bağımsızdır: ‘Eğer basit bir fiziksel hadise efektif olarak kendisinin gelmiş olduğu daha temel kanunlardan bağımsız olabiliyorsa, biz de olabiliriz. Ben karbonum, ama öyle olmaya muhtaç değilim. Benim yapılmış olduğum atomlara nüfuz eden bir manam var.’
Eğer önerilen elmas-ışık analojisi geçerli ise, o zaman akıl ve bilinç için önemli olan sadece nöronların sayısı ve sinapslardaki ateşleme oranı değildir. Belki de daha önemli olan şeyler nöronların göreceli pozisyonları ve hatta akıl ve bilinç edinimi veya tezahürü için uygun bir yapı oluşturan ateşleme paterni yani düzenidir. Bu analoji, elmas maddedir (karbon atomlarından yapılmıştır) ama onda yansıyan ışık farklı tür bir varlıktır (madde değildir, ama hala fizikseldir) diye daha ileriye taşınabilir. Benzer şekilde, nöronlar ve beyindeki nöron aktiviteleri fizikseldir ama akıl ve bilinç farklı tür varlıklardır (fiziksel değildir). Keza, organik madde olarak beyin, elmas gibi karbon bazlıdır; akıl ve bilinç ise görünmez ışık gibidir. Bilinç ışığı, farkındalığı çağrıştırmak için varlığı aydınlatırken, akıl ışığı biyolojik gözlerle görülemeyen nitelikleri ortaya çıkarır.
6. Kitap: Maddesi ve Manası
Beyindeki nöronlar, bir kitaptaki kelimeler gibidir. Harf, sembol veya seslerin bir araya getirilmesinden oluşan bir kelime, kitaptaki diğer kelime veya cümlelerin varlığının ve anlamlarının farkında olmak şöyle dursun, kendi varlığının ve anlamının bile farkında değildir. Eğer kitaptaki tüm kelimeler, cümleler ve bölümlerin farkında olan bir “bir” varsa, o “bir,” fiziki kitabın bir parçası olmamalıdır. Hatta kağıt, mürekkep ve harf şekillerinden oluşan kitap ile aynı türden olmamalıdır. Onun yerine, kitabın tamamını algılayan bir “zihin” olmalıdır. Böylelikle, kitap, tüm kelime, cümle ve bölümlerin anlamları ile birlikte, kitabın yazar veya okuyucularının zihinleri gibi, fiziksel olmayan tüm zihinlerde var olur.
Bir kelime (veya cümle) fiziksel harf, şekil veya seslerden oluşan, ve beden ve ruh gibi, sübjektif anlamlarla kaynaşmış bir matristir. Kişi, fiziksel kelime ile ona atfedilen anlamı bir bütün olarak görmeye meyillidir. Ancak, kişi, sözdizimi ile anlamı birbirinden ayırmadıkça, anlamı doğru bir perspektife koyamaz. Aslında, yazılı veya sözlü bir kelime, kendinden kaynaklana bir anlamı olmayan, sadece yüklenilen anlamı taşıyan bir matristir. Kelime, anlamını, dile hakim olan dikkatli ve bilinçli bir zihinden alır.
Eğer kitap, bir şekilde bilinçli olsaydı, yani içindeki tüm kelime ve cümlelerin anlamları dahil tüm içeriğin bilincinde olsaydı, o zaman kitabın anlamlardan oluşan ve içindeki her kelime ve cümleye nüfuz eden ruh gibi sübjektif bir avatarı olurdu. Bu ruh, maddeden daha üst seviyede bir varlık olacaktı, ve fiziksel olarak hiçbir yerde olmadan, kitabın her yerinde – her bir harf, kelime ve cümlede – olacaktı. Mürekkep ve kâğıttan ibaret olan tüm fiziki kitabın üzerinde tam hüküm sürecekti. Tutarlılık ve uyumluluk için, bu ruhun kendisinin kendine has bir “kontrol merkezi” ya da “zihni” olacaktı. Ayrıca, kendini tanımlaması için bir benliği, ve tüm kitabı aynı anda görebilmek ve tüm kitap üzerinde kontrol sağlamak için bir hayal gücü olması gerekirdi. Basılı kitap kabuk konumunda kalırken, zihin veya ruh özü teşkil ederdi.
İlginçtir ki, bir cümlenin anlamı kelimelerin anlamlarının toplamı değildir; kelimelerin konumlarının da önemi vardır. Örneğin ‘Ben kahve severim ama çay sevmem’ cümlesindeki ‘kahve’ ve ‘çay’ kelimelerinin yerini değiştirdiğimizde, kelime içeriği aynı kalmasına rağmen cümlenin anlamı tamamen değişecektir. (Benzer şekilde, bir kelimenin anlamı, harflerin anlamlarının toplamı değildir; çünkü harfler anlamı olmayan sembollerdir). Bununla birlikte, anlam fiziksel bir varlık değildir, gözle görünmez, aletlerle algılanıp ölçülemez, laboratuvarlarda test edilemez. Fakat bu durum, anlam veya semantiğin, var olmakla kalmayıp, kelime veya sözdizimden daha önemli olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu değerlendirmeye dayanarak, fizik-dışı bir anlam dünyasının var olduğu, ve bu anlam dünyasıyla etkileşime giren harf dizimlerinin anlam kazanıp anlamlı kelimeler haline geldiği iddia edilebilir. Benzer şekilde, anlamlar dünyası ile başarılı bir şekilde etkileşime giren kelimeler topluluğu da anlamlı bir cümle haline gelmektedir (bu durumda anlamların, arayüz olarak, bilinçli varlıkların sübjektif zihin alemlerinde yer aldığı açıktır).
Öyle görünüyor ki, bir cümlenin sahip olduğu anlam, cümleyi inşa etmek için kullanılan kelimelerin kendileriyle beraber, kelimelerin nasıl organize edildiklerine de bağlıdır. Bu nedenle, söz ve yazıda amaç anlam olsa da, sözdiziminin önemi göz ardı edilmemelidir. Keza, sözdizimin bir yaptırım gücü ve anlam yükleme mekanizması yoktur. Ve kişi, kelimelerdeki harflerin ve hatta harflerdeki atom ve moleküllerin derinliklerine inerek anlam çıkaramaz. Ancak, sözdizimi ve anlam arasındaki ilişki ve etkileşim mekanizması hakkında derin bir anlayış geliştirerek ve altta yatan temel dinamikleri keşfederek, kişi anlamlarla oynamak için sözdizimi araçları geliştirerek avantaj elde edebilir. Aynı yaklaşım bilinçli varlıklar ve bilinç için de geçerlidir.
