FİZİK (DOĞA) KANUNLARI: NEDİR, NE DEĞİLDİR

Makalenin sunum dosyasını indirmek için lütfen tıklayın…

Özet

Deizm görüşüne göre ezeli olan Allah, bir saat ustasının saati yapıp kurduğu gibi, evreni yaratıp ilk hareketi vermiş ve sonra evreni kendi haline bırakmıştır. Evren, başta Newton’un kanunları olmak üzere tüm doğa kanunlarının öngördüğü şekilde, kurulu bir saat gibi, işlemeye devam etmektedir. Hayatı var edip insana akıl ve muhakeme gücü veren Allah, yaratılış alemine ve insanların eylemlerine direk olarak müdahale etmemektedir. Yani Allah evrenin yönetimini doğa kanunlarına bırakmış, kendisi de adeta emekliye ayrılmıştır.

Ancak, Bediüzzaman’ın ısrarla ifade ettiği gibi, bir prensipler ve kanunlar kümesi olan doğa kanunlarında ilahlık vasıfları yoktur. Ayrıca, fizik aleminde her şey, bir amaçla faydalılık gözeterek ilim, irade ve güç ile yapılmaktadır. Doğa kanunları ise amaç gözetme, faydalılığı esas alma, ilim ve irade sahibi olma ve güç yetirme gibi vasıflardan yoksundur. O yüzden deizm görüşü akla uygunluk, mantıklılık ve gözlemlerle uyumluluk testlerinden geçemez. Kendi hallerine bırakılmış doğa kanunları ve kuvvetleri ile yer yüzünde ancak yağmur, sel, rüzgâr, erozyon, şimşek, deprem, yanardağ, sıcaklık, soğukluk, genleşme, büzüşme, donma, buharlaşma, iyonlaşma, kılcallık etkisi, fiziksel etkileşimler, kimyasal reaksiyonlar, yanma, vb. gibi doğal olguların etkisi altında oluşabilecek olaylar ve değişimler meydana gelebilir – farklı atom ve moleküllerin karışımından oluşmuş rasgele şekilli taşlar, kayalar, toprak yığınları, çukurlar, yıldırım düşmesiyle başlayan yangınlar, yağışlar, rüzgar, yanardağlar, depremler, nehir yatakları, kalyonlar, göller, vb. gibi.

Bu yüzden, arkeolojik kazılarda bulunan rastgele şekilli bir taş veya demir atomları külçesinin pek bir kıymeti yoktur. Çünkü o tür amaçsız rastgele formasyonlar doğal olayların etkisiyle oluşabilir. O külçelerin oluşması için bir kasıt, bilgi, bilinç ve güce ihtiyaç yoktur. Ancak, silindir şeklinde mermer bir sütun veya bir ucu sivri diğer ucu küt ve delikli bir demir çubuk bulunduğunda, bunlar insan yapımı ‘tarihi eser’ olarak kategorize edilir ve değerlendirilir. Çünkü bir mermer sütun veya dikiş iğnesinin oluşumu ancak bir kasıt, bilgi, bilinç ve güç ile mümkündür. Ve mermer sütun ve iğne gibi eserlerin varlıkları, kasıt, bilgi, bilinç ve güç sahibi varlıkların, yani insanların varlığını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kesinlikte gösterir.

Keza, Kapadokya vadisinde birbirinden farklı yüzlerce peri bacalarına bakan bir kişi, bunların yağmur, dolu ve rüzgâr gibi kasıt ve irade ile ilgisi olmayan kör doğal olayların etkisi sonucu oluştuğu sonucuna varabilir. Çünkü sel ve rüzgâr erozyonuyla oluşan peri bacaları arasında hiçbir düzen ve intizam yoktur, hiçbir amaç ve faydalılık gözetilmemiştir, hiçbiri özenle yapılmamıştır, yapımlarında hiçbir kural ve kaide kullanılmamıştır. Aynı şey rastgele şekilli yeraltı mağaraları için de söylenebilir. Ama peribacalarının altındaki yeraltı şehirlerine inen ve oradaki evleri, merdivenleri, sütunları, duvar ve tavanlardaki resimleri ve sanatlı işlemeleri ve hatta havalandırma bacalarını gören kişi, bunların akıl ve ilim sahibi varlıklar yani insanlar tarafından bir amaç gözeterek yapıldığı kanaatine varır – etrafta hiçbir insan görmese bile. Çünkü amaç gözeterek, özenerek, ölçerek, faydalılığı esas alarak ve sanatla yapmak, ancak bilgi, bilinç ve irade ile olur.

İlginçtir ki yerde mozaik taşları ile yapılmış bir kuş resmi gören bir kişinin zihni hemen onu yapan insana intikal ederken, gökte uçan canlı bir kuş gören kişi onu bir yapıcıyla ilişkilendirmek yerine tesadüfler zincirine verebilmektedir.

Dünyadaki tüm arkeologların önerisi ve tüm insanların onayıyla sabittir ki, doğa kanunları ve kuvvetlerinin etkisi altında bir mermer sütun veya bir dikiş iğnesi bile meydana gelemez. O yüzden, bakterilerden çiçeklere, balıklara, kelebeklere ve insanlara, her saniye meydana gelen sanat, bilim ve teknoloji harikası trilyonlarca canlı organizma ve her biri modern bir kimya fabrikası olan ve her saniye ağaç dallarında oluşmaya başlayan trilyonlarca yaprak, hal dilleriyle, her saniye, deizmi trilyonlarca kez tekzip etmekte, akıl ve mantık dışı ilan etmektedir.

Giriş: Deizm ve kısa tarihçesi

Günümüzde oldukça farklı dünya görüşlerini temsil etmelerine rağmen, ‘deizm’ ve ‘teizm’ tabirlerinin her ikisi de ‘tanrı’ anlamına gelen sırasıyla Latince ‘deus’ ve Yunanca ‘teos’ kelimelerinden türemişlerdir. Yani ‘deizm’ görüşü, semavi dinlerdeki ‘teizm’ gibi, varlığı kendinden olan ve evreni yoktan var eden ‘tek tanrı’ inancına dayalıdır. Ancak deizm ile teizm arasındaki benzerlik burada sona ermektedir. Deizm, tek tanrı inancına dayalı olmasına rağmen, peygamberlere ve kutsal kitaplara dayalı semavi dinleri reddederek, teizmden ayrışıp ateizme yaklaşmaktadır. Klasik ve modern versiyonları arasında önemli farklar olmasına rağmen, deizm genel hatlarıyla şöyle özetlenebilir:

  • Ezeli olan Allah, bir saat ustasının saati yapıp kurduğu gibi, evreni yaratıp ilk hareketi vermiş ve sonra evreni kendi haline bırakmıştır. Evren, başta Newton’un kanunları olmak üzere tüm doğa kanunlarının öngördüğü şekilde, kurulu bir saat gibi, işlemeye devam etmektedir. Hayatı var edip insana akıl ve muhakeme gücü veren Allah, yaratılış alemine ve insanların eylemlerine direk olarak müdahale etmemektedir.
  • Semadaki yıldız ve gezegenlerin Newton’un kanunları doğrultusunda hareket etmelerinin anlaşılmasıyla, evreni, hareketi Allah tarafından başlatılan ve doğa kanunlarına göre hareketine kendi kendine devam eden büyük bir makine olarak gören klasik deizm inancı, 17nci yüzyılda bilimsel devrim sürecinde ortaya çıkmaya ve yayılmaya başlamıştır. Ancak 19’uncu yüzyılda etkisini kaybetmeye başlamıştır.
  • Allah ile doğanın bir ve aynı olduğu görüşünü paylaşan panteizm ve pananteizm felsefi akımlarından etkilenen ve ruhani ve mistik bir boyutla kendini yenileyen modern deizm, internetin de etkisiyle, 21nci yüzyılın başlarında hızla yükselen bir görüş olmuştur.
  • Deizme göre gözlem ve muhakeme, fen bilimlerinde olduğu gibi, her türlü bilginin kaynağıdır. Doğal alemi gözlemlemek ve muhakeme etmek, tek bir yaratıcının varlığı sonucunu çıkarmak için yeterlidir.
  • Deizm vahyi, kutsal kitapları, peygamberleri, mucizeleri ve tüm bunlara dayalı semavi dinleri ve onların öğretilerini reddeder. Deistler için İslamiyet ve Hıristiyanlık gibi organize semavi dinler ile Kur’an ve İncil gibi kutsal kitaplar yok hükmündedir.
  • Ruhun varlığı ve ölümsüzlüğü hakkında deistler çok farklı görüşlere sahiptir. Bazı deistler ruhun varlığını inkâr ederken, bazıları da ruhun ebediliğine ve hatta ölümden sonra dünyadaki davranışlarına dayalı olarak Allah’tan ceza veya mükafat göreceklerine inanır.
  • Doğa kanunlarının bir makine gibi işleyen evrenin tüm hal ve hareketlerinde belirleyici rol oynadığı görüşü, ‘determinizm’ felsefi görüşünü doğurmuştur. Bu görüşe göre, insanların davranışları dahil evrende olmuş ve olacak her şey, güneşin yarın saat kaçta doğacağı gibi, sebep-sonuç ilişkileri kapsamında önceden tamamen bellidir. Bu görüş, hür iradenin varlığı konusunda birçok felsefi tartışmayı da beraberinde getirmiştir.
  • Bazı panteizm fikirlerini adapte etmiş olan deizm, Allah ile evrenin bir ve aynı olduğu inancını ifade eder ve ‘pan-deizm’ olarak bilinir. Bu görüş aslında Allah’ı evrene yayıp yok etme yani Allah’ı inkâr edip O’nun bazı vasıflarını evrene yükleme düşüncesinden farklı bir şey değildir.

Tarihî Perspektif: Bilimsel Devrim ve Din-Bilim Çatışması

16’ncı yüzyılda Nicolaus Copernicus (1473-1543), Johannes Kepler (1571-1630), ve Galileo Galilei’nin (1564-1642) gözlem ve deneye dayalı çığır açıcı çalışmaları ve ardından 17nci yüzyılda Isaac Newton’un (1643-1727) fiziğin kuvvet ve hareketle ilgili 3 temel kanununu formüle etmesi, bilimi tekelinde tutan din kurumunu sarstı. Evren hakkında gözlem, deney ve akıl yürütmeye dayalı bu yeni bilgi edinme yaklaşımı, bilimsel yöntemin temellerini attı ve modern bilim çağını başlattı. Devam edegelen bilimsel buluşlar asırlar boyu süren anlayışları sarstı ve halkın dünya görüşünü değiştirdi. Ve sonunda akıl yürütmeye dayalı modern düşünce tarzını pekiştirdi.

Dünyanın güneş sisteminin merkezi olması gibi doğruluğu sorgulanmadan yüzyıllar boyu devam edegelen inançları yıkan ve doğal olaylara mantıklı izahlar getiren bilimsel buluşlar, Batı’da kilisenin otoritesini sona erdirdi ve tüm dinî gerçeklikler hakkında artan bir şüpheciliğe yol açtı. Her şey kritik olarak sorgulanıyor ve yeni sorular yeni buluşlara kapı açıyordu. İnanç ve teslimiyet çağı, yerini sorgulama ve akıl yürütme çağına bırakırken, bilimin temsilciliği de vahiy kaynaklı dini otoriteden akıl ve gözleme dayalı bilimsel kurumlara geçti. Sonunda tüm bilinen evren, bilimlerin çalışma sahası ilan edildi ve din, metafizik ve moral değerler sahasına çekilmeye zorlandı.

Artık kilisenin duruşu zayıflamış ve dini gerçeklere güven sarsılmıştı. Fen bilimlerinin baskınlığı, doğa-üstü varlıklardan söz eden kutsal kitaplar ve mucizeler gibi, doğa kanunlarını ihlal eden her şeye şüpheyle yaklaşılmasına sebep oldu. 20’nci yüzyılın başlarında dine ve her tür kutsala enaniyetle tepeden bakan oldukça başarılı ve bir o kadar da hoyrat bir bilim müessesesi vardı. Bilim, ‘scientism’ (bilimdin) görüşünün zemini olarak, fizik-ötesini inkâr etmenin kaynağı ve dayanağı oldu.

Aynı devrede, benzer değişimler uygulamalı fenler ve mühendislikte de cereyan ediyordu. 18’inci ve 19’uncu yüzyıllarda dünya ‘sanayi devrimi’ (industrial revolution) olarak bilinen bir endüstriyel devrimden geçti. Bu devir, teknolojiyi en etkin bir güç ve zenginlik kaynağı olarak tesis etti. Sanayileşme ve işçi sınıfının oluşumu, zaman içinde politik sistemlerden bireysel düşünceye kadar, toplum ve birey hayatının her katmanında kalıcı etkiler yaptı. Ekonomik ve sosyal değişimler, bireycilik ve bireysel hürriyetleri doğurdu ve toplumların moral değer sistemlerini alt üst etti. Artık tüm gözler dünyaya ve maddi kazanç ve haz sağlayan şeylere döndü ve maneviyat ve ahiret düşüncesi geri plana düştü.

Bediüzzaman’dan Bilimsel Yaklaşım

Tüm insanlar aynı evreni gözlemler. Ancak, akıl yürütmesine bağlı olarak, herkes gördüklerinden farklı anlamlar ve sonuçlar çıkarır. Zaten bu yüzden fen bilimlerinde birlik, felsefede ise ayrılık vardır. Bediüzzaman, klasik din alimlerinden ayrışarak, sorgulamayı devre dışı bırakıp vahyi mutlak doğru kabul ederek tezlerini vahiy üzerine bina eden anlayışı benimsemez. Aksine, deistlerin kullandığı dikkatli gözlemler ve eleştirel düşünce zemininde, akla uygunluk, mantıklılık ve gözlemlerle uyumluluk kriterlerini esas alarak, gerektiğinde kıyas ve analojiye başvurarak, ikna edici argümanlarla vahyin doğruluğunu gösterir. Yani Bediüzzaman, gözlemleme ve akıl yürütme ile vahyin birbirine zıt değil, birbiriyle uyumlu olduklarını gösterir.

