Avrupa Birliği Arefesinde Sağlıklı Birlik ve Yüzeysel Birlikteliğin Teknik Bir Analizi

Bazı sözler vardır ki hemen herkesin hafızasında silinmiyecek şekilde yer etmiştir. Bunlardan birisi de şüphesiz “Birlikten kuvvet doğar” sözüdür. Nedense bu sözün doğruluğunu kimse sorgulamaz, ve onun her zaman ve zeminde geçerli olduğu düşünülür. Halbuki hüsranla biten evlilikler, birleşmelerden sonra değer kaybeden firmalar, çöken imparatorluklar (Sovyetler Birliği gibi), bölünmeye karar veren ülkeler (Çek ve Slovakya cumhuriyetlerine ayrılan eski Çekoslovakya gibi), ve bölünen siyasi partiler (AK Parti ve Saadet Partisi’ne ayrılan eski Refah Partisi gibi) gösteriyor ki bazı durumlarda birlikten kuvvet değil zayıflık doğar, ve kuvvetlenmenin yolu ayrılmaktan geçer. Bu sebeple, her birliktelik birlik değildir, ve bir birlikteliğin hangi şartlarda kuvvetli bir birlik olacağının önyargı ve bağnazlıklardan arındırılmış bir ortamda ilim işığında incelenmesi ve irdelenmesi gerekir. Aksi taktirde telafisi zor ve maliyeti yüksek hatalara düşülebilir. Bediüzzaman daha 1930’larda bunu veciz bir tarzda şöyle ifade eder: “Cemaatte vâhid-i sahih [sıhhat ve istikametli bir birlik] olmazsa; cem’ [toplama] ve zamm [ artırma], kesir darbı [ çarpması] gibi küçültür. Hesabda malûmdur ki; darb ve cem’, ziyadeleştirir. Dört kerre dört, onaltı olur. Fakat kesirlerde darb ve cem’, bilakis küçültür. Sülüsü sülüs ile darbetmek, tüsü’ olur; yani, dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa; ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.”

İnsanlar genellikle zahirperesttir, ve nazarları derinlere nüfuz etmez. O yüzden kabuğunu görür, ama özünü görmez. Bedenini bilir, ama ruhunu bilmez. Maddeyi algılar, ama arkasındaki manadan, ve maddeyi bir arada tutan manevî bağlardan habersizdir. Pahalı makina parçalarının kıymetini bilir, ama o parçaları bir arada tutan ucuz cıvata ve somunların öneminin farkında bile degildir. Halbuki cıvatalar olmasa, o makina değersiz bir parça yığınından ibaret kalacaktı. Bir makinanın sağlamlığı bağlama elemanlarının sağlamlığıyla sınırlıdır. Tekerlek cıvataları gevşetilmiş veya kırılmış bir araba, uzun bir süre araba olarak kalamaz. Fikir, his, ve gaye birliğinden oluşan manevî bağlar da, görülmemekle birlikte, cıvatalarla aynı işlevi görür. Birlik ve birliktelik arasındaki fark da işte bu manevî bağlarda yatar.