Anlam dışarıdan edinilir, içeriden üretilmez; ve bu yüzden tezahürsel bir olgudur. Eğer bir cümledeki kelimeler karıştırılırsa, yeni kelime dizininin hiçbir anlamı olmayabilir ve dolayısı ile cümle anlamını tamamen yitirebilir. Karıştırılmış cümle de değersiz bir kelime yığını olur; hatta ona artık cümle bile denmez. Elbette kelimeleri teker teker silinen bir cümle tüm anlamını yitirecektir; ancak bu durum, harf, sembol veya ses kümecikleri olan kelimelerin cümlenin anlamının kaynağı olduğu anlamına gelmez. Üzerine yazılmış olduğu kâğıdı yakarak, bir kelime veya cümleyi yok edebilirsiniz. Ancak o kelime veya cümlenin anlamına zarar veremezsiniz. Çünkü o anlam yeniden yazılmış bir kelime veya cümle gibi uygun bir kalıpta yeniden ortaya çıkıverecektir. Doğaları gereği, anlamların üzerinde yansıdığı matris veya kalıplar zayıf ve geçicidir; ama anlamlar sağlam ve zaman üstüdür.
Bu noktada şu soruyu sormak uygun olacaktır: Büyük bir harf yığınının, kör ve akılsız doğa kanunlarının sebep-sonuç ilişkilerinin etkisi altında meydana gelen bir dizi rastgele olaylar zincirinin bir sonucu olarak, bir milyar yıl beklenmiş olsa bile, kendiliğinden anlamlı kelime, cümle, bölüm ve kitaplar olarak dizilme ihtimali nedir? Bu sorunun cevabını herhalde herkes tahmin edebilir. Şimdi daha basit bir soru: Bir miktar maddenin, kendiliğinden, sadece doğal etkenlerin etkisi altında, tarihi bir kişiliğin heykeli gibi anlamlı bir şekle bürünme ihtimali nedir?
Örneğin Kapadokya vadisinde birbirinden farklı yüzlerce peri bacalarına bakan bir kişi, bunların yağmur, dolu ve rüzgar gibi kasıt ve irade ile alakası olmayan kör doğal olayların etkisi sonucu oluştuğu kanaatine varabilir. Çünkü peri bacaları arasında hiçbir düzen ve intizam yoktur, hiçbir amaç ve faydalılık gözetilmemiştir, hiçbiri bir özenle yapılmamıştır ve yapımlarında hiçbir kural ve kaide kullanılmamıştır. Aynı şey yeraltı mağaraları için de söylenebilir. Ama peribacalarının altındaki yeraltı şehirlerine inen ve oradaki evleri, merdivenleri, sütunları, duvar ve tavanlardaki resimleri ve sanatlı işlemeleri ve hatta özel havalandırma bacalarını gören kişi, bunların akıl ve ilim sahibi varlıklar yani insanlar tarafından belli bir amaçla yapıldığı kanaatine varır – etrafta hiçbir insan görmese bile. Çünkü bir amaç gözeterek, ölçerek, faydalılık ve kullanışlılığı esas alarak, özenerek ve sanatla yapmak, ancak ilim, irade ve beceri gücü ile olur. Ve bu nitelikler sadece insan gibi bilinç sahibi varlıklarda mevcuttur.
Biz o yeraltı evlerini yapanları hiç görmedik ve onlar hakkında hiçbir bilgimiz yok. Bildiğimiz ve emin olduğumuz tek şey, o gayet fonksiyonel ve sanatlı yapıların, sıradan bir mağara gibi, doğa kanunlarının ve doğa olaylarının bir sonucu olarak meydana gelmediği, dışarıdan gelen ve kayaları istediği gibi oyabilen akıllı varlıklar tarafından görerek ve bilerek yapıldığıdır. İlginçtir ki yerde mozaik taşları ile yapılmış bir insan resmini gören bir kişi, o resmi hemen bir kasıtla yapan hiç görmediği akıl ve irade sahibi bir sanatkarla ilişkilendirirken, canlı bir insan olan kendisini hiçbir kasıt ve iradesi olmayan doğa kanunları ve bu kanunların etkisi altında gayesiz olarak savrulan madde parçacıkları ile ilişkilendirmektedir.
7. Mutfaktaki Sihirli Yemek Kitabı
Bir düşünce deneyi olarak, içinde detaylı bir yemek kitabı ve kitaptaki tariflere uygun olarak hazırlanmış çeşitli yemeklerle dolu bir yemek masası olan bir mutfağa girdiğimizi düşünelim. Kâğıt ve mürekkepten ibaret bu yemek kitabının, bilgili, maharetli ve bilinçli büyük bir şef gibi yemekleri hazırladığını ve onları masaya servis ettiğini düşünmek ne kadar mantıklıdır?
Şimdi farz edelim ki pizza gibi belirli bir yemek hazırlanacağında, yemek kitabı kendiliğinden açılıyor ve üzerinde detaylı pizza tarifinin olduğu sayfaya gelince kitap o sayfa açık kalacak şekilde duruyor. Sonra, tüm malzemeler, tarifte belirtilen miktarlarda tezgaha hareket ediyor ve tarifte belirtilen işlem sırasına göre karışmaya ve pizzaya dönüşmeye başlıyor. Ve nihayet hazırlanan pizza belirtilen sıcaklıktaki fırına giriyor ve yine tarifte belirtile süre fırında kalıyor. Pişen pizza da herkesin gözü önünde servis masasına hareket edip sofrada yerini alıyor. Herhalde bu sihirli mutfağı seyreden herkesin şaşkınlıktan ağzı açık kalacak, gözleri fal taşı gibi açılacaktır.
Seyirciler arasındaki çocuklar, izledikleri bu “büyük sihirbazlık şovu”nu fazla sorgulamadan son derece eğlenceli bulacaklar ve “pizza perisi” açıklamasını da yeterli göreceklerdi Yetişkinler ise, hayatları boyunca hiç böyle bir şey görmedikleri için bu şovu tedirginlikle izleyeceklerdi. Önceleri belki de mutfakta, nesneleri görünmez kılan yüksek teknolojili bir boya ile boyanmış bir “görünmez şef”in olduğunu düşüneceklerdir. Bu düşüncenin nedeni açıktır: Mantıken, görünmez bir elin yapıyor göründüğü bu işleri, ancak yemek kitabını okuyabilen, tarifleri anlayabilen ve gerekli bilgi, beceri ve yetkinliğe sahip olan akıllı ve bilinçli bir varlık yapabilir. Fakat yemek kitabında bu üst düzey niteliklerin hiçbiri yoktur.
Bazı çekişmeli tartışmalardan sonra, bazı seyirciler muhtemelen mutfakta hiç görünmemesi ve konuşmamasına rağmen, bir hayalet gibi görünmez bir şefin varlığı fikrini benimseyecekti. Diğerleri görünür olan şeylere sadık kalıp tüm bunları yemek kitabının yaptığı görüşüne katılacaklardı. Sonra bu kitabın bu harika özellikleri nasıl edindiği gibi sorulara cevap arayıp bu esrarengiz yemek kitabının sırlarını keşfetmeye çalışacaklardı. İlk gruptakilerden bazıları bu gizemli şefin mahiyetini anlamanın yollarını araştıracaktı. Ve buldukları zaman da, ‘görünmez sürücü kitabı’ gibi, normal sürücüler gibi araba sürebilen benzer ürünler icat etmek için bir mekanizma geliştirmeye girişeceklerdi. İkinci gruptakiler, görünmez şefin bütün özelliklerini kağıt ve mürekkepten oluşan görünür yemek kitabına vermekle, aslında görünmez şefin varlığını dolaylı olarak kabul etmekte, ancak gizemi kitabın içine gömmektedirler. Böyle yaparak da düşüncenin önünü kesmiş olmaktadırlar.