Bediüzzaman da deistler gibi doğal olayların doğa kanunlarıyla uyumlu olarak meydana geldiğini ifade eder. Ama deistlerden farklı olarak doğa kanunlarının bir yaptırım gücü olmadığını ve dolayısıyla ‘fail’ yani ‘yapan’ olamayacağını izah eder. Örneğin kopya çekmeyi yasaklayan bir kanun veya kural, kopya çekmeyi önleyemez. Derse devam zorunluluğu kanunu da kimseyi zorla derse getiremez. Kanunlar, gözlemlere dayalı olarak keşfedilir. Yani kanunlar çıkarımsaldır. Hayatında ilk defa trafiğe çıkan bir kişi, tüm araçların kırmızı ışıkta durup yeşil ışıkta geçtiğini gözlemleyerek ve akıl yürüterek, ‘Araçlar kırmızı ışıkta durur, yeşil ışıkta geçer’ kanununu keşfeder. Ancak araçları kırmızı ışıkta durduranın bu kanun olduğunu düşünürse hata eder. Çünkü kanun farazi bir varlıktır ve yaptırım gücü yoktur.

Bediüzzaman ayrıca, fizik aleminde her şeyin bir amaçla faydalılık gözeterek ilim, irade ve kudret ile yapıldığına dikkat çeker. Doğa kanunlarının ise amaç gözetme, faydalılığı esas alma, ilim ve irade sahibi olma ve güç yetirme gibi vasıflardan uzak olduklarına vurgu yapar. Böylelikle deizm tezinin akla uygunluk, mantıklılık ve gözlemlerle uyumluluk testlerinden kaldığını gösterir. Deistler, evreni ve doğa kanunlarını yaratan ilahı emekliye ayırıp adeta doğa kanunlarını ilah ilan ederler. Ancak, aşağıda izah edildiği gibi, bir kurallar ve kanunlar kümesi olan doğa kanunlarında ilahlık vasıfları yoktur.

Maddeyi Bir Arada Tutan Maddesiz Tutkal: Kuvvet

Eğer evren sadece madde (veya enerji) olsaydı, büyük patlamadan (big bang) sonra irili ufaklı bir toz bulutu (veya bir radyasyon alanı) olarak kalacaktı. Atom gibi anlamlı yapıların oluşması, parçacıkların bir araya getirilmesiyle olur. Bu da kuvvet gerektirir. Örneğin proton içinde kuarkları ve atom çekirdeği içinde birbirini iten pozitif yüklü protonları bir arada tutan şey ‘güçlü kuvvet’tir. Kuvvet maddeye etki eder, maddeyle iletilir, ama madde değildir. Kuvvetin kendisi görülmez; varlığı madde üzerindeki etkisinden bilinir. Kuvvet olmasaydı, evrende biz dahil her şey dağılıp parçacık bulutuna dönecekti.

İlim ve İrade ile Yapılış

Kuşlar ve çiçekler gibi yeryüzünde gözlemlediğimiz tüm varlıkların gayet düzenli ve sanatlı olması, her şeyde hassas bir ölçü bulunması ve her şeyin bir faydaya ve amaca yönelik olması, evrende her şeyin ilimle yapıldığını ve yaygın bir ilmin varlığını gösterir. İlim de kanun gibi fizik dışıdır. Yani ilmin kaynağı madde değildir, çünkü maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya dalgalarda ilim diye bir unsur yoktur. Bilimsel araştırmalarla yapılan şey ilmi icat etmek değil, baştan beri var olan ilim veya bilimi keşfetmektir – bir hazine arayıcısının var olan bir defineyi fark edip bulması gibi.

Örneğin bitkilerin bez parçasını andıran basit görünümlü nazenin yaprakları, aslında havadaki karbondioksit gazı ile su buharını hammadde olarak kullanarak güneş enerjisini arabalarda sıvı yakıt olarak bile kullanılabilecek olan kimyasal enerjiye dönüştüren sessiz ve atıksız birer kimya fabrikasıdır. Fotosentez denen bu mekanizmanın tüm inceliklerinin ve değişen şartlardan nasıl etkilendiğinin ortaya konması, fen bilimlerinin çalışma konusudur. Keza, bir tavuk yumurtasının hangi şartlarda ve ne kadar sürede bir civcive dönüştüğünün veya karanlık bir toprağa gömülen bir karpuz çekirdeğinin hangi şartlarda ve hangi aşamalardan geçerek bir bitkiye dönüşüp hijyenik koca karpuz meyveleri oluşmasının incelenip irdelenmesi ve arka planda hükmeden kanun ve prensiplerin belirlenip ortaya konması yine fen bilimcilerin işidir. Hatta tavuk yumurtası ve karpuz çekirdeğindeki genlerde değişiklikler yaparak farklı özelliklerde tavuk ve karpuz elde etmeye çalışmak da fen bilimlerinin çalışma alanı kapsamındadır.

Fen bilimlerinin nihai çıktısı, verilerden çıkarımla ifade edilen ve doğruluğu deneylerle bağımsız olarak teyit edilen genel kanun, prensip ve prosedürlerden oluşan bir genel kanun ve prensipler topluluğudur.

Doğa Kanunları: Kurallar Kitabı veya Kudretli bir Hükümdar

Doğa, evrenin yaratılışından beri yürürlükte olup her zaman ve zeminde geçerliliğini sürdüren ve kendileri gözle görülmedikleri ve maddi vücutları olmadığı halde varlıkları gözlemlerle sabit olan kanunların toplamından ibarettir. Yani doğa, yerçekimi ve enerjinin korunumu gibi, tüm fizik âleminde hükmünü icra eden ve fizik kanunları da denen ‘doğa kanunları’nın tamamından oluşan madde-dışı bir varlıktır. Madde-dışı bu vasıflar doğanın tanrılaştırılmasına yol açmış ve kökleri milattan öncesine Plato’ya kadar uzanıp Hollandalı filozof Baruch Spinoza’nın 17nci yüzyılda felsefi altyapısını oluşturduğu ve birçok önde gelen fizikçilerin de benimsediği panteizm felsefi akımına yol açmıştır. Panteizm, tanımını ‘Allah her şeydir, her şey Allah’ klişesinde bulur. Panteizmde madde, kuvvet ve kanundan ibaret olan doğa ile Allah aynı gerçeğin iki değişik ismidir. Ancak bu görüş sonraları çok kısıtlayıcı bulunmuş ve maddeden bağımsız olup maddeye nüfuz eden bir doğa üstü varlığın da olduğunu kabul eden pananteizm felsefi akımı doğmuştur.

İnsanların doğayı gözle görünmeyen kudretli bir hükümdar olarak hayal etmelerini pek de garipsememek lazımdır. Çünkü, insanın hür iradesiyle yaptığı işleri düzenleyen kanun ve kaidelere, bazıları pekâlâ yaptırım gücü olan dirayetli bir hâkim olarak bakabilir. Bir dağ köyünden şehre ilk defa inen ve ortalıkta trafik polisi görmeyen bir kişi, arabaları kırmızıda durduran şeyin trafik kanunu olduğunu kabulde pek zorlanmayacaktır. Keza, rüşvet suçuna ağır cezalar öngörülen bir ülkede rüşvete bu ceza kanununun engel olduğunu söyleyenler çıkacaktır. Veya Kur’an’daki orucu farz kılan ayeti, gündüz yenip içilmesine izin vermeyen keskin görüşlü ruhanî bir varlık olarak hayal edenler olacaktır.

Aslında bir kanun, kaide veya ayetin yaptırım gücü ne kadarsa, doğa kanunlarının da yaptırım gücü o kadardır. Nasıl trafik kurallarının kendi başlarına trafiği düzenleme güçleri yoksa, doğa kanunlarının da evrende kendi başlarına hayranlıkla gözlemlediğimiz düzeni sağlama güçleri olamaz. Keza, bir canlının genetik haritasının çıkarılmış olması ve her hücrenin çekirdeğinde o canlının tüm özelliklerinin yazılı olması, tek bir hücrenin klonlama yoluyla belli kanunlar muvacehesinde o canlıya dönüşmesini basitleştirmez. Aksine, harikalığını tüm akıllara güneş gibi gösterir.

Bir cep telefonunun tüm özellikleri ve üretim aşamalarının tüm detayları ve mühendislik çizimleri, portakal çekirdeği büyüklüğündeki bir hafıza aletine yazılabilir. Şimdi, bu çekirdeği cep telefonunun yapımında kullanılan malzemelerin bolca bulunduğu bir toprağa gömüp yerden bir cep telefonu (veya daha da garibi, dallarında yüzlerce cep telefonu asılı bir cep telefonu ağacı) çıkmasını bekleyen kişiye herhalde deli nazarıyla bakarlar. Ama nedense doğada defalarca gözümüz önünde meydana gelen bundan çok daha garip olayların – ülfet denen göz alışkanlığından, şartlanmadan veya körlükten olsa gerek – farkına bile varılmıyor.

Örneğin, bir portakal ağacının ve meyvelerinin bütün özellikleri ve ağaç büyüyüp meyveler oluşurken geçilecek bütün aşamalar, çekirdeklerinde yazılıdır. Çekirdekteki genetik kodları okuyabilen bir kişi bütün bunların detaylarını verebilir. Çekirdek, uygun şartlar altında toprağa gömülünce, çekirdeğin kökler oluşturup etrafından su le birlikte gerekli maddeleri tanıyıp almasını ve adeta nanoteknoloji kullanarak atomik ölçekte üretim yapmasını, sağlam bir gövde ve dallar oluşturmasını, yapraklar dokumasını, güzel kokulu çiçekler açıp portakal yapımına geçmesini, her portakal içinde karanlık bir bölmede hiçbir alet kullanmayarak şeffaf zarlarla ayrılmış dilimler içinde, gayet hijyen bir şekilde portakal suyunu tutabilen yüzlerce lifler yapmasını, sonunda her meyvenin dışını son derece sanatlı ve süslü su geçirmez koruyucu bir kabukla örtmesini nedense hiç garipsemiyoruz. Hele her portakalın içine liflerin arasına, her biri adeta dürülüp küçültülmüş birer minyatür portakal ağacı olan çok sayıda çekirdek konmasını düşünmeye bile değer görmüyoruz.

Parçacıkların bir düzen içindeki hareketine ve varlıkların düzenli değişimine bakıp, komutları icra edilen kanunları görüyoruz. Ama nedense perde arkasında o görünmeyen el kitabına göre işleyen manevî tezgâh ve tezgahtarları görmezden geliyoruz. Toprağa bir portakal tohumu ekerek gözünün önünde devasa bir portakal ağacının büyümesini ve dallarında portakallar oluşmasını hayretle seyreden bir kişinin büyük bir gururla ‘artık ben portakal yapıyorum’ iddiası ne kadar geçerli ise, canlıların çekirdeklerini kopyalayıp onlardaki gen dizilimleriyle oynandıktan sonra bu çekirdeğin uygun şartlarda üzerindeki yazılım doğrultusunda gelişip büyümesini seyredenlerin ‘ben yeni bir canlı yaptım’ iddiası da o kadar geçerlidir.

Bir kişi, evde çöpe attığımız yemek ve sebze artıklarını hiç elektrik kullanmadan hijyen bir şekilde yumurtaya dönüştüren bir ev aleti yapacak olsa, herhalde böyle harika bir aletin mucidine en yüksek ödülleri layık görürdük ve o yaratıcı dehayı överek göklere çıkarırdık. Ama aynı şeyi binlerce yıldır yapan ve bilim ve teknolojiden haberi bile olmayan ‘kuş beyinli’ tavuğu fark etmiyoruz bile. Keza, mağara ağzı gibi bir dehlizden daimî şekilde yeni arabalar çıkıp tırlara yükleniyorsa o dehlizin arkasında işçisi, mühendisi, tüm tezgâhları ve elektrik şebekesine bağlantılarıyla tam teşekküllü bir araba fabrikasının olduğundan emin oluruz. Aksini iddia edenlerin de aklından şüphe ederiz.

Karanlık bir odada belli bir sıcaklıkta belli bir süre tutulan bir tavuk yumurtasının, bir gün kabuğunun çatlayıp içinden bir civcivin yürüyerek ‘cik, cik’ sesleriyle merakla etrafına bakarak çıkmasını hiç garipsemeyiz. Civcivi görünce “doğa kanunları” deme kolaylığına kaçarız. Ama, bir dehlizden çıkan yeni arabayı görünce, arka plandaki yönetim kadrosu, teknik ekip, işçiler ve tezgâhları inkâr edip ‘fabrikada yürürlükte olan üretim kuralları’ deyip arabanın içerideki malzeme yığınlarından kendi kendine meydana geldiğini söyleyerek işin içinden çıkamayız – tabi deli damgası yemek istemiyorsak.

DNA Yazılımında Yansıyan Mana veya Ruh

Cansız varlıklar ile bitkiler gibi hür iradesi olmayan canlılar, tüm hareketlerinde, evrenin adeta yaygın bir ruhu gibi olan fizik kanunlarına tabidir. Çekirdekler, bitkilerin bütün özellikleri ve gelişim süreçleri boyunca geçirecekleri evreler ile ilgili bilgilerin DNA moleküllerinde H, C, N, O ve S yani hidrojen, karbon, nitrojen, oksijen ve kükürt atomlarından oluşan 4 harfli (A, T, C ve G nükleotid baz molekülleri) bir alfabe ile yazılmış bir yazılımdır. Nokta gibi küçücük bir çekirdekte yazılıp korunan koca bir ağacın yapılış ve meydana geliş kanunları ve programı, adeta beden ölünce bile varlığını devam ettiren bir ruhu andırmaktadır.