Büyük patlama teorisine göre kainat patlamadan hemen sonra en temel parçacıklardan (muhtemelen nötrino’lardan) oluşan bir toz (veya dalga) bulutu idi, ve kainat sadece maddeden ibaret olsaydı, öylece bir toz yığını olarak ilelebed “birlikte” kalacaktı. (Daha doğrusu “CP ihlali” denen bir müdahale olmasaydı, tüm madde karşı maddeyle birleşip tekrar enerjiye dönüşecekti). Ancak nereden geldiği belirsiz kuvvetler (kuvvetli, zayıf, elektromanyetik, ve kütle çekimi) temel parçacıkları yönlendirdi, ve parçacıklar quark gibi daha büyük parçacıkları, ve onlar da proton, elektron, ve nötron gibi “birlik”leri oluşturdu. Sonra bir proton ile bir elektronun bir birlik içinde kenetlenmesinden en küçük atom olan hidrojen, ve iki hidrojen ile bir oksijen atomunun birleşmesinden de “su” oluştu. İki hidrojen atomunun (veya protonun) çekirdek seviyesinde birleşmesinden helyum (güneş enerjisinin kaynağı olan füzyon olayı), 12 tanesinden karbon, 26 tanesinden demir, ve 79 tanesinden de altın oluştu. (Altın ile karbon arasındaki temel farkın çekirdeklerindeki proton sayısı olması çok manidardır, ve yeni büyük açılımlara gebedir). Son fizik araştırmaları gösteriyor ki her parçacığın kuvvetten oluşan bir “gölge” parçacığı vardır. Yani, tabiri caizse, onu bir arada tutan kendine has bir “ruhu” veya bir “manevî kalıbı” vardır. Sanki madde bu manevî kalıp içindeki yerine koşuyor, ve anlamlı bir “birlik” oluşturuyor. Eğer bu ruh veya manevî kalıp yok olsa, parçacık da dağılıp gidecek ve yok olacak – aynen insan bedeninden ruh ayrıldığı zaman bedenin sönmesi ve hücrelerin çözülmesi gibi.

İnsan vücudu da bundan pek farklı değil. Vücuttaki her bir hücre uyum içinde çalışan bir kimya fabrikaları kompleksi gibidir, ve hücredeki tüm moleküller tam bir birlik içinde çalışır. Çünkü birlik hayatta (ve ruhta), hayat birliktedir. Keza, bir organdaki tüm hücrelerin ortak bir misyounu vardır, ve vücud için gerekli bir fonksiyonu ifa ederler – pankreas’in tüm vücut için gerekli ve yeterli insülini salgılaması gibi. O yüzden, pankreasdaki her bir hücre üst kimliğini kullanarak “ben pankreasım” diyebilir, kendini pankreas gibi görebilir, ve bununla iftihar edebilir. Ancak organlar içinde uyum sağlamayan hücreler varsa (kanser hücreleri gibi) bu hücreler “organı daha büyük yapıyor” diye sahiplenilmez, aksine derhal imha edilir. Çünkü kanser hücreleri ait olduğu organın kimliğini taşımazlar ve misyonunu üslenmezler, ve diğer hücrelerle “birlikte” olmasına rağmen “birlik içinde” değildirler. Sıhhatli hücrelerin işine engel olurlar, ve ait oldukları organı büyüteceklerine daha da küçültürler, zayıflatırlar, ve bozarlar. Bediüzzaman, toplumlar için bunu şöyle ifade eder: “Cemiyetteki tesanüd [dayanışma], durgun şeyleri harekete geçirmek için yaratılmış bir vasıtadır. Cemaatteki hased ise, harekette olanları durdurmaya yarayan bir vasıtadır.

Gaye birliğini ve dolayesi ile dayanışmayı sağlayan en mühim vasıta ise istişaredir, ve Batı dünyasının başarı ve yükselmesinin arkasındaki en büyük sır, istişareye ve onun da tutkalı olan ilim ve eğitime verilen büyük önemdir. Mesela ABD’de devlet dairelerinde en küçük bir memur bile bir birime “mülakat” ile biriminde uyum sağlayıp sağlıyamayacağı, ve kişinin birimin misyonunu benimseyip benimsemediği belirlendikten sonra alınır. Bizde devlet birimleri ruhsuz, hantal, ve verimsiz ise bunun temel sebebi birlik ile birliktelik arasındaki farkı anlamamakta yatmaktadır, ve hala bunda ısrar etmek ilme sırtımızı dönmektir.