İlginçtir ki, yukarıda anlatılan sihirli yemek kitapları ile birlikte büyümüş olsaydık, sihirli mutfakta olup biten her şeyi sıradan şeyler gibi görmeye alışmış olacaktık ve bu konuyu sorgulamaya bile gerek görmeyecektik. Sadece hazır önümüze gelen yemeğin tadını çıkaracaktık – ağaçlarda yenmeye hazır meyveleri koparıp yediğimiz gibi. Zaten, döllenmiş bir yumurtayı 21 gün vücut sıcaklığında tutunca, yumurtanın beyazı ve sarısı, her tarafı kapalı karanlık bir kabuk içinde, mucizevi bir şekilde gözleri, bacakları ve güzel ve renkli tüyleri olan canlı bir civcive dönüşünce, hiç kimse şaşırıyor mu? Muhtemelen hayır. ‘Tabiat ana yaptı’ açıklaması bizim için yeterli oluyor ve bu gizemli tabiat ananın kim olduğunu ve nasıl hiçbir yerde değilken her yerde olduğunu sormuyoruz bile. Ama eğer biri iPhone’un yapımında kullanılan tüm maddeleri, bütün tasarım planları ve detaylı üretim talimatlarıyla birlikte, bir torbaya koysa ve bize bir hafta sonra torbadaki malzeme karışımı talimatlar doğrultusunda kendini iPhone’a dönüştürecek dese, herhalde gülüp geçecek ve kişiye başka kapıya gitmesini söyleyecektik. Çünkü böyle bir şey hiç görmedik.
Yemek kitabında, mantarın üzerini çizip yerine ekstra peynir yazmak gibi bir değişiklik yapsak ve değişikliklerin bir sonraki pizza yapımında aynen kullanıldığını görmek bile herhalde bizi şaşırtmazdı. Ve tarifi manipüle ederek, yeni malzemelerin mutfakta olmasını sağlayıp istediğimiz içerikte pizza yapabilme yeteneğimizden dolayı kendimizi çok akıllı ve güçlü hissederdik. Ayrıca, yemek tarifi metinlerinde, yemek kitabı tarafından okunan, anlaşılan ve kendi orijinal metniymiş gibi işlem gören değişiklikleri yapabildiğimiz için, kendimizle gurur duyardık. Ancak yemek kitabının bir sonraki akşam yemeğinde hangi yemekleri yapmaya nasıl karar verdiğini hep merak edip dururduk.
8. Gül ve Güzelliği
Diğer bir düşünce deneyi olarak, birbirinin tamamen aynı olan iki gül alalım ve bunlardan birini iyice ezerek çamur haline getirelim. Sonra da bu iki gül arasında herhangi bir fark olup olmadığını soralım. Herhâlde böyle bir soru çok tuhaf bulunacak ve gülün bir parça çamur ile karşılaştırılamayacağı söylenecektir. Ancak gül ile onun çamur ikizi analiz için bir kimya laboratuvarına gönderilecek olursa, laboratuvar raporu madde olarak her ikisinin aynı olduğu şeklinde gelecektir. Yani madde olarak, bir gül ile onun ezilmesinden oluşan çamur arasında hiçbir fark yoktur. Ama bu ikisi açıkça farklıdır ve aralarındaki fark madde olmadığına göre tamamen madde-dışı yani manadır. Bu demektir ki, gülün çamurunda olmayan her özellik mana ile alâkalıdır. Ve manası yanında gülün maddesinin kıymeti neredeyse bir hiçtir. Yani gülü gül yapan maddesi değil, o maddede yansıyan manadır. Gül âdeta bir mana taşıyıcısıdır, ve güzel manalar göndermek istenildiğinde, akla gelen ilk şey güldür.
Öyle görünüyor ki güzellik uyum, denge ve düzenden doğan ölçülülük, uyumluluk ve ahenk üzerinde ışıldayan cazibeli fizik-dışı bir ışıktır – tıpkı normal ışığın kusursuz bir elmasta mükemmel bir kristal yapı oluşturacak şekilde bir araya gelen karbon atomlarında ışıldaması gibi. Gülü güzel yapan herhâlde atomlarındaki güzellik değildir. Zira canlı bir güldeki bir hidrojen veya azot atomu ile ezilip çamur hâline getirilmiş bir güldeki hidrojen veya azot atomu birbirinin aynıdır. Gülün bütününde olan yapı taşlarında yoktur, ve dolayısıyla gülün güzelliği kendisinden yani maddesinden değil, dışarıdan geliyor olmalıdır – elmasın göz kamaştıran pırıltılarının dışarıdaki bir ışık kaynağından geldiği gibi. Gül ve diğer güzel şeyleri güzel yapan, bu fizik-dışı güzellik ışığını alma ve yansıtma özelliğidir. Ve öyle görünüyor ki insanın mahiyetinde, bu sübjektif güzellik ışığını sezip algılayabilen ve onu işleyip hazza dönüştürebilen bir özellik vardır.
Gözlem ve Analojilerden Çıkarımlar
Beyni de içeren insan vücudunun tamamı, başta hidrojen, oksijen, karbon ve azot olmak üzere atomlardan oluşur. Bu atomlar havada, suda, toprakta ve yiyeceklerde karşılaşılan atomların aynısıdır. Beynin bu temel yapı taşlarında, herhangi bir şekilde, akıl ya da bilinç olmadığı açıktır. Tüm atomların temel yapı taşları, yine aklı ya da bilinci olmayan atom-altı parçacıklar olan elektron, proton ve nötronlardır. Ayrıca, elektrik akımı denen şey, elektron ve iyon gibi yüklü parçacıkların hareketlerinden ibarettir. Kimyasal reaksiyonlar veya elektrikli ve elektronik cihazların çalışması sırasında gözlemlenen elektrik yüklü parçacıkların hareketi, hiçbir zaman akıl ya da bilinç üretmemiştir. Dolayısıyla, beyinde karşılaşılan unsur ve süreçlerin herhangi bir şekilde akıl ya da bilinç edindiğinin veya ürettiğinin asla görülmemiş olması hiç de şaşırtıcı değildir. Bu yüzden, beyindeki aktivitenin bilinçli zihinsel olgulara sebep olduğu ön kabulünün geçerli bir dayanağı ve mantıklı bir gerekçesi yoktur. Yine de beyin, akıl ve bilincin gözlemlendiği yerdir – elmasın ışık parıltılarının gözlemlendiği yer olduğu gibi. Burada bir şekilde tutarlılık sağlanmalıdır.