Farklı bitki türlerinin çekirdeklerinin genetik yapıları da farklıdır. Genlere müdahale ederek bir bitki türünün bazı özelliklerini değiştirmek mümkündür. Ancak değişime uğrayan tür, bu değişiklikleri çekirdeklerine aktaramaz ve dolayısı ile yeni bir tür oluşturamaz. Öyle görülüyor ki bir türün ruhunun nüfuz edip özelliklerinin yansıdığı DNA matrisindeki kelime veya harflerle oynayarak, ruhun o üyedeki yansıması ve yapılan değişikliğe karşılık gelen özellikler değiştirilebilir. Ama yeni bir ruh veya öz oluşturulmaz. Yani dıştan müdahale ile türlere yapılan değişim aslî değil, arızîdir. 

Mutfakta yemek masası üzerine plastik harflerle yazılmış bir yemek tarifi ile, o tarife göre yapılmış olan yemek arasındaki ilişki neyse, bir çekirdekte atomlarla DNA molekülünün üzerine yazılmış bir canlının tarifi ile o tarife göre meydana gelmiş olan canlının ilişkisi odur. Yemek, masa üzerindeki harflerle anlatılan tarife göre yapılmıştır. Ancak yemek tarifi, bırakın yemek yapmayı, kendini bile okumaktan, anlamaktan ve hatta kendisinin bir yemek tarifi olduğunu bilmekten acizdir. O yemeği ancak tarifi okuyup anlayabilen, o yemeği yapmak isteyen ve yapmasını bilen, yemek malzemelerini istediği gibi kullanabilen ve yemek pişirme gücü olan bir usta yapabilir. Hele yemeğin her lokmasında minnacık harflerle bir de yemeğin tarifi yazılmışsa, o usta aynı zamanda bilgelik unvanını da hak eder.

Benzer şekilde, bir bitki, insan veya hayvanın, DNA’daki tarife uygun olarak oluşmasını DNA’ya vermek, aynen harflerden ibaret yemek tarifi gibi, atomlardan ibaret DNA’ya kendini okuyup anlayabilme, tarifi yazılı şeyi yapmak isteme ve yapmasını bilme, etraftaki atom ve molekülleri tanıma ve onları istediği gibi kullanabilme ve DNA’daki tarife göre yapma gücüne sahip olma gibi, kendisinde hiç olmayan harikulade özellikleri yüklemek demektir. Keza, bir satırlık bir yazı yazarsız olmazken, bir satırda ve hatta bir noktada karıştırmadan yazılan bir kitap elbette düşündürücüdür.

İlahlaştırılmış Fizik Kanunları Demeti: DOĞA

National Geographic ve Discovery gibi çok sayıda belgesel kanalları, doğadaki harikalıkları ve akıllara durgunluk veren yüksek düzeni, oturma odamızdan zevkle ve hayretle seyretmemizi sağlamaktadır. Sanatçılar, ilhamlarını adeta canlı bir sanat galerisi olan ve hayranları için manzaralarını sürekli yenileyen doğadan almakta, bilim insanları fotosentez ve sineklerin havada yüksek manevra kabiliyeti gibi basit görülen doğal olaylar arkasındaki yüksek bilim ve teknolojiyi kopyalamaya çalışmaktadır. Yani biyomimikri (biomimicry) denen bu inovasyon yaklaşımıyla doğadan esinlenmekte ve doğal varlıklarda görülen bilim ve teknolojiye ulaşmaya çalışmaktadır. Sobada yaktığımız ağaç dallarının üzerlerine asılan üzümler, kirazlar ve çeşit çeşit sebze ve meyveler, arka planda görünmeyen şefkatli gizli bir eli hayale getirmektedir. Bu hayalî varlığa verilen ‘doğa ana’ (mother nature) tabiri, insanlık vicdanında kabul görmekte ve hatta yiyeceklere ayrı bir boyut katan tatlı bir takdir hissi ile şükran ve minnet duygusu uyandırmaktadır.

Madde perdesi arkasındaki bu görünmeyen şefkatli ve yüksek maharetli gizli eli bulmaya kalkınca, elimiz boş dönmekteyiz. Fiziki bir müdahale görünmediği için, tüm bu doğa harikalarının kendi kendine olduğu kanaatini ediniyoruz. Kahverengi bir kiraz ağacı kütüğünden, önce, sanatlı bir bez parçası gibi görünmelerine rağmen, her biri birer kimya fabrikası olan ve güneş ışığını şekere dönüştüren yeşil yapraklar dokunuyor. Sonra da toz toprak içinde el değmeden sanki belli bir tarife göre son derece hijyen ve sanatlı kıpkırmızı kirazlar oluşuyor.

Sanki bizi seven birisi bize mesaj veriyor ve bize bulmaca çözdürmeye çalışıyor. Biz de içimizdeki merak hissiyle harekete geçiyoruz ve dikkatli gözlem ve araştırmalarla olayların rastgele değil, belli bir düzen içinde ve belli kurallara uygun olarak bir patern oluşturarak meydana geldiğini ve de kural dışı bir şey olmadığını keşfediyoruz. Bir elmanın yere düşmesini fark etmekle yola çıkıp, elmayı yere çeken kuvvet ile saatte yaklaşık 100 bin kilometre hız ile güneş etrafında dönen yerküreyi güneşe çeken ve güneş sisteminden kaçmasını önleyen kuvvetin aynısı olduğunu keşfediyoruz.

Mahiyetini bilmesek de varlığını inkârı mümkün olmayacak netlikte gördüğümüz ve şiddetini ölçümlere dayalı olarak hesapladığımız ve formüle ettiğimiz bu etkiye yerçekimi kuvveti (daha genel olarak, kütle çekim kuvveti) adını koyuyoruz. Kütlenin birbirini belli bir formüle göre çekmesi olgusuna da kütle çekim kanunu diyoruz.

Benzer şekilde, suyun pompasız olarak ağaçların gövdelerinden yükselip bütün dallarına dağıtıldığını fark ediyoruz. Dikkatli gözlem ve araştırmalarla, farklı tür moleküllerin birbirini belli bir kuvvetle çektiğini ve yerçekiminden daha güçlü olan bu çekimin çok ince kılcal tüplerde yerçekiminin rağmına sıvıyı metrelerce yukarı taşıyabildiğini keşfediyoruz. Bu etkiyi de formüle ederek kuvvete ‘yüzey gerilimi’ adını koyup, bu olguya da ‘kılcallık etkisi’ diyoruz. Bitkilerin köklerinin de yarı geçirgen zarlarından hangi madde moleküllerinin hangi yönde geçeceği konusunda son derece seçici olduğunu fark ediyoruz ve bunun da arkasında maddelerin bir ortamdaki konsantrasyonlarına bağlı ‘kimyasal potansiyel’ olgusunun olduğunu ve madde alışverişlerini düzenlediğini görüyoruz.

Bu şekilde, fark ettiğimiz tüm olguların (fenomenlerin) peşine düşüyoruz ve dikkatli gözlemlere ve hassas ölçümlere dayanarak atom altı âlemden galaksilere kadar fizik âleminin her yerinde geçerli olan irili ufaklı tüm etki veya kuvvetlerin kaynağı olan kanun ve prensipleri ortaya çıkarıyoruz. Ortaya konan kurallar manzumesine veya kanunlar yumağına da ‘fizik kanunları,’ ‘doğa kanunları’ veya kısaca ‘doğa’ (veya tabiat) diyoruz. Ve Alfred Montapert’ın “doğa kanunları, dünyanın görünmeyen hükümetidir” noktasına geliyoruz. Böylelikle sebep-sonuç ilişkilerini irdeleyebiliyor ve neyin nasıl bir sonuç doğuracağını öngörebiliyoruz. Bilginin gücü, biz akıllı ve bilgili varlıklara evrende tüm varlıklar üzerinde doğa kanunları dizginiyle büyük bir güç veriyor ve sorumluluk yüklüyor.

Kanunların keşfi ile, görünen fizik âleminde olayların arkasındaki görünmeyen şefkatli ve yüksek maharetli gizli eli keşfetme serüvenimiz sona eriyor. Çünkü bilim kervanıyla gözlemlere dayalı olarak gidebileceğimiz daha ileri bir istasyon yok. Bu durumda ya ‘gerçekliği bulma’ misyonunu noktalayacağız ya da vasıta değiştirip başka bir keşif kervanına katılacağız. Bundan sonrası gözlemlere değil, akıl yürütmeye dayanıyor. Ve fizik âleminde direk gözlemlere dayalı olmadığı için de yeni keşif vasıtası bilim değil, fizik-ötesi fikir âleminde mantık ve akıl yürütmeye dayalı olarak güvenilir bir şekilde gerçekliğe ulaşma metodolojisi, sanatı ve bilimi olan felsefe olacaktır. Akıl ve mantık zemininde insaflı ve önyargısız felsefi tartışmalar, karışık fikir cevherlerini öğütüp, madeni cüruftan ve özü kabuktan ayıran değirmendir. 

Felsefe değirmeni, akla uygun, gözlemlerle uyumlu, kendi içinde tutarlı, ayakları yere basan ve mantıklılık testinden geçen sağlam argümanlara dayalıdır. İnanç ise, vicdanî kanaate dayalı olarak yapılan bir tercihtir ve bireyin kendi iç âleminde benimseme, içselleştirme ve müşteri olması ile ilgilidir. Fen ve felsefe, dış âlemde olay ve varlıklar arkasında hükmeden ve akılda yansıyan manevi şablon ve makinelerle ilişkili iken, inanç, iç âlemde kişilerin düşünce âlemini şekillendiren ve onlara hükmeden bakış açısı, değerler ve mekanizmalarla ilişkilidir.  Bu yüzden fen bilimleri ve felsefe dışsal ve evrensel, inanç ise içsel ve bireyseldir.

Kimi insanlar için doğa veya fizik kanunlarının keşfi ve formüle edilmesi yolun sonudur. Çünkü kişi, hem bu devasa evrenin çalışması ile ilgili kanun ve prensipleri anlayarak canlı cansız tüm varlıklar ile bir nevi aşinalık oluşturmakta, hem de maddeyi işleyerek bu kanun ve prensipler doğrultusunda çalışan ve hayatını kolaylaştıran yeni ürünler tasarlayabilmektedir. Hiçbir boşluk bırakmadan tüm fizik âlemine hükmeden fizik-dışı bir iradenin yansımaları olan fizik kanunlarının ötesiyle ilgilenmemektedir. Bu kişiler, kendileri dahil tüm varlıkları tesadüfler sonucu oluşmuş anlamsız ve değersiz şeyler olarak görmektedir. Kimileri ise fizik kanunlarını ve arkasındaki iradeyi daha büyük gerçekliklere ulaşmak için bir eşik olarak görmekte ve fizik-dışı zihin âlemindeki arayışlarını ve keşiflerini sürdürmektedir.

Yaşlılara Her Ay Sonunda Para Veren Kanun

Doğa yasalarının sınırlılığı ile ilgili bir örnek vermek gerekirse, yeni bir ülkeye yerleşen ve ay sonunda banka hesabına bir miktar para yatırıldığını gören yaşlı bir kişi, sistemde bir hata olduğunu zanneder ve bankaya başvurup durumu bildirir. Banka, bir hata olmadığını ve parayı istediği gibi harcamasını söyler. Aynı şey bir sonraki ay sonunda da olunca, durumu diğer yaşlı dostlarına sorar. Onlar da her ay sonunda aynı miktar paranın kendi hesaplarına yattığını söylerler. İyice meraklanıp durumu araştırınca, yerleştiği yeni ülkede bununla ilgili bir kanun olduğunu ve bu kanuna uygun olarak düzenli bir şekilde her ay sonunda belli bir yaş üzerindeki herkesin banka hesabına belli bir miktar para yatırıldığını öğrenir. Kanunun Meclis kayıtlarını ve yayınlanmış metnini de gören kişi tüm sorularına tatmin edici cevaplar bulduğu için rahatlar ve arayışını sona erdirir.

Eğer bu kişi, bu kanunu, hesabına yatırılan paranın kaynağı olarak görürse ve memnuniyet ve minnettarlığını bu kanuna yöneltirse, çok tuhaf olur. Çünkü kanunun bırakın parası olmasını ve kendisini tanımasını, somut bir varlığı bile yoktur. Ne kendi varlığını bilir, ne de para yatırmasını. Belli ki arka planda yaşlılara yardım için bu kanunu irade eden insaflı bir kanun koyucu meclis ile bu kanunu bir şablon olarak kullanıp harcamayı hazineden ona göre yapan bir hükümet var. Ve bütün teşekkür, her şeyi bilerek yapan o yönetime ve paranın kaynağı olan cömert vergi mükelleflerine yöneltilmelidir.

Benzer şekilde, manzaraları sürekli yenilenen ve yeryüzü denen sanat galerisinin ve yerkürenin her yerindeki ağaçların dallarına asılan rengarenk meyvelerin kaynağını, hayatı, ilmi, aklı, iradesi, gücü, gözü, kulağı ve düşüncesi olmayan ‘fizik kanunları’ olarak görmek ve bunları ‘tabiat ana’dan bilmek de çok tuhaf olur. İnsana yakışan, akıl ve mantık ışığında her şeyi derinlemesine sorgulamak ve perde arkasındaki görünmeyen kaynağa ulaşmaya çalışmaktır. Çünkü mantıken, düzen kanunu gösterdiği gibi, kanun da irade sahibi bir kanun koyucuyu gösterir. Akla ve vicdana uygun iyi bir kanun da akıl ve vicdan sahibi iyi bir kanun koyucuyu gösterir.