Organların gönüllü birleşiminden oluşan insan vücudu, hiç bir organın veya organ gurubunun yapamıyacağı işleri yapabilir, ve bu muazzam üst kimliğe bürünen ve insan birliğinin bir öğesi olmayı benimseyen her bir organ ve hatta trilyonlarca hücrelerin her biri insanın parçası olmaları hasebiyle “ben insanım” diyebilir. Ancak bu yüksek şeref ve itibar, bazı görev ve sorumlulukları da beraberinde getitir. Mesela, tüm hücreler bencilliği bırakıp tam bir yardımlaşma içinde çalışmalıdır. Tüm organlar, hasta olan hir organın yardımına koşmalıdır. Çünkü organın biri hasta ise tüm vücud hastadır. Birlik ve dayanışma bunu gerektirir, ve böyle muhafaza edilir. Büyük bir fabrikanın parçası olmak, onun nimetlerinden istifade etmek, ve namı ile öğünmek isteyen kişi veya birim, fabrikadaki vazifesini esas gaye edinmelidir. Yardımlaşma ve dayanışmayı bir zahmet ve hatta hürriyetine bir sınırlama olarak gören ve başına buyruk olmakta ve disiplinsizlikte ısrar edenler, kendi küçük atölyelerinde silik bir hayat geçirmeye, ve fabrikayı bir tehdit olarak görüp korku içinde yaşamaya namzettirler.

Tüm insanlık da aslında tek bir insan vücudu, her bir millet bu vücudun bir organı, ve herbir insan da bu insanlık vücudunun hücreleri gibidir. İnsanlık bu anlayışa ulaştığı ve dünya çapında bir birlik kurduğu zaman gerçekten medeni olduğunu iddia edebilecektir. Ve ancak o zaman dünya birliğinin bir üyesi olan her bir insan “ben dünyayım” diyebilir, ve dünya çapında vazifeleri, şerefleri, ve hazları olabilir. Bu “insanlık” insanının hayatı, birlik ve birleşmenin neticesi olabilir. Ancak Bediüzzaman’ın dediği gibi, “ittihad [birlik], cehl ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır [fikir birliği]. İmtizac-ı efkâr, marifetin şua’-ı elektrikiyle olur.” İnsanlardaki ve kainattaki tekamül ve terakki meyli, bir gün mutlaka dünya birliğini netice verecektir. Bunun delili, eskiden kabile halinde yaşıyan insanların zamanla devletler kurmaları, ve şimdi de devletlerin bir araya gelip birlikler kurmalarıdır. Ama biz ömür vaktimizde herhalde Avrupa Birliği ile yetinmek zorunda kalacağız.

Enerji bilimi olan Termodinamik ile aşina olanlar bilirler ki bir enerji kaynağının büyüklüğü ‘enerji içeriği’ ile (1. kanun), ve kaynağın faydalılık derecesi de iş potansiyeli veya ‘ekserji içeriği’ ile (2. kanun) ifade edilir. Görünüşe düşkün kişiler olarak, biz ‘daha büyük’ şeyleri ‘daha değerli’ ve ‘daha güçlü’ olarak algılarız. Ama tecrübeler gösteriyor ki durum hiç de öyle olmayabilir. Mesela, birisi 100 derecede digeri 0 derecede normal hava basıncında birer kilogram hava ile dolu olan iki depoyu dikkate alalım. Normal şartlar altında, birinci depodaki havadan 8 birim, ve ikinciden de 1 birim elektrik üretilebilir.[1] Ama birlikten kuvvet doğar diye bunları önce daha büyük bir depoda karıştırıp sonra elektrik üretmeye kalkarsak, toplam enerji miktarı aynı kalmasına rağmen (1. kanun) kargaşalığın ölçüsü olan entropi artar ve üretebileceğimiz toplam elektrik miktarı 9 birim değil sadece 2 birim olur (2. kanun). Demek bazıları şüphe ile baksa bile 8 + 1 = 2 edebiliyormuş, ve 2 + 2 = 4 olmak zorunda değilmiş. Yani, küçük depoların birindeki hava, kendisinin iki katı hava içeren büyük depoya nazaran 4 kat elektrik üretebilir. Başka bir deyişle, büyük depodaki havayı toplam hava ve enerji miktarı aynı kalacak şekilde ikiye bölebilsek, küçük depolardan biri (100 derecede olan) büyük deponun dört katı, digeri ise (0 derecede olan) yarısı kadar elektrik üretebilir. (Daha güçlü olmak için AK Parti ve Saadet Partisi’nin bileşmesini savunanların ve solda birlik çağrısı yapanların kulakları çınlasın). Şimdi mühendislik öğrencilerinin (ve hatta çoğu hocalarının) evrendeki en kapsamlı prensip olan termodinamiğin ikinci kanununu niye anlıyamadıkları herhalde daha iyi anlaşılmıştır. Peki, ne zaman 2 + 2 = 4 olur? Bir araya getirilen depolardaki şartlar (sıcaklık, basıç, vs) aynı veya birbirine çok yakın olduğu zaman. Yani, kargaşalığın ölçüsü olan entropi üretiminin sıfır olduğu tam bir uyum hali olduğu zaman.