Nöronlar, dendritik sinapsları aracılığıyla son derece karmaşık sinyal iletimini ve bilgi işlemeyi yapıyor olabilirler. Ancak, nöronlar ne yaptıklarını bilemezler – aynen bir bilgisayardaki transistorların ne yaptıklarını bilmedikleri gibi. Ayrıca, bir bilgisayardaki transistorların diğer bilgisayar parçalarına bir şey yaptırma güçleri olmadığı gibi, beyindeki nöronlar da kendilerini diğer vücut organları üzerine empoze edemez ve onlara emir verip bir şey yaptıramaz. Bu yüzden, insan zihni ve bilincinin beyindeki nöronların yoğun sinyal faaliyetlerinden kaynaklandığına dair mantıklı bir argüman geliştirmek pek makul görünmemektedir. Üstelik, iç gözlemsel olarak bakıldığında, birbiri ile sinyal alışverişi yapan milyarlarca nöronun ne yapacağımızı, ne düşüneceğimizi veya ne hissedeceğimizi bize empoze etmesinden ziyade, bizim, düşüncelerimizi, dikkatimizi ve tercihlerimizi dışsal olarak kendi irademizle kontrol ettiğimiz görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Olaylara farklı bir bakış açısından bakmayı seçmek bile düşüncelerimizi, hislerimizi, kararlarımızı ve davranışlarımızı değiştirebiliyor. Biz, kararları ve hareketleri bilgisayarında yüklü yazılımı tarafından belirlenen ve aracın fren ve direksiyon gibi çeşitli kısımlarına yönelik girdi sinyalleri ve çıktı komutlarını işleyen şoförsüz araçlar gibi değiliz. Bu sebeple, şoförsüz araçların hareketleri öngörülebilir, ama insanların davranışları öngörülemez.
Parçalarında bulunmayan bir şey eğer bütününde varsa, o şey dışarıdan geliyor demektir – tıpkı, kendisi ışık vermediği için, elmastaki parıltıların dışarıdaki bir ışık kaynağından geliyor olması gibi. O yüzden, akıl ve bilinç gibi fiziksel olmayan nitelikler, beynin içindeki unsurlardan değil, beynin dışından gelmelidir. Beyin araştırmaları, bu düşünce tarzı ve mantık çizgisi ile, beynin içeriğini, akıl ve bilinç gibi manaları edinme ve barındırmaya uygun hale getiren, derlenme düzenine odaklanarak başarı şansını yükseltebilir.
Bilinç, kendini ve dış dünyayı hissetmek ve tecrübe etmekle ilgilidir. Beş duyu, düşünce, hayal gücü ve hisler gibi farklı sezme ve tecrübe etme kanallarına ve beynin farklı kısımlarında farklı işleme merkezleri olmasına rağmen, sezgi ve tecrübe etmede birlik vardır. Bu yüzden, bedenin bir parçası olmayan, ancak tek başına tüm bedenin farkında olan ve bütün tecrübeleri yaşayan bir “bir” olmalıdır. Ve bu “bir”, bilincin kendisi fiziksel olmadığı için, fizik-dışı olmalıdır. Bilincinde olduğumuz bir şey, kendi varlığımızdır. Yani biz, sezgisel olarak var olduğumuzun farkındayız. Ve bir yerlerde, fiziksel olarak hiçbir yerde olmayan, bir “ben” vardır. Bu öz farkındalık duygusunu takdir etmek için, kişinin kendini bir robotla karşılaştırması yeterlidir. Öyle görünüyor ki bu “ben” içimize bakar ve tüm beliğimizi birden görür; sonra dışarıya bakar ve dış dünyayı aynı anda görür.
Fizikalist (veya materyalist) görüşlerde, ‘ben’ beyin tarafından üretilmiş bir yapıdır. Düalist görüşlerde ise bu ‘ben’ vücuttan ayrıdır ve bir şekilde beyne bağlıdır. Rene Descartes onu ‘zihin’ olarak adlandırmıştır. “Zihin” kelimesi, fiziksel beden dışındaki her şeyi içeren geniş bir anlamda kullanılır ve daha çok “ruh” olarak bilinir. Hayat, özgür irade, akıl ve bilinç gibi sübjektif şeyler, iç alemin objeleridir. Bunlar zihin veya ruhun farklı yüzleridir – tıpkı dış fizik aleminin, bedenin öğeleri olan beş duyunun objesi olması gibi. Onlar da vücudun bileşenleri olan zihnin veya ruhun yüzleri gibidir. Bunun kanıtı, sübjektif iç dünyamızdır. Öyle görünüyor ki beyin, beden ile ruh arasındaki arayüzdür. Ve yaptırım gücü beyinde değil, ruhtadır.
Örneğin birisi ayağını sehpaya çarpıp incittiğinde, kişi o ağrıyı tam incinen yerde hisseder. Ancak incinen yerde üretilen elektrik sinyalleri sinirler tarafından omurga yoluyla beyne iletilip orada işlendiği ve yorumlandığı için, kişi ağrıyı aslında başında hissetmelidir. Eğer bu sinir bir şekilde hasar görmüşse ve beyne sinyal ulaşmazsa, kişi hiç ağrı hissetmez. Bu durumda ayak, hissini kaybetmiş olurdu. Materyalist bakış açısında, beyin bir şekilde tüm uzuvların içinde yer aldığı bedenle iç içe girmiş hologram gibi 3-boyutlu sübjektif bir beden imajı oluşturur ve ağrıyı doğru beden konumundan yayar. Bu durum, sübjektif bir beden veya avatarın varlığını kabul etmeye yönelik güçlü bir delil oluşturmaktadır. Nitekim bir uzvu kesilmiş insanların yaklaşık %80’i, olmayan uzuvlarında sıcaklık, kaşıntı, basınç ve ağrı gibi çeşitli duyguları hissettikleri tahmin edilmektedir. ‘Hayalet uzuv’ olarak bilinen bu olguyu yaşayan insanlar, kaybettikleri uzuvlarını hala bedenlerinin bir parçasıymış gibi hissederler. Kartezyen düalistik bakış açısında ise, her türlü duygularla donanmış ve bedenin tüm uzuvlarına nüfuz eden fizik-dışı bir ruhun varlığı öngörüldüğü için bu tür beden-dışı tecrübeleri açıklamak kolaydır. ‘Bilim’ olarak sunulmuş materyalist ideoloji ile yetiştirilmiş olduğumuzdan, fizik-dışı realite ile barışık olmak için kendimizi zorlamak zorunda kalıyor olmamız talihsizliktir.