Evrene bir Sanatkarın Galerisi Olarak Bakış: Bediüzzaman Örneği

İslam tarihi boyunca, akıl ve mantık zemininde sorgulayıcı bir yaklaşımla temel inançları ve farklı felsefi görüşleri bile irdelemekten çekinmeyen ve mantıklı açıklamalar getirip ciltler dolusu eserler meydana getiren İmam Gazali, İbni Sina ve Kindi gibi çok sayıda alimler gelmiştir. Bu akılcı geleneğin çağımızda önde gelen bir temsilcisi, aklı muhatap alarak eleştirel bakış açısıyla en temel kutsalları dahi masaya yatıran Risale-i Nur külliyatının müellifi Bediüzzaman Said Nursi’dir (1877-1960). Din bilimleri ile birlikte fen bilimlerini de tahsil eden ve mantık konusunda kitap da yazan Bediüzzaman, olaylara farklı açılardan bakıp çarpıcı örneklemeyle akla uygun ve mantıken tutarlı argümanlar ortaya koymaktadır.

Bediüzzaman, bir bilim felsefecisi gibi, en derin konulara dahi el atmaktan kaçınmaz. Hatta, yaratılışla ve doğa fikriyle yakından ilişkilendirildiği için, kanun ve kuvvet gibi fiziğin en temel kavramlarının mahiyetini sorgular. Materyalist düşünürler, büyük patlama sonucu oluştuğu öngörülen bildiğimiz fizik âlemini varlığın tamamı olarak sunarken, Bediüzzaman âlem-i şehadet yani görünene âlem tabir ettiği bu evrene ‘varlıkların cesedi’ olarak bakar. Doğayı da bu cesedin unsur ve uzuvlarının davranışlarını bir düzen ve kayıt altına alan yaratılış kanun ve kaideleri olarak tarif eder. Ve doğayı, yaratıcının eserlerini bir kitap gibi basan ilahi bir matbaa olarak vasıflandırır. Ona göre doğa veya tabiat denen şey, yaratılış cesedinin unsurlarını ve uzuvlarını düzen ve kayıt altına alan yaratılış kanunlarıdır. Doğa da evrenin yaratılışında geçerli olan ve gerçek varlığı olmayıp varlığı etkilerinden bilinen kanunların tamamı ve bileşiminden ibarettir.[1]

Bediüzzaman’a göre kanun denen şey, doğa denen bu yaratılış anayasasının bir maddesi veya bölümü, kuvvet ise kanunların hükmünün icra edilmesidir. Örneğin yerçekimi kanunu, doğanın bir parçasıdır. Yerçekimi kuvveti ise yerçekimi kanununun hükmünün icra edilmesi ve dolayısıyla elden bırakılan bir cam bardağın kanunun öngördüğü tarzda yer kürenin merkezine doğru çekilmesi sonucu yere düşmesidir.

Doğa kanunlarının hükümlerinin evrenin başlangıcından beri icra ediliyor olması ve insanın bazen hayali hakikat suretinde görme ve göstermeye olan meyli, hayalin baskısıyla aslında hava gibi gayet latif olan doğayı genişletip kesifleştirerek, doğaya adeta gerçek bir vücut giydirilmesine zemin hazırlamıştır. Öyle ki, adeta görünmeyen ve her anda her yerde olan güçlü bir el, atom altı parçacıklardan galaksilere kadar her şeye tam hükmetmekte ve kanunları tavizsiz uygulamaktadır. Halbuki doğa ve genel kuvvetler olarak bilinen şeyler şu evrene sebep ve kaynak olabilecek kabiliyet ve özellikte değillerdir. Ancak evrenin sanatkarından habersizlik ve inkârı mümkün olmayan harika düzenin zorlamasıyla, akılları hayrette bırakan kudret eserlerini aslında matbaadan öte bir şey olmayan doğadan bilmek, kitabın varlığını matbaanın varlığının doğal bir sonucu olarak görmek gibi geçersiz bir muhakemenin ürünüdür. Bediüzzaman’a göre doğa olsa olsa bir su arkıdır; ancak hayalin ölçüsüz müdahalesiyle, su kaynağı ile karıştırılmaktadır. Görmediği ve bilmediği için yazarını yok sayıp, basımevinden çıkan kitabı matbaanın bir telif eseri olarak gören geçersiz yaklaşım, çok saplantılara ve hayret verici durumlara yol açmıştır.

Bediüzzaman evrende cari olan doğa kanunlarının, fabrikalardaki yönetim ve üretim kuralları gibi, sadece birer şablon olduklarını nazara verir. Ve bu güçsüz, bilgisiz ve şuursuz kanunlarla kör tesadüfün asla kaynak, etken ve sanatkâr olamayacaklarını ifade eder. Dikkatleri de san’at ve mühendislik harikası eserlerden, aklın bir gereği olarak, perde arkasındaki ilmi ve kudreti sonsuz olan eşsiz sanatkâra çevirir. Kuru bir kütüğün dallarında portakallar belirmesi ve kapalı bir kabuk içindeki yumurtanın ak ve sarısından civcivin oluşması gibi, bu sonsuz ilim ve kudret sahibi Zat her şeyi o kadar kolay yaratmaktadır ki, her şey göz önünde adeta kendi kendine oluvermektedir. Yani Bediüzzaman’a göre şu evrenin sanatkârının görülmesine engel olan şey, O’nun ilim ve kudretinin sonsuzluğu ve görülmesindeki şiddetin gözleri kamaştırmasıdır.

Bediüzzaman her bir türün bir ilk atası veya Âdem’i olduğunu ifade eder ve Darwin’in türlerin bir tesadüfler zinciri sonrası birbirinden evrimleşerek ortaya çıktığı tezini bir aldatmaca ve muhakemeyi devre dışı bırakmak olarak görür. Yüzbinlerce türün her birinin ilk atalarının sonradan ve birbirinden bağımsız olarak meydana geldikleri konusunda da jeoloji, zooloji ve botanik bilimleri ile hikmet denen her şeyin bir gayeye ve faydaya yönelik olduğunu ifade eden bilim felsefesini delil gösterir.

Hatta daha da ileri giderek her varlığın var olma ve var olmama şanslarının birbirine eşit olduğunu ama var edildiğini dikkate vererek, her türün her bir ferdinin de sonradan her şeyi hikmetle yapan bir sanatkarın kudret elinden çıkması gerektiğini ifade eder. Delil olarak doğa kanunlarının aslında gerçek bir varlığı olmadığını ve varlıklarının Ekvator çizgisi gibi farazi olduğunu söyler. Sebeplerin şuursuz olduğunu ve dolayısı ile bu kadar hayret verici yaradılış silsileleri ve bu silsileleri oluşturan her biri acayip birer ilahi makine olan sayısız fertlerin son derece sanatlı bir şekilde hiç yoktan vücuda getirmeye kabiliyetlerinin olmadığını da ilave eder.[2] Bediüzzaman’a göre, parçacıkların hareketinin arka planındaki kanunlara ve sebeplere olağanüstülük verilmesinin sebebi, olağanüstü bir varlığı kabul etmemekten doğan zorunluluk ve çaresizliktir.

Bediüzzaman devamla, üstün yaradılışlı bir varlık olarak, insanın özü itibariyle daima gerçekliği aradığını ve fıtraten hakikate meyilli ve taraftar olduğunu ifade eder ve maksadının mutluluk olduğunu söyler. Ancak, bazen kaliteli bir şey bulma ümidi kaybedilince kalitesiz ürünlere talip olabildiği gibi, gerçeğin net olarak görülmediği durumlarda yüzeysel bakışın etkisi ve şartların da zorlamasıyla kolaycılığa kaçarak akıl, vicdan ve fıtratına rağmen bazı şeyleri gerçek olarak kabul edebilmektedir. Bediüzzaman, gerçek olarak sunulan tezlerdeki çelişkileri dikkate vererek insanları insaf, akıl ve mantıklarını kullanmaya ve fikirlerin gerçekliğini sorgulamaya davet eder. Mesela varlıklardaki akılları hayrette bırakan eşsiz sanat ve güzellik ile kör tesadüfün nasıl bağdaşabileceğini, tüm bilim dalları her şeyin ilim ile yapıldığını ilan ederken, yeni varoluşların arkasındaki gerçek itici gücün nasıl şuursuz sebepler olabileceğini ve gerçek bir varlığı olmayıp hayalde cisimleştirilmiş bir fikirden ibaret olan doğanın nasıl varlıkların kaynağı olabileceğini sorgular.[3]

Bediüzzaman her bir parçacığın komşularıyla bir araya gelip karşılıklı danışıp haberleşerek omuz omuza verip anlamlı bir düzen oluşturabilmesi için her bir parçacıkta parlak bilim insanlarının akılları ile beraber dâhi siyasetçilerin diplomasisi olması gerektiğini söyler ve aklın bu ihtimali reddettiğini ifade eder. Gerçeklikten yoksun fikirlere dolaylı olarak uzaktan bakıldığı zaman doğru olmalarına bir ihtimal verilebilir. Ancak inceden inceye derinlemesine inceledikçe, doğru olma ihtimali ortadan kalkar. Bediüzzaman’a göre her biri birer sanat harikası olan varlıkları kör tesadüf ve parçacık hareketine vermek, gerçeklik peşinde koşan insanlığa yakışmaz.

Bediüzzaman, varlıklara önyargıdan arındırılmış bir akıl ile bakıldığı zaman, rastgele parçacık hareketlerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığı iddia edilen kuvvet ve şekillerin, türlerin özünü oluşturamayacağına dikkatleri çeker. Çünkü seçici olma ve ayrım yapma özelliği olmayan kanunlar genel ve aynıdır. Her bir türe kendine has özellikleri içeren öz ise özel ve farklıdır. Yaygın kanun ve kuvvetler zatî değil arızîdirler. Yani türlere dışarıdan ilişip etki ederler; yoksa onların özünü oluşturamazlar ve karakterlerini belirleyemezler.[4] Fizik kanunlarının ve kuvvetlerin fark gözetmeyen yaygınlığı ışığında, gözlemlere ve akıl yürütmeye dayalı bu tespitten sonra Bediüzzaman türleri ve türlerin alt gruplarını birbirinden ayıran bütün özelliklerin adem-i sırf diye tabir ettiği mutlak yokluktan yani hiç yoktan var edildikleri hükmünü çıkarır.

Bediüzzaman, insanın hiç yoktan var olmak ve var iken yok oluvermek gibi dünyada benzerini görmediği şeyleri (sihirbazların şapkadan tavşan çıkarması veya bir fili yok edivermesi gibi – tabi el çabukluğu ve göz yanılmasıyla) aklen kabulde zorlanmasının temel sebebini Allah’ın eserlerine O’nun tarafından bakmak yerine yaratılanlar tarafından ve yaratılış alemindeki fizik kanunlarına mahkûmiyet gibi sınırlamalarla bakmak olarak verir. Keza, yoktan var eden ve ilim, irade, kudret ve diğer sonsuz sıfatları ile her zaman her yerde olan fizik-ötesi bir Allah’ı aklın kabulde zorlanması ve hayalin bile aciz kalmasının sebebinin, aldatıcı bir kıyaslama olan insanın Allah’ı kendi ile karşılaştırması olduğunu ifade eder.

İnsan, daha önce görmediği bir şeyi, zihnindeki önceden görmüş olduğu ve bildiği şeylerle karşılaştırarak anlamaya ve bir perspektife oturtmaya çalışır. Eğer zihninde referans oluşturabilecek bir şey yoksa, benzerini görmediği şeye akıl erdirmekte aciz kalır. İnsan, doğal olarak, Allah’ı anlamaya çalışırken, O’nu kendisiyle karşılaştırır ve kendindeki sınırlamalara – bir anda tek bir yerde olmak ve bir kişiyle konuşabilmek gibi – onu da dahil eder. Bu yaklaşımla da eşi benzeri olmayan ve yaratılanlara hiç benzemeyen Allah’ı anlayamaz – aynen bizim hayalimizde var ettiğimiz varlıkların, eğer akıl ve şuurları olsaydı, bizi anlayamayacakları gibi.

Bediüzzaman devamla birinin eserlerini muhakeme ederken onun özelliklerinin göz önüne alınması gerektiğini ifade eder. Bu meyanda, eserleri birer mucize olan ve bakanları hayrette bırakan mükemmel ve sonsuz ilahi kudreti göz ardı ederek, Allah’a kendimizden birine bakıyormuş gibi sınırlı ölçülerle bakmanın geçersizliğine dikkat çeker. Allah gibi fizik-ötesi nuranî varlıkları akla yaklaştırmak için sıklıkla güneşi ve bir anda adeta her yerde olan yarı-nurani ışığı örnek verir: Güneşin kendisi yeryüzünün dışındadır ve her şeyden uzaktır, ama ışığıyla tüm varlıkları kuşatır ve cam gibi tüm şeffaf şeylerin her birinin adeta içine girer ve onları aydınlatır.[5]

Doğa Kanunları ve Determinizm

Bediüzzaman evrendeki genel düzenin bir göstergesi olan ve kendilerini sebep-sonuç ilişkileri olarak gösteren kanunları Allah’ın adetleri olarak isimlendirir. Ancak, belirli kurallara bağlanmamış sıra-dışı olayları da dikkate vererek, Allah’ın iradesinin hiçbir kayıt altında olmadığını ifade eder ve eserlerinde dikkatleri sebeplerin kendilerinden sebepleri koyana çevirir. Ona göre, Alîm, Kadîr, Sânî ve Hakîm olan yani her şeyi bilip her şeye gücü yeten ve her şeyi sanat ve hikmetle bir amaca yönelik olarak en güzel şekilde yapan Allah, genel kanun ve prensipler olarak bildiğimiz adetlerinin bir göstergesi olan düzenle hâkimiyetini ve hiçbir tesadüf işine karışmadığını gösterir. Ancak, şekil ve görünüş değişiklikleri, şahsiyetlerin farklılıkları, varlıkların ortaya çıkma ve ayrılma zamanlarının değişmesi ile de dileme, tercih etme ve irade sahibi olarak dilediğini yapmakta serbest olduğunu ve iradesinin hiçbir kayıt altında olmadığını gösterir. Böylelikle yeknesaklık perdesini yırtarak her şey, her anda, her halinde ve her şeyinde O’na muhtaç olup onun egemenliğine boyun eğdiğini bildirmekle, gafleti dağıtıp zihinleri sebeplerden sebepleri koyana yöneltir.” [6]

Bediüzzaman insanların – tek yumurta ikizleri dahil – simalarındaki farklılığı da yine yaratıcının iradesine ve doğa-üstülüğüne vermekte ve doğa kanunlarının adeta bilgisayar kontrollü torna tezgâhları tarzındaki mutlak belirleyiciliği önyargısını kırmaktadır. Tüm insanların yüzleri, penguenlerde olduğu gibi aynı olsaydı, hiç kimse mevcut doğa kanunlarına bir aykırılıktan söz etmez ve bunu yadırgamazdı. Hatta bunu daha doğal görürdü. Ancak, kendimizi içinde bulduğumuz göz alışkanlığı, birçok sıra dışılığı sıradanlaştırmakta; ülfet yani aşinalık ve alışıklık ise, sorgulanması gereken konularda insanları hissizleştirmektedir.