Enerji sistemlerinin analizinden yansımalarını gördüğümüz termodinamik ilminin ışığıyla ilgisiz gibi görülen sahaları aydınlatınca ilginç manzaraların ortaya çıktığı görülür, ve daha evvel gizli kalmış mühim bazı detaylar belirgin hale gelir. Arındırılmış termodinamik ışığının mahiyeti şöyle ifade edilebilir: Uyumlu ve meyilleri çakışan şeylerin birleştirilmesiyle, çok daha etkili ve faydalı bir bütün meydana gelir.  Uyumsuz ve meyilleri çelişen şeylerin birleşmesinden ise cüsseli, ancak kargaşayla içi koflaşmış ve kuvveti gitmiş, öğelerinden çok daha zayıf bir bütün meydana gelir. O yüzden, uyumsuz ve temayülleri, özlemleri,ve  idealleri farklı şeyler bir bütün olmaya veya tek bir idare altına girmeye zorlanmamalıdır. Bunun yerine, onların ayrı olarak faaliyet göstermeleri sağlanmalı, ve gaye birliği varsa neticeleri birleştirilmelidir. Münferit şeyler, ancak uyumlu bir bütün oluşturabileceklerse bir araya getirilmelidirler. Kısmen uyumlu olan şeyler ise, sadece uyumlu yanlarını bir araya getirerek kısmî bir birlik oluşturmalı,uyum olmayan sahalarda tam serbestiyet muhafaza edilmelidir.

Bu son kural, Avrupa Birliği için hayatî önemdedir. Eyalet sistemlerinin başarısı da bu kural içinde yatmaktadır, ve bir gün ABD’nin de tek tipçiliği esas alan ve bunu demir bir perde ile pekiştiren eski Sovyetler Birliğinin çöküşü gibi eyalet sınırlarından çöküvereceği yanılgısına düşenler bu kuralı anlamayan ve olaylara yüzeysel bakanlardır.

20. asrın ikinci yarısında temelleri atılan ve Avrupa’nın sıhhatli bir şekilde bügünkü modern ve saygın hale gelmesinde büyük bir paya sahip olan Avrupa Birliği, 20. asrın ilk yarısında milyonlarca insana mezar olan eski Avrupayla tam bir tezat oluşturmaktadır, ve ilim ve akl-ı selim esas alındığında neler olabileceğini göstermesi bakımından son derece manidar bir ibret levhası sunmaktadiır. Yarım asırlık bu AB sürecinden öğrenilecek çok dersler vardır. En önemlisi, Almanya ve Fransa’nın savaştan gerekli dersi alıp, geçmişteki düşmanlıkları alevlendirerek devam ettirmek yerine bütün gayretlerini gelecekte bu tür çatışmaların tekrarlanmasını önleyecek tedbirler almaya hasretmeleri, ve daha yerdeki kan kurumadan Avrupa’yı bir barış kıtası haline getirecek bir birliğin temellerini atmalarıdır. Bizde “barış” sözünü kimseye kaptırmayan ancak barış konusunda insiyatif almak şöyle dursun bu tür yaklaşımlara şüphe ile bakan ve 80 yıl önceki düşmanlıkları sanki dün olmuş gibi zihinlerde canlı tutmayı marifet sayanların AB tablosunu dikkatle incelemeleri lazımdır. Eğer Avrupa eski düşmanlık ve bağnazlıklarında ısrar etseydi, kabaran evham ve güvensizlik hisleriyle medenileşme yerine askerî harcama yarışına girseydi, bugün Avrupa topraklarında barış ve refah üzerinde yükselen ve dünyanın gözünü kamaştıran dev bir AB abidesi yerine ızdırap ve gözyaşları arasında kalmış çok sayıda anıt mezar yükseliyor olacaktı.