6 YAPAY ZEKÂ ve AKILLI CİHAZLAR
Yapay zekânın tarihi, bilim insanları kendilerini geliştirebilecek ve yalnızca insanlar tarafından çözülebilen sorunları çözebilecek bilgisayarları tartışmak için toplandıkları 1950’li yıllara kadar uzanmaktadır. Gerekirse nöronlar yerine silikon çipler kullanarak, beynin varsayılan empoze edici güçlerini suni olarak var etmek suretiyle, bilincin yapay olarak üretilebileceğine dair yaygın bir görüş vardır. Açıkça ifade edilmese de, bu önermede, insanın yalnızca maddeden ibaret olduğu ve zihin, hayat ve bilinç gibi fizik-dışı şeylerin olmadığı ya da o tür sübjektif şeylerin beynin bir ürünü olduğu varsayımı vardır.
Bugün fotosentezi yapay olarak yapabiliyor olmamız, bir gün bilinci de yapay olarak yapabileceğimizin delili olarak gösteriliyor. Ancak, bu ikisi çok farklı şeylerdir. Kimyasal reaksiyonlar, biyolojik sistemlerdekiler dâhil, belirli kimyasalları girdi olarak kullanır ve diğer kimyasalları ürün olarak verir. Yani hem girdiler hem de çıktılar (ürünler) fiziksel şeylerdir ve bu tarz doğal işlemlerin benzerleri her zaman yapay olarak yapılabilir. Ama çıktı veya ürün hayat, akıl ve bilinç gibi fiziksel olmayan şeyler ise, cüretli iddialarda bulunmadan önce bir kez daha düşünmek lazımdır.
Örneğin, başlı başına kafa zonklatıcı bir gizem olan hayatın kimyasal reaksiyonlar olduğu varsayılır. Ama şimdiye kadar hiçbir kimyasal reaksiyon hayat üretmemiştir ve gelecekte hiçbir kimyasal reaksiyonun yapay hayat üretmesi de beklenmemektedir. Akıllı veya bilinçli hiçbir cansız varlık olmadığı için, hayat akıl ve bilincin varlığı için bir önkoşul olarak görünmektedir. Derin öğrenme ile donanmış geleceğin çok hızlı bilgisayarlarının, elektronik devrelerindeki elektrik faaliyetinin hayat üretme ihtimali olmadığı için, teknoloji harikası bu bilgisayarların yapay bilinç kazanma şansı da yoktur. O yüzden, son derece gelişmiş canavar robotların insanları geride bırakmaları ve insanlığa varoluşsal bir tehdit oluşturmaları bir hezeyandır.
Akıl ve zekâ, insanların doğuştan gelen özellikleridir. Akıl, anlama ve idrak etme kapasitesi olarak ifade edilirken zekâ bilgi edinme ve işleme kapasitesi olarak tanımlanır. Zekâ IQ testleriyle bir şekilde ölçülebilir, ama daha sübjektif olan akıl ölçülebilen bir şey değildir. Zekânın insanlar tarafından sergilenmesi ya da zekânın hayatın belirli pratik özelliklerindeki yansıması genelde zekilik olarak ifade edilir. Ancak genellikle nüans farkları göz ardı edilir ve ‘akıllı’ ve ‘zeki’ kelimeleri yaygın olarak birbiri yerine kullanılır. Cihazların sergilediği akıllıca hareketler de genelde akıllı tabiriyle ifade edilmektedir – akıllı telefonlar gibi. Bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve bu teknolojilerle birlikte ‘nesnelerin interneti’ nin yaygınlaşmasıyla, ‘akıllı’ niteleyicisi artık akıllı telefonlardan akıllı arabalara, akıllı elektrikli aletlere ve akıllı şehirlere kadar neredeyse her şeyde yaygın olarak kullanılan bir özellik haline gelmiştir.
Son zamanlarda yollarda test edilen akıllı sürücüsüz araçların, gelecekte insan sürücülerin yerini alması beklenmektedir. Akıllı buzdolapları kullanım alışkanlıklarımıza ve mevcut stok miktarına bağlı olarak yerel marketlere yeni sipariş vererek, zekâlarıyla bizi devre dışı bırakacaklar. Bulaşıkları normalden çok daha az su ve enerji kullanarak yıkamak için yapmamız gereken tek şey, kirli tabakları, yıkayacak, durulayacak ve kurutacak olan bulaşık makinesinin içine yerleştirmektir. Amazon’un Alexa, Apple’ın Siri, Google’un Now ve Microsoft’un Cortana sanal asistanları gibi akıllı uygulamalar, ‘akıllı’ tanımını yeni bir seviyeye taşımış ve bulutta konumlandırılan kişisel dijital asistanlar gibi gelecekteki heyecan verici uygulamalar için umutları arttırmıştır. Ancak, biliyoruz ki, sergiledikleri akıl parıltılarıyla hayranlığımızı kazanan bu akıllı cihazlar, aletler ve uygulamalar, aslında bırakın akıllı olmayı, kendi varlıklarından bile haberi olmayan ve ne yaptıklarını bile bilmeyen aptal şeylerdir. Kullanıcı alışkanlıklarına ve toplanan verilere dayanarak ‘öğrendiğinde’ bile, bu cihazlar hala hiçbir şeyin farkında olmayan ve olmayacak olan varlıklardır. Her nasılsa, ipini koparan hayal gücümüz, bir şekilde bu cihazları insan özellikleri ile donatmayı başarmaktadır.
Sürücüsüz araba örneğinde, kameralar ve lazerlerden alınan görsel bilgi, araba bilgisayarına iletilen elektrik sinyallerine dönüştürülür. Yol ve trafik durumu hakkında bilgisayar tarafından üretilen görüntü, yolcuların arabanın ne ‘gördüğünü’ görmesi için konsoldaki görüntü ekranına yansıtılır. Tabii ki, sürücüsüz araba yolcularını evden işe ve sonra tekrar eve taşıyabilir. Ancak dünyanın en güçlü bilgisayarına sahip olsa bile, bu araba ne yaptığının farkında değildir, çünkü bilinci yoktur. O yüzden kendisinin, çevresinin ya da trafik şartlarının bilincinde olamaz.
Aynı şekilde, akıllı bir telefon kullanıcısını işitebilir ve onunla konuşabilir; ama hiçbir şey anlamaz. En iyi müziği çalabilir, ama onu hissedemez. Resimler çekebilir ve resimleri en iyi görünüm için işleyebilir, ama güzelliği ya da sanatı algılayamaz. Birçok farklı modda çalıştırılabilir, ama çalıştırıldığı modu bilemez. Akıllı telefon, kendi varlığından ve kullanıcısının varlığından haberdar değildir. Akıllı telefon ne kadar ‘akıllı’ olursa olsun, mikroişlemcisi ne kadar güçlü olursa olsun ve ne kadar yeni özellik edinirse edinsin, bu durumun değişmesi olası değildir.
Fiziksel varlıklar olarak, nöronların, parıldayan bir elmastaki kristal yapılı karbonlar gibi, akıl ve bilinci anlamada elbette bir yerleri vardır. Ama nöronların rolü ve kapasitesi abartılmamalı ve hayal ile hakikat karıştırılmamalıdır. Bir kere, beyindeki nöronların kendileri bilinçli değildir. Ayrıca, nöronlar akıllı şeyler yapıyor gibi görünebilirler; ama akıllı cihazlardan, sanal asistanlardan ve hatta fotosentez yaparak gelişmiş bir kimya fabrikası gibi işlev gören sıradan bir yapraktan bile daha akıllı değillerdir.