 Beş duyu ve deneycilik (ampirizm ve bilhassa pozitivizm), bilgi edinme mekanizmalarından sadece birisidir. Laboratuvarlarda denenmeye uygun olmayan ve dolayısıyla doğruluk veya yanlışlığı ölçümlere dayalı olarak belirlenemeyen bilgileri bilim-dışı ilan etmek bilimsellik değil önyargı ve taassuptur. Pozitivist yaklaşım, gözlem ve deneye dayalı fen bilimleri için geçerli olabilir. Ancak bilim, fen bilimlerinden ibaret değildir. Bir bakkalın terazisi, sadece ağırlığı yani yerçekimine tabi olan şeyleri tartar. Teraziyle ölçülemediği için sıcaklığı, uzunluğu, elektrik yükünü, zamanı ve ışığı görmezden gelmek ve hatta inkâr etmek bilimsellik değil bilim bakkallığıdır. Bilgi ışığını alıp ölçen terazi akıldır. Bilginin kendisi gibi akıl da madde-dışıdır. Bilgiyi sadece maddede yansıyan miktarıyla sınırlamak bilgiye haksızlıktır ve bilim ve onun işleme merkezi olan aklı maddeleştirmeye kalkmaktır. Bu ise eşyanın tabiatına zıttır ve imkansızı talep etmektir. Çünkü beyin dahil maddenin temel yapı taşlarında ne bilgi vardır, ne de akıl.

Bediüzzaman pozitivist akıma tabi olan ve bilgiyi, gözlem ve deneylerle elde edilen kısımla sınırlayan kişiler için ‘aklı gözüne inmiş’ tabirini kullanır. Akıl dairesinin göz dairesinden, duygu âlemlerini de kapsayan kalp dairesinin de akıl dairesinden çok daha geniş olduğunu ifade eder.

 Biyologlar, yumurta akı ve sarısının, el değmeden, sanki sihirli bir değnek değmiş gibi, göz, kulak, ayak, kalp, damar, beyin, ses telleri ve rengarenk tüylere dönmesi ve bir civcivin cikcik sesleriyle varlık âlemine gelivermesini tüm aşamalarıyla takdir, hayret ve hayranlık içinde gözlerler. İnançsız bir biyolog bu varoluşu sebep-sonuç ilişkileri ve cari fizik kanunlarının doğal bir sonucu olarak görürken, imanlı bir biyolog civcivin yaratılışında adeta perde arkasında sanat ve hikmetle iş yapan bir yaratıcının sonsuz ilim ve kudretini ve sanatının mükemmelliğini gözlemler ve o sanat harikası civcivin sanatkarına hayranlık besler. Civcive, civciv namına (mânâ-yı ismî ile) değil, civcivin sanatkarı adına ifade ettiği anlam (mânâ-yı harfî) ile bakar. Yani civciv, kendinden çok sanatkarını gösterir ve onu vasıflandırır. Her iki biyolog dikkatli gözlemlere ve titiz çalışmalara dayanarak sebep-sonuç ilişkilerini ve arka planda hükmeden doğa veya yaratılış kanunlarını ortaya çıkarmaya çalışıp bulgularını nötr bir dil ile yazılmış ikisinin de isminin yer aldığı bir makalede yayınlayabilirler. Böylece inançlı-inançsız ayrımı yapmadan tüm fen bilimciler ve mühendisler, global ölçekte iş birliği ile, bilim ve teknolojiyi geliştirmeye çalışırlar. Özel sohbetlerinde de pekala gözlemlerinden çıkarılabilecek anlamlar konusunda felsefî tartışmalar yapabilirler. 

Ahmak bir kişiye dahi, bir mağaza raflarındaki taş, tahta veya metalden yapılmış horoz heykellerinin kendi kendine olduğuna ve bir sanatkârı veya atölyesi olmadığına inandıramazsınız. Çünkü kişi böyle bir şeyi hayatı boyunda gözlemlememiştir. Tüm deneyimleri, bir kasıt ile yapılmış bilgi ve beceri gerektiren her yapay eserin arkasında insan gibi bilgi, beceri ve irade sahibi bir varlığın elinin olduğunu gösteriyor. Ama bir ilim ve sanat harikası canlı bir horozun arkasında sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi bir Zat’ın eli olduğuna en akıllı bir ilim adamına dahi inandırmakta zorlanırsınız. Çünkü kişi, hiçbir yerde olmadığı halde her yerde ve her varlığın yanında var olan böyle bir Zat’ın benzerini hayatı boyunca ne görmüş ne de bir şekilde tecrübe etmiştir. Dolayısı ile akıl, kabulde zorlanmaktadır.

İnsan, horozun büyümesi süreci arkasında yem yemesini, yürümesi arkasında kaslardaki fizyolojik olayları, dünyaya gelmesi arkasında tavuğun karnında yumurtanın oluşmasını ve döllenmeyi görmüştür. El değmeden ve kabuğu delmeden yumurta içindeki ak ve sarının horoza dönüşmesini ise belli bir süre sıcak bir ortamda beklemeye ve çekirdekteki atomlarla yazılmış genom tarif kitabına vermiştir. Delil olarak da doğru sıcaklık derecesinde tutulmayan yumurtada civciv oluşmadığı gözlemini yeterli bulmuştur.

Evrende hayranlıkla seyrettiğimiz akılları hayrette bırakan güzellik ve mükemmellikteki sanat eserleri ile gözle görünmeyen Sanatkâr arasındaki bu kalın ve karanlık sebep duvarlarını aşmanın hiç de kolay olmadığı deneyimler ile sabittir. ‘Bu, böyledir’ demek de ikna edici sağlam delil isteyen aklı tatmin etmemektedir. İnsan tam ikna olmak için benzerlerini görmek istemektedir.

Mutfakta bir masa üstünde dizilmiş yemekleri gören bir kişi, bu yemeklerin masadaki yemek tarifi kitabının yapmış olduğu fikrini ‘akıl dışılık’ ve ‘delilik’ olarak anında reddeder. Kendisini hiç görmemiş olsa bile bu yemeklerin arkasında maharetli bir aşçının olduğundan hiç şüphe etmez. Çünkü zihnindeki hayat boyu gözlem ve deneyimlere dayalı veri tabanına göre, ilim, irade ve kudretten yoksun ve kendisi okuma ve anlamadan aciz cansız bir tomar mürekkepli kâğıdın bilgi, beceri, irade ve güç gerektiren bu sanatlı yemekleri yapması mümkün değildir. Tuhaftır ki bu aynı kişi, tüm yaprak ve meyveleriyle bir bilim, biyoteknoloji ve sanat harikası olan nar ağacının, bildiğimiz harfler yerine, atom kümelerinden ibaret olan genetik harflerle yazılmış DNA sayfalarının kabukla ciltlenmiş bir kitabı olan bir nar çekirdeğinin yapmış olduğu fikrini hiç garipsemez. Ve nar ağacının arkasında mutlaka karanlık toprağa gömülen bu DNA kitabını okuma ve anlama becerileri ile birlikte bilgi, beceri, irade ve güç sahibi canlı mahir bir sanatkârın olması gerektiğini düşünmez. Çünkü bu tür olayları o kadar sık görmüştür ki artık bu konuda hissizleşmiştir.

Felsefe, fen bilimlerinden farklı olarak, laboratuvar deneyleri yerine rasyonel bir zeminde eleştirel düşünceyi esas alır. Ölçüm aletleri yerine de akla uygunluk, gözlemlerle uyumluluk, mantıki tutarlılık ve bilinen gerçeklikle bağdaşıklık gibi kriterleri kullanır. Mantıken tutarlı olma zorunluluğu, safsataları belirlemek ve onları ayıklamak için etkin bir mekanizma olarak işlev görür. Bu yaklaşım, fizik gibi fen bilimlerinde bile potansiyel çelişkileri ortaya çıkarmak için ‘düşünce deneyleri’ olarak yaygın olarak kullanılmaktadır.

Görünen fizik alemi ötesi şeyler, ancak akıl gözü ile ve akıl yürütme ile görülebilir. Örneğin Bediüzzaman, teknoloji harikası bir mikro-makina olan mikrobu dikkate vererek, tüm varlıklardaki bilgi ve bilinç boyutlarına dikkat çeker. Ve varlıkların bilgisiz ve bilinçsiz sadece sebep-sonuç ilişkileriyle arka plandaki doğa kanunları ile açıklanamayacağı argümanını bir mikrop örneğiyle aklın değerlendirmesine şöyle sunar: Göz ile görünmeyen bir mikrop, küçüklüğüyle beraber, çok ince ve acayip bir ilahi makineyle donanmıştır. O makine, ‘olması mümkün’ olduğundan, varlık ve yokluk ihtimalleri eşittir. Sebepsiz var olması imkansızdır. O makinenin bir sebeple var olması zorunludur. O sebep ise, doğal sebepler değildir. Çünkü, o makinedeki ince düzen, bir bilgi ve bilincin eseridir. Doğal sebepler ise bilgisiz, bilinçsiz, dural şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin doğal sebeplerden kaynaklandığını iddia eden adam, sebeplerin her bir parçacığına Eflatun’un bilincini, Calinos’un bilgeliğini vermekle beraber; o parçacıklar arasında vasıtasız bir iletişimin de var olduğuna inanmalıdır.[7]

Cep telefonları tüm mekanik, elektrik ve elektromanyetik kanun ve prensiplere tam uyumlu olarak çalışır. Ama cep telefonunun varlığı, bu tür doğa kanunlarının doğal bir sonucu değildir. Eğer dünyada bilgi, irade, sanat, ve bilinç sahibi insanlar olmasaydı, ne bugün ne de milyonlarca yıl sonra, cep telefonu diye bir şey olmayacaktı. ‘İnsanlar olmasaydı bile dünyada zaman içinde kendi kendini kopyalayan bir cep telefonu oluşacaktı ve yeryüzüne inen bir uzaylı yerden armut toplar gibi cep telefonu toplayacaktı’ iddiasının hiçbir bilimsel dayanağı ve geçerliliği yoktur. Böyle bir iddiayı destekleyecek hiçbir gözlem ve deney de yoktur.

Keza, cep telefonunun nasıl çalıştığını anlamak için telefonun akıl, ilim ve irade sahibi tasarımcılarının ve üretim tesislerinin olduğunu kabul etmek geremez. Sıradan bir insan ne ABD’deki Apple firmasının yüzlerce mühendis ve yazılımcısından ne de Çin’deki üretici firmanın varlığından hiç haberdar olmadan iPhone’unu kullanabilir, çalışmasını anlayabilir ve hatta bozulunca tamir bile edebilir. Ancak, (1) kullanıcı kılavuzlarında tasarım mühendislerinden veya üretim tesislerinden bahsedilmemesi, (2) telefonun nasıl çalıştığını izah etmek için onların varlığından bahsetmenin şart olmaması ve (3) kullanıcıların telefonun tasarım ve üretimi konusunda bilgi sahibi olmamaları, tasarım ve üreticilerin yokluğu iddiasına geçerli bir delil oluşturmaz. Kaldı ki cep telefonlarının adeta ruhu hükmünde olan ve tüm parçalarına hükmedip onların bir bütün olarak çalışmasını sağlayan yüzbinlerce satırlık yazılımının kaynağı, cep telefonun parçaları değildir ve olamaz. Madde, bir talimatlar kümesi olan yazılım yazamaz.

Arkeolojik kazılarda bulunan rastgele şekilli bir taş veya demir atomları külçesinin pek bir kıymeti yoktur. Çünkü o tür amaçsız rastgele formasyonlar doğal olayların etkisiyle oluşabilir. O külçelerin oluşması için bir kasıt, bilgi, beceri, bilinç ve güce ihtiyaç yoktur. Ancak, silindir şeklinde mermer bir sütun veya bir ucu sivri diğer ucu küt ve delikli bir demir çubuk bulunduğunda, bunlar insan yapımı ‘tarihi eser’ olarak kategorize edilir ve değerlendirilir – bunları kimin yaptığı bilinmese bile. Çünkü bir mermer sütun veya dikiş iğnesinin oluşumu ancak bir kasıt, bilgi, beceri, bilinç ve güç ile mümkündür. Ve mermer sütun ve iğne gibi eserlerin varlıkları, kasıt, bilgi, beceri, bilinç ve güç sahibi varlıkların yani insanların varlığını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kesinlikte gösterir.