AB sürecinden çıkarılacak ikinci ders, termodinamik ilmine tam bir riayetle, sadece ortak şeylerde birliğe gidilmesi, ve dil, din, ve yerel kültür gibi farklılıkların korunmasıdır. Ve işlerde istişarenin esas alınması, temel meselelerde fikir birliği oluşuncaya kadar istişarelere devam edilmesidir. Fikri olgunluk oluşup genel mutabakat sağlandıkça daha çok konularda birlik kurulmakta, ve AB daha kapsamlı ve kuvvetli bir birlik haline gelmektedir. Yine termodinamiğin dikte ettiği gibi, ülkeler tam bir uyum sağlanmadan birliğe alınmamakta, ve aday ülkeler gerekirse uzun bir müzakere sürecine tabi tutulmaktadırlar. Bu şekilde seviye farkından kaynaklanacak kargaşalıklar ve kaynak israfı önlenmektedir.

Avrupa Birliği sağlıklı ve kalıcı bir birliktir, çünkü fikrî altyapısı ve insanların ortak duygu ve düşüncelerinden oluşan bir ruhu, bir şahs-ı manevîsi vardır. Avrupa Birliği, adalet ve huzuru sağlıyan hak’ka dayanırsa, işlerinde sevgi ve cazibeyi netice veren fazileti esas alırsa, birlik ve dayanışmayı kuvvetlendiren yardımlaşmaya devam ederse, ve insanı yüceltmeyi hedeflerse, yani bedeni ile beraber ruhunu da besler ve canlı tutarsa kuvvetlenerek büyümekle kalmayacak, belki ileride kurulacak bir Dünya Birliği için de bir model ve bir çekirdek oluşturacaktır. Bu da ancak insanlar yeterli sayıda konularda ortak anlayışa ulaşınca olacaktır.

Yeterli kuvvette manevi bağları oluşmamış birlikler, daha doğrusu birliktelikler, ilk ciddî sınavda çöküverirler – aynen parçaları eksik sayıda cıvatalarla üstünkörü bağlanmış bir makina gibi. Birliği korumak için, en başta birliğin manevî bağlarla örülmüş ruhunu korumak gerekir. Çünkü birlik ruhu giderse, geriye sadece ceset kalır, ve o da tabii sürecinde dağılır gider. O yüzden birliği manevî gıdalarla beslemek, manevî hücumlara karşı korumak, varsa manevî yapıya çomak sokmaya müsait boşlukları gidermek, ve manevî bağları kopartan fitne ve fesat rüzgarlarına karşı tedbir almak gerekir. Acıdır ki Batı dünyası bu hakikatı henüz tam olarak anlamış değildir, ve faturasını da ağır ödemektedir.