Akıllı cihazların sergilediği akıllı davranış, ilgili teknolojiyi geliştiren ve bu cihazların elektronik beyinlerine uygun yazılımı yükleyen zeki mühendislerin zekâsının bir yansımasından başka bir şey değildir. İlk defa konuşma tanımalı bir akıllı telefon kullanan teknik bilgili bir kişi, iz sürerek, telefonun bütün zeki tavırlarının ve mantıklı konuşmalarının kökeni olarak telefonun mikroişlemcisine ulaşabilir. Ancak, telefonun akıllılığının sırlarını çözme girişiminde, eğer cihazın sürücüsü olan görünmeyen akıllı yazılımını (ve dolayısı ile o yazılımı donanıma tam uyumlu olarak geliştiren yazılım mühendislerini) hiç dikkate almadan, çabalarını sadece elektronik devrelerindeki ağır sinyal trafiğiyle sınırlı tutarsa, fazla bir sırrı çözemeyecektir. Ne kadar çok çaba harcarsa harcasın, mikroişlemcideki elektriksel aktivitenin telefondaki akıllı tavırlara nasıl sebep olduğunu anlamakta fazla ileri gidemeyecektir. Sonunda akıllı telefona hayret içinde büyük hayranlık duyacak, ama sırrını çözme konusunda bir fikri olmayacaktır.
7 ROBOTLARIN DÜNYAYI ELE GEÇİRMESİ
Büyük veri, derin öğrenme ve nesnelerin interneti, yapay bilinçli süper-zeki bilgisayar ve robotların oluşturduğu tehlikeler hakkındaki endişeleri arttırmıştır. Ancak uzmanlar, bu makinelerin programlandıkları yeteneklerle sınırlı olduğunu ve onların insanlar gibi kutunun dışından düşünme yeteneklerine sahip olmadıklarını ısrarla dile getirmektedirler. İyi bir yazılımla donanmış bir bilgisayar, dünyanın en iyi oyuncularını satranç veya başka oyunlarda, olasılıkları her adımda hesaplayarak, yenebilir. Ancak, bilgisayarlar, kendileri için belirlenmiş aktivite alanının dışında inisiyatif kullanamazlar. Ayrıca, yapay zekâ bir makineye bilinç edindirmez. Bu nedenle, ne kadar zeki olursa olsun, yapay zekâyla donanımlı bir cihaz, ne yaptığının farkında değildir ve hiçbir his veya arzusu yoktur.
Robotlar ya da güçlü mikroişlemciye sahip diğer makineler insan gibi görünebilir, konuşabilir ve davranabilirler. İnsan gibi giyinmiş gelişkin bir robot, bir insanın yüz ifadelerini ve duruşunu aynen taklit edebilir – o kadar ki onu gerçek bir insandan ayırt etmekte zorlanabiliriz. Ama onların hiçbir şeyi hissetmeyeceklerini gayet iyi biliriz. Onlar kendilerinin ve çevrelerinin farkına bile varamayacaklardır. Robotlar, günümüz bilgisayar mimarisiyle yapıldıkları sürece, bu konuda genel bir fikir birliği vardır. Ancak, insan beynini andıran fütürist teknolojilerle yapılacak olan bilgisayarlar söz konusu olduğunda, tartışmalar ve fikir ayrılıkları başlar. Benimsedikleri zihin felsefesine bağlı olarak, bazıları dijital bilgisayarların en nihayetinde insanların yapabildikleri her beceride insanlara yetişeceklerine ve hatta onları geçeceklerine inanırlar. Diğerleri ise bu fikri hiperaktif bir hayal gücünden kaynaklanan bir spekülasyon olarak görmektedir. Bilinç hakkında, neokorteksin aktif bölgelerinin görme gibi belirli bilinç tecrübeleriyle ilgili olması dışında, fazla bir şey bilmediğimiz dikkate alınırsa, bu tartışma şimdilik erken gibi görünmektedir.
Materyalist zihin felsefesini benimseyen ve beynin, nöron aktivitesinin doğal bir sonucu olarak, yaptırım gücüyle bilinç ürettiğini düşünenler, gelecekteki bilgisayarların gerçek bilinç sahibi olacağına inanmaktadırlar. Onlara göre, mevcut bilgisayarlara kıyasla, insan beyni çok gelişmiş bir bilgisayardır. Ve bilgisayar teknolojilerindeki gelişme hızı dikkate alındığında, bir gün bilgisayarların insan beyninin gelişim seviyesine erişmesi mümkündür. Sonra, hiç yoktan, bu yeterince gelişmiş bilgisayarların bilinç edinmesi ve hatta ağrı, zevk, hayatta kalma içgüdüsü ve arzu etme gibi duyguları yaşamalarını beklemektedirler. Bu zorlama ihtimal, bir gün bilgisayarların zekâ bakımdan insanları geçeceği ve insanlığı yok edeceği korkularının kaynağıdır.
Kartezyen düalizmini benimseyen ve bu nedenle ayrı, müstakil ve bölünmez bir zihin ya da ruhun var olduğunu düşünenler, insan yapımı bilgisayarların bir gün bilinç edinecekleri fikrini kategorik olarak reddetmektedirler. Onlara göre bilinç beyin aktivitesinin bir yan ürünü değildir; bilincin varlığı kendindendir. Düalizmin tezahürsel versiyonunu benimseyenlere göre ise, eğer gelecekteki bilgisayarların mimarisi bilinç belirebilecek şekilde organize edilebilirse, bilgisayarlara bilinç gelebilir.
Yapay zekâ nosyonu, bilim kurgu yazarlarının yanı sıra bilim insanları ve mühendisler arasında da, insanlardan daha zeki gelişmiş robotların dünyayı yönetmesi ve dünyadaki insanlığın varlığını tehdit etmesi gibi senaryolarla büyük bir heyecan oluşturmuş ve ilgi odağı olmuştur. Bazıları daha da ileri giderek, bilgisayarların tıpkı insanlar gibi sevgi, nefret, aç gözlülük, uzun yaşama arzusu ve varlığını devam ettirme gibi duyguları da edineceğini iddia etmişlerdir. Hatta bazı tedirgin bilim insanları, insan ırkının yok olmasını engellemek için, yapay zekâ araştırmaları ve inovasyonlarında azami dikkatli davranılması çağrıları yapmaktadırlar. Son zamanlarda Tesla CEO’su Elon Musk gibi bazı teknoloji liderleri, yapay zekâ sistemlerinin yakında insanların zekâsını geçebileceği ve o yapay-zekâlı robotların insanlığa varoluşsal bir tehdit oluşturacağı konusunda endişelerini dile getirmişlerdir. Musk, çok geç kalınmadan hükümet düzenlemeleri çağrısında bulunmuştur. Önde gelen fizikçilerden Stephen Hawking de yapay zekanın insanlığın sonunu getirebileceği endişelerini dile getirmiştir. Bazı diğer teknoloji liderleri ve bilim insanları ise bu korkuları mesnetsiz görmektedir.