Keza, Kapadokya vadisinde birbirinden farklı yüzlerce peri bacalarına bakan bir kişi, bunların yağmur, dolu, sel, ve rüzgar gibi kasıt ve irade ile ilgisi olmayan kör doğal olayların etkisi sonucu oluştuğu kanaatine varabilir. Çünkü peri bacaları arasında hiçbir düzen yoktur, hiçbir amaç ve faydalılık gözetilmemiştir, hiçbiri özenle yapılmamıştır, yapımlarında hiçbir kural ve kaide kullanılmamıştır. Aynı şey rastgele şekilli yeraltı mağaraları için de söylenebilir. Ama peribacalarının altındaki yeraltı şehirlerine inen ve oradaki evleri, merdivenleri, sütunları, duvar ve tavanlardaki resimleri ve sanatlı işlemeleri ve hatta havalandırma bacalarını gören kişi, bunların akıl ve ilim sahibi varlıklar yani insanlar tarafından bir amaçla yapıldığı kanaatine varır – etrafta hiçbir insan görmese bile. Çünkü gaye gözeterek, özenerek, ölçerek, faydalılığı esas alarak ve sanatla yapmak, ancak bilgi, bilinç ve irade ile olur. İlginçtir ki yerde mozaik taşları ile yapılmış bir kuş resmi gören bir kişinin zihni hemen onu yapan insana intikal ederken, gökte uçan canlı bir kuş gören kişi onu bir yapıcıyla ilişkilendirmek yerine tesadüfler zincirine verebilmektedir.

Benzer çıkmaz hayat için de geçerlidir. 1953’te klasik bir deneyde Harold Urey ve Stanley Miller, yerkürede var olduğu farz olunan ilkel şartları laboratuvarda suni olarak oluşturmuş ve amino asitler dahil birçok kompleks organik bileşenlerin su içinde oluştuğunu gözlemlemiştir. Bilim çevrelerinde önceleri bir heyecan yaratan bu gelişme sonraları gözden düşmüştür. Çünkü amino asitler cansız kayalarda da vardır ve amaçsız olarak rastgele oluşabilmektedir.

Bir TV röportajında, Harvard Üniversitesi’nden dünyaca ünlü biyolog Andrew Knoll hayatla ilgili derin gizeme dikkat çeker: ‘’Gezegenimizin ilk devresinin bir aşamasında meydana gelen cansızdan canlıya sıçrayış ile ilgili incelikler derin bir gizemdir ve muhtemelen gelecekte bir süre daha böyle olmaya devam edecektir.” Profesör Knoll, bu bulmacanın gelecekte tamamen çözüleceğine dair fazla umut ışığı görmemektedir: “Torunlarımın hala ortalıkta dolanıp hayatın büyük bir gizem olduğunu söyleyeceklerini hayal edebiliyorum; ancak, onlar bu gizemi, bizim bugün idrak edemeyeceğimiz seviyede anlayacaklardır.[8]

Bu karamsarlığın nedeni, bilim insanlarının yapabildiği tek şeyin, laboratuvarda farklı elementleri kimyasal reaksiyona sokup arzu edilen bileşenleri elde ederek, maddeyi manipüle etmek olmasıdır. Ama, hayat fonksiyonlarının, kimyasal reaksiyonların çok ötesinde olduğu görünmektedir. Profesör Knoll’un belirttiği gibi: “Yer küremizin ilk dönemlerinde meydana gelen cansızdan canlıya sıçrayışın detayları arkasında derin bir sır vardır ve bu durum uzunca bir süre daha böyle devam edecektir. DNA’nın tek tek parçalarının yapılması pek zor olmayabilir. Ancak DNA’nın, proteinleri, önemli hayat fonksiyonlarını gerçekleştirmek için direktifler vermeye başladığı noktaya gelmek – bu sıçrama, kahredici bir şekilde, gizemini korumaktadır.’’

Daha iyisi olmadığı ve tüm canlılar kimyasal reaksiyon içerdiği için, hayatın kimyasal reaksiyonlar olduğu teorisi bilim camiasında genel kabul görmektedir. Ancak, her türlü kontrollü veya kontrolsüz kimyasal reaksiyonlar yeryüzünün her tarafında olagelmelerine rağmen, hiçbir kimyasal reaksiyonun hiçbir formda hayat oluşturduğu görülmemiştir. Bu durum, hayatın kimyasal reaksiyonlar olduğu tezini reddetmek için yeterli gözlemsel delildir. Eğer kimyasal reaksiyonlar hayatın kaynağı olsaydı – oksijen ve hidrojen reaksiyonlarının suyun kaynağı olduğu gibi – hayat üretmek bir gizem olarak kalmak yerine, şimdiye kadar bir çocuk oyuncağı olurdu.

Artık kutu dışında düşünüp hayatın kimyasalların dışında olabileceği tezleri dikkate alınmalı, hayatın kimya olmadığı ve kimyasal bileşenlerin içinde bulunmadığı açıkça ifade edilmelidir. Moleküllere hiç sahip olmadıkları özellikleri bahşeden ve kimyasalları yüce varlıklarmış gibi gösteren çaresiz girişimler bilimsel düşünceyi teşvik etmek yerine durdurur. Bugünkü yeryüzü, hayatın başladığı düşünülen 3,5 milyar yıl önceki yeryüzünün hasımca ortamına kıyasla, hayata çok daha elverişlidir. Buna rağmen, günümüzde canlı bir varlığın cansız maddeden ortaya çıktığına dair hiçbir gözlem olmaması ve dünyada hayatın nasıl başladığı konusunda hala bir fikrimizin olmaması düşündürücüdür.

Hayat, sebep-sonuç ilişkilerinin dışındadır ve ‘hayat’ sonucunu doğuracak yani cansızdan canlı yapılmasını netice verecek hiçbir sebep yoktur. Tüm ‘yapay hayat’ yapma projelerinin başarısızlıkla sonuçlanması ve bu konudaki karamsarlık, bu tespiti teyit etmektedir.  Bir hücredeki DNA ve su dâhil tüm moleküller, çoğunlukla C, H, O ve N’den oluşan cansız atom yığınlarıdır. Atomlar görme, işitme, konuşma ve düşünme yetenekleri olmayan hayatsız, bilinçsiz, iradesiz ve amaçsız temel madde parçacıklarıdır. Atomlardan oluşan moleküller de bu niteliklerin hiçbirine sahip değildir. O yüzden, hücredeki hiçbir molekül, komşu hücreler ve organizmanın bütünü şöyle dursun, içinde bulunduğu hücrede neler olup bittiğinin farkında değildir ve olamaz. Hatta hiçbir molekül kendi varlığından bile haberdar değildir.

Sırf madde ön kabulünün bir başka çıkmazı da beyine verilmek zorunda kalınan olağanüstülüktür. Varlık sadece madde ile sınırlanınca, tercih etmek ve emir vermek gibi maddenin yapı taşlarında olmayan madde-dışı özellikler beyne verilmek durumunda kalınmaktadır. Bunun sonucu olarak da yapısı bir et parçasından farklı olmayan ve yüzde 70’i su (gerisi yağ, protein, karbonhidrat ve bir miktar organik ve inorganik madde) olan beyne adeta ilahlık derecesinde bir harikalık vermek zorunda kalınmaktadır. Beyin ile ilgili belgesellerde ‘Beyin bizi insan yapar. … Bilim insanları yüzyıllardır beyni incelemişlerdir. Ama beynin inceliklerini anlamaktan hala çok uzaktayız’ türü çaresizlik ifadeleri yaygındır.

Beyin aslında bedenin kontrol merkezidir – aynen pilot kabininin bir uçağın koca gövdesinin kumanda merkezi olması gibi. Uçağın tüm parçaları, vücuttaki sinir ağı gibi iletkenlerle pilot kabinine bağlıdır ve tüm komutları oradan alır. Ama uçağı sevk ve idare eden kumanda merkezi değil, uçağın cinsinden olmayan ve bilinç, görme, işitme ve irade gibi uçağın malzemesinde bulunmayan özelliklere sahip olan bir pilottur. İnsanın idaresini beyinde faal olan bölgelerdeki şuursuz elektriksel faaliyete vermek, uçağın sevk ve idaresini pilot kabininde yanıp sönen sensor ışıklarına vermekten pek de farklı değildir.

Fizik Kanunlarının Mutlak Belirleyiciliğini Delen bir Varlık Boyutu: Hür İrade

Varlığı madde, enerji ve fizik kanunlarıyla sınırlayan materyalist (veya fizikalist) görüşe göre, evrende her şey fizik kanunlarına tâbidir ve dolayısıyla canlı veya cansız her şeyin ne zaman hangi hareketi yapacağı önceden bellidir. Yani insanların karar ve davranışları dahil, evrende meydana gelmekte olan tüm olaylar geçmişin, fizik kanunları uyarınca geleceğe olan öngörülebilir bir uzantısıdır. ‘Determinizm’ olarak bilinen ve değişik pek çok versiyonları bulunan bu felsefi görüşe göre, fizik kanunlarını ihlal anlamına gelen hür irade diye bir şey olamaz. İnsanların var olduğunu zannettiği hür irade, sadece bir illüzyondur.

Maddenin yapıtaşlarında irade diye bir unsur yoktur ve bu konuda herkes görüş birliği içindedir. Bu durumda sırf-madde ile sınırlı maddeci görüşün varlık anlayışında ‘hür irade’ diye bir şeyin yer alamayacağı açıktır. Ancak ne olduğu ve mahiyeti tam olarak bilinmese de, iradenin varlığı gözlemlerle sabittir, ispatlanabilir ve dolayısıyla bilimsel bir gerçekliktir. Zaten tüm hukuk sistemleri kasıt ve iradenin varlığı gerçekliği üzerine bina edilmiştir. Tercih ve irade olmasaydı, sorumluluk da olmazdı ve kimse bir suçtan sorumlu tutulamaz ve cezaya çarptırılamazdı.

Varlıkların atomlardan ibaret olduğunu ve atomların da belli kanunlara göre belli kuvvetlerin etkisi altında öngörülebilir tarzda hareket ettiği fikri milattan öncesine, eski Yunan filozoflarından Leucippus’a kadar uzanır. Ancak determinizmin gelişimi ve ciddi bir düşünce sistemi olarak yerini alması 17nci yüzyılda olmuştur. İnsanlarda varlık olarak aklı öne çıkararak “Düşünüyorum, o halde varım” sözüyle bilinen ve gerçeğe ulaşmak için beş duyumuza değil akla dayanmamız gerektiğini savunan ve modern Batı felsefesinin babası olarak bilinen Fransız filozofu, matematikçisi ve bilim adamı Rene Descartes (1596 – 1650), madde âlemini belli kurallara göre işleyen dev bir makinaya benzetmiş ve cansız varlıkların katı mekanik kurallara tabi olduğunu ve dolayısıyla determinizmin madde âleminde tam hakim olduğunu ifade etmiştir. Ancak Descartes insanın madde-dışı ruhî varlığını bedenden yani maddî varlığından ayrı tutmuş ve hür irade yüzünden determinizmin insanlar için geçerli olmadığı görüşünü dile getirmiştir.

Batı felsefesinin önde gelen isimlerinden olan ve doğa ile tanrıyı özdeşleştirip doğa içine yayılmış tanrı (Panteizm) akımının felsefi altyapısını oluşturan Hollandalı Baruch Spinoza (1632 – 1677) ise Descartes’in akıl – beden ayrımına karşı çıkmış ve determinizmin tüm evrende hükmettiğini savunmuştur. Spinoza’ya göre insanların düşünceleri ve hareketleri genel bir düzene tâbidir ve dolayısıyla hür irade söz konusu değildir.

Katı bir determinist olan Fransız matematikçi ve astronom Pierre Simon Laplace (1749 – 1827), determinizmi somut bir şekilde şöyle açıklar: “Evrenin bu andaki haline geçmişinin sonucu ve geleceğinin sebebi olarak bakabiliriz. Belli bir anda doğayı harekete geçiren kuvvetlerin tamamını ve doğayı oluşturan her şeyin tüm pozisyonlarını bilen bir Zihin, eğer aynı zamanda bu verileri analiz ettirebilecek kadar kapsamlı ise, bu Zihin evrendeki en büyük cisimlerin hareketinden en küçük atomların hareketine kadar tüm hareketleri bir tek formülde ifade edebilirdi. Öyle bir Zihin için hiçbir şey belirsiz olmayacaktı. Ve gelecek, aynen geçmiş gibi, gözlerinin önünde hazır olacaktı.”[9]

Bu ifadeler, varlıklarla birlikte düşüncelerin de sırf-madde fikriyle sınırlanmasının ve dolayısıyla madde ve kanunlar yoluyla maddeye etki eden kuvvet dışında bir varlık tanımamanın doğal bir sonucudur. Ancak sonradan görülmüştür ki, kaos teorisinde ‘kelebek etkisi’ olarak bilinen ve bir konumdaki küçük bir değişimin başka bir konumda büyük bir farka sebep olmasını ifade eden bir etki ile, bir kelebeğin bir yerde kanat çırpması, haftalar sonra uzak bir mesafede fırtınalara sebep olabilir. Kelebeklerle ilgili istatistikî bilgilere dayanarak bazı genel öngörüler yapılabilir. Ancak kelebeklerin de keyiflerine göre hareket ettikleri dikkate alınırsa, milyarlarca kelebekten her birinin ne zaman nerede olacağı, kaç kere ve hangi şiddetle kanat çırpacağı, ne kadar yaşayacağı, vs. öngörülemez. Yani mutlak determinizm yoktur. Zaten 20. Asrın ilk çeyreğinde ortaya çıkan ve belirsizlik prensibi üzerine bina edilen ve parçacıkların bir anda her yerde olduğunu ifade eden Kuantum Teorisi determinist düşünceye yıkıcı bir darbe vurmuştur.

Bir teorinin doğruluğunu ispatlamak mümkün olmayabilir; ama yanlışlığını ispatlamak gayet kolaydır. Bunun da en basit yolu, gözlemlerle çeliştiğini göstermektir. Bir örnek vermek gerekirse, nehre bırakılan bir tahta parçasının su içinde ne tür hareket edeceği ve hangi zamanda nerede olacağı önceden bilinebilir. Çünkü hareket, nehir ve tahtanın bırakma anındaki fizikî durumları ile birlikte, ilgili fizik hareket kanunlarına bağlıdır ve cansız olan tahtanın buna karşı çıkması söz konusu değildir. Nehre atılan canlı bir bitki için de aynı şey söz konusudur, çünkü canlı olmalarına rağmen bitkilerde irade yoktur.