Mesela, yüzeysel bakınca, evlilik bir erkekle bir kadının “birlikteliği” olarak görülür, ve adına da toplumun en küçük yapı taşı olarak “aile birliği” denir. Batı’da karı ve koca genellikle bekarlıkta olduğu gibi birey eksenli hayatlarına devam ederler, ve bireysel hayattan fedakarlık gerektiren şeyleri uzlaşarak bazan da pazarlıkla hallederler. Ailede bir “aile reisi” kavramı yoktur, çünkü gerçek anlamda bir birlik oluşmamıştır ki bir reisi olsun. Olsa da zaten bu eşlerden birinin diğerine tahakkümü olarak tezahür eder, ve tepki çeker. Birlikten ziyade bir birliktelik olan bu zayıf evlilikler kolaylıka bozulmakta, ve yüksek boşanma oranları ve artan sayıda çocukların babasız evlerde büyümesini, ve hatta gerçek bir ailenin neş’e kaynağı olan çocuk sahibi olmaktan vazgeçmeyi netice vermektedir. Evli gibi birlikte yaşayan çiftler de görünüşe bakarak kendilerini evli addetmekte, ve evliliği “miadını doldurmuş bir kurum” olarak görmektedirler. Bireysel hürriyetlere aşırı vurgu ile kemikleşen egolar yeni bir vücuda omurga olmak için eğilememekte, ve aile ve toplum yapısını ciddî bir tehdit altında bırakmaktadır.

Gerçek bir evlilik ise önce bir ruh birliğidir, ve bir aile üstkimliğini benimsemektir. Böyle bir birlik ruhu oluşturabilmek için evlenecek kişilerin ruh yapılarını gösteren mizaçları, duyguları, düşünce yapıları, idealleri, ve özlemleri birbirine yakın olmalıdır ki bu iki ruh bağdaşıp bir üst ruh oluşturabilsin, ve eşler de bu ruhu benimseyip onun uyumlu ve anlamlı bir öğesi olabilsin. Karşılıklı sevgi, hürmet, ve istişare ile beslenen ve büyüyen ortak ruh bireysel ruhlara tam bir kılıf olunca geçiş dönemi sona ermiş ve evlilik birliği oluşmuş olur, ve eşler tek ruh iki ceset haline gelir. Kemale ermiş bir ailenin aklı ve gerçek reisi bu ruhdur, ve eşler farkında olmasalar bile bu ruha itaat ederler. Aynen gerçek demokrasilerde bir ülkeyi seçilenlerin şahsında halkın ortak his ve düşüncelerinden oluşan bir toplum ruhunun yönetmesi gibi. Bu ortak ruh ne kadar büyük ve güçlü olursa, o aile ve her bir eş o kadar büyük ve güçlü olur, ve toplumda artan sorumluluklar üstlenir. İstişareye dayalı doğru bir “birlik”te – ister aile, firma, dernek, belediye, devlet, vs olsun– reislik temsilcilik makamıdır ve hizmetçiliktir. Dikte ederek tepeden halkı yönetmeye dayanan bir sistem, adı cumhuriyet bile olsa ve seçimler de yapılıyor olsa yine diktatörlüktür – cumhuriyet boyası sadece yüzeysel nazarları kandırır. Benzer örnekler, daha büyük ve güçlü olmak için birleşmeye karar veren firmalar, siyasi partiler, ve hatta ülkeler için verilebilir.

Eğer Avrupa Birliği de bir ülkeler ailesi olacaksa, önce üye ülkelerin ortak duygu, düşünce, ve özlemlerinden sağlıklı bir ortak ruhu inşa etmelidir, ve bunu üye ülkeler arasındaki sevgi, saygı, ve yardımlaşma ile büyütmeli ve pekiştirmelidir. Bir bebeğin sağlıklı gelişmesi aylar ve olgunlaşması yıllar aldığına bakılırsa, böyle kapsamlı bir ruhun gelişip olgunlaşmasının on yıllar alacak olması tabiîdir. Avrupa Birliği, bugünkü gayet ilmî olan yaklaşımını sürdürür, bağnazlıklardan arınmaya devam eder, ve menfaat yerine daha ziyade fazileti esas alırsa, bir cazibe merkezi olmaya devam edecek ve ileride dünya barışının ve insanın ulviyetine layık bir dünya medeniyetinin tesisine öncülük edecektir.

[1] Hesap detayları için bakınız “Çengel, Y. A. and Boles, M. A., Thermodynamics: An Engineering Approach, 4th edition, McGraw-Hill, 2002” ve “Çengel, Y. A., Wood, B., and Dincer, I., “Is Bigger Thermodynamically Better?” Exergy-An International Journal, pp. 62-68, 2002”.