Yapay zekânın gelecekteki risklerine dikkat çeken ve halk arasında korku yaratan bu tür çağrılar haklı mıdır, yoksa paranoya olup tamamen hayal ürünü ve temelsiz midir? Cevap, insan beyninin nasıl modelleneceğine ve onun doğasının ne kadar iyi anlaşıldığına bağlıdır. Beyin araştırmalarında henüz yüzeyden fazla derine inemediğimize ve beynin sırlarını anlamaktan çok uzakta olduğumuza bakılırsa, robotların bir gün insanları köleleştireceği ve dünyayı yöneteceği iddiaları tamamen spekülasyondur. Mevcut kafa karışıklığının temel sebebi, bizim aklın ne olduğunu ve aklın hayat ve bilinçle ilişkisini tam olarak anlamadaki yetersizliğimizdir. Hayatın sırlarını açığa çıkaramadığımız sürece, akıllı robotların dünyanın kontrolünü ele geçirdiklerini sadece filmlerde görmeye devam edeceğiz.
Robot – İnsan Farkı
Dünyanın en iyi mühendislerinin en ileri teknolojileri kullanarak geliştirdiği teknoloji harikası bir robot yürüyebilir, belli işleri gayet iyi yapabilir, emir alabilir ve gittiği yeri mekanik olarak görebilir. Hatta mekanik bir sesle kahkaha bile atabilir. Ama hiçbir şey hissedemez. Kütüphane dolusu bilgi yüklü olsa da ne bildiğini bilemez. Harika bir işlemcisi ve kapsamlı bir yazılımı olsa bile, sadece canlı ve akıllı varlıkların sübjektif bir niteliği olan bilinci olmadığı için, yaptığı hiçbir şeyin farkında olamaz.
Bir robot en gelişmiş bir elektronik beyne ve en ileri mekatronik bir bedene sahip olsa bile, bilinç, özgür irade ve değişik duygular geliştiremez, hayal gücü edinemez. Aniden aklına yeni fikirler gelemez. Diğer robotları sevemez veya onlara kızamaz. Onları imha etme planları yapamaz. Güzel bir çiçeği seyredip ondan zevk alamaz. Yeni yerler görmeyi arzu edemez. Bu gelişkin robot en iyi müziği çalabilir ve tek başına bir orkestranın işini bile yapabilir; ama güzel müzik dinlemenin keyfini tadamaz. Küçük bir robotu bağrına basıp şefkat gösteremez. Tükettiği bir yakıt veya enerjinin tadına varamaz. Başka bir robota acıyıp ona yardım etmeye kalkamaz. Etrafında olup biteni kavrayamaz. İyi habere sevinemez; kötü habere üzülemez. Depresyon nedir bilemez. Bir gün yaşlanıp robot mezarlığına terkedileceğim ve telef olacağım diye endişe edemez. Uzun yaşama arzusu ve ölümsüzlük özlemi nedir bilemez. Geçmişi düşünemez ve gelecek ile ilgili olarak endişelenemez. Hayal kuramaz ve gece rüya göremez. Komik şeylere ve hareketlere gülemez.
Bir robota birkaç dakikada kitaplar dolusu bilgi yüklenebilir ve robot bir anda yabancı bir dili öğrenebilir. Ama o robot yeni şeyler öğrenmekten zevk alamaz, hayrette kalamaz ve yorum yapamaz. Yeni bilgi üretemez ve inisiyatif kullanıp programında olmayan şeyler yapmayı deneyemez. Başka bir robot veya kişiyle iletişim kurabilir, ama zevkli bir duygu alışverişi olan sohbet edemez.
Yani, robotlar insanı insan yapan hiçbir özelliğe sahip olamazlar. Çünkü bu özelliklerin hiçbiri maddeden kaynaklanmamaktadır. Bir insan ile insan bedeninin bütün harika özellikleriyle donatılmış son derece gelişkin bir robot arasındaki bütün farklar, madde olmayan şeylerdir yani manadır. Ve ışığın elmasa nüfuz etmesi gibi, bedene nüfuz eden bu manaların tamamı, ruhtur.
Yukarıdaki tartışmalarda takip edilen akıl yürütme çizgisi mantığa uygundur, kendi içinde tutarlıdır ve yaygın gözlemlerle uyumludur. Eğer bu yaklaşım genel kabul görürse, canavar robotların bir gün dünyayı ele geçirmesi ve insanlığı yok etmesi fikri yüzünden uykularımızı kaçırmaya hiç gerek kalmayacaktır. Çünkü hayat ve bilinç olmadan, robotlar insanların farkında bile olamazlar, yıkıcı hisler geliştiremezler ve bu duyguları ve hayatta kalma içgüdüsünü takip edecek iradeye sahip olamazlar.
Ne kadar gelişmiş olurlarsa olsunlar, robotlar her zaman insan yapısı parçalar topluluğu olacaklardır. İnsanların mülkü olarak kalmaya da devam edeceklerdir. Bu yüzden, bir kişi eline büyük bir çekiç alıp, hiçbir yasal veya etik sorun yaşamadan, robotunu param parça edebilir. Buna karşın, evli bir çift, bebekleri için ‘Bu bebeği biz yaptık, sahibi biziz ve ona istediğimizi yaparız’ iddiasıyla, bebeklerini yok etmek şöyle dursun tacize bile maruz bırakamazlar. Aslında, çocuklar zihnen gelişip yetişkin olduklarında, tamamen bağımsız kişiler olurlar ve anne babaları onlar üzerinde hiçbir hak iddia edemez. Öyle görünüyor ki, bir kişinin maddi varlığı zihin, duygu, arzu ve bilinç gibi maddi olmayan varlığa kıyasla bir hiçtir. Zaten kişi öldüğünde ve hayatla birlikte gelen tüm madde-dışı varlığı bedenden ayrıldığında, kişinin bedenini saygıyla toprağa gömmekten başka yapacak bir şey kalmamaktadır.
8 KAPANIŞ
Geçtiğimiz yüzyılda bilim ve teknolojideki muazzam gelişmelere rağmen, zihin (veya ruh) ve onunla ilişkili akıl, bilinç, duygu ve arzular gibi sübjektif öğeler hakkında hala yaygın bir kafa karışıklığı vardır ve bir fikir birliğine varmaya yakın bile değiliz. Ancak varlığı yüzyıllardır tartışılmaya devam eden özgür irade gibi görünmez sübjektif niteliklerle uğraştığımız dikkate alındığında, bu durum pek de şaşırtıcı değildir. Zihin, farklı görüş, ideoloji ve inançların gelişmesi ve önyargıların oluşması için verimli bir zemindir. Zihin ile ilgili konuların araştırılması için üzerinde mutabakat sağlanmış bir metodoloji bile yoktur.