Ancak nehre bir hayvan veya insan bırakılacak olursa ne olacağını kimse kesin olarak öngöremez. Çünkü hayvan ve insanlar atom ve moleküllerden yapılmış olan bedenleri itibariyle fizik kanunlarına tabi olmakla beraber, onların mahkûmu değildir. Ve bedenlerinin parçası olmayan ve dolayısıyla fizik kanunlarına tabi olmayan hür iradeleriyle fiziğin öngöremeyeceği birçok hareketleri yapabilirler. Hatta akıntıya zıt yönde de gidebilirler. Cansız (veya baygın) bir insan bedenini nehre atacak olursak, bu bedenin aynen tahta parçası gibi fizik kanunlarının öngördüğü şekilde hareket ettiğini görürüz. Bu da canlılarda fizik kanunlarına tabi olmayan yani fizik üstü bir varlık boyutunun varlığını ve insanın sadece bir fiziksel bedenden ibaret olduğu fikrinin geçersizliğini gösterir.

Bu basit deneyden de görülebileceği gibi, evrende madde ve kuvvet ile beraber bunların cinsinden olmayan bir iradenin varlığı; ve güç ve irade sahibi varlıklar için fizik kanunlarının belirleyici olmadığı gözlemlerle sabittir, ve dolayısıyla bilimsel bir gerçekliktir. Cansız varlıklarda ve bitkilerde fizik kanunları tam hakimdir ve bu varlıkların bir etkiye nasıl tepki vereceği önceden bellidir. Ancak insan ve kısmen hayvan gibi, kasıt ve irade sahibi canlılarda durum böyle değildir.  

Zaten fizik-dışı bir irade boyutu olmasaydı, Laplace’ın da dediği gibi, gelecek net olarak bilinecekti ve insanlar âdeta şuursuz zombiler gibi olacaktı. Ve de yaptıklarından sorumlu olmayacaklardı (aynen hayvan, çocuk veya robotun sebep olduğu zararlardan kendileri yerine irade sahibi sahiplerinin sorumlu tutulması gibi). İnsanların yaptıklarından kendilerini sorumlu hissetmesi ve dünyadaki tüm hukuk sistemlerinin insanları hareketlerinden sorumlu tutup yanlış seçim yapanlara ceza uygulaması, hür iradenin varlığının evrensel düzeyde kabul gören bir realite olduğunu göstermektedir.

Dünyada hiçbir hukuk sisteminde, aklı başında yetişkin bir suçlunun ‘ben bir madde külçesiyim ve tüm davranışlarım fizik kanunlarının doğal bir sonucudur; eğer bir sorumluluk varsa o bana değil, bedenime tam hükmeden ve davranışlarımı kesin olarak belirleyen fizik kanunlarına aittir’ savunması, geçerli bir savunma değildir.

Bazı sinirbilimciler (neuroscientists), iradenin doğa kuvvetlerinin etkisiyle oluşan beyin aktivitesinin doğal bir sonucu olduğunu, her şeye beynin karar verdiğini ve dolayısı ile hür irade diye bir şeyin olmadığını iddia etmektedirler. Ancak elektrik sinyallerinin ‘irade ürettiği’ tezi tüm deney ve gözlemlerle çelişmektedir. Milyarlarca transistor devresinden oluşan gelişmiş bir bilgisayar işlemcisinin bir gün kendi iradesini geliştirip tercihlerde bulunmasını beklemek ne kadar gerçekçi ise, milyarlarca nöron hücrelerinden oluşan insan beyninin de bu nöronlardaki elektrik aktifliğinden kaynaklanan bir irade sergilemesi o kadar gerçekçidir. Tercihlere bağlı olarak beynin farklı bölgelerinde farklı elektriksel aktiflik seviyesi gözlenmesi bir sebep değil, sonuçtur. Aynen bir bilgisayar işlemcisinin farklı bölgelerindeki farklı elektriksel aktivite seviyesinin, işlemciyi kontrol eden yazılımdan gelen komutların bir sonucu olduğu gibi. Yani fiziki işlemci, kendi dışında bir irade tarafından belirlenen görevleri yapmak için kendi dışından (yazılımdan) gelen komutlara göre aktivite seviyesini ayarlar; yoksa kendisi komut üretmez. Zaten ‘emir ve irade’yi temsil eden ve her devresine hükmedip kendisini tam kontrolü altına alan bir yazılımı olmayan bir işlemci, işlevsiz bir işlemcidir. Çünkü kendi haline bırakılan birbirine entegre milyarlarca devre, tüm elektrik aktivitesine rağmen, ne bir görev komutu oluşturabilir ne de anlamlı bir iş yapabilir.

Humanoid robot’ denen ve görünüş ve hareketleriyle insanı andıran bir robotun beden olarak en değerli parçası, saniyede milyarlarca işlem yapabilen elektronik beyni yani işlemcisidir. Robottan işlemciyi çıkarırsanız veya işlemciye güç sağlayan elektrik akımını keserseniz, robot dona kalır – aynen beyin ölümü gerçekleşmiş hareketsiz bir insan bedeni gibi. Ancak bu durum, robotun bütün harikalığının kaynağının bir güç kaynağına bağlı işlemci olduğu sonucunu doğurmaz. Robot belli işleri yaparken işlemcinin her seferinde tutarlı bir şekilde belirli yerlerinin elektriksel olarak aktif hale gelmesi ve hatta bununla ilgili haritaların çıkarılmış olması da durumu değiştirmez. Böyle bir iddia, milyonlarca satırlık komutlar içerebilen yazılımdan, arka planda yazılım kodunu hazırlayan akıl, bilgi ve irade sahibi bir ekipten ve farklı kısımların bilgi alışverişini sağlayan arayüzden habersizliği gösterir.

Tüm fiziki parçaları yerinde olan ancak yazılımı yüklenmemiş olan bir robot, işlevsiz yani ölü bir robottur. O kadar ki, yazılımdaki bir hata, işlemci mükemmel çalışıyor olsa bile, robotta işlevsellik bozukluklarına sebep olabilir. Yazılım güncellenerek de aynı robotun işlevselliği arttırılabilir. Fiziki bir parça olarak görülmediği için yazılımı (ve yazılım arkasındaki akıl, bilgi ve irade sahibi yazılımcı ekibini) yok sayıp sadece işlemcideki elektriksel aktivite değişimine odaklanarak, robotun hayranlık uyandıran akıllı hareketlerinin sırrını çözmek mümkün değildir. Hele bu akıllı, mantıklı ve kurallı hareketlerde yansımasını bulan gizemli yapay aklın ve ilgili kuralların, işlemcideki elektriksel aktivitenin bir sonucu olduğu sonucunu çıkarmak, herhalde robotun yazılım ekibini kahkahalarla güldürür. Çünkü elektrik akımı denen şey, elektronların veya elektron eksiği veya fazlası olan ve iyon denen atom veya moleküllerin, azalan potansiyel yönündeki kör, sağır, şuursuz ve amaçsız hareketlerinden ibarettir – havadaki toz parçacıklarının ve hava moleküllerinin rüzgâr yönünde amaçsız hareketleri gibi.

Büyük Sahra’da Kum Tepeleri ve Silikon Çipleri

Kuzey Afrika’nın Büyük Sahra Çölü’nde, 9 milyon kilometrekareden fazla bir alanda rüzgarlarla serbestçe hareket edebilen trilyonlarca kum taneciğiyle, doğa eylemi olarak oluşturabilecek yegâne yapılar, hiçbir amacı ve faydası olmayan, rastgele kumtaşları, kum tepeleri, vadiler ve çölün yüzeyindeki düzensiz dalgalı kum formasyonlarıdır. Canlı türlerini göz ardı edecek olursak, denebilir ki Sahra Çölü muhtemelen bir milyar yıl önce aynı rastgele kumlu yapılardan oluşuyordu. Muhtemelen bir milyar yıl sonra da aynı kumlu yapılardan oluşacaktır.

Eğer Büyük Sahra’da dolaşırken faraza bir cep telefonu, bir motorlu taşıt, ya da su ve elektrik tesisatı ile donanmış bir binaya denk gelirsek, bunların doğa yasalarının doğal bir işi veya yapması olmadığı konusunda hiçbirimizin zerre kadar bir şüphesi olmayacaktır. Böyle bir şey bulduğumuz anda, gözlerimiz hemen etrafta dünyalı veya uzaylı akıllı varlıkları aramaya başlayacaktır.

İlginçtir ki kumun bileşimi çoğunlukla, silikon dioksit (Si02) gibi (genellikle kuvars formunda) silikat minerallerinden oluşur. Bu nedenle, kum, bilgisayar çipi yapımında temel hammadde olan silikon bakımından zengindir. Güçlü bilgisayar çiplerinin tamamına yakını, pek de değer vermediğimiz silika kumundan yapılmaktadır. Çip yapma işlemi, kumu eritip silindirik saf silikon ingotlarına dönüştürülmesi, sonrasında da bu ignotun ince dairesel plaka dilimlerine kesilmesiyle başlar. Plaka dilimleri, çipin devreleri düzeninde şekillendirilmiş bir UV ışık huzmesine maruz bırakılır. Yarı iletkene dönüştürmek için, silikon plakası iyonlarla bombalanarak doping yapılır. Ek fotolitografi basamakları uygulanarak, transistor yapısı daha da belirginleştirilir. Bir yalıtım katmanı uygulandıktan sonra, transistor devreleri oluşturmak için yüzeye elektroplating işlemi ile bakır iyonları depozitlenir. Transistorlar daha sonra çipin bir işlemci olarak işlev görmesini sağlayacak bir mimari oluşturacak şekilde birbirine bağlanır.[10]

Bir çip içine paketlenmiş transistorların sayısı, çipin işlem gücünün bir ölçüsüdür. Örneğin, 2018 yılında çip üreticisi Nvidia tarafından piyasaya sürülen bir mikroişlemci, sadece 3.5 cm2’lik bir yüzey alanında (bir başparmak tırnağı büyüklüğü) 9 milyar transistor içerir.[11] 1947 yılında fizikçi J. Bardeen, W. Brattain ve W. Shockley tarafından Bell Laboratuvarlarında icat edilen transistor, tüm modern elektronik cihazların neredeyse tamamında merkezi rol oynayan aktif elemandır. Transistorlar, dijital devrelerde elektronik anahtarlar olarak yaygın şekilde kullanılır ve elektronik cihazların temel yapı taşlarıdır.

Çöller, bir çipte bulunan silikon ve diğer ham maddeler bakımından zengindir. Keza çöller, ultraviyole ışınımı, şimşek, yağmur, rüzgar ve termal çevrim gibi, doğal olayların her türlü etkisine tamamen açıktır. Ancak, basitliğine ve nano boyutta küçüklüğüne rağmen, milyarlarca yıl boyunca, milyonlarca kilometrekare kum alanında, tek bir transistor bile oluşmamıştır. Tek bir transistor bile. Burada, entegre bir devre oluşturan, birbirine bağlı birkaç transistordan bahsetmiyoruz bile. Bu durum, hiçbirimize sürpriz olarak gelmedi. Çünkü hiç kimse bir transistorun veya entegre devrelerin kumda doğal olarak oluşmasını beklememektedir. Ve herhalde hiç kimse bir gün çöle gidip yerden doğal olarak oluşmuş çip toplama umudu beslememektedir.

Sebebi ise oldukça basittir: Bir kullanım amacı ve faydalılık gözetmeden doğal olarak oluşmuş madde birikimleri olan rastgele şekilli kum taneleri, çakıl taşları ve kayaların aksine, bir transistor, kasten ve bir amaca yönelik olarak ve faydalılık gözeterek bilgi ve beceriyle maddeyi hassas ölçülerle ve belli bir düzende bir araya getirerek yapılmıştır. Bu nedenle, bir çipin yapımı, doğa kanunları ve kuvvetlerinin sonucu olan eylemlerin çok ötesine geçer. Bir transistor’un yapımı, onu icat eden fizikçiler J. Bardeen, W. Brattain ve W. Shockley gibi, niyet, amaç, bilgi ve beceri birikimine sahip akıllı varlıklar gerektirir. Eğer insanlar gibi irade sahibi akıllı varlıklar olmasaydı, dünyada bilgisayar çipleri gibi kasıt ve akılla yapılmış madde formasyonları olmazdı. Çünkü doğa yasaları ve kuvvetleri kasıt ve akıl ile donanımlı değildir.

Eğer bir çöl safarisi sırasında, dizüstü bilgisayarda veya akıllı telefonda kullanılan işlemciler gibi birbirine bağlı milyonlarca transistora sahip bir mikroişlemci bulunsaydı, muhtemelen hiç kimse şu açıklamayı ikna edici bulmazdı: “Eh, bu bölge doğal olarak çip yapımında temel hammadde olarak kullanılan silikon bileşiği silika bakımından zengindir. Şimşek ve bazı rastgele kimyasal reaksiyonlar, bir şekilde tek transistor oluşumlarına neden oldu. Zamanla, komşu transistorlar arasında bağlantılar oluştu ve ilk entegre devreler ortaya çıktı. Sonunda, milyonlarca yıl boyunca, bu devreler o kadar büyüdüler ki, birbirine bağlı milyonlarca transistorun tam bir eşgüdüm içinde birlikte çalıştıkları başparmak tırnağı büyüklüğünde mikroişlemcilere dönüştüler. Evet, gerçekten çok şaşırtıcı ve inanması zor bir şey. Ancak, buraya bizden önce kimse ayak basmadığı için tek makul açıklama.”

Elbette herkes bu teoriye gülecek ve sevimli bir masal olarak bir kenara atacaktı. Hatta bazıları keşif liderine takılacak, ve çevre doğal olarak yetişen iPhone ağaçları olup olmadığını soracaktır. Bu argüman ışığında, şu soruyu sormaya hakkımız var: “Benzer bir izah, genellikle bir bilgisayar işlemcisine benzetilen ve birbirine bağlı milyarlarca nöron denilen sinir hücresinden oluşan insan beyni için ne kadar mantıklıdır?