‘Zihin’ alanında çalışan araştırmacıların çoğu, materyalist dünya görüşünü benimsemiş olan kişilerdir. Bunların en ılımlı olanları, akıl ve bilinç gibi sübjektif şeylerin varlığını kabul ederler, ama onları sadece beyin aktivitesi sonucu oluşan nitelikler olarak görürler. En katı olanları ise, akıl ve zihnin varlığını tamamen inkâr ederek, onların sadece beyin ve beynin nörofizyolojik faaliyetleri olduğunu ifade ederler. Kartezyen düalist bakış açısını benimseyenler ise, fiziksel bedeni ve fiziksel olmayan zihni ya da ruhu birlikte tam bir uyum içinde çalışan ayrı iki varlık olarak görürler (ki ‘düalite’ ismi bu ikilikten kaynaklanır).
Sübjektif şeyler tartışılırken, en temel değerlendirme kriterleri mantıksal tutarlılık ve gözlemlere uygunluktur. Kişisel seviyede, içe bakış (kişinin vicdanının sesini dinlemesi) da önemli bir değerlendirme ölçüsüdür. Yani, kişilerin görüşleri ve inançları, hangi argümanı mantıklı bulduklarına, hangi önermeyi makul gördüklerine ve iç dünyalarından gelen sese göre değişir ve şekillenir.
Aklı ve bilinci olan bütün varlıkların hayatı da vardır. Bu yüzden denebilir ki akıl ve bilincin sırları, hayatın sırlarını çözmediğimiz sürece çözülemez. Gözlemler ışığında denebilir ki hayatın olması, akıl ve bilincin yanı sıra öz-farkındalık, vicdan, hayal gücü, düşünceler, duygular, içgüdüler ve arzular gibi diğer sübjektif niteliklerin olması için bir önkoşuldur.
Bütün sübjektif tecrübelerin birbirinden kopuk değil de bütünleşik olarak algılandığını ve herkesin içsel olarak kendini bir bütün olarak hissettiğini dikkate alırsak, bütün bu sübjektif özelliklere, kapsamlı bir sübjektif varlığın nitelikleri olarak bakmak gayet makuldür. Bu kapsamlı sübjektif varlık, dünyanın her yerinde ‘ruh’ olarak bilinir. Keza, beyindeki yaklaşık 86 milyar nöron hücreleri dâhil insan bedenindeki yaklaşık 37 trilyon hücrenin bir ‘bir’ in birimleri olarak birbirleriyle tam bir uyumluluk içinde birlikte hareket etmeleri, yine tüm bedeni bütünüyle aynı anda gören ve onu sevk ve idare eden görünmez bir birleştirici ‘şey’ in varlığına işaret eder. Belli ki öyle bir ‘şey’ madde olamaz ve insan bedende maddi bir parça olarak yer alamaz. Bu yüzden, bazı teolojik ve düalist geleneklerde, sübjektif ruhun bedenden ayrılması olarak nitelendirilen ölümden sonra, bedendeki tüm hücrelerin aralarındaki birliği kaybedip çözülmeye başlamaları hiç şaşırtıcı değildir.
Muhtemelen kişilerin ‘ben’ diye adlandırdığı şey bu ruhtur. Ve yine muhtemelen bizi biz yapan da bu ruhtur. Fizik-dışı olduğu için, ruh zamanın ve mekânın ötesinde ve dolayısı ile ölümsüz olmalıdır. İnsan bedeni kişinin hayatı boyunca birçok kez değişir. Şu anki bedenimizin madde içeriği, bir önceki yıla kıyasla büyük etapta değişmiştir. Ama biz hala aynı kişiyiz. Öyle görünüyor ki, bizim değişmeyen madde-dışı bir parçamız vardır. Belki de beynin gizemini çözemememizin ana sebebi, aslında iki avuç organik dokudan ibaret olan ve karaciğer gibi diğer dokularla eşit düzeyde olan, ve bedenin geri kalan kısmı şöyle dursun kendi varlığından bile haberi olmayan beyne, ruhun bütün harika özelliklerini yüklememizdir.
Hayat, akıl ve bilincin varlığı ve bunların sübjektif yani fiziksel olmayan niteliği bilim insanları, felsefeciler ve halk tabakası ve hatta bir kısım materyalistler tarafından bile genel olarak kabul edilmektedir. Yani, bilim dünyasının genelde fiziksel ‘objektif’ şeylerin yanı sıra fiziksel olmayan ‘sübjektif’ varlıklarla da ilgilenmek ve çalışmakla bir sorunları yoktur. Ancak nedense, bazı entelektüel çevrelerde, sanki fiziksel olmayan şeyler fiziksel varlıklardan bağımsız olarak kendi başlarına var olamazlarmış gibi, tüm fizik-dışı veya sübjektif gerçekliğin kaynağının fiziksel gerçeklik olması gerektiğine dair kuvvetli bir ısrar vardır.
Bu katı tutumu gerektirecek geçerli bir sebep ve delil yoktur ve bu çekişmenin kaynağı, önde gelen birçok düşünürün benimsediği materyalist dünya görüşüdür. Yani, “varoluş sadece fiziksel şeylerle sınırlıdır ve görünüşte fiziksel olmayan şeyler yalnızca fiziksel etkileşimlerin sonucudur” varsayımı açıkça bir ideolojik görüştür. Test edilmesi mümkün olmadığı için de bu önermenin bilimsel bir değeri yoktur. Bu nedenle “akıl ve bilinç gibi sübjektif şeylerin kaynağı fiziksel şeylerdir” fikri sadece bir görüştür, ve bu görüş tartışılamaz bir bilimsel gerçek olarak sunulmamalıdır. “Sübjektif şeylerin fiziksel şeylerden kaynaklanması şart değildir” karşıt görüşü, eşit derecede saygın bir dünya görüşüdür. Bu ve diğer görüşler, önyargısız olarak, gözlemlere uygunluk ve mantıksal tutarlılık temelinde, hak ettikleri değere göre değerlendirilmelidir.
Higgs parçacığı, maddi evreni başlatan orijinal parçacık olduğu belirtilip “Tanrı parçacığı” olarak nitelendirilerek yüceltildi. Benzer şekilde, beyinle ilgili “Tanrı nöronların içindedir” gibi ifadeler durumu mistisize etmekte ve ne kendi varlıklarından ne de sinyal alışverişi yaptıkları komşu nöronların varlıklarından haberleri olmayan nöronların gerçek rollerini saptırmaktadır. Gerçeğin araştırılıp değerlendirilmesinde ve gerçek ile hayalin birbirinden ayırt edilmesinde, akıl, mantık ve adalet rehber edinilmelidir. Özlü bir sözde özetlendiği gibi, Sezar’a ait olan Sezar’a verilmelidir – ne daha azı, ne de daha fazlası.