Çöl safari hikayesini daha ilginç ve heyecanlı hale getirmek için, gezmekte olduğumuz çölün transistorlar, entegre devreler ve çeşitli büyüklükte mikroişlemciler ile dolu olduğunu varsayalım. Ayrıca, bu, dünyadaki tüm çöllerde böyle olsun. Ve insanların ağaçlardan meyve topladıkları gibi, çöllerden de doğal mikroişlemcileri toplayıp elektronik cihazlarda kullandıklarını farz edelim. Ve de entegre devreler ve mikroişlemciler doğal olarak kumda oluştuğu ve bedava oldukları için, dünyada hiçbir çip üreticisi bulunmadığını düşünelim. Bu durumda, yukarıda rehberin anlattığı çiplerin oluşumu ile ilgili açıklamayı hala saçmalık olarak görüp masal olarak nitelendirebilir miyiz? Muhtemelen hayır. En azından bunu o kadar kolay yapamayız. Bir süre sonra, çiplerin çöllerde doğal olarak oluşması fikrine o kadar alışırız ki, bu inanması zor ama gözümüzün önünde açıkça gözlemlenebilen olguya şaşıranlara şaşırırdık. Ne de olsa, biz insanların akıl dışı da olsa, hayalleri süsleyen masallara karşı zaafı vardır. Zaten belgesellerden çok film ve dizi seyretmemiz bunun kanıtıdır.   

Çiplerin çöllerde doğal olarak oluşmasına muhtemelen bir süre şaşırmaya ve bir türlü akıl erdirememeye devam edecektik. Her fırsatta da hayretimizi ve hayranlığımızı ifade edecektik. Ama sonunda ‘oluyor işte’ deyip üzerinde fazla durmayacak ve bu konuyu daha fazla düşünmeyecektik. Akıl ve iradeleri olmadığı için doğa kanunları ve kuvvetlerinin bunları yapıyor olduklarına hala inanamayacaktık. Bir kısmımız kumlarda çiplerin rasgele oluşumlarını tesadüfe bağlayacak ve şans yıldızlarımıza teşekkür edecekti. Bir türlü ikna olmayan bazı şüpheciler, belki de ileri teknolojiye sahip olan uzaylıların bu çipleri sağladığını iddia edecekti. Ancak bu uçuk fikirlerinden dolayı fazla bir ilgi görmeyeceklerdir. Ne de olsa, eğer iPhone ağaçlarıyla büyümüş olsaydık ve doğal olarak yetişen iPhone’ları bu ağaçlardan bedavaya topluyor olsaydık, başta biraz garipsesek bile, ‘üzümünü ye, bağını sorma’ düşüncesi baskın çıkacak ve bu konuda düşünmeyi de bırakacaktık. Zaman her şeyi ehlîleştirir. Ne kadar inanılmaz ve akıl almaz olursa olsun, tüm olağanüstü şeyler, alıştıkça, basit ve sıradan görünmeye başlar. Neyse ki (veya ne yazık ki), kumlarda kendi kendilerine oluşan çipler ve ağaçlarda meyve gibi büyüyen iPhone’lar sadece hayaldir. Böyle şeyleri rüyalarımızda bile görmüyoruz. Dolayısıyla, bu problemle uğraşmamız gerekmiyor.

Yukarıda Sahra Çölü üzerinden sunulan akıl yürütme çizgisini takip ederek, şu öngörüde bulunabiliriz: Hayat, doğa kanunlarının doğal bir çıktısı olamaz. Çünkü hayat, üst düzeyde bir düzen, birlik ve organizasyonla birlikte gelir – ki bunların hiçbiri doğa kanunlarında yoktur. Ve hayat, amaç, niyet, faydalılık ile donanmış komplike yapıları netice verir – sübjektif özelliklere ek olarak tam bir iş birliği içinde çalışan trilyonlarca hücre, birbirine bağlı kilometrelerce damar, ve son derece sofistike sinir ağlarıyla donanmış insan bedeni gibi. Bu nedenle, hayat, tıpkı irade ve diğer öznel nitelikler gibi, fiziksel gerçekliğe indirgenemez.

Bu öngörü, günümüze kadar doğruluğunu kanıtladı ve zaman testini geçti. Çünkü hayat, neden-sonuç ilişkilerini manipüle ederek ve bilinen yaşam formlarını taklit ederek canlı yapma girişimlerini boşa çıkardı. Fiziki varlıkların artık çok iyi bilinen sınırlarından dolayı, hayat, her halükarda, fiziki gerçeklik üzerinde yansıyan tezahürsel bir fizik-dışı olgu olmaya devam edecektir. Durum böyle olunca, varoluşu, fiziksel gerçeklikle sınırlama konusundaki ısrar, açık bir önyargı ve materyalist ideolojiye bağlılıktır.

Sahra Çölü örneğinde sunulan argümanlar aynı zamanda, kum tanelerini kimyasal elementlerin atom ve molekülleri ile değiştirerek, yer yüzüne de uygulanabilir. Yine, yaşam formlarına göz ardı edersek, yer yüzünde var olacak şeyler, yüksek kıraç dağlar, derin vadiler ve rastgele şekillerdeki nehir yatakları gibi rastgele dağılmış element ve bileşik yığınları olacaktır. Çünkü bunlar, bir amaç, irade, bilgi, beceri ve güçten yoksun dural doğa kanunları ve kuvvetlerinin yapabileceği yegâne şeylerdir.

 Arizona’daki Büyük Kanyon’u ziyaret ettiğimizde, Colorado nehri tarafından oyulmuş tüm büyüleyici ama düzensiz topoğrafik yapıların açıkça görünür bir amaç, fayda ve düzen olmadığından, doğanın sıradan işleri olduğuna kuşku duymayız. Ancak, nehri geçip tüm büyüleyici mimarisi ve ışıkları ile Las Vegas’a ulaştığımızda, bu mühendislik harikalarının ortaya konmasında, malzemelerin belli bir amaç, bilgi ve beceri ile düzenlenmesinde, doğa yasalarının üzerinde bir iradenin iş başında olduğu hakkında aklımızda hiçbir soru işareti kalmaz.

Kapanış: Fizik aleminin yönetmeliği Olarak Doğa kanunları kümesi

Kanun ve kurallar tüm dünyada düzen ve huzurun temelleridir. Bu, evrende de böyledir. Örneğin sadece yerçekimi kanunu iptal oluverse, her şey havada uçuşmaya başlar ve tam bir kaos olur. Bir ülkedeki kanunlar o ülkede yaşayanların genel iradesini, evrendeki kanunlar da tüm evrende hükümferma olan evrensel iradeyi yansıtır. Ülkelerde polisiye kuvvetler bireylerin kanunlara itaatini sağlar. Evrende ise bu işi evrensel kuvvetler ve etkiler yapar (yer çekimi kuvvetinin dünyada her şeyin yerçekimi kanununa itaatini sağlaması gibi). Alfred Montapert’in dediği gibi, “doğa kanunları, dünyanın görünmeyen hükümetidir.” Aslında kanunların bir icra gücünün olmadığı ve adeta bir şablon rolü oynadığına bakılırsa, “Doğa kanunları, dünyanın görünmeyen anayasasıdır sözü daha doğru olur.

Kanunlar, madde değildir. Ve o yüzden de zaman ve mekân sınırlamalarına tâbi değildir. Böylelikle her yerde geçerlidir ama hiçbir yerde değildir. Müşahhas bir varlığı olmayan ve maddeye nüfuz ederek etkilerini tüm evrende hissettiren doğa kanunları, madde veya fizik âleminin ruhu gibidir. Einstein’ın ifadesiyle “Evrenin kanunlarında bir ruh tezahür eder.”[12] Adeta görünmeyen güçlü bir el, atom altı parçacıklardan galaksilere kadar her şeye tam hükmetmekte ve kanunları tavizsiz uygulamaktadır. Örneğin tek bir atom bile yerçekimi kanununun etki alanının dışında kalamaz. Cansız maddeler, doğa kanunlarına tam tabidirler ve belli bir etkiye her zaman aynı tepkiyi verirler. Doğa kanunlarının etkisi altında maddi varlıkların nasıl davranacakları önceden bellidir. Örneğin bir nehre bırakılan bir tahta parçasının hareketi, ilgili fizik kanun ve prensiplerini kullanarak, önceden, gayet doğru olarak belirlenebilir.

Maddenin her zerresinin tüm kanunlara tam itaati ve kanunların ancak maddedeki tezahürüyle görülüp bilinmesi, kuvvet gibi, kanunların da kaynağının madde olduğu önyargısını oluşturmuştur. Ama maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya dalgalarda kanun diye bir unsur yoktur (aynen kanunlara itaat eden insanların vücutlarında “kanun” maddesi diye bir unsur olmaması gibi). Hatta denilebilir ki evrendeki tüm kütle yok olsa da kütle çekim kanunu; hiçbir ısı iletimi olmasa da (tüm evrenin aynı sıcaklıkta olması durumu gibi) ısının iletimi kanunu geçerlidir – aynen bir ülkede belli bir yılda hiç gelir vergisi toplanmamış olsa bile vergi kanununun gelirin veya gelir üreten insanların parçası olmamasından dolayı o ülkenin tamamında hâlâ geçerli olması gibi. O yüzden kanunlar maddede tezahür eder, maddeye nüfuz eder, maddeye hükmeder, ama madde değildir. Ve dolayısıyla dıştan gelip maddeye hükmeden ‘irade’ sıfatı gibi fizik âleminin dışındandır. Yani fizik kanunlarının kendileri, fizik âlemi dışında bir âlemin varlığını iptal değil teyit eder ve hatta gerektirir. 

“Değişik Bir Evren” adlı kitabında, 1998 Fizik Nobel Ödülü sahibi Robert Laughlin, fizik kanunlarının kaynağının mikro âlemde yani atom altı dünyada olmadığını, makro âlemde hiç yoktan tezahür ediverdiğini ifade eder: “Fiziğin en temel kanunları (Newton’un hareket kanunları ve Kuantum mekaniği gibi) aslında tezahürseldir. Bu kanunlar büyük madde yığınlarının özellikleridir. Ve onların kesinliği çok yakından tetkik edildiğinde, hiçlik içine kayboluverirler.[13] Başka bir ifadeyle, fizik kanunları hükmettikleri maddeden kaynaklanmazlar; dışarıdan bir yerden geliverirler (yani bildiğimiz madde-enerji evreni dışından). Hava durumu gibi bazı basit organizasyon fenomenlerini inceledikten sonra Laughlin şu kanaate varır: “Bu basit durumlarda biz ispat edebiliyoruz ki organizasyon kendine has bir mana ve hayat kazanabilir ve kendisini oluşturan parçalarına nüfuz etmeye başlayabilir. O yüzden fizik biliminin bize söylemesi gereken şey bütünün parçalarının toplamından fazla olmasının sadece bir kavram değil fiziksel bir fenomen (olgu) olduğudur. Doğa sadece mikroskobik kurallar tabanı tarafından değil, aynı zamanda güçlü ve genel organizasyon prensipleriyle düzenlenmektedir.”[14]Fizik kanunu genellikle yalın düşünceyle öngörülemez, deneysel olarak keşfedilmesi lazımdır.”[15]

Bediüzzaman, ünsiyet perdesini yırtarak doğa kanunlarının varlıklarının Ekvator çizgisi gibi zihinsel olduğunu ve gerçek bir varlıkları olmadığını dikkate vererek, ‘irade’ sıfatından gelen doğa kanunlarına, adeta icra gücüne sahip muktedir bir el olarak bakılmasını derin bir yanılgı olarak niteler. Ona göre fizik kanunları, trafik kanunları gibi, sadece bir kurallar manzumesidir ve kuralları uygulayan kudret ve irade ile karıştırılmamalıdır. Robert Laughlin de kanunlar arkasındaki ilim, irade ve kudret sahibi bir makama işaret eder: “Doğa kanunları daha yüksek bir makam tarafından uygulamaya konur.”[16]


[1] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 138, http://www.nuriklimi.org. Erişim tarihi: 20.06.2013.

[2] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 134, http://www.nuriklimi.org. Erişim tarihi: 20.06.2013.

[3] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 135, http://www.nuriklimi.org. Erişim tarihi: 20.06.2013.

[4] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 137, http://www.nuriklimi.org. Erişim tarihi: 20.06.2013.

[5] Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 141, http://www.nuriklimi.org. Erişim tarihi: 20.06.2013.

[6] Said Nursi, Sözler, 16. Söz, Küçük bir Zeyl, s. 281, http://www.nuriklimi.org. Erişim tarihi: 20.06.2013.

[7] Nursi, B. S., İsaratül İcaz, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 87-88.

[8] How Did Life Begin: An Interview with Andy Knoll,” NOVA Science Programming, PBS, http://www.pbs.org/wgbh/nova/origins/knoll.html

[9] Laplace, Pierre Simon, A Philosophical Essay on Probabilities, s. 4, translated from the 6th French edition by Frederick Wilson Truscott and Frederick Lincoln Emory, Dover Publications, New York, 1951.

[10] https://mybroadband.co.za/news/hardware/200748-how-a-computer-chip-is-created-from-sand-to-cpu.html; accessed: Dec. 29, 2018.

[11] https://en.wikipedia.org/wiki/Transistor_count; accessed: Dec. 29, 2018.

[12] Walter Isaacson, Einstein – His Life and Universe, s. 388, Simon & Schuster, New York, 2007.

[13] Laughlin, R. B., A Different Universe – Reinventing Physics from the Bottom Down, Basic Books, New York, 2005, p. back cover page.

[14] Aynı eser, preface, p. xiv.

[15] Aynı eser, preface, p. xv.

[16] Aynı eser, s. 